İşçi sınıfının giderek yoksullaştırıldığı bir dönemde artık sermayenin geleceğe kaçış yöntemlerinden biri de emlak temelli genişlemeydi. 2008 kriziyle beraber bu stratejinin vahim sonuçlarına tüm dünyada şahit olduk. Bu felakete “yıldız mimarların” bir kısmının paravanlık ettiğini söylemek de yanlış olmaz. Ancak, krizden prekarya şartlarında çalışan birçok mimar emekçi de çok kötü etkilendi. Krizin ardından eşitlik düzleminde kurulan, evsizler için mobil mimariden, kullanım hakkına dayalı konutların tasarlanmasına, kentsel ölçekte stratejik planların hazırlanmasından mahalle örgütleriyle inşaatlarda çalışmaya uzanan geniş bir mücadele alanında emek veren La Col mimarlık kooperatifine bağlanıyoruz.
Üniversiteden beri beraber yürüyen bir ekipsiniz; hikâyenin başına dönelim mi?
Lluc Hernàndez: Barcelona Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden tanışıyoruz. İkinci sınıfta bir grup haline gelip ortak mekân tuttuk. 2009’da buraya, işçi mahallesi Sants’a taşındık. Başta dokuz kişiydik, bir ara sayımız 22’ye çıktı. La Col‘un ilkelerinin kaynağı kişisel deneyimlerimiz. Mezun olmak üzereyken, “Hayatımızı nasıl kazanacağız, Sants mahallesiyle nasıl ilişkileniyoruz, hangi değerleri benimsiyoruz” gibi soruları sormaya başladık. Çoğumuz mecburen klasik mimarlık ofislerinde çalışmaya başladı. Üniversitede dayatılan ofislere kapanıp sabahlara kadar çalışma biçimi bize uymuyordu. Emeğimiz görünür değildi. Bir alternatif bulmamız şarttı. Üç-dört yıl prekarya koşullarında mücadele verdik. Biraz ailelerimizin maddi desteğiyle, biraz giderek çoğalan dayanışmacı ekonomi ağına dahil olarak ilerledik. Aslında bizi 2008’de patlak veren emlak temelli ekonomik kriz teşvik etti. Fakültedeyken mezun olunca iş bulma imkânı var gibi gözüküyordu. Mimarlık krizden feci etkilendi. Krizin ardından, sistemin dayattığı “mimar” figürünü yapıbozuma uğratıp mesleğimizi yeniden düşünmeye başladık. Mesleğimizi yapabileceğimiz, ama eşitlik temelinde bir tüzel kişilik arıyorduk. 2010-13 arasında Barcelona’daki dayanışma ekonomisini tanımaya başladık. Katalunya ve dünyadaki kooperatifçilik hareketinden haberdar olunca 2014’te 14 ortakla La Col kooperatifini kurduk. La Col bir işçi kooperatifi ve tüm ortakları mimar.
Üniversitede dayatılan ofislere kapanıp sabahlara kadar çalışma biçimi bize uymuyordu. Emeğimiz görünür değildi. Alternatif bulmamız şarttı. Üç-dört yıl prekarya koşullarında mücadele verdik. Ardından La Col kooperatifini kurduk. Giderek çoğalan dayanışmacı ekonomi ağına dahil olarak ilerledik.
Sants toplumsal hareketleriyle ünlü bir mahalle. Buraya gelmenizde 2011’de patlak veren 15M Öfkeliler hareketinin ve Sants’ın etkisi oldu mu?
15M’den önce biraraya gelmiştik. Öfkeliler hareketine katıldık tabii. Sants’ta yer tutunca mahallede neler olduğunu merak etmeye de başladık. Tam bizim final projesi zamanında, mahalleliler terk edilmiş devasa sanayi alanı Can Batlló‘yu geri alıp mahallelinin ortak kullanımına açmaya çalışıyordu. Sants Barcelona’nın en yoğun nüfuslu, dolayısıyla belediye hizmetlerinin en çok talep edildiği mahallelerinden. Barcelona Büyükşehir Belediyesi Genel Kent Planı’na göre, Can Batlló 1976’dan beri içinde parkların, sosyal ve kültürel merkezlerin yer alacağı, halka açık bir yere dönüştürülecekti. Ancak, 2011’e kadar plan kâğıt üzerinde kalmıştı. Can Batlló Platformu 2011’de Can Batlló‘yu işgal yoluyla geri aldı. Harekette biz de yer aldık. O dönem mahallede elektrikçisinden tesisatçısına, herkes Can Batlló‘nun onarılmasına katkıda bulundu. Biz de mekânın tasarımını çalıştık; barı nereye koymalı, kütüphaneyi nerede yapmalı… Sadece tasarlama değil, daha sonra otonom inşaat sürecinde de tüm mahalleliyle birlikte çalıştık.
Sants’ta birçok kooperatifin anası konumunda bir kooperatif var: La Ciutat Invisible (Görünmez Kent). Mahalledeki dönüşümü anlamada, ne, nasıl yapılmalı tartışmalarında kooperatiflere yol gösterdi, hâlâ da gösteriyor. Onlarla paylaştığımız bakış açılarından biri şu: Bir fikri yaratacak kapasiteye sahipsek, onu somutlaştırıp mahallede gerçek dönüşümleri hayata geçirebiliriz. Bu fikirlerden biri de Coòpolis-Ateneu Cooperatiu de Barcelona (Coopolis-Barcelona Kooperatif Halkevi). 2014-15 arası Sants’ta biz dahil üç kooperatif projenin fikrini geliştirdi. Coòpolis‘in Can Batlló ekosisteminde olması tesadüfi değil, çünkü Can Batlló hem mekân hem platform olarak mahallede çok etkin. 2016-17’de kepenkleri açtığımızda muazzam sonuçları gördük. Alanda yer alan kullanım hakkına dayalı La Borda konut kooperatifi de aynı fikir dünyasında ortaya çıktı. Mülk satın almaya ya da kiralamaya alternatif barınma modellerini araştırdık. Danimarka ve Uruguay’daki kullanım hakkına dayalı konut kooperatifi modelini çalıştık. La Borda‘yı bu şekilde kurduk.
La Borda’nın mimari tasarımını siz mi üstlendiniz?
Evet. La Borda ilk projemizdi. Beş ortağımız La Borda’nın aynı zamanda “kullanıcı ortakları”. Hayata geçirdiğimiz ilk konut projesiydi. Geriye dönük bir değerlendirme de yaptık: “Benzer projelerde nasıl bir süreç işletilmeli? Konut kooperatifi kullanıcı ortaklarını nasıl bilgilendirmeliyiz? Mimari projenin hazırlanmasına hangi ölçüde katılmalılar? Mimari projeyle pratik yaşam nasıl ilişkilenecek?” Bu soruların cevaplarını her projenin sonunda güncelliyoruz ve kullanım hakkına dayalı konut projelerini teşvik eden La Dinamo Vakfıyla düzenli yayınlıyoruz.
Mimarlık kentsel ranta dayalı son kapitalist evrede yıldız mesleklerden biri haline geldi. Ama aslında çalışanların büyük çoğunluğu ağır sömürü altında emek veriyor. Kooperatif nasıl bir fark yaratıyor?
Baştan mesleğimizdeki modellerin bizi yansıtmadığını, sistemin dışına hızla çıkmamız gerektiğini iyi kavramıştık. Bir star ismin öne çıkmadığı bir model kurduk. Çok homojen bir grubuz. Hepimiz Katalunyalıyız, benzer sosyal sınıftan geliyoruz, aynı nesildeniz, benzer eğitimlerden geçtik. Sadece iç örgütlenmede değil, dışta da yataylık önemli. Projelerin sahibinin tek bir kişi değil, kolektif olmasına çalışıyoruz. Bunun için mücadele vermemiz gerekiyor, zira yasalar kolektif proje üretilmesine izin vermiyor. Projede ismi geçen mimarın yasal ve cezai sorumlulukları var. Biz imzanın kolektif atılması, sorumlulukların da kolektif paylaşılması için mücadele ediyoruz. Müellifliği kolektif hale getirmek lâzım.
Tek bir yıldız ismin öne çıkmadığı bir model kurduk. Projelerin sahibinin tek bir isim değil, kolektif olması için mücadele veriyoruz. Zira yasal düzenlemeler kolektif proje üretilmesine izin vermiyor. Müellifliği kolektif hale getirmek lâzım.
Geliri nasıl paylaşıyorsunuz?
Başlarda bir projenin gelirinin bir kısmı kooperatife giriyor, geri kalanı o projeyi yapanlar arasında çalıştıkları saat oranında paylaştırılıyordu. Şimdi projelerin tüm geliri kooperatife giriyor, daha sonra tam zamanlı veya yarı zamanlı ortaklara maaş olarak paylaştırılıyor. Kooperatifi kurmadan önce çeşitli ofislerde serbest mimar olarak çalışıyorduk. Aldığımız projelere göre farklı rol ve iktidar ilişkileri oluşuyordu. Üç bin ve 10 bin avro bütçeli iki proje var diyelim. Kimin hangi projede çalışacağına neye göre karar vereceğiz? Dolayısıyla, serbest mimarlıktan kooperatifin sözleşme yaptığı, eşit saat/emek ücreti alan ortaklık modeline geçtik. Çalışma saatlerimizi düzenlemek ve hesaplamak çok önemli. Tüm emeğimizi somut olarak tespit ediyoruz. “Kaçta girdim kaçta çıktım” anlamında değil. “Günde ortalama kaç saat çalışmak istiyorum? Gün içinde kaç saati üretken işlere, kaç saati yönetim işlerine, kaç saati bakım işlerine harcıyorum? Proje bazında, kim hangi projeye ne kadar zaman ayırmış, projenin tamamına toplam ne kadar zaman ayrılmış?” Bu hesaplama her şeyden önce bir projenin zaman kaynağı ve işgücü açısından verimli olup olmadığını gösteriyor. Bu hesaplar ekonomik sürdürülebilirlik için toplam zamanımızın yüzde 60’ını gelir getiren projelere ayırmamız gerektiğini gösterdi. Kalan saatleri muhtemel projelerin ilk adımlarına ve yeniden üretime ayırıyoruz. Mail’lerin cevaplanmasından çeşitli etkinliklere katılma, ofisin genel düzen ve temizliğinden şu an yaptığımız söyleşiye uzanan türlü çeşit görünmez emeğin görünür olması çok önemli. İşçi kooperatifleri kapitalist işletmelerin aksine bu emeği görünür kılıyor. Üstelik istemediğimiz iktidar ilişkilerini önlüyor, daha adil, daha rahat bir çalışma ortamı yaratıyor.
