DAVID BOWIE İLE GERÇEKLİK ÜZERİNE

10 Ocak 2023
SATIRBAŞLARI

Bir albümünüze Reality” (Gerçeklik) adını koymak için 35 yıl beklediniz. Neden öyle oldu?

David Bowie: Benim gençliğimde, gerçeklik pek itibarlı bir kavram değildi. Daha düşsel kavramları tercih ediyorduk. Ama, 21. yüzyılla birlikte “gerçekliğe” geçiliyor galiba. Bu başka bir yolculuk; gezegen ölçeğinde çok gerilimli, travmalı, sıkıntılı bir yolculuk… İlk defa olan bir şey de değil ama: Hatırlayabildiğim en eski günlere gittiğimde, küçük bir çocukken, Doğu ve Batı blokları arasında hararet arttığında, annemle babam Londra’nın bombalanacağından korkarlardı. Gerilim içinde yaşamaya yazgılı olduğumuza inanmıştık neredeyse. Dünyamızın günlerinin sayılı olduğu kanısında değilim. Öte yandan, birçok yerde kargaşanın hüküm sürdüğünü akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ancak benim kadar ayrıcalıklı birinin kolektif gerçekliğin herhangi bir biçimini temsil ettiğini ileri sürmesi çok zor.

Her halükârda “reality” çok güçlü bir kavram.

Kesinlikle. Ve her zaman bilinçli olarak kullanılmıyor. Aynı şey “gerçeklik”in karşıtı varsayılan “virtüellik” için de geçerli. “Gerçeklik” entelektüeller için harika bir fikri malzeme, ama duygudaşlık kurabildiğim ezici çoğunluk için kaostan başka bir şey değil.

Kablolu TV’leri seyreden imtiyazlı kesimler “sentetik gerçeklik”ten şikâyet ederken, yoksul mahallelerdekiler için gerçeklik, kirayı ödemek ve çoluk çocuğun nafakasını temin etmek demek, dolayısıyla onlar için gerçeklik sözcüğünün çağrışımları olumlu değil.

Albüme Reality adını vermeniz nasıl oldu?

“Reality”, bu albüm için yazdığım ilk şarkılardan biriydi, sonra albümdeki temaların da etrafında döndüğü bir kavram gibi geldi bana. Çok öznel bir seçim tabii, ama zaten gerçekliğe bakışımız da çok öznel değil mi? Kablolu televizyonları seyreden imtiyazlı kesimler “sentetik gerçeklik”ten şikâyet ederken, Londra’nın yoksul mahallelerinde yaşayanlar için gerçeklik, kirayı ödemek ve çoluk çocuğun nafakasını temin etmek demek, dolayısıyla da onlar için gerçeklik sözcüğünün çağrışımları hiç de olumlu şeyler değil.

“Fall Dog Bombs The Moon” adlı şarkı, ABD’nin askeri-sinai yapısına, “New Killer Star” da Ortadoğu’daki duruma atıfta bulunuyor…

Ben bir siyasi yorumcu değilim, yine de şarkı yazarken siyasi olaylara değinmeden edemiyorum. “New Killer Star”da Ortadoğu’daki yanlışlığa işaret ediyorum. O şarkı için albümün manifestosu denebilir.

Sanatın toplumsal sorumluluğu var mı sizce?

Söz konusu olan Paul Simon’ın sanatıysa, yok. Benim gönlüme göre olan sanat, Art Wood’unkiydi. Art, Ron Wood’un abisi; rhythm and blues’u Londra’da popülerleştiren müzisyenlerden biriydi. Bir süre Alexis Korner’la çalıştı, sonra da kendi grubunu, Artwoods’u kurdu. Şimdi bu isim kimseye bir şey demiyordur, ama o zamanlar Londra’nın en popüler gruplarındandı; Yardbirds, Zoot Money ve John Mayall’la aynı ligdeydiler. Ama işin eğlence tarafında, favorim Red Hoffman and the Measles’dı. Red’le –birkaç kadehten sonra “benim adım Stan” demeye başlardı– aynı kulüplerde çalıştık. Seyirci gelmeden önce ceketlerimizi katlayıp kale yapar, top oynardık. Ortaokul çocukları gibiydik.

Hep aynı soruları sorduğum hissine kapılıyorum: Niçin kendimizi bu denli terk edilmiş hissediyoruz, niçin bu yalnızlık duygusuyla yaşıyoruz? 34 yıldır aynı şarkıyı yapıyorum.

Yaşlanmak sizi endişelendiriyor mu?

Korkmuyorum, ama kafamı kurcalıyor, uyumumu bozuyor, şaşkınlık duygusu veriyor. Yaşlılıkta bana hayal kırıklığı yaratacak olan yaşamayı bir kenara bırakmak olacak galiba, yaşama karşı öylesine iştahlıyım ki! Daha yapacak çok şeyim var! Öte yandan, gençliğime özlem duymuyorum, o kadar çok âşık oldum ve her defasında öyle hayal kırıklıkları yaşadım ki. Anlayacağınız, pek öyle cool bir gençliğim olmadı. (gülüyor)

Blues’cuların nasıl yaşlandığını görmek de insanı umutlandırıyor, rock’ta da öyle yaşlanılabilir herhalde…

Kesinlikle. Bu artık rock’ta da görülüyor. Örneğin Neil Young ve Bob Dylan her zaman kendi yollarından gittiler; istediklerini istedikleri gibi yapıyorlar, hâlâ çok çalışıyorlar, harika konserler veriyorlar. Yeni Muddy Waters’lar, John Lee Hooker’lar gibiler, kendi tarzlarında, eski blues’cuların yolundan gidiyorlar. Öyle ya! Bakın işte, 60’lara merdiven dayadık, ama hâlâ formdayız. Öyle alarm zilleri çalan bir halimiz yok, değil mi? Kukla gibi mi görünüyoruz yoksa? Elimizde sağlam bir ipucu var ama: İnsanlar hâlâ konserlerimize geliyor.

Müziğinizin farklı kuşaklardan dinleyicileri cezbetmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Müziğimin kuşaklar arasında bir bağ olduğunu hep hissettim. Şarkı yazarlığımın kaynağı, benden önceki inanılmaz yaratıcı akımlar. Beatles, Beach Boys… Ben daha yeni yeni ortalıkta görünmeye başladığımda müzik sofistikeleşmişti bile, ebeveynlerimiz dahi bu yeni müziğe aşina olmuştu. Rock, bütün bir kuşak için bir nevi İncil oldu, sadece teenager’ların değil, halