Pelin Esmer’in 2005’te çektiği Oyun, Mersin’de, Arslanköy’de yaşayan dokuz kadının göz yaşartıcı tiyatro macerasını, birlikte özgürleşme serüvenlerini, muhabbetli direnişlerini anlatıyordu. Aynı kadınlar 14 yıl sonra yeniden bir araya geldi, bu sefer Shakespeare’in Kral Lear’ini Kraliçe Lear’e çevirdiler ve Anamur’un en ücra köylerine doğru turneye çıktılar, Esmer’in kamerası da onları takip etti. İlk gösterimi 26. Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapılan Kraliçe Lear, Yılmaz Güney adına verilen ödülün ve En İyi Müzik ödülünün yanı sıra, bu yıl ilk kez verilen SİYAD Cüneyt Cebenoyan En İyi Film ödülünün de sahibi oldu. Ancak iki hafta süren vizyon macerası tamamlanan Kraliçe Lear 2 Aralık akşamı Boğaziçi Üniversitesi sinema salonunda gösterilecek. Pelin Esmer’le Mersin köylerini, yıllar sonra yeniden buluştuğu kadınların neşeli varlık mücadelesini, Shakespeare’le beraber giriştikleri yaşam muhasebelerini, kurmaca ve belgesel sinemacılığı konuştuk.
Kraliçe Lear’in açılışında Arslanköylü tiyatrocu kadınları bir antik tiyatroya götürüyor ve onları kadim bir mekânla buluşturuyorsunuz.
Pelin Esmer: Yönetmenleri Ahmet Aksoy’a turne için diğer köy seyirlik oyunlarına ek olarak Kral Lear’i uyarlamalarını önerdiğimde, daha önce de başka bir grupla bu oyunu uyarladıklarını, Arslanköylü kadınların bunu haydi haydi yapabileceğini söyledi. Oyun ile Kraliçe Lear arasında 14 yıl var, bu onlar için de, benim için de yaşadıklarımız üzerinden hayata dair düşünmek için bir 14 yıl demek. Kral Lear sorguladıklarıma, merak ettiklerime dair pek çok öğe barındırıyor. Ölümle ve şu âna kadar yaşadıklarımızla kurduğumuz ilişki, hayatta kaçırdıklarımız, yakaladıklarımız, hüsranlarımız, tatminlerimiz, kader, neye kader dediğimiz, değiştirebildiklerimiz, değiştiremediklerimiz, yaşlandıkça artan iktidar kaybı ve yalnız kalma korkumuz, çocuklarımıza yaptığımız duygusal ve maddi yatırımın yaşlanınca ne kadarının geri geleceğine, çocuklarımızın bizi ne kadar sevdiklerine dair bitmeyen hesaplarımız, mal-mülkle olan ilişkimiz, ailenin bu ilişkideki çetrefilli durumu gibi pek çok mevzu Kral Lear’de vardı.
Arslanköylü arkadaşlarımın da bunları kendi yaşamlarında mesele edindiklerini, sorguladıklarını gördüm. Bu soruların yanıtlarını kendi hayatları üzerinden arayabileceklerini, kendi dilleriyle aktarabileceklerini sezdim. Bunu çok da güzel yaptılar ve Kral Lear’i bir köy seyirlik oyunu olarak uyarladılar. Bunu bu kadar rahat yapabilmelerinde elbette Shakespeare’in büyük bir yazar olması çok büyük bir etken. Shakespeare’in büyüklüğü zamansız ve mekânsız bir yazar olmasından kaynaklanıyor. Herhangi bir yerde ve dönemde yaşayan herhangi biri Shakespeare’in temalarının karşılığını kendi hayatında kolaylıkla bulabilir, çünkü nereye gidersen git, arada yüzyıllar da olsa insanoğlunun değişmeyen yanlarını deşen büyük bir yazar. Hayata ve yaşadıklarına dair düşünen, kafa yoran bu beş kadının da Shakespeare’in cümlelerini kendi dillerine kolaylıkla çevirebileceklerini tahmin ediyordum. Kadınların köylerde sergileyeceği Kral Lear uyarlamasının provasını da antik bir tiyatroda yapmak istedim. Shakespeare’in eskimeyecek cümlelerini bu kadınların kendi cümlelerinden, M.Ö. 4. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen, içinden Romalıların, Perslerin, Arapların geçtiği bu antik liman şehrinde duymak istedim. Filme, Anemurium’un antik tiyatrosundaki provayla başlamak, hemen ardından Anamur’un dağ köylerine doğru yola çıkmak, gece de köy meydanında bir Kral Lear uyarlaması sergilemek tüm bu düşündüklerimin görsel karşılığı olabilir diye düşündüm.
14 yıl önceki Oyun filminden sonra kadınlar birçok yerde tiyatro yaptı. Verdikleri mücadele sayesinde hem eşlerinin hem köylülerinin ciddi saygısını kazandılar. Yollarına taş koyanlar ya da dedikodularını yapanlar bu kadınların yaptığı işi sonunda kabul etti.
Biz oradayken genç arkeologlar ve kazı işçileri antik tiyatroda çalışıyordu, onlardan 15-20 dakika ara vermelerini istedik ve bir prova yaptık. Kazı işçisi bir kadının şapkası kraliçeye kostüm oldu. Provadan sonra o gece oyunu sergileyeceğimiz dağ köyüne doğru mekândan ayrılırken kazı işçisi kadın bize oranın hikâyesini şöyle anlattı: “Yüzyıllarca önce insanlar buraya yerleşmişler. Nereye yerleşeceklerini bilmişler. Keyiflerine düşkünlermiş. Her akşam burada tiyatro yaparlarmış.” Bu hikâyeyi dinlerken biz de aracımıza binip hayatında hiç tiyatro, sinema görmemiş köylülere doğru yola koyulmak üzereydik.
Uyarlama süreci nasıldı, ellerinde bir metin var mıydı?
Hayır. Ben bu öneriyle gidince Ahmet Bey onlara konuyu anlattı ve provada gördüğünüz üzere, doğaçlama sahnelediler. Ahmet Bey bu konuda çok hamarat, kadınlara Kral Lear’in genel konusunu oldukça serbest ve onların uyarlamasına izin verecek şekilde aktardı. Film bittikten sonra Emerson’un bir sözüne rastladım: “Shakespeare’in keyfini çıkarın.” Okurken gerilip kasılmamamızı, onun cümlelerini alıp kendi cümlelerimize çevirmemizi tavsiye ediyor. Bu söz bana çok hoş geldi, çünkü Arslanköylü kadınlar tam da bunu yaptı. Zira Shakespeare’in 16. yüzyılda yaşayan bir karakterden bahsederken kullandığı cümleler oyunda kraliçeyi canlandıran Fatma’nın hayatı için de geçerli. Sanatın zaman karşısındaki aşınmazlığı mucizevi yanlarından biri.
İlk filmin ardından geçen 14 yıldan sonra ne tür değişimler gözlemlediniz?
En temelde tiyatronun kadınlara getirdiği özgüvenden bahsedebilirim, bunu filmde de çok açıkça anlatıyorlar. Bu özgüven sayesinde gelen ferahlama ve kendini iyi hissetme hali çok kıymetli. Örneğin, Fatma o özgüvenle bir karar veriyor ve yaşına rağmen başvurup sigortalı bir iş ediniyor, filmde de gördüğünüz gibi, şu anda şehirde bir hastanede çalışıyor. Eşi köyde, Fatma şehirde, gidiş-gelişli ikili bir hayat kurmuşlar. Yıllar içinde kazandıkları en önemli şey kendi ayakları üzerinde durabilecekleri hissi. Bu tabii tiyatronun yanı sıra 50-60’larına yaklaşmış olmalarıyla da alâkalı bir durum, hepimiz için de geçerli. Yaşadıkça hayatı daha çok sorguluyor, kendimizin daha farkında oluyoruz, yıllar boşa geçmiyor. Arslanköylü kadınlar da aynısını yapıyor, ölüm dahil her şeyi düşünüyor.