İngiltere’de topluluk temelli mimarlık yapan, ekolojik-sürdürülebilirlik vurgusuna sahip kooperatifler olduğu gibi, Dubai’de ofis açan mimarlık kooperatifleri de var. “Piyasaya çalışmak” ile “dayanışmacı ekonomi alanında çalışmak” arasında nasıl bir denge tutturuyorsunuz?
Kuruluş sürecinde tartışırken hayatımızı idame ettirmemiz gerektiğini gözden kaçırmadık. Ardından kırmızı çizgilerimizi belirledik. Müşterinin kim olduğundan ziyade projenin ne olduğu bizim için daha önemli. Yani “kime çalışıyoruz?” değil de “neyi, nasıl, niçin yapıyoruz?” sorusunu soruyoruz Bu noktada kooperatifin üç temel müşteri profili var: Özel sektör, dayanışmacı sosyal ekonomi ağı ve kamu kurumları.
Fonlara bağımlı kalmamak için kamu kurumlarına verdiğimiz hizmeti sınırlı tutmaya çalışıyoruz. Yönetim değişince bu ayak olduğu gibi çökebilir. Öte yandan, yaptığımız işlerden bazılarını, örneğin katılımcı süreçle hazırlanan projeleri daha ziyade kamu kurumları finanse ediyor. Ama biz de bir şart koşuyoruz: Proje hazırlandıktan sonra, çekmeceye atılıp unutulmayacak. Diğer kamu işleri daha çok ihale yoluyla veriliyor.
İkinci ayak sosyal ve dayanışmacı ekonomi ağı dahilinde yapılan işler. Sosyal pazar bünyesindeki bu tip projelerin gerçekleşmesi için çalışıyoruz. Bazen gücümüz dahilinde küçük finansal destekler de veriyoruz.
Gündelik olan politiktir, politik olan da gündelik. Dolayısıyla teknik olan da politiktir. Ancak, yeni bir mimari yaklaşımla yaşam tarzlarını değiştirme amacı olmayan bir grupla konut kooperatifi kurmak da çok değerli. Çünkü pazarın dışında bir seçeneğe yöneldikleri için dönüşümün parçası haline geliyorlar.
Özel müşterilerse genelde küçük projeler. Eşin dostun istediği konut projeleri buna bir örnek. Projeleri kabul etmeden önce ilkeler çerçevesinde değerlendiriyoruz. Projenin bize katkısı ne? Çevreye, doğaya nasıl bir etkisi var? Kesinlikle kabul etmeyeceğimiz işler de çıkıyor. Kimi projeler hakkında ise aramızda sert tartışmalar yaşanıyor. Ne yazık ki, ekonomik bağımlılık insana istemediği işi yaptırabilir. Örneğin Gràcia mahallesine otel yapmak isteyen bir grup bize başvurdu. Ama otelin mahallenin soylulaştırılmasına çok ciddi katkısı olacaktı. Reddettik. Bir mektupla ilkelerimizi, neden bu tip bir işi alamayacağımızı, hatta bu projenin hayata geçirilmemesi gerektiğini ifade ettik. Aslında, çoğu zaman bize proje gelmesini beklemiyoruz. Mesela Coòpolis, La Comunal kooperatif merkezi projeleri önce sadece bir fikirdi. Yıllar içinde hayata geçirildi. Temelde bir ihtiyacı tespit edip nasıl karşılanacağı üzerine kafa yoruyoruz. Sadece bizim değil, Sants’taki başka kooperatiflerin de mekân ihtiyacı vardı. La Comunal böyle ortaya çıkıtı. Geniş bir depo bulup onardık. Yakın zamanda dokuz kooperatifle birlikte oraya geçeceğiz. Aramızda mimar, iletişim, gazeteci, avukat, tüketici kooperatifi, bakkalı ve lokantası var. Birbirimize hizmet sunuyor, birbirimizden hizmet alıyoruz. Böylece ekonomik kaynakları ağın içinde döndürüyoruz.
