AYNUR DOĞAN İLE KEÇE KURDAN

Söyleşi: Derya Bengi, Ayşegül Oğuz
19 Mayıs 2022
SATIRBAŞLARI

Şarkı söylemeyi dağlarda öğrenmişsin, doğru mu?

Aynur Karadoğan: Öğrenmek denir mi, bilmiyorum, ama küçüklüğüm­den beri dağlarda, tepelerde, yaylalarda bağıra çağıra türkü söylerdim. Oralarda beni dinleyecek ya da eleştirecek kimse yoktu.

Tuncelilisin, değil mi?

Evet. Koyunları olanlar yazları yaylacılık yapar. Köylerinde yeşillik, otlak ya da mera olmadığı için en yüksek yaylalara çıkarlar, koyunlarını otarabilmek için. Nisan sonlarından eylül başlarına kadar… Biz Munzur’un bütün yaylalarına giderdik. Dağların en yüksek yerlerine gidiyorsun ve oralar yazın ortasında bile karlı oluyor. Şimdi yollar yapılmış, ama eskiden göç katırlarla oluyordu, yükseklere kona kona gidiyorduk, mesela Çemişgezek’ten Erzincan sınırı bir buçuk ay sürerdi, inerken de aynı şekilde kona kona inerdik. Tabii bu yaylalar bizim değil, kaymakamlıktan kiralanıyor. Orada büyük çadırlar kurulur, yazları çadırlarda yaşanır.

Neler söylerdin, yaylarda bağıra çağıra?

Genelde yaşlılardan, büyüklerden duyduklarımı söylerdim, ağıtlar, türküler… Ama dağda, konserde gibi değilsin, “şu şarkıya başlayayım da bitireyim” demiyorsun, kafana nasıl gelirse öyle söylüyorsun… Hiç susmadan söylüyordum, söylemeye doymuyordum. 15 yaşıma kadar oralardaydım ben. Öyle radyo dinleme, televizyon izleme şansımız yoktu. Bizim oralara çok geç geldi elektrik.

Ne zaman?

‘88 ya da ‘89 yılında geldi. Çemişgezek’te vardı, ama köylerinde yoktu.

Sizin köyün adı ne?

Doğan köyü.

Başka Kürtçe adı falan var mı?

Yok. Ama “Dokhan” diye söylenir, illâ Kürtçe olacak ya! (gülüyor)

Yaylalarda topluca müzik yapma gibi bir adet var mıydı, insanlar sazlarını da götürürler miydi?

Götürenler vardı, ama işten başını kaldırıp kimse saz çalamazdı ki. Koyunları otarırsın, süt sağarsın, peynir yaparsın…

Sen peynir yapmayı da bilirsin o zaman.

Meşhurdur bizim oraların peynirleri. Beyaz peynir, taze peynir, salamura, tulum peyniri… Gerçi tulum peynirini genelde büyükler yapar, ben yapamam. Az buz peynirden bahsetmiyoruz. Günde iki kere koyunlar sağılır: Birincisi sabah 10 civarları sağılır, sonra koyunlar tekrar götürülür, otarılır, bir de akşam 6’da sağılır… Akşamdan süt mayalanır, sabah tartıldığında 200-300 kilo peynir falan olur.

Bu işler arasında en zevklisi hangisiydi senin için?

Koyunları otarmak. Çünkü bağımsızsın. Mecburen koyun da sağardım, ama ne kadar kaçamak yaparsan o kadar iyi. İş bölümü yapılırdı, ben hemen koyunların otarma işini üzerime alırdım. 600 tane koyunla başa çıkmak da kolay değil tabii.

Küçüklüğüm­den beri dağlarda, tepelerde, yaylalarda bağıra çağıra türkü söylerdim. Oralarda beni dinleyecek ya da eleştirecek kimse yoktu.

600 koyun ve sen tek başınasın! Sahi mi?

Evet. Gündüzleri kurtlar da olabilir. Bir kere 600 koyunla gidip 550 koyunla geri dönmüştüm. 50 koyunu kurda kaptırdım. (gülüyor) Kurtları gördüğümde koyunları bırakıp kaçmıştım.

Kaç kurtluk bir sürüydü?

İki kurt. Mesela ayı, bir koyunu alır, götürür, yer. Kurt ise bir sürü koyunu boğazından dişler, dişler, yaralayıp bırakır, sonra da birini alıp götürür. Kurdun böyle bir düşmanlığı vardır yani.

Doğayla böyle iç içe olmak etkileyici, değil mi?

İnsan elinin ulaşmadığı yerlere gidebilirsiniz. Orada birçok ses duyuyorsun: Su sesi, böcek sesi, kuş sesi, rüzgârın sesi, bir de kendi sesinin yankısı tabii…

Neden İstanbul’a göç ettiniz?

Güneydoğu’da ve Doğu’daki olaylar yüzünden.

Köyünüz boşaltıldı veya yakıldı mı, yoksa kendi tercihiniz miydi?

Hayır, ama baskı çoktu. Her iki taraftan da. Devlet tarafından gözaltılar oluyordu, gözaltılar sonrası ölümler oldu, bu durum insanlarda korku yarattı. Genelde gençler üniversite için köylerin dışındaydı. Yaşlılar da korkmaya başladı, bir süre sonra devlet yaylalara çıkmayı da engelledi. Köyde kalsalar koyunlar telef olacaktı… Eldeki malı satıp şehirlere göç ettiler: İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Elazığ…

Yaylacılığın engellenmesinin sebebi ne?

İşte bilinen şeyler… Yardım yataklık suçlaması… Bir de, o dağlarda sürekli operasyon yapıldığı için, yaylacılık yapanlar askerlere engel oluyordu, onların düşüncesine göre…

Sen okulu nerede okudun?

İlkokulu köyde, sonra lise 2’ye kadar Elazığ’da okudum.

İstanbul’da akrabanız var mıydı?

Dayımlar önceden gelip yerleşmişlerdi, babam da kışları İstanbul’a gelirdi, peynir tüccarlığı yapıyordu. Olayların artmasıyla birlikte, burada ev aldı, hep birlikte geldik.

Baban İstanbul’a gelip gittikçe senin aklında bir İstanbul hayali oluşuyor muydu?

Tabii, bize cazip geliyordu, çünkü dağ ile köy arasında mekik dokuyorsun… Büyük bir şehir, karışık, hem güzel hem kötü bir şehir diye anlatıyordu. Kalabalığını, denizini, insanlarını, büyük binalarını, her şeyini hayal ediyorduk. Bunları hayal etmeye de vaktimiz yoktu ya… Yine de İstanbul’a gidersem ne yaparım diye kafamda canlandırıyordum. İlk yapacağım şey müzikle uğraşmak diyordum.

Köyde türküleri Türkçe mi söylerdin, Kürtçe mi?

Türkçeyi ilkokula başlarken öğrenmeye başladım, ilkokuldayken şarkı söyletmeye çalışırlardı, Türkçe şarkı bilmezdim. Hatta üç-dört sene boyunca tek bir şey söyledim Türkçe.

Neydi o?

“Küstürdün barışamam”. Elektrikler geldiğinde, köyde ilk televizyonu babam almıştı ve Belkıs Akkale bu şarkıyı söylemişti. Ben de hemen ezberledim.

Yani, ilk öğrendiğin Türkçe türkü televizyon sayesinde.

Evet. Ki çok fazla televizyon izleyemiyorduk. Evde ninem vardı, televizyonu açtığımız zaman “çok bakmayın, biter” diyordu, “babanız gelsin öyle bakarsınız” diyordu ve kapattırıyordu televizyonu. Anlatamıyorduk, tekrar açınca kaldığı yerden başlamayacağını. (gülüyor)

Elazığ’daki okulda sesin dikkat çekiyor muydu?

Elazığ’da Atatürk Lisesi’ne gidiyordum, okulun veda partisinde beni de sahneye çıkardılar. İki tane Türkçe söyledim ve arkasından da bilinçsizce bir tane Kürtçe söyledim. Kürtçe yasak mı, okunmaz mı, böyle bir bilincim yoktu. Disiplin cezasıyla zar zor kurtardım. Hocalar salonu terk etti, ben de anlamadım, neden gidiyorlar diye üzüldüm… Müdür beni tehdit etti: “Seni polise göndereceğim, sen bölücüsün…” Aslında sınıfta herkes genelde Kürt olduğu için ve herkes köyden geldiği için, hepimizde iyi Türkçe konuşmak gibi bir heves vardı, şiveden kurtulmak istiyorduk. Genelde daha önce gelmiş olanlar Türkçe bilmeyenleri küçümsüyordu…

İstanbul’da nereye yerleştiniz?

Bahçelievler’e. İstanbul’u ancak bir­-iki yıl sonra tanımaya, keşfetmeye başladım. İlkten bir yere çıkamıyorsun, ailen tepki gösteriyor… Lise sonu burada okudum, sonra da halk müziğiyle uğraşmak istediğime karar verdim. Türkü söylemek, bağlama çalmak istiyordum ve geldikten bir sene sonra, 1994’te ASM’ye (Arif Sağ Müzik) yazıldım.

Köyde hiç bağlama çalmaz mıydın?

Bizim evde yoktu, akrabalarda vardı, onlar için bağlama kutsal olduğundan dokunamazdık bile. Her perşembe cemevine giderlerdi büyükler. Orada dedeler çalıp söylerdi. Bağlama hevesi bende böyle arttı.

Köyde kadınlar bağlama çalmaz mıydı? Bağlama çalan bir kadın figürü yok muydu hayatında?

Hiç yoktu. O topluluk içinde bir ilki başarma isteği benimki. Onların düşüncesi, kızlar okula gidiyorsa okuyacak, okula gönderilmemişse de evlenip çoluk çocuk sahibi olacak… Köyde ilkokuldan sonra kızlarını okula gönderen ilk aile benim annem babam ve dayımlardır. Ama tabii benim müzikle uğraşmamı değil, bir meslek sahibi olmamı istiyorlardı, “yeter ki oku!” diyorlardı.

Kaç kardeşsiniz?

Yedi kardeş. Dört abim üniversiteye gitti. Büyük ablamı ilkokuldan sonra okutmamışlardı ama, o azmetti ve burda dışarıdan liseyi bitirdi.

Kardeşlerinin sesleri nasıl?

Bizim ailede iyidir herkesin sesi.

Peki anneninki mi güzel, seninki mi?

Annemin sesi çok etkileyici.

Seninki de öyle.

(gülüyor) Benimki de güçlüdür, ama anneminki çok daha duyguludur. Söylediklerini yaşadığı için ve o yaşamı iyi bildiği için çok etkiliyor insanları. Annem çok meşhurdur oralarda. Genelde ağıt söylüyor. Elini atıyor kulağına, başlıyor söylemeye, o anda yazıyor.

Björk bütün dünyasını kendi yaratan bir kadın. PJ Harvey’le bir düetini dinledim. “Satisfaction” şarkısıydı. İki kadının ses uyumu çok etkileyiciydi.

Kürtçe mi, Türkçe mi söylemek istiyordun?

Bilmiyorum, sadece müzikle uğraşmak istiyordum. Hasret Gültekin Sanat Merkezi’ne gittim, sonra da Kürtçeyi iyi öğrenmek için Stran Kültür Merkezi’ne… Kürtçeyi unutmuştum, Tunceli’deki Kürtçeyle Güneydoğu’nun şivesi farklıdır, ben hiç anlayamıyordum. Benim okuduğum Kürtçeden de kimse doğru dürüst bir şey anlamıyordu. Oralarda Şivan Perwer’i herkes dinlediği için, ben de dinlemeye başladım. Köydeyken müzikten anladığım, hep annemden duyduğum türküler, ağıtlardı. Bir de, köyde yaşlı bir dengbej vardı, Ali isminde. O da çok güzel söylerdi, hep dinlerdim… Teypten müzik dinlemeye İstanbul’da başladım.

Bahçelievler’de, dağlardaki gibi bağıra çağıra türkü söyleme özgürlüğünü kaybettiğini hissettin mi?

Tabii ki. Hatta bir süre hiç söyleyemedim. Sonra öğreniyorsun, nasıl söylemek gerektiğini. Burası İstanbul, Munzur’un dağları değil!

Dağları özlüyor muydun?

Özlüyordum tabii. Hâlâ çok özlüyorum. Akrabalar aracılığıyla haberler geliyordu. Onun dışında, Tunceli’de neler olup bittiğini gazetelerden öğreniyorduk. O da çatışma, ölüm haberleri…

Tunceli milletvekili Kamer Genç 1998de harika bir laf etmişti, “ülkenin kurtuluşu Cumhurbaşkanı Demirel’in ölümüne bağlı” demişti. Gazeteler adamın üstüne çullandı, “utanmaz”, “densiz” gibi başlıklar atıldı. Ama Kamer Genç bu lafı şöyle açıkladı: “Ben o konuşmayı Tunceli’nin sorunlarını dile getirmek için yaptım, önce öyle bir politik sivri söylem çekeyim ki, kamuoyunda tepki yaratsın istedim. Başka şekilde konuşsam basında yer almıyor. Tunceli’de insanlar öldürülüyor. Hükümet oraya bakan bile göndermiyor. Gelsinler, açlığın ne olduğunu Tunceli’de görsünler…”

(gülüyor) Kamer Genç bizim Çemişgezek’le ilgili çok bir şey yapmıyor, genelde Tunceli merkeze, Ovacık’a hizmet ediyor. Oradaki insanlar memnundu ondan. Ama Çemişgezek farklı olduğu için pek ilgilenilmez.

Çemişgezek’in farkı ne?

Türkler de var. Hem Aleviler hem Sünniler var. Oradaki Türklerin yapısı yüzünden Çemişgezek’tekilere gericilik unvanı takılmıştır. Oradaki Türkler devletle ilişkili olduğu için pek sevilmezler. Bizim köy Çemişgezek’ten farklıdır. Hem Alevi hem Kürt köyüdür.

Kasetten dinleyip sevdiğin ilk sanatçılar kimlerdi?