Oyun’da kadınlar durumlarıyla yeni yeni yüzleşiyor, sorunlarını dile getiriyordu. Bu filmde ise beş kadını daha özgürleşmiş görüyoruz. Açılan yeni boyut ise bu beş kadının gezdikleri köylerde başka kadınlarla etkileşime rahatça girebilmeleri.
Turne fikrini ortaya atan Mersin Şehir Tiyatrosu müdürü Hüseyin Arslanköylü’nün de başta hedeflediği temel şeylerden biri buydu. Bu kadınlar tiyatro sayesinde birtakım güzellikler yaşadı ve şimdi kendileri gibi hayatlar süren kadınlara örnek oluyorlar. Bunu çok da güzel başardılar, filmde de gördünüz, “Ben senin gibi inek sağıp çapa yapıyorum, şimdi de kostümümü giyip sahneye çıkacağım, sen niye yapamayasın?” diyorlar. Bundan daha güçlü bir iletişim yolu bilmiyorum. O kadınlara gerçekten ulaştıklarını ve onları etkilediklerini gözlemledim. Tabii önemli olan bunun sürekliliğinin olması. Bir ziyaretle dünyalar değişmeyecek, ama devam ederse ekip kalabalıklaşabilir, bir şeyler değişebilir.
Emerson “Shakespeare’in keyfini çıkarın” diyor. Okurken gerilip kasılmamamızı, onun cümlelerini alıp kendi cümlelerimize çevirmemizi tavsiye ediyor. Arslanköylü kadınlar tam da bunu yaptı.
Ziyaret ettikleri köylerde o köyün erkekleriyle de çok rahat ve özgüvenle konuşuyorlar. Yeri gelince onlarla tartışıyorlar, ikna ediyorlar.
Bu kadınlar çok ciddi bir mücadele verdi. Kendi köylülerini, eşlerini, ailelerini ikna etmek öyle kolayına olmadı. Kimse “aa tiyatro yapıyorsunuz, ne güzel!” demedi. Dirayetle direndiler, ikna etmek için uğraştılar. Oyun filminden sonra birçok yerde tiyatro yaptılar. Verdikleri mücadele sayesinde hem eşlerinin hem köylülerinin ciddi saygısını kazandılar. Yollarına taş koyanlar ya da dedikodularını yapanlar bu kadınların yaptığı işi sonunda kabul etti. Bu çok önemli bir kazanım. Bu kazanımla başka bir köye gittiğinizde, kadın olsun, erkek olsun, kendi deneyiminiz üzerinden tartışıp rahatlıkla konuşabilirsiniz.
İki belgeselde de kadınlar arasında birbirleriyle rollerini tartışırken doğal bir demokratik müzakere hali görülüyor. Hiçbir şey tiyatronun önüne geçmiyor. Sizin gözlemleriniz nasıldı?
Aslında gerekirse kavga da ediyorlar, ama bunların hepsi işin doğasında. Bunun yapılan işin ne kadar sahiplenildiğine bağlı olduğunu düşünüyorum. Sonuçta yolun, suyun zor gittiği bir köye tiyatro götürüyorlar, gittikleri zaman yıllardır halleri hatırları sorulmamış köylüler tarafından genelde çok güzel karşılanıyorlar, onlarla sohbet ediyorlar. Her sanat üretiminde çekişme ve gerilim olur, bunlar işin tadı tuzudur, ama yarattığınız eseri gerçekten benimserseniz gerisi teferruat olarak kalır. Sonuçta, Shakespeare’in Kral Lear‘i gibi yüzyıllarca aşınmayacak bir eser bırakırsınız. İşte bu kadınlar da o köylere gidip çok önemli bir etkide bulundular. Bu etkiyi de hiçbir ego gölgede bırakamaz. Hiçbir şey kolay ve tartışmasız gerçekleşmiyor, ama yaptığınıza odaklandığınız takdirde gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Turnedeki kadınlar bazı köylerde iyi karşılanırken, bazı köylerdeyse muhafazakârlıktan kaynaklanan bir direnç mevcut.