Dayanışmacı ekonomi ağının genişlemesiyle özel müşterilerin sayısı azaldı mı?
Birkaç yıldır La Dinamo Vakfı aracılığıyla kullanım hakkına dayalı konut kooperatifi projelerine çok yöneldik. Bu tip projeler bizim için “müşteri” değil, dayanışmacı ekonominin bir parçası. Büyük hacimli, uzun süreli projeler oldukları için ekonomik katkısı da oluyor elbette. Kooperatife istikrar sağlıyorlar. Hedefimiz kullanım hakkına dayalı konut kooperatifi projelerini temel ekonomik faaliyetimiz haline getirmek.
Katılımcı mimari tasarım ne demek? Süreç nasıl işliyor?
Konut projelerini hayata geçirirken oranın müstakbel sakinleriyle nasıl beraber düşünebileceğimiz üzerine kafa yoruyoruz. Orada yaşayacak topluluğun karakteri ve ihtiyaçları neler? Bireyselliği tercih eden bir grup mu, yoksa müşterek alanları mı ön plana çıkarıyorlar? Süreç içinde, başta çok gündemde olmayan teknik konular önem kazanıyor. O noktada, alınacak kararların tasarıma veya topluluğa etkisi daha az olduğu için katılım azalıyor.
“Kolektif konut” ne demek? Ortak mekânların tasarlanması sosyal yaşamda nasıl farklılıklar yaratıyor? Çeşitli sosyolojik gruplar (bekârlar, yaşlılar, bol çocuklular) mimari detaylara nasıl yansıyor?
Kullanma hakkına dayalı konut kooperatifçiliği çok farklı grupları içeriyor. En dikkat çekenlerden biri nesiller-arası bir yaşam biçimi arayan topluluklar. Yaşlılarla gençlerin hayatı paylaşmasını önemseyen gruplar çoğaldı. Sadece yaşlılardan oluşan ve hayatlarının son yıllarını birlikte geçirmek, bakım emeğini ortaklaştırmak isteyen gruplar da var. Şu sıralar projesine yeni başladığımız bir grup da La Morada. La Morada birlikte yaşama çağrısı yapan örgütlü lezbiyen, trans veya heteroseksüel kadınlardan oluşuyor. Oldukça politik bir toplulukla tasarıma dair tartışmalar yapılıyor. Benim de yaşadığım La Borda‘da çekirdek aile dayatmasını reddeden bir proje hazırlamıştık. Şimdi de La Morada‘da özel alan-ortak alan kavramlarının sınırlarını zorlayacağız.
Projesine yeni başladığımız bir grup da La Morada. La Morada birlikte yaşama çağrısı yapan örgütlü lezbiyen, trans veya heteroseksüel kadınlardan oluşuyor. La Borda‘da çekirdek aile dayatmasını reddeden bir proje hazırlamıştık. Şimdi de La Morada‘da özel alan-ortak alan kavramlarının sınırlarını zorlayacağız.
İşlevselci mimarinin mottosuna göre, “form işlevi takip eder”. Toplumsal mimarlığa uygularsak “form toplumsal işlevi takip eder”. Projelerde topluluğun ihtiyaçları tasarımda ne kadar ön plana çıkıyor? İçinize sinmeyen ama insanların talep ettiği mimari detaylar olursa ne yapıyorsunuz?
Teknik olarak sistemin dayattığı yaşam modellerini yıkmak için pedagojik yaklaşımlar sergileyebiliriz. Ama bizden mimari proje isteyenlerin somut insanlar olduğunu da göz ardı etmemek gerek. İşin pedagojik yanını biraz La Dinamo Vakfına bırakıyoruz. Bir konut kooperatifi kurma isteğiyle La Dinamo‘ya gidiyorsanız, bir ortak yaşam modeli arıyorsunuzdur. La Dinamo’da bu yönde modeller geliştirebilecek donanıma sahip insanlar çalışıyor. Gündelik olan politiktir, politik olan da gündelik. Dolayısıyla, teknik olan da politiktir. Ancak, yaşam tarzını değiştirme amacı olmayan bir grupla çalışmamız da çok değerli. Çünkü pazarın dışında bir seçeneğe yöneldikleri için dönüşümün parçası haline geliyorlar.
Manresa kentinin tarihi la Raval mahallesinde 2’den 72’ye her yaştan insanın yaşayacağı bir proje hazırlıyorsunuz. Süreci anlatır mısınız?