Hasret Gültekin, Abuzer Karakoç ve Şivan Perwer, sonraları da Nizamettin Ariç… Sürekli kaset dinledikçe, “ben de kaset yapayım” düşüncesi oluştu.

Serdar Ateşer inanılmaz biri. Beyni dopdolu. Öksürüyorum, gülüyorum, onları bile kullanıyor. Munzur’daki yaylalara gitse, kim bilir orda da ne acayip şeyler kaydeder..

Kaç senesinde yaptın ilk kasetini?

Hemen, ‘94’te. Biri “sesin güzel, sana kaset yapalım” diyor ve kasetin oluyor. Şimdi neler okuduğumu hatırlamıyorum bile. (gülüyor)

Keçe Kurdana gelene kadar iki kasetin var, değil mi?

Evet, ikisi de Türkçe kasetti. İkincisinin adı Seyir. 2001’de çıkmıştı. Ekonomik durumumu düzeltmek için yapmıştım. O çalışma da başarısız oldu ve o defteri de kapattım. Sonra da bir süre elimi ayağımı çektim. Ya bir yerlere gidip düşünerek kendime yoğunlaşmam gerekiyordu ya da tamamiyle bu işleri bırakmalıydım. Dernek gecelerinde falan konserlerim oluyordu. Sonra da bir üniversite konseri için Londra’ya gittim, altı aylık vize verdikleri için biraz kalmaya karar verdim ve orada Hasan Saltık’la tanıştım. Ondan sonra da bu albüme adım adım başladık.

Ekonomik rahatlığa ihtiyacın olduğuna göre, türkü barlarda neden çalışmadın?

Hiç düşünmedim, çünkü öyle yerlerin hem türküler için, hem kendin için tüketici olduğunu düşünüyorum. Şimdi artık türkü barların önünden bile geçemiyorum, bu iş çok abartıldı.

Sana epey teklif gelmiş olmalı.

Çok geldi, hâlâ geliyor. Prensip olarak böyle bir şey düşünmediğimi söylüyorum, anlamıyorlar. Şöyle diyorlar: “Bu ne biçim prensip? Sen türküyle uğraşıyorsun, nasıl türkü barlarda sahneye çıkmazsın? Bizim türkülerimizi söyleyebildiğimiz, kendimizi ifade ettiğimiz tek yer türkü barlar…” Oysa ben içki içenlere türkü söylemek istemiyorum, yaptığım şeyi anlamalarını istiyorum. Ben de içki içip kafam iyi olduğu zaman, kim ne söylerse hoşuma gidiyor. Bu pozisyonda olmak istemem… Sahneye çıkmışsın, çok güzel bir şey yaptığını düşünüyorsun, fakat insanlar oraya eğlenmeye gelmiş, peçeteye yazıyorlar, içine de para koyuyorlar, “şunu oku!” diyorlar. Bu bana ters.

Peki adamların söylediğinde biraz haklılık payı yok mu? Sahiden de bu kültüre ait insanların kendilerini ifade ettiği yegâne yerler değil mi türkü barlar?

Şu anda tam tersi oldu. Herkes nefret ediyor türkü barlardan. Özellikle müzisyenlerde “bizim başka para kaynağımız olsa da, lanet olsun, gidip barlarda sürünmesek” düşüncesi var. İlk zamanlar birkaç bar olduğu için zevkli geliyordu, sonra adım başı, Şirinevler’den Gazi Mahallesi’ne kadar her yerde türkü barlar açıldı. İnsanlar artık saz sesi duymak istemediğini söylüyor. Oysa insanlar durduk yerde sazdan neden nefret etsin ki?

Siz de iç savaş yüzünden 90’larda yaşanan o göçün bir parçasısınız. O yoğun göç olmasaydı, herhalde türkü bar sayısı bu kadar artmayacaktı. Bu göçün acısını azaltan bir yönü olmadı mı türkü barların?

Biraz da gençleri o içkili ortamlara çekme isteği var, bilinçli bir şekilde. Bir dönem çok rahatça izin verildi barların açılmasına. Ruhsat olayı bugün çok zor, ama o günlerde çok kolaydı.

 Yani gençler politikayla uğraşacağına, gitsinler, barda içsinler gibi bir zihniyet mi vardı devlet güçlerinde?

Ben de bunu söylemeye çalışıyorum… Tabii iyi yanları da var, hiç türkü dinlemeyenler, bu barlarda türkü öğrenmeye başladılar.

Senin zaman içinde müzikal zevklerinde değişiklikler oldu mu?