Otuz köy gezildi, neredeyse hepsi birbirinden farklıydı. Kimi daha baştan biz gitmeden kucak açarak karşılıyordu, kimi daha temkinle yaklaşıyordu, “hiç gelmeyin” diyen muhtarlar da oldu. İstemeyen birkaç köy çıktığında, “hayır, bu muhtarın kararına bağlı olamaz, küsmeyeceğiz, biz yine de gidip orada köylülere bu tiyatroyu, filmi izleteceğiz” diye yola devam edildi. İlk vardığımızda temkinle, şaşkınlıkla, belli bir mesafeyle yaklaşan muhtar ve köylüler bile en fazla iki saat içinde, onlarla vakit geçirdiğimizde, çay kahve içip kim olduğumuzu anladıklarında tavırlarını değiştiriyorlardı, yavaş yavaş ortalık yumuşuyordu. Bir bakıyorsunuz, akşam üç yüz, beş yüz kişi orada köy meydanına yığılmış, gösteriyi bekliyor. Her köyde farklı bir şey yaşayabildik, ama sonunda hepsi bizi müteşekkir bir şekilde uğurladı. Sarp yollardan geçerek ulaşılabilen, şehirle, kasabayla hiçbir ilişkisi olmayan köyler… Birileri oraları önemseyip tiyatro ve sinema götürüyor. Belki yol, su, elektrik değil onlara giden hizmet, ama bunu teşekkürle aldılar. Hiçbir gösterim olmasaydı bile sırf misafirliğe gitmek bile önemli bir etkileşim. Bazı köylerde köylüler de oyuna katıldı. İşin özel kısmı bunu yapanın kendileri gibi insanlar olması. Ekim-biçimden geliyor, ama sahneye de çıkıyor. Baştaki temkini kıran unsurlardan biri buydu.
Gittiğiniz köylerde Oyun filmini de perdede gösterdiniz. Arslanköylü kadınların 14 yıl önceki hallerini görmek nasıl bir deneyimdi?
Kendileri için farklı bir deneyim, zira onlar da yıllar sonra kendilerini ekranda izliyor. Hangimiz 14 sene önceki halimize baksak aklımıza bir sürü düşünce düşer, o filmden çok geçen zaman içinde yaşadıklarımızı izleriz. Kadınlar için de aynısı geçerliydi. Ayrıca, yaptıklarına olan inançları da pekişti. İzleyiciler açısından bence daha da olumlu bir etki yarattı, çünkü 14 yıl geçmiş olmasına rağmen sürekliliği olan bir eylemden bahsediyoruz, demek bu kadınlar mücadelelerinin sonunda bir şeyler elde etmiş.
Bu kadınlar tiyatro sayesinde birtakım güzellikler yaşadı ve şimdi kendileri gibi hayatlar süren kadınlara örnek oluyorlar. “Ben senin gibi inek sağıp çapa yapıyorum, şimdi de kostümümü giyip sahneye çıkacağım, sen niye yapamayasın?” diyorlar. Daha güçlü bir iletişim yolu bilmiyorum.