Hem Manresa hem de Valls’teki projeler, bu iki şehirdeki tarihi kent merkezlerinde yer alıyor. Bu alanlar neredeyse kaderine terk edilmiş. Binalar kötü durumda, etrafta küçük esnaf kalmamış. İki belediye tarihi merkezi canlandırmak ve erişilir kılmak için konut kooperatiflerini teşvik etmeye karar verdi. Projenin sahibi nesiller-arası bir topluluk. Onlarla katılımcı atölye çalışmalarına başladık. Buradaki zorluk şuydu: Bir tarafta kullanma hakkına dayalı konut kooperatifi ideolojisini benimseyenler, diğer yanda hayatları boyunca bunun tam tersine alışık başka bir grup vardı. Genelden özele doğru farklı bakış açılarını gruplamaya ve ortaklaştırmaya başladık. Dolayısıyla, grup değişirse belki binanın da değişmesi gerek. Çünkü gruba özgü bir bina tasarlıyoruz. Projenin ekonomik etkisi de önemliydi. Barcelona’nın kira rayici, pazar mantığı Manresa için geçerli değil. Kamu kurumlarının desteği hâlâ istediğimiz seviyede olmadığından bu projelerde yaşayacaklara çıkan maliyet yüksek. Örneğin, La Borda‘da başlangıç sermayesi olarak daire başına 18.500 avro gerekiyordu. Bunun dışında, Coop57 gibi kredi kooperatiflerinden alınan kredi için bir süre ayda 450-500 avro ödemek gerekiyor. Bu miktar Barcelona’da ortalama kiraların çok altında, ama yine de birçok kişi için yüksek. Konut kooperatifi yeni bir şey değil. Yeni olan şu: müşterek mülkiyete ve kullanım hakkına dayalı konut kooperatifi. Bu modelde konut özelleştirilemiyor. Kullanım hakkına dayalı başlayıp uzun vadede mülkiyetini alabildiğin konut kooperatifleri de var. O durumda konutu yeniden pazara sokup kapitalist çarkı yine döndürmeye başlıyorsun.
Bir bina yaparken güneş panellerinin ötesinde, çapraz havalandırma veya güneşe doğru konumlanma gibi ayrıntılarla çevresel stratejiyi çalışmak çok önemli. Bu yöntemleri düşünmeyen mimarlar kapitalist çarkı döndürmeye devam eder.
Barcelona’daki konut sorunu Kiracılar Sendikası’nın çizdiği kadar vahim mi?
On iki yıl önce Katalunya’da ipotek krizi patladı. Bunun üzerine, başta PAH (İpotekten Etkilenenler Platformu), milyonlarca üyeye sahip önemli sosyal hareketler ortaya çıktı. Bankalar ve hükümetlerin ödeyemeyecek durumdaki insanlara “mortgage’la kolayca ev sahibi olun” fikrini nasıl pompaladığını, ama krizle birlikte mağdurları suçlu olarak yaftaladıklarını ortaya koydular. Krizle birlikte prekaryalaşma hızla yayıldı. Yüz binlerce insan evini barkını, üstelik yatırdığı parayı da kaybetti. Ardından kira krizi başladı. Diğer Avrupa şehirlerinde başlayan kira artışı 2013-14’te buraya sıçradı. Pazarı düzenleyecek yeterli mekanizma yoktu. Barcelona’da konut alanlarının, konutların sadece yüzde 2’si kamuya ait. Bu oranın yüzde 30-40 olduğu ülkeler var. Alanların yüzde 98’i özelleştirilmişse masaya eşit şartlarda oturamıyorsun. 30 yıl öncesine dönüp o günden bu yana PSOE (İspanya Sosyalist Partisi) ve PP’nin (Halk Partisi) konut politikalarına bakmamız lâzım. Elele verip barınmayı ticarete çevirdiler. Sadece özel sektör değil, devlet de 30 yılı elindekileri özelleştirmekle geçirdi. Tekrar aynı duruma düşmek istemiyorsak barınma politikalarını iki farklı boyutta düşünmemiz gerek. Birincisi kısa vadede acil çözüm, söküğe geçici bir yama. İkincisi ise uzun vadede pazara meydan okuyabilecek alternatif model: müşterek mülkiyet ve kullanım hakkına dayalı konut kooperatifleri. Bu modelde kamu arazisi özelleştirilmiyor, araziden bir kooperatif aracılığıyla faydalanılıyor.
Hazırlığına katkı sağladığınız Barcelona Konut Hakkı Planı 2016-2025’in içeriği buradan mı yola çıkıyor?
Evet. Planı periyodik olarak güncelliyoruz. Belediyeyi Barcelona En Comú (Müşterek Barcelona) o dönemde kazandı. Planı mimaride ekolojik çözümler üzerine de epey kafa yoran Cel Obert Mimarlık Kooperatifi ile beraber belediye için hazırladık. Plan, sosyal konut politikalarını, acil ihtiyaçları, mevcut ve muhtemel krizlere karşı alınması gereken önlemleri, belediyenin bu stratejileri hayata geçirebileceği gerçekçi bir kapasite analizini içeriyor. Mevcut boş kamu arazileri tespit edildi. Buralarda gerçekleştirilebilecek projelerin ekonomik ve sosyal analizleri yapıldı.