Evet, dünyadaki müzikleri merak etmeye başladım. Yurtdışına gittiğimde müzik marketlerden çok CD’ler aldım. Yabancı müzik olarak ilk dinlediğim Aziza Mustafa Zadeh’di. Daha sonra Sima Bina’yı, Feyruz’u, Nusret Fateh Ali Khan’ı, Mercedes Sosa’yı dinlemeye başladım. Daha çok etnik müzikler…

Pop ya da rock ilgini çekmez mi?

Dinlediklerim var. Jimi Hendrix, Jim Morrison, Jeff Buckley, Leonard Cohen, Manu Chao… Jeff Buckley’nin sesinden etkilendim tabii. Ama genelde kadın seslerden daha çok etkileniyorum.

Ciwan Haco’nun İstanbul konserine gittin mi?
Hayır, onun burda müzikal anlamda tam bir konser veremeyeceğini tahmin ediyordum zaten. Tahminimde yanılmamışım, gidenler hep aynı şeyi söylüyor. Ama ben onu yurtdışında seyrettim, aynı konserlerde de sahneye çıktık.

Ciwan Haco’yu ilk dinlediğinde, o güne kadar dinlediğin Kürt müziğinden farklı bir bakış açısı olduğunu düşünmüş müydün?

‘95’te ilk dinlediğimde anlamadım bile Kürt müziği olduğunu. Ciwan Haco’yu severim, ama Şivan Perwer’i dinlerken daha çok Kürt müziği dinlediğimi düşünüyorum. Şivan oraları tam yansıtıyor. Yurtdışında yaşıyor, ama yine de memleketini hissederek söylüyor. Bana daha yakın geliyor ve muhteşem bir sesi var. Şivan’la ilk tanıştığım zamanlar, sürekli onu dinliyorum. Viyana’da aynı konserde çıkacaktık. Kapıdan girdi, tanıştık, baktım, küçücük bir adam, “abi ben seni heybetli biri bekliyordum” dedim. (gülüyor)

Türkçe mi konuştunuz?

Tabii canım, çok kibar bir Türkçesi var Şivan’ın. Zaten ben iyi Kürtçe konuşamıyorum, akademik Kürtçeyi tam olarak bilemiyorum. Kulak dolmasıyla öğrendim Kürtçeyi… Nizamettin Ariç de favorilerimdendir. Yaptığı işleri çok seviyorum, bazen her şeyini kendisi yapıyor. Daye albümünde her şeyi kendisi çalmış mesela. Beko İçin Bir Türkü filminin müzikleri de çok güzel. Geçmişinde TRT geleneği var, önce Türkçe albümler, sonra Kürtçe albümler yapıyor, Kurmançinin yanında Zazacayı da öğreniyor.

Keçe Kurdan albümüne başlarken neler umuyordun? Herhalde üç senelik bir hazırlık safhası olmuş bu albümün.

Üç sene boyunca gittim geldim Kalan Müzik’e… Hasan Saltık bana böyle bir teklifte bulunmuştu, ama ne olacağı belli değildi, ses güzeldi ama, ortada konsept yoktu. Yavaş yavaş başka projelerde yoğunlaştım: Anjelika Akbar’ın, Metin-Kemal Kahraman’ın kasetlerinde vokal yaptım… Metin-Kemal’lerle çalıştıktan sonra da hayatımda çok şey değişti. Düşüncelerim klasik halk müziği formundan çıktı. Onların tarzını zaten çok beğeniyordum. Albümleri için ağıtlar okudum.

Ağıtları daha iyi yorumladığını mı düşünüyorsun?

Ağıtları iyi söylememin sebebi tabii yine köye dayanıyor. Köyde ağıtları genelde yaşlılar söylerdi, biri öldüğü zaman ölünün üzerine yakılırdı ağıt. Kadınlar ölünün etrafına toplanır ve sırayla ağıt yakarlar, adeta atışarak… Bizim köyün dışından biri ölünce çocukları götürmezlerdi, ama ben dayak yeme pahasına gider ve dinlerdim. Bunu Metin’e anlattığımda çok etkilenmişti…

Keçe Kurdan için başlama vuruşu nasıl yapıldı? İlk hangi şarkıları kaydettiniz?

İlk Serdar Ateşer’le çalışmaya başladım.

Neden Serdar Ateşer?

Hasan Saltık önermişti. Serdar’ın albümlerini dinledim, çok beğendim ve Kürt müziğinin böyle bir tarzın içine oturması bana cazip geldi. Serdar beni rahatlattı, ses olarak yapmaya korktuğum şeylerde bana cesaret geldi onun sayesinde.

Senin sesin için ne diyordu?

Doğa harikası! (gülüyor) Ona ilk olarak “Ahmedo”yu okudum ve Serdar çok heyecanlandı, bense onun heyecanını anlayamadım. Bana, “sen bu sesle her şeyi çok güzel okursun, ama en güzel Kürtçeyi okursun” dedi: “Çok güzel bir sesin var ve ben senin sesine kendimden bir şey katacağım. Sesin sıradan bir ses olsa, ben kendimden bir şey katamazdım.” Böyle konuşa konuşa beni motive etti. Serdar’la başladık ve diğer aranjörlerle devam ettik.