14 yıl önce Arslanköy’e gitmiştiniz, şimdi o kadınlarla beraber otuz köyü gezdiniz, o coğrafyada siz de bir deneyim yaşadınız. Filmi seyrederken köylerdeki yoksulluk hali sarsıcıydı, bir yandan bu yoksulluk bir burukluk yaratıyor, diğer yandan oyuncu kadınların direnci, doğallığı gülümsetiyor, umutlandırıyor…
Yoksulluk çok ciddi boyuttaydı. Gittiğimiz köylerin çoğunda kışın nüfus sadece yedi-sekiz yaşlı çiftten oluşuyor. Bakmayın yazın gördüğünüz kalabalığa, yazın yaylaya çıkan ailelerle o duruma geliyor, iyi ki de; böylece her akşam üç yüz, beş yüz izleyicimiz olabiliyordu. Bu da o an köyde olan neredeyse herkes demek. Anamur köylerinden Boğuntu’nun yolu 1946’da yapılmış, sonra da bir daha el değmemiş. Ancak o yola girmeyi göze alırsanız o köylere ulaşabilirsiniz. Alıcılar filan da gitmiyor köylünün mallarını almaya. Yoksul köylüler her gün o yolları aşıp, Anamur’a inip, üç-beş kuruş yevmiyeyle çilek toplama işine gidiyorlar. Oysa köyleri şeftali cenneti. Filmde de görüyorsunuz, köylerdeki erkeklerden biri ürünlerinin elinde kalmasından yakınıyor. Adam yolu olmadığı için doğal olarak tepkili. Bu şartlara rağmen o gün o yolu aşıp o köyü ziyarete gelen tiyatrocu ona “Ben senin bu şikâyetini sahnede dile getireceğim, belki sana böyle bir katkım olabilir” diyor. Aynı akşam o adamı kraliçenin kızlarından biri olarak sahnede görüyoruz. İşte hayatı dönüştürmek böyle küçük görünen şeylerle oluyor. Hiçbir şey öyle bir anda devasa değişimler geçirmiyor, ama bu önemli ayrıntılar ve dokunuşlarla bazı şeyleri daha anlamlı hale getirebiliyoruz.
O unutulmuş köylerde bile OHAL şartları devam ettiriliyor, bu da şaşırtıcı.
O aralar uğraştığım her şeyi bırakıp oraya gitmemin sebebi gerçekten uzun süredir aradığım umudu bana vermesiydi. Neredeyse her gün kötü bir haberle güne başladığımız bir dönem, bir gün önceki haberle girdiğimiz şok, üzüntü yatışmadan, daha ona tepkimizi veremeden ertesi gün bir yenisi… Ülkede ve dünyada onca korkunç şey yaşanırken bir yandan da hayatın devam etmesinin getirdiği rahatlık ve rahatsızlık, bu ikilemle boğuştuğumuz, mücadele ettiğimiz bir dönem. İşte böyle bir dönemde birileri 3 bin 500 metredeki bir yaylaya tiyatro götürmeye kalkıyor. Bu yüzyılda tiyatro, sinema yapmanın önündeki engeller azalacağına çoğalırken. Üstelik ülkede OHAL devam ederken. Bu, gözardı edilmeyecek kadar önemli bir umut. İlk bakışta belki küçük, ama çok parlak bir pırıltı. Çünkü hiç beklemediğimiz bir şey. Bu umut arayışı sebebiyle elimdeki küçük imkânlarla yola koyuldum. Hayatımın en önemli kişisel deneyimlerinden biri oldu. Orada Arslanköylü arkadaşlarımla geçirdiğim zaman ve hayata dair yaptığımız sohbetlerin yanı sıra hiç gitmediğim ve bu film olmasa hiç gidemeyeceğim köylerdeki insanlarla tanışmak çok değerliydi. Umudu başka nereden bulacağız?
Zeynep’in otobüsteki bölümlerde dile getirdiği bir tartışma var: “Kader nedir?” diye sorguluyor; “doğduğun, öldüğün ânı ve annenin babanın kim olacağını seçemezsin, ama gerisi kader değil” diyor, oradaki ifadeleri Shakespeare’e taş çıkartır.
Sezgi ve hayat deneyimi bilgi kadar önemli. Her şeyin şehirden çıkmasını beklemekten vazgeçmek lâzım. Yaşam denen bir kaynak var ve insanlar yaşayarak çok önemli şeyleri öğrenip düşünüyor. Böyle şeylere şaşırmamalı ve yaşayıp deneyerek de bir şeyler öğrenmeye gecikmeden başlamak lâzım. Neden tiyatro ya da sinema sanatı sadece şehirlilerin erişebileceği bir şey olsun! Hayır, bu yol-su-elektrik gibi bir ihtiyaç. Bu ihtiyacı şehirli kültüre indirgemek büyük bir eşitsizlik. İşte gördünüz, filmde insanlar nasıl iştahla izlediler, hatta katıldılar.
