ALMANYA’NIN KİMLİK KRİZİ: “4 BLOCKS”

Özlem Sarıyıldız
12 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

İkinci sezonu henüz tamamlanan ve Almanya’yı aşıp dünya genelinde ses getiren 4 Blocks dizisi Berlin’de yaşayan Arapların kriminal yaşamına odaklanıyor. Ancak bunu yaparken yaslandığı kültürel ırkçılık, dışlamanın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının yeniden üretilmesine yol açıyor. Toplumsal barış gene “biz ve öteki” söyleminin taş kalbine teslim oluyor.

 

Arapça tabelalı lokantaların cadde kenarına dizildiği bir genel plan ile açılıyor sahne. Kent gürültüsü erkek kahkahaları ve “oryantal” müzik seslerine karışıyor. Kesme. Yakın planda, eliyle yemek yiyen bir genç oğlan görüyoruz. Kesme. Genel plana dönüyoruz, mobiletli bir genç sahneye giriyor, yemek yiyen arkadaşına sesleniyor: “Yallah! Komm mal! Wir haben’s eilig, man! Komm Mal jetzt!”[1] Demek Almanya’dayız. Tempolu bir rap parçası yükseliyor. Mobiletli gençlerle Neukölln’ün sokaklarında dolaşırken el değiştiren paraları ve uyuşturucuları takip ediyoruz. Yallah!

Görlitzer Park’taki siyahlarla motorlu gençler arasındaki uyuşturucu trafiğini dikizliyoruz hızlı kamera hareketleriyle. Müzik kesiliyor: “Türkei, Paranoia, Bonzai / Cousin macht den hardcore Slam Dunk in Korb rein!”[2] Gençleri takip eden polisleri gördükten hemen sonra, grid planlı kentin dev blokları arasında kuşbakışı dolanıyoruz. Sonrası, bir şiddetli takip, silahlar, kaçanlar, kovalayanlar, 9 kg. kokain, kucağında bebeğiyle huzurlu anlar yaşayan başörtülü bir kadının evine polis baskını, tutuklama, korku, endişe, erkek şiddeti, “Scheiße Araber!”[3] ve ekranda dizinin adı: 4 Blocks.

TNT’nin Add a Friend isimli komedi-draması ve Weinberg isimli psycho thriller’ından sonra, üçüncü in-house prodüksiyonu 4 Blocks. 2017’de yayına girdi dizi, ikinci sezonu ise geçenlerde sona erdi. Dizide, Berlin’in Neukölln ilçesinde yaşayan bir Arap ailesinin suçla örülü hikâyesi anlatılıyor. Bir ara anlıyoruz ki, aile Lübnanlı, ama bu geçiştiriliveren bir bilgi olarak kalıyor. Esas vurgulanan, nereden gelirlerse gelsinler, Arap olmaları, karakafalı olmaları.

Neukölln’ün karakafalıları 

Ana karakterlerden Ali Hamady (Toni) suç dünyasından uzaklaşıp kızı ve karısıyla huzurlu, ‘normal’ bir hayata başlama hayali kurarken kız kardeşinin kocası Latif bir polis baskınında tutuklanınca “aile işleri”nin başına geçmek zorunda kalıyor. Hal böyleyken, Toni eski dostu Vince’le yıllar sonra karşılaşıyor ve onu klana dahil ediyor. Böylece, Vince aile işlerine kabul edilen ilk beyaz, ilk Alman oluyor.

Ama talihe bakın ki, o da dizinin iyi adam’ı çıkıyor! Toni Vince’e her gün daha çok güvenip sırtını dayarken; biz, Vince’in aslında tek derdi çeteyi çökertmek olan bir polis olduğunu anlıyoruz. İşin içine bir de klanın yeni lideri olmak isteyen tekinsiz erkek kardeş Abbas’ın girmesiyle, bundan sonrası, Toni’nin çıkmaya çalıştıkça daha da içine gömüldüğü bir batağa dönüşüyor.

İlk sezonda Marvin Kren’in yönetmenliğini yaptığı, ikinci sezonda sırasıyla, Oliver Hirschbiegel ve Özgür Yıldırım’ın devraldığı 4 Blocks’u izlediğimden beri türlü çeşitli sorular yürüyor zihnimde. Neukölln’ü karakafalı gangster çetelerinin cenneti olarak betimleyen ve üstelik bütün zeminini buna dayandıran dizinin verdiği rahatsızlık katmerleniyor gittikçe.

4 Blocks azınlığa/göçmene “içeriden” baktığı için ayrıcalıklı bir yere konuyor. Oysa bütün TV programlarının yaptığını düpedüz tekrar ediyor. Arapların/yabancıların ezici çoğunluğu suç ile ilişki içinde yaşıyor ve Almanların/beyazların ezici çoğunluğu bu suçlarla mücadele ediyor.

Hakkında eleştirel bir çerçeve muhakkak kurulmuştur diye düşünerek, acaba Alman medyasında bu dizi nasıl yorumlanıyor diye merak ediyorum. Dizinin kalıp yargılardan uzak ve dahi otantik olduğu yönünde kritikler okuyorum gazetelerde. Hatta siyaseten doğrucu olmak iddiasından ötürü, senaryosunun keskinliğinden ödün vermekle itham ediliyor dizi. Sinema gibi televizyon programları da çoğunlukla yabancının, göçmenin, azınlığın ev içlerine girmekten imtina eder ve bu toplulukları kamusal alanda gösterir. Bu, şablonlara yaslanarak anlatı kurmayı kolaylaştırır ve kalıpları besler. 

4 Blocks azınlığa/göçmene “içeriden” baktığı için ayrıcalıklı bir yere konuyor. Oysa esasen, habercilik de dahil, bütün TV programlarının yaptığını düpedüz tekrar ediyor: “başarılı” ve “makul” azınlıkları temsil etmekten kaçınıyor. Dizideki Arapların/yabancıların ezici çoğunluğu, bir şekilde kendi seçimlerinin sonucunda suçla ilişki içinde yaşıyor ve Almanların/beyazların ezici çoğunluğu bu suçlarla mücadele ediyor. Ne hoş!

Almanya’da Arap düğünü: Toni ile Kalila duygusal olarak karşı karşıya.

#MeTwo hareketinin gösterdikleri

Bir buçuk milyon izleyiciye ulaştığı söyleniyor ilk sezonun. Bu diziyi kimler izliyor; kimler nasıl izliyor; bu diziyi izleyen bir ana-baba, çocuğunun Neukölln’e gitmesinden daha da korkar oluyor mu; tabloid gazetelerdeki kimi başlıkların sinematografik, daha doğrusu “filmik” tekrarı ve temsili gibi duran hikâye, söylemsel düzeyde nasıl yaralar açıyor gibi sorular uçuşuyor zihnimde. Bu dizinin teknik yahut yaratıcı ekibinin mesela, yüzde kaçının temsil edilen kişilerle benzer kültürel kökene sahip olduğunu merak ediyorum.

Ama hepsinden öte, gündelik hayatta örtülü ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı bunca artarken, temelde göçmenlik karşıtlığı üzerinden kendini var eden aşırı sağ bunca yükselirken, neden göçmenleri böyle temsil etmeyi seçen bir dizi yapıldığını aklım almıyor. Bu yüzden, sadece dizinin içeriğine değil, dizinin yayınlandığı toplumsal koşullara da bakmayı öneriyorum. 

#MeTwo haraketiyle açığa çıkanlar, Almanya’da yaşayan göçmenlerin sıradanlaşmış gündelik deneyimlerinin sadece minicik bir parçasıydı; bunu hepimiz biliyorduk, deneyimliyorduk. Ancak gene de bu adıyla ifşanın gerekli olduğunu bir kere daha gördük #MeTwo sayesinde.