Alejandro Aravena’nın “çoğalan mimari” diye adlandırdığı katılımcı tasarımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Mimari esneklik”, zamanla dönüşüme açık tasarlanmış yapılar bizim de takip ettiğimiz çizgilerden biri. Mekânı esnek yaptığınızda orada yaşayacak insana bir kullanım biçimi dayatmıyorsunuz. En azından teknik altyapı ilerideki değişiklilere izin vermeli. Ancak, esnek çözümleri uygulamaya çalıştığımızda yönetmelikler zorluk çıkarıyor, çünkü hepsi muhafazakâr yaşam biçimine göre kurgulanmış. Sadece mimari tasarımda değil, ince işlerde de binaları biraz açık ve bitmemiş bırakmaya çalışıyoruz. Hemen yapmak zorunda olmadığın şeyleri sonraya bırakmak ilk etapta masrafları da düşürüyor. Ayrıca, her şeyi öngörmek mümkün değil. Her şeyi tanımlı yaptığımızda atıl mekânlar ortaya çıkıyor ya da insanlar mekânı kendi isteklerine göre uyarlamak için masraf yapıyor. Yaşayacağın yerde prizlerin yerine kadar her şey hazırsa, mekân sana değil sen mekâna adapte olmak zorunda kalırsın. La Borda‘da daireler en temel şekilde tasarlandı. Yaşamın başlamasıyla beraber her evin birbirinden farklı olduğunu gördük, çünkü içlerinde yaşayanlar ve yaşama biçimleri farklı. Dairelerin aralarına sınır teşkil eden mekânlar koyduk. Bu modüler yapı sayesinde ileride dairelerin dağılımını değiştirmek mümkün.
Konformizmle aşırı deneycilik arasında bir yerde, yeni modeller denemeliyiz. Ama kuru kuru “sistem karşıtıyım, istediğimi yaparım” diyemeyiz. Çünkü sırf dikkat çekmek için yapılmış projelerden ne yazık ki her yerde fazlasıyla var.
Siz de La Borda‘da yaşıyorsunuz. Kooperatifin sakinleri için birçok ortak mekân var. Önceki hayatınızla kıyasladığınızda nasıl değişiklikler getirdi bu?
Hepimiz kâğıt üzerinde yaşam tarzımızın değişeceğini öngörmüştük. Ama gerçekçiliği de elden bırakmamak gerek. Sonuçta, hayatımız boyunca edindiğimiz alışkanlıkları değiştiriyoruz. La Borda‘nın öngördüğü kolektif yaşam büyük sorumluluk ve olgunluk gerektiriyordu. Planlarken her şey idealde çok güzel. Geçiş sürecini dramatik şekilde yaşadığımı söyleyemem. Mesela, enerji tasarrufu için ortak çamaşırhanemiz var. “Benim evim her şeyim” mantığı kolay kırıldı. Birimiz deterjana, yumuşatıcıya dair sorumluluk alıyor. Zemin katta ortak mutfak ve salonumuz da var. Bütün bunlar bir “topluluk” haline gelmeye de katkıda bulunuyor.
La Borda’da, yönetmeliğe rağmen, otopark yapmamak için de çok uğraş vermişsiniz…
Birincisi, otopark için yapılan hafriyatın çevreye olumsuz etkisi çok ciddi. İkincisi, zaten iki küsur milyon avroluk bir bütçeye 200-300 bin avro ekleniyor. Ortak alanların kolektif masrafı var. Bir yerde metrekareyi arttırdığında daireler küçülecek. O zaman projenin sürdürülebilir olmasını sağlayacak daire sayısı etkilenecek. La Borda‘da 21 daire var, 12 de olabilirdi. Ama maliyeti 21’e bölmekle 12’ye bölmek arasında fark var. La Borda‘da şanslıydık çünkü herkes otoparka karşıydı. Çatışma çıkmadı. Zaten birçok yönetmeliği kenarından köşesinden delmişiz, birini daha delsek bir şey olmaz dedik. Aslında projeyi biraz riske attık. Ama yasal çerçeve üzerine pazarlık yaparken pedagojiden faydalandık. Çevrenin, farklı bir ulaşım modelinin altını çizdik. Direndik ve emsal olduk. Otopark yönetmeliği tümden değişti.
İklim krizi ile sürdürülebilir barınma ve enerji verimliliği arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bundan bir yapının ekolojik ayak izinin olabildiğince düşük olmasını anlıyoruz. Çevre, tabiri caizse, orada o binanın olduğunu algılamamalı. Bina kendi kendine yetebilmeli. Geleneksel pazar mantığı “ısıtma ve soğutmak için teçhizat koyarım, konfor seviyesini sağlarım” diyor. Bunun çevreye etkisini göz önünde bulundurmuyor. Bir binada enerji verimliliği açısından birçok parametre var. İlki daha inşaat sırasında başlıyor. Hangi malzemeleri kullanacağımız önemli. La Borda‘da ahşap konstrüksiyon kullandık. Böylece binayı herhangi bir sebepten yıkmanız gerektiğinde söküyorsunuz, ahşabı yeniden kullanıyorsunuz. İkincisi, binanın ömrü boyunca çevresel sürdürülebilirliği dikkate almak gerekiyor. Bunun iki nedeni var. İlki bina ısıtma ve soğutma açısından kendi kendine yeterli olduğunda bu faturalara yansır, elektrik, doğalgaz şirketlerinden enerji talebiniz minimuma iner. İkincisi, alışkanlıklarınızı değiştirdiğinizde bu çevreye de doğrudan yansır.