Bu kader mevzusuna iki kere dönüyorsunuz. Gittikleri yerlerde genç kızlarla ve bir yörük köyünde küçük bir kızla karşılaştıklarında, “okuyun, bu köyde kalmayın” diyorlar…
Bunu söyleyen Fatma bir çoban kızı, o da 17 yaşına kadar çobanlık yapmış. Dolayısıyla, benim için o yörük kız Fatma’nın çocukluğuydu. Fatma onunla dağın başında sohbet ederken her ne kadar kıza yörüklüğe dair tüyolar veriyor olsa da, ki bu aralarındaki iletişimin kurulması için çok önemli bir ortak noktaydı, aslında o küçük kızın kendisi gibi keçilere öğretmenlik yapmasını istemiyor. Fatma öğretmen olmayı çok istemiş, ama babası ona “keçilere öğretmenlik yapıyorsun ya, yetmez mi” deyince hayalleri yıkılmış. Ama o küçük kız Fatma ona çobanlıktan bahsederken “ben keçilerle uğraşamam, hemşire olacağım” diyor. Arkasından da “kısmetse” diye ekleyerek ama. “Babam izin verirse” diyor. Genç kızlarla olan sahnede de kadınlarımız genç kızlık yıllarına gidiyor bir nevi. “Eğer burada okumanıza engel olacaklarsa, giyim kuşamınıza karışıyorlarsa, tiyatro filan onlara saçma geliyorsa burada yaşamayın, yazın bile gelmeyin” diyorlar kızlara. Kızlar da bunun gayet farkında aslında. Özetle “kaderinizi, kısmetinizi başkalarına emanet etmeyin, hayatta değiştirebileceğiniz şeyler de var” diyorlar. Dolayısıyla, film boyu kaderi tartışıyoruz. Hem kendi aralarındaki konuşmalarda, hem de köylerde karşılaştıkları insanlarla sohbetlerinde.
Köylerdeki erkeklerden biri ürünlerinin elinde kalmasından yakınıyor. Yolu olmadığı için tepkili. O gün o yolu aşıp gelen tiyatrocu “Ben senin bu şikâyetini sahnede dile getireceğim, belki sana böyle bir katkım olabilir” diyor. Aynı akşam o adamı kraliçenin kızlarından biri olarak sahnede görüyoruz…
Oyun’da da, Kraliçe Lear’de de kadınların en büyük yarası eğitim haklarının ellerinden alınmış olması.
Çok doğru, en büyük acıları bu. Genç kızlara ilk söyledikleri de o: Eğitiminizden vazgeçmeyin. En büyük adaletsizliği orada yaşamışlar vaktinde. Tiyatroyla yıllar sonra bu adaletsizliği bir nebze dengelemişler, ama okumak içlerinde kalan ukde. O nedenle, karşılaştıkları genç kızlarla, çocuklarla ister istemez doğrudan bu konuya giriyorlar.
Hikâye açıldıkça, farklı katmanlar arasında dolaşırken filmin kurgusuna nasıl karar verdiniz?