Gündelik hayatta karşılaşılan ayrımcılık deneyimlerinin paylaşıldığı #MeTwo dalgası sonrasında Dışişleri Bakanı Heiko Maas şöyle demişti: “Irkçılığın Almanya’da artık sorun olmadığını düşünen varsa, geçen seneki #MeTwo hareketinin tweet’lerini baştan sona okumasını öneririm. Ne çok insanın burada sesini yükselttiğini görmek çarpıcı ve acı verici. Onlarla beraber sesimizi yükseltelim, her zaman, her yerde.”

Maas’ın çıkışı güçlüydü ve olup bitenin adını koymak adına önemliydi. #MeTwo hareketiyle açığa çıkanlar, Almanya’da yaşayan göçmenlerin sıradanlaşmış gündelik deneyimlerinin sadece minicik bir parçasıydı; bunu hepimiz biliyorduk, deneyimliyorduk. Bu, sadece malûmun ilâmı oldu. Ancak gene de bu ifşanın ve adıyla ifşanın gerekli olduğunu da bir kere daha gördük #MeTwo sayesinde.

Kültürel ırkçılığın sistematiği

İfşa, önemli; adını koymak da. Herr Maas’ın da işaret ettiği gibi, bugün süregiden bir olgu ırkçılık. Öncelikle bunun ayrımına varmamız gerekiyor, zira artık biliyoruz ki, ucuz emek gücünün alt yapısını sağlamak için ırkçılık, farklı şekillerde muhakkak boy gösterir. Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, Irk Ulus Sınıf adlı kitapta, benzer bir dizi saikle, ırkçılığı günümüzün bir fenomeni olarak ele alırlar. Irkçılık, arkaik toplumlarda kalmış bir olgu değil, günümüz toplumunun bütünlüklü yapısal işleyişine ilişkin bir olgudur. 

Elbette, daha görünür bir yüze sahip ve belki fiziksel şiddete dayalı ırkçılık, yasalarla engellenmeye çalışılır ve o kadar da yaygın değildir. Ama böylece, “biyolojik mit”ten “kültürel mit”e evrilen bir ırkçılıkla karşı karşıya kalırız: Yok etmeye çalışan ırkçılık yerine, bastırmaya çalışan ırkçılık. Ancak her ikisi de, en olumlu nitelikleri “biz” etrafında toplayarak “öteki”yi kurar ve bu ötekinin varlığı biz’in sürdürülebilirliği için elzemdir. 

Elbette, daha görünür bir yüze sahip ve belki fiziksel şiddete dayalı ırkçılık, yasalarla engellenmeye çalışılır ve o kadar da yaygın değildir. Ama böylece, “biyolojik mit”ten “kültürel mit”e evrilen bir ırkçılıkla karşı karşıya kalırız: Yok etmeye çalışan ırkçılık yerine, bastırmaya çalışan ırkçılık.

Bu “yeni ırkçılık” ya da “meta ırkçılık”, farklılıkları etnisite değil, kültür çeperinde kurar. Tekil, ancak yapısal ve sistematik atışlarla işler. Azınlığı, yoksunluğundan ve yoksulluğundan ötürü sorumlu tutar, suçlar; azınlığı, kendi karakterini gizlemeye ve hatta çoğunluk gibi olmaya zorlar; azınlığın böylece giderek içine kapanmasına, kendini gizlemesine neden olur. Her yerde, her an, farklı veçhelerde, çoğunlukla adı koyulmadan gerçekleşir. Kültürel alanda yaygındır ve gündelik hayat pratiklerinde daha “örtülü” bir yolla açığa çıkar. Böylece tüm gündelik pratikler vesilesiyle, ırkçılığın yeniden üretildiği taban haline gelir toplum.