Sadece mimari tasarımda değil, ince işlerde de binaları biraz açık ve bitmemiş bırakmaya çalışıyoruz. Hemen yapmak zorunda olmadığın şeyleri sonraya bırakmak ilk etapta masrafları da düşürüyor. Ayrıca, her şeyi öngörmek mümkün değil.
Bir bina enerji açısından ne kadar kendine yetebilir?
Yerine bağlı. La Borda‘nın güney cephesi açık, çok iyi güneş alıyor. Projede dairelerin çoğunu bu cepheye yerleştirdik. Kışın diğer cephede kalan birkaç daire hariç, neredeyse ısıtma kullanmıyoruz. Zemin gün boyunca güneş ışığıyla ısınıyor, güneş battığında ısı yayılıyor. Kaloriferi sadece çok soğuk, güneşsiz günlerde yakıyoruz. İyi bir hava sirkülasyonu tasarlayınca yazın basit bir tavan vantilatörü yetiyor, klimaya gerek kalmıyor. Ortadaki avlu sıcak havayı emen bir baca görevi görüyor. Ancak, bu tasarımda alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Eğer gün içinde perdeleri, panjurları açmazsanız akşam soğuk olur. Bu yüzden projelerimizin kullanım kılavuzu var. La Borda’da gerekli hesaplamaları yaptık, ama bina bitmeden çözümlerin işe yarayacağından emin değildik. Ama hesaplarla gerçekler örtüştü. Sostre Civic‘le birlikte yaptığımız La Balma kooperatif evlerinde de benzer bir yöntem kullandık. Oranın yeri, güneşin konumu, içinde yaşayacak kişiler farklı. Farklı çözümler buluyoruz. Önemli olan güneş panellerinin ötesinde, çapraz havalandırma veya güneşe doğru konumlanma gibi detaylarla çevresel stratejiyi çalışmak. Bu yöntemleri düşünmeyen mimarlar kapitalist çarkı döndürmeye devam eder.
Yakın Çevrede Geçici Konaklama Birimleri (APROP) projesiyle belediye için hayranlık uyandıran modüler ve taşınabilir çok katlı konutlar tasarlıyorsunuz. Hikâyesini açar mısınız?
APROP Barcelona Belediyesinin konut sorununa bulduğu geçici bir çözüm. Belediyeye ait boş arazilere modüler ve taşınabilir birimler kurup o mahallede zorla tahliye edilen insanlara konut sağlıyoruz. Böylece boş arazileri gerçek ihtiyaçlara yönelik kullanıyoruz. Modüler mimari ve konteynır kullanımı yeni değil. Portekiz’de, Hollanda’da kültür merkezleri için de uygulanıyor. Ama yöntem daha önce bir yerel yönetim politikası olarak akut konut ihtiyacına çözüm amaçlı kullanılmamıştı. Belediyenin Can Batlló‘ya 40 modüllük bir proje teklif etmesi çok heyecan vericiydi. Bizim için ilginç yanı şuydu: Bu yöntemle hızlı bir inşaat sistemi geliştirebilir miyiz? Modüllerden oluşan binayı yerine yerleştiriyorsun, sonra çıkarman gerektiğinde lego gibi söküp başka bir yere taşıyorsun. Boşalan araziyi de zarar görmemiş halde yeni kullanımına açıyorsun. Bu çok olumlu, çünkü bina projelerinde “şu izindir bu izindir” derken bürokratik girdaba giriyorsun, bazen beş yıldan önce çivi çakamıyorsun. O süre boyunca alan atıl kalıyor. Halbuki bu yöntemle izin/ruhsat süreçleri işlerken araziden faydalanılıyor. APROP için üç mahallede pilot projeye karar verildi. İlki tarihi kent merkezindeydi. Ama hacim küçük ve yetersizdi. İnşaat makinelerini, vinçleri küçük hacimlerde çalıştırdığınızda masraf çok yükseliyor. Can Batlló‘daki proje çok daha büyük, çok daha fazla yaşam modülü var. Sadece acil konut ihtiyacı için değil, mesela öğrencilerin kullanabileceği birimler de planlanıyor. Bitince APROP’un gerçekten anlamlı bir çözüm olup olmadığını ve başka yerlerde de tekrarlanıp tekrarlanmayacağını göreceğiz.