Lineer bir kurgu yerine Shakespeare’den günümüze ve oyundan bugünkü gündelik hayatlarına sıçrayarak lineer olmayan bir kurgu düşündüm. Oyun’da bir giriş-gelişme-sonuç vardı, çünkü orada bir oyunun hazırlığını izliyorduk. Hazırlık süresince yaşananlar, yavaş yavaş gerilen anlar, sonunda da bir sahneleme ânı vardı. Oyun o bakımdan daha lineer bir kurguya sahipti. Kraliçe Lear’de önemsediğim şey daha çok yüzyıllar ve farklı mekânlar arasındaki geçişkenlikti. Bunu izleyenlere lineer olmayan, sıçramalı bir kurguyla verebileceğimi hissettim. Sahneye çıkmadan önce “keşke dağıtacak malım olsa” diye hayıflanan Fatma’nın akşam sahneye çıktığında rahat rahat kızlarına malını mülkünü dağıtabiliyor olduğunu görmek de oyunla hayat arasındaki ilişkiyi kurmak için güzel örnekler veriyor. Oyuna da çok ihtiyacımız var hayatta, illa tiyatrodan bahsetmiyorum, oyun oynamaya ihtiyacımız var. Bu oyunlara, bu kaçamaklara hayatta çok ihtiyacımız var. Bu lineer olmayan, sıçramalı, oyundan gerçeğe, gerçekten oyuna, Shakespeare’den kadınların cümlelerine geçişler için bu kurguyu daha uygun buldum. Oyun’daki gibi oyunun sahneleme ânına varmaktansa hayata ve geçtiğimiz yıllar içerisinde bu hayatın bizim üzerimizde bıraktığı izlere odaklanmak istedim.
Filmin ödüllendirilen müziği nasıl çıktı ortaya?
Barış Diri Adana Altın Koza’da en iyi müzik ödülünü aldı, çok mutlu olduk. Kraliçe Lear’in kurgusunu Berlin’de yapıyorduk. Henüz müziğe dair bir şey düşünmüş değildim. Filmin başında kullandığımız orijinal parçayı, Passacaglia della Vita’yı (Rosemary Stanley ve Dom La Nena yorumuyla) tesadüfen keşfettim. Günlerce, defalarca dinledim, kurgu yaparken arkada sıklıkla o çalıyordu. Sonra bir araştırdık ki, 16. yüzyılda yaşamış bir bestecinin (Stefano Landi) günümüz yorumuymuş. Shakespeare’le aynı dönemde yaşamış bir bestecinin eserinin tesadüfen kulağıma çalınması da bir alâmetti, o da benim kısmetimdi! (gülüyor) Nasıl ki Kral Lear film boyunca kadınlarla birlikte kraliçeye evrildi, bu topraklara uyumlu hale geldi, müzik de öyle yavaş yavaş bu toprakların müziğiyle uyumlu hale geldi. Bestecimiz Barış Diri bunu çok özenle yaptı. Yapay Doğu-Batı sentezine kaçmadan, ustalıkla ve usûlünce parçayı buraya uyarladı, kadınların ve bu toprakların dünyasına evrilmesini sağladı.
“Kurmacayla belgesel arasındaki ayrım benim için flu” demişsiniz bir söyleşide. Bunu açar mısınız?
Belgeselde bir senaryonuz, karaktere söyleteceğiniz diyaloglar yok, ama tabii ki sizin bir bakışınız, durduğunuz nokta, merak ettiğiniz sorular var. O sorularla onların yanlarına gidiyorsunuz, dolayısıyla elbette bir yönlendirme var. Orada yaşanacak, sizi heyecanlandıracak bir an, bir saniye olacağını koklayıp hissedip, oraya gidiyorsunuz ve onu yakalamaya çalışıyorsunuz, onun bir parçası olmaya çalışıyorsunuz. Belgeseldeki senaryo kurgu aşamasında ortaya çıkıyor. Çünkü elinizdeki doksan saatlik malzemeden yüz farklı film çıkartabilirsiniz. Kurgu bu yüzden uzun sürüyor. Bu filmin kurgusu dokuz ay sürdü, Oyun’unki daha da uzundu. Bana göre kurmaca ile belgesel arasındaki temel fark senaryonun ne zaman oluştuğu. Birinde başta yazılıyor, diğerinde montajda; kurmacada oyunculuk var, tekrar çekim var, belgeselde yaşarken o ânı yakalamak var, yaşananı yaşandığı anda ve tek bir seferde yakalamak var. Diğer en temel fark da belgeselde ciddi bir sorumluluk duygusu olması; yönetmen için duygusal bakımdan çok güçlü ve bir o kadar da yüklü bir deneyim. Yani yöntemi, üretimi, deneyimlenmesi farklı olsa da, belgesel ya da kurmaca diye ayırmayıp sinemadan bahsetmeyi daha yakın buluyorum kendime.