Bu pratiklere zemin hazırlayan, onların normalleşmesini, yeniden temsil edilip yaygınlaşmasını ve toplumda geniş kabul görmesini sağlayan en temel aparatlardan biri de kültür-sanat ve eğlence ürünleridir. Diziler vesilesiyle, mesela, sokaktaki insana (kültürel) ırkçılığını meşrulaştırmasını sağlayacak cevaplar, temsiller verilir, kılıflar hazırlanır: Araplar zaten elleriyle yemek yer, suça ve şiddete meyillidirler, “bizim” toplumdan farklıdırlar, başka yolları olsa da, suç dolu bir hayatı seçerler… 

Abisinden şiddet gören Amara, Vince’le sevişmeden az önce.

Arap ailesinin “sorunlu” anatomisi

Gazetelerdeki birçok yazı diziyi Araplar/göçmenler hakkındaki basmakalıplara dayanmadığı, onun yerine karmaşık karakterler sunduğu için övüyor. Oysa dizi yalnızca, içinden konuşmayı seçtiği Arap ailesinin bir suç çetesi olması vesilesiyle bile sorunsal bir durum yaratıyor. Şematik olmaktan kaçınma iddiasını, şematik sahnelerle kurmaya girişiyor. Genelgeçer Arap ailesi temsilinden kaçınmak adına, Toni’yi “dışarıda sert, gerekirse katil” ama “ev içinde ağırbaşlı, söz dinleyen” bir adam olarak resmetme gayretine giriyor. 

Toni, mesela, küçük kızını bisiklete binmesi konusunda yüreklendiriyor; mesela, dayısının cenazesinden hemen önce, neden bilinmez, elektrikli süpürgeyle evi süpürüyor. Bu sırada da karısı makyaj yapıyor, başörtüsünü takıyor. Kocasına karşı gelebilen, onunla tartışabilen, dizinin ilk bölümlerinde başörtüsü takmayan, sonraları mültecilerle gönüllü çalışmalar yapan bir Arap kadın; kocası kodese girince ona karşı çıkabilen, bir başka adamla sevişip onunla kaçma cesareti gösterebilen bir Arap kadın resmediliyor. 

Bu “yeni ırkçılık” ya da “meta ırkçılık”, farklılıkları etnisite değil, kültür çeperinde kurar. Tekil, ancak yapısal ve sistematik atışlarla işler. Azınlığı, yoksunluğundan ve yoksulluğundan ötürü sorumlu tutar, suçlar; kendi karakterini gizlemeye ve hatta çoğunluk gibi olmaya zorlar… Böylece ırkçılığın yeniden üretildiği taban haline gelir toplum.

Ancak günün sonunda, aile sevgisi/kıymeti/baskısı yüzünden aileye tıkıştırılan kadınlar, erkeklerin aile işlerinden hoşnut olmadıklarını söyleseler de, onlarla ilişkiyi bir şekilde sürdürmek zorunda kalıyor. Bir TV ürünü olarak dizi, “biz”i inşa etmek için ötekini –Arabı, göçmeni, yabancıyı– böylece temsil etmeyi seçerken; farklı topluluklardan göçmen kadınların birbirlerini nasıl ötekileştirdiklerinin de şemasını kuruyor. Dışlanan, saygı görmeyen ve gelinlik seçme ritüeline kabul edilmeyen Polonyalı “gelin” Ewa ve bu ritüel sırasında köpüklü şarap içileceğinden bihaber Arap kadınlar… Ayrımlar artıyor. 

Simgeselliği güçlü bir an: Toni küçük kızına satın aldığı bisikletle Berlin sokaklarında.

Meşrulaştırılması arzu edilen bir söylem dizide yeniden üretiliyor. Böylece, medya, bu söylemin dolaşımının ve yaygınlaşmasının ana mekanizması olma rolünü bir kere daha sahipleniyor. Dizi boyunca, zıtlıklar en çok eviçi ve dışarısı vesilesiyle kuruluyor. Etrafı kana bulayan keçi kafası kesme sahnesinden hemen sonra, gelinlik alışverişi yapan kadınların sessiz, geleceğe umutla baktıkları sahneye geçiyoruz. Gelecek tahayyülü ile günün sertliği arasındaki uçurum gelip çöküyor şiddetlice. Oysa Toni ve Kalila 26 yıldır kalıcı oturum almaya çalışıyorlar. Yirmi altı yıldır!