Bütün albümü Serdar’la yapmayı niye düşünmedin?

Buna ben tek başıma karar vermedim. Bazı şeyleri daha otantik, daha yöresel bırakmak istiyorduk. Sonuçta Türkiye’deki Kürtlere müzik yapıyorsun, onlara çok uzak kalmamak kaygısıyla davrandık.

Serdar’ın yaptığı düzenlemeler ortalama Kürt kulağına çok mu uzak geliyordur sence?

Öyle söylüyorlar. Bağlama, erbane, cümbüş kullanmamış olması, düzenleme tarzı farklı geliyor. Ama dinledikçe aslında çok uzak olmadığını görecekler…

Gazetelere Serdar’ın çılgın fikirlerinden bahsetmişsin. Nedir onlar?

(gülüyor) Serdar inanılmaz biri. Beyni dopdolu. Ben öksürüyorum, onu kaydediyor, gülüyorum, kaydedip kullanıyor. Serdar’dan çok şey öğrendim, acayip bir güven geldi, başka bir kapı açıldı önüme. Çalışırken genellikle sesim üzerine yoğunlaşıyorduk. Ama bana elektronik müzik de dinletiyordu, kendi çalışmalarını dinletiyordu, doğadan kaydettiği ilginç ilginç sesleri dinletiyordu. Munzur’daki yaylalara gitse, kim bilir orda da ne acayip şeyler kaydeder… Yazın gideceğim oraya. Şu anda bir kaset oluştu, çıktı, belki hâlâ içimde bilmediğim çok şey var. Yazın gidip tekrardan kendimi doldurup buraya geleceğim.

Tek başına yaylaya çıkıp bağıra bağıra şarkı söyleyecek misin?

Kesinlikle. Direkt yaylaya çıkacağım ve geçmişimi tazeleyeceğim. Doğayla iç içesin, yalan yok, sahtekârlık yok, saf, duru bir şey var karşında. Kelimelerle ifade edilebilecek bir şey değil. Uyurken rüyanı bile daha net görebiliyorsun. Şehirde öyle olmuyor, yarım yamalak rüya görüyorsun.

Hep sesinden bahsediyoruz ama, albümün bütünlüğü içinde sesin o kadar da gözümüzün içine sokulmuyor. Düzenlemeler çok başarılı, ve sesinin güzelliği, albümdeki güzelliklerden bir tanesi sadece.

Benim için bu iyi bir şey. Her bir aletin kendine göre bir rengi, güzelliği vardır, önemli olan bunları nasıl birleştireceğimiz. Benim onlarla, Serdar, Burhan Bayar, Aykut Gürel’le nasıl birleşeceğim çok önemliydi. Güzel oldu ve herkes de kendi içindeki müzikle benim sesimi birleştirdi.

Sözüyle müziğiyle bir şarkıyazarı kimliği sana nasıl geliyor? Çünkü bu albümde beste denemelerin de var.

Bu albümde pek yok, öbür albümde olacak. Bu işe fazlasıyla yoğunlaşmaya başladım. O gerçeğimi yeni keşfettim. Cesaretim yoktu, yapsam da çıkartamazdım.

Bir söyleşinde “Björk’le çalışmak isterim” demişsin.

Yabancı müzik dinlemeye başladıktan sonra Björk’ü farkettim ve çok etkilendim sesinden. O bütün dünyasını kendi yaratan bir kadın. Bana Hollanda’dan sadece kadın seslerinden oluşmuş karma bir CD göndermişti bir arkadaş. PJ Harvey’le Björk’ün bir düetini dinledim. “Satisfaction” şarkısıydı. O şarkıda iki kadının ses uyumu çok etkileyiciydi.

Roll, sayı 84, Mart 2004

AYNUR DOĞAN’LA NÜPEL ÜZERİNE

Dersim hatırası

Sene 2006. Türkiye’nin bitmek bilmez Eurovision tartışmalarına biz de küçük bir kampanyayla katılmıştık: “Bu sene Eurovision’a Kürtçe şarkıyla katılalım. Kürtçe de bu memleketin dili değil mi? İngilizce şarkıyla bile katıldık, Kürtçenin o kadar mı kıymeti yok? Türkçe şarkılar bu ülkenin müziğini ne kadar temsil ediyorsa, Kürtçe şarkılar da o kadar ediyor. Aynur ne güne duruyor? Valla hem Sertab’dan daha güzel söylüyor, hem uluslararası tecrübesi daha fazla: Eurovision’a bu sene Aynur gitsin…” Sonra da açtık telefonu, Aynur’u Almanya turnesinde, Köln’de yakaladık. Roll’un 104. sayısından naklen…

Haberin var mı, seni Eurovision’a gönderdiğimizden?