“Kraliçe Lear”la tekrar gerilla usûlü film çekmeyi anımsamak insana bir güven ve özgürlük duygusu veriyor. Çok zor koşullarda sinema üretilen bir ülkede yaşıyoruz. Her an en pratik şekilde, en düşük bütçeyle hazır halde olabilmenin yollarını hatırlamakta fayda var.
2017’de senaryosunu Barış Bıçakçı ile yazdığınız İşe Yarar Bir Şey’i çektiniz, ardından kamerayı yeniden Arslanköylü kadınlara çevirdiniz. Sinemacı olarak kurmacadan belgesele geçişi nasıl tecrübe ediyorsunuz?
Çok verimli bir alan olarak görüyorum. Belgeselle kurmaca arasındaki geliş-gidiş, alışveriş içinde daha çok şey öğrenmeye çalışıyorum. Bir belgeselde öğrenmeye çalıştığım şeyleri bir sonraki kurmacaya taşımak ya da kurmacada denediğim bazı şeyleri belgeselin kurgusunda denemeye çalışmak, ikisinden de bir şeyler öğrenmek istiyorum. Kraliçe Lear’le tekrar gerilla usûlü film çekmeyi anımsamak insana bir güven ve özgürlük duygusu da veriyor. Bu yöntemleri anımsamamız gerekiyor. Çünkü çok zor koşullarda sinema üretilen bir ülkede yaşıyoruz. Her an en pratik şekilde, en düşük bütçeyle hazır halde olabilmenin yollarını hatırlamakta fayda var.
Oyun’u yapmış, ardından Gözetleme Kulesi (2012), İşe Yarar Bir Şey’le kurmaca alana yönelmiş ve kadın hikâyelerine odaklanmış bir yönetmen olarak, Arslanköylü kadınları tanımış olmanız kurmaca dünyada anlattığınız kadınların hikâyesine katkıda bulundu mu?
Mutlaka, ama bunu bilinçli olarak yaptığımı söyleyemem. Her işi hayatımızda bir iz bırakması için yapıyoruz. Dolayısıyla, her yaptığım filmin üzerimde bir etkisi, yeni bir sorusu oluşuyordur. Daha önce yaptığım filmler, yaşadığım deneyimler bir sonraki işe sızıyordur. Geçen gün birisi sordu mesela, Oyun’da Zeynep doğuma yalnız gittiğini anlatıyordu, onun hikâyesi Gözetleme Kulesi’ne bir etkide bulunmuş mudur? Hiç düşünmemiştim, ama olmuştur mutlaka. Ama o hikâyeyi oraya taşıma şeklinde olmadı, çünkü kafamda Gözetleme Kulesi’nde ondan çok bağımsız bir görüntü, ses vardı. Ama yol boyunca hayatta ve filmlerde yaşadıklarım sinemaya sızıyor bir şekilde.
Filmlerinizi düşünürken şu filmdeki şu karakteri bu filmin burasına koysam diye aklınızdan geçtiği oluyor mu?
Çok sık 11’e 10 Kala’daki (2009) amcam Mithat Bey’i oraya buraya yerleştiriyorum. O şimdi bizi seyrediyor olsa bize nasıl tepki verirdi, ne derdi diye çok sık düşünüyorum. Çok meraklı ve çok iyi izleyen bir karakterdi. Yaşadığım her durumda onun neyi, nasıl gördüğüne dair merakım hâlâ devam ediyor.
Oyun da, Kraliçe Lear de finalde kadınların göbek atmasıyla bitiyor…
Hayatı zaman zaman oyunlaştırmanın hayatı ne kadar derinleştirebileceğini gördüm bu kadınlarda. Onlar için dans etmenin çok önemli olduğunu gördüm. Filmde de görüyorsunuz, onlar için dans etmek sadece bir rahatlama değil, bir iletişim, bir özgürleşme biçimi.