Toni karısına kalıcı oturum aldıklarında, “Almanlar”dan bile daha Alman, enn Alman” olacağı sözleri veriyor. Sembolik düzlemde asla gerçekleşemeyecek bir hayal olduğunu biliyoruz bunun. Toni’nin hayalleriyle beraber çöküp gidişini gösterirken bunun maddi düzlemdeki imkânsızlığını da işaret ediyor dizi.

Toni, o binayı alıp emlak işine atılmak ve yasal bir hayat sürmek istiyor yalnızca. Oysa birinci sezon sonunda, “düzgün” hayatın bu olmadığı konusunda ders veriyor “beyazadam, karakafalı”ya: Zordur düzgün hayat. Haraç, uyuşturucu ve kumarla kazandığın parayla olmaz. Ve ilk sezon sonunda Toni, “biz insan öldürmeyiz” yeminini bozup karanlık tarafa geçiyor, katil oluyor. Karısının endişeli, şaşkın bakışlarına yapılan bir kesmeyle veriliyor bu. Göçmenler o bok çukurunda kalıyor.

Göçmen karşıtlığının suretleri 

Almanya yarım yüzyıldan fazladır göçmen kabul ediyor ve resmi olarak ancak Ocak 2005’te “göçmen ülkesi” olduğunu ilan etti. Ülkenin nüfusunun neredeyse dörtte biri göçmen kökenli. Almanya her yandan gelen birçok eleştiriye rağmen, özellikle son beş yılda, dikkate değer sayıda göçmenin görece huzurlu istikameti oldu. Geçenlerde, denizden kurtarılmış insanlar Malta kıyılarında gemilerde bekletilirken, “limanları açın, o göçmenleri alacağız” diyen tek Avrupa ülkesi de Almanya idi.

Toni ve Kalila’nın kalıcı oturma izni olasılığı karşısındaki sevinci.

Ancak tüm bu olumlu gidişata rağmen, göçmen karşıtlığı farklı suretlerde vukû bulmaya devam ediyor. Bu hareketin biteceğini ya da göçmenlerin geri gideceklerini düşünenler varsa hâlâ, bu yanılgıdan kurtulmaları lâzım. Bugün, tek tek ve beraberce, siyasi birer özne olarak nasıl konumlanacağımıza karar vermeliyiz. Pratiklerimizin örtük anlamlarının ve etkilerinin, kültür-sanat alanında çalışıyorsak mesela, neyi, nasıl temsil etmeyi seçtiğimizin olası sonuçlarının farkında olmamız gerekli.

Temsil, sorumluluk gerektirir. Çünkü bir romanda, bir şarkıda, bir dizide “gerçeği olduğu gibi gösteriyorum” iddiası toplumsal bağlamdan bağımsız ele alınıp aklanamaz. Eğer dizinin yaptığı gibi göçmeni o bok çukuruna atarsa toplum, o göçmenle aynı yerde yaşadığını unutmaması lâzım. Birbirimize ihtiyacımız var. Önümüzde, bir arada yaşama koşullarını –sürekli– yeniden üretme yolları aramaktan başka yol yok. Bu yüzden, bir dizinin ya da her türlü eylemin, sözün, göçmeni bok çukurunda mı temsil edeceği ya da eşit bir ilişki içinde mi konumlandırmayı seçeceği mühim.

[1]Haydi! Acelemiz var, dostum! Çabuk gel!”
[2]Türkiye, Paranoya, Bonzai / Smaçın âlâsını basman lazım, kanka! (Lafı gediğine oturt, emmoğlu!)”
[3]Siktiğimin Arabı”.

 

^