Aynur: Neyi Eurovision’a?.. Anlamadım…

Seni Kürtçe bir parçayla Eurovisiona göndermek için bir kampanya açtık. Şimdi duyunca nasıl geldi sana?

(gülüyor) Enteresan geldi. Kürtçeyle mi gideceğim? (gülüyor)

Evet.

Kürtçeyle giderim tabii, niye gitmeyeyim?

Düşünsene, bir gün seni TRT’den arıyorlar, “bu yıl sizi seçtik, şu tarihe kadar bir Kürtçe parça hazırlar mısınız?” diyorlar. Ne hissedersin?

Şok olurum herhalde. Dünya tersine döndü diye düşünürüm. Herkesin kendi diliyle değil de, İngilizceyle gittiği bir dönemde, bir anda Kürtçeyle gitmek insanları şok eder. Beni de eder. Kendi dilimizle kendi ülkemizde bile rahat şarkı söyleyemezken, birden bu değişiklik gerçekleşirse, acayip şeyler olur. Ne güzel bir kampanyaymış. Siz buna olumlu tepkiler mi aldınız?

En azından, kulağımıza gelenler olumluydu.

İnsan kendi rengini, kendi özünü en çok kendi dilinde yansıtabilir. İngilizceyle katıldığımızda, ancak birilerine yaranmak istediğimizi düşünüyorum ben. Yine de Sertab Erener’in birinci gelmesinden çok mutlu olmuştum. Sonuçta aynı ülkede yaşıyoruz ve bizi temsil ediyor. Benim tercihim Türkçeyle katılmamızdı. Ama bu ülkede Kürtler de yaşıyor ve Türkçeden sonra en çok konuşulan ikinci dil Kürtçe. Biz de bu ülkenin zenginliğiyiz. Türkçeyle olduğu gibi, Kürtçeyle de katılabiliriz. Bu birçok şeyin önünü açar. Önyargıları kırar, insanların bakış açısını yumuşatır. Neden olmasın ki? Beni havalara soktunuz şimdi, (gülü­yor)

Biraz Fatih Akın’ın filmi İstanbul Hatırasından bahsedelim mi? Kime sorsak, herkesin filmden hatırladığı ilk kişi sensin. Senin aklında neler kaldı filmden?

Çingenelerin olduğu bölümler kaldı en çok. Orada biri “Allah herkesi Çingene yaratsın” diyor ya, o laf beni çok etkiledi. Bir yanda da insanların kendi kültürlerinden koparılmaya çalışılması var. Bunu en iyi o kültürün yaşlıları yansıtabiliyor bize. Gençler pek farkında değil.

rtlerin yaşamıyla Çingenelerinki arasında bir paralellik mi kurdun?

Gelenekleri yok edilmeye çalışılan bütün halkların kaderi birbirine benziyor. Belki o benzerliği gördüğüm için, o sahne bana acı da verdi. Filmde Brenna (MacCrimmon) çok iyiydi, Siya Siyabend’in söyledikleri çok etkileyiciydi… O filmdeki diğerlerini, Duman’ı, Replikas’ı veya Erkin Koray’ı da zaman zaman takip ediyorum, ama benim gece-gündüz kafamı koyarak dinlediğim müzikler, yaşlıların, dengbejlerin söylediği şeyler. Ya da mesela İran’ın orijinal müziklerini dinlemekten hoşlanırım.

İyice geleneksel müziklere mi kaydın? Daha önceki söyleşilerde Cohen, Jeff Buckley, Manu Chao dinlediğinden de bahsediyordun

Batı müzikleri dinlemek istediğimde, evet, bu işin erbabı olan bu müzisyenleri çok seviyorum. Ama geleneksel müzik benim için çok ön planda. Sadece Ortadoğu müzikleri değil, dünyanın her yerinden geleneksel müzikleri dinliyorum. Bir buçuk aydır yurtdışındayım, en son Ermeni müzikleri aldım, İran marketlerine gidip Fars müziği CD’leri aldım…

İstanbul Hatırası filminin iddia ettiği gibi, İstanbulun seslerinden biri olduğunu düşünüyor musun?

İstanbul’da yaşadığım için belki İstanbul’un sesi olarak kabul edilebilirim. Ama ben kendi coğrafyamın sesiyim, Dersim’in sesiyim. Çünkü ben bu sesi, bu duyguyu ordan getirdim. İstanbul’da yaşadığım için beni orada keşfedebildiler. Dersim’de yaşasaydım, belki beni kimse bilmeyecekti.

İstanbul’un temsil ettiği, sadece sana sunduğu tanınma imkânları mı?