La Borda projesinde dairelerin çoğunu güney cephesine yerleştirdik. Kışın neredeyse ısıtma kullanmıyoruz. Zemin gün boyunca güneş ışığıyla ısınıyor, güneş battığında ısı yayılıyor. Kaloriferi sadece çok soğuk, güneşsiz günlerde yakıyoruz. İyi bir hava sirkülasyonu tasarlayınca yazın basit bir tavan vantilatörü yetiyor, klimaya gerek kalmıyor.
Barcelona’daki ilginç projelerden biri de 1975’te yapılan mimar Ricardo Bofill’in Walden 7 binası. Bir ütopya, neredeyse uzamdaki herhangi bir koordinatta bir bina olarak tasarlanmış. Sizin mimari yaklaşımınızın tersi gibi görünüyor. Bina hakkında ne düşünüyorsunuz?
Walden 7’de kısa bir süre yaşadım. Bazı olumlu tarafları, bazı oturmayan yerleri var. Yapıyı bağlamıyla birlikte düşünmek lâzım. Kime hitap ediyordu? Hangi ihtiyaca cevap vermeye çalışıyordu? Walden 7, Sant Just ve Sant Feliu mahallelerinde yaşayan işçi sınıfının belini büken konut ihtiyacına hızlı bir cevap vermek istiyordu. Binada bin kişi yaşayabiliyor. Yaşam alanları bir yere toplanmış, yüzme havuzları, dükkânlar ve diğer ortak alanlarla insanların birbiriyle kaynaşması planlanmıştı. Küçük birimlerden dubleks veya tripleks dairelere, teraslara uzanan katmanlı bir tasarımı var. Kalıplaşmış birçok modeli yıkma gayreti göze çarpıyor. Mimarı Bofill’in bir “yıldız” olduğunu da unutmamak lâzım. Gerçekten sistem karşıtı olduğumuz için mi, yoksa kendimizi göstermek ya da kendimize bir şey ispat etmek için mi mimarlık yapıyoruz? Burada bir denge gerekiyor. Walden 7’de hacim devasa. Sonuçta bin kişilik bir konutun bir ikon haline geleceği aşikâr. Hangisi daha önemli? Mimari temsil mi, ihtiyaçlara çözüm bulmak mı? Amaçlarını bildiğim için Walden 7’ye bir nebze sempatim var. Kendini tekrar eden bloklardansa bu tür deneysel çalışmaları tercih ederim. Ama çıkış noktasına varıldı mı? Ben gittiğimde ortak alanlar fazlasıyla “düzenlenmişti”, birçok alan ortak kullanıma kapatılmıştı. Toplum da bizi bireysel yaşama itti. Bunun etkileri binada görülüyordu. Tek bir blok olmasaydı nasıl olurdu? Bu soruları orada yaşayanlarla değerlendirmek lâzım. Her halükârda konformizmle aşırı deneycilik arasında bir yerde, yeni modellerin denenmesi taraftarıyım. Ama kuru kuru “sistem karşıtıyım, istediğimi yaparım” diyemeyiz. Çünkü sırf dikkat çekmek için yapılmış projelerden ne yazık ki her yerde fazlasıyla var.
“Punk mimar” Santiago Cirugeda mülkiyeti belirsiz yerlerde ikinci el malzemeden kamu kullanımına açık işler de yapıyor. Onun işlerinin kamusal alan kullanımı ve mimariyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Santi ahbabımız. Alışılmış mimari mantığın biraz dışına çıktığınızda hep aynı “olağan şüphelilerle” karşılaşıyorsunuz. İspanya çapında Kolektif Mimariler adlı sıkı bir ağ var. Ağda alışıldık mimari mantıktan kaçan kolektifler yer alıyor. İspanya’yı dolaşıyor, ezber bozan toplantılar düzenliyor, farklı gerçeklikleri anlatıyorlar. Biz de Santi’yle malzemeleri dönüştürdüğümüz, ellerimizle çalıştığımız birkaç kamusal alan işi ürettik. En punky tarafımızı ortaya koyduk. İşlerini beğeniyor ve bazen uyguluyoruz, ama yaklaşımı kooperatifin ana eksenine oturmuyor. Bu tip mimarlar aktivizmi bir sorunsalı görünür kılmak ve böylece hak taleplerini ortaya koymak için kullanıyor, alana müdahale ediyor. Yasa ve yönetmeliklerin sınırlarını zorluyor, hukuksal boşlukları veya tanımlanmamış gri alanları bulmayı, onlardan istifade etmeyi çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla, çoğu zaman bireysel olarak yerleşik hukuki düzeni zorlayarak sorumluluk alıyorlar. Öte yandan, her ne kadar Can Batlló‘da mahallelinin gönüllü katılımı sayesinde otonom inşaatı yakından deneyimlemiş olsak da bu yöntemin sınırlarını da kavradık.
Çeviri: Pelin Doğan (Col·lectivaT Kültürel Çeviri, Araştırma ve Dil Teknolojileri Kooperatifi)