İstanbul şu anda bana iş imkânı sağlayabilecek bir şehir olarak geliyor. Çok karışık bir yer, geçmişi de çok karışık. Bu açıdan çok önemli bir şehir. Ailem, dostlarım İstanbul’da. Bir yeri özleten, her şeyden önce oradaki paylaşımdır.

Türkçeden sonra en çok konuşulan dil Kürtçe. Türkçeyle olduğu gibi, Kürtçeyle de katılabiliriz Eurovision’a. Bu birçok şeyin önünü açar. Neden olmasın ki?

İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde milyonlarca Kürt yaşıyor, neden hiçbir Kürt sanatçı, bu şehirlerde yaşadığı sorunlar hakkında şarkı yazmıyor? Senin şarkıların da hep kendi toprağından bahsediyor…

Çünkü bizim topraklarımızda hâlâ sızı dinmedi ki.

İstanbul’da da sızı çekiliyor.

Ama o sızı orada başladı ve İstanbul’a taşındı.

Nasıl geçiyor turne? Konserlere kimler geliyor?

Avrupa’da bizim Kürt ve Türk insanlarında konser kültürü gerçekten bitmiş! Disko geceleri ya da çepki (bir halay tarzı) geceleri yapılıyor. Böyle halay gecelerine ilgi gösteriyor gençler. Ya da herhangi bir dernek adı altında konser yapınca, dernek üyeleri geliyor. Eğer bağımsız konser düzenlemek istiyorsan, Avrupa’da çok zor. Bizim turnemiz bağımsız. Bizi gerçekten kimler dinliyor, kimler dinlemek istiyor, onu anlamaya çalıştık. Söylendiğine göre, biz Avrupa’da bir ilki başarıyoruz. Çünkü çok iyi gidiyor konserler. Paris’te 7 Ocak’ta çaldık. Tülay German geldi, bayağı bir yazar-çizer tayfası geldi. Mathilda May ve eşi Philippe Kelly de gelecekti konsere. Tarihi yanlış biliyorlarmış, daha sonra telefon açıp kaçırdıkları için çok üzüldüklerini söylediler. Salonda en az 250 kişi Fransızdı. Türk ve Kürt kesimi geldi, Ermenisi, Hintlisi, İranlısı geldi. Paris etnik müzikte çok gelişmiş bir şehir.

Bugünlerde Paris’teki ilk rai festivalinin 20. yılı kutlanıyor.

Avrupa şehirlerinde Arap müziği, Hint müziği, İran müziği çok dinleniyor. Şimdi Anadolu müziğine de bir yönelme başladığını görüyorum. Bizim konsere gelenler arasında Muharrem Ertaş’ı, Aşık Veysel’i bilen Fransızlar vardı. Rai müziği gibi bir patlama yapar mı, bilmiyorum, ama konserlerde kendi CD’lerimizi satıyoruz ve bitiyor. Hep yabancılar satın alıyor.

Mikail Aslan’la beraber gerçekleştirdiğiniz bu projede nasıl bir müzikal yapı var?

Projenin ismi Sound Of The Tembur. Üç telli enstrümanla başlıyor, sesimizi önce temburun üç telinden alıyoruz, yoğunluğa doğru gidiyoruz. İki-üç şarkıyı bütün grupla çalarak bitiriyoruz. Ben bir konsere gittiğimde, gözlerimi kapatıp o konser beni nereye götürüyor diye bakarım. Herkesin bizi de öyle dinlediğini görüyorum.

Seyredip de en çok etkilendiğin konser neydi?

Berlin’de yıllar önce Sima Bina’nın konserine gitmiştim. O zamanlar çok yeniydim; o konserdeki birbirine uyum, ahenk, kendilerini kaptırmaları, trans hali beni çok etkilemişti.

Keçe Kurdan’la ikinci albümün Nüpel’i karşılaştırır mısın?

Keçe Kurdan bir başlangıçtı ve çok ayrı bir heyecanı vardı. Nüpel’de artık ben bir şeyler öğrenmeye başladım, devam ettikçe daha çok şey öğreneceğim. Nüpel’de Dersim müziğine ağırlık verdim, Soranca, Dersim Kurmancisi, Zazaca, Türkçe parçalar var… Artık köklere inmem gerektiğini düşündüm. Çok daha sadeliğe doğru gideceğim bundan sonra. Bazı parçalar vardır ki, çok fazla bir şeyler eklemeye gerek duymaz. Orient Expressions’la yaptığım türden deneysel çalışmalara da kapalı değilim, ama uzun süredir şunun farkındayım ki, daha dingin, daha sade müzikler dinlerken, daha çok nefes alabiliyorum.

Söyleşi: Derya Bengi

Roll, sayı 104, Şubat 2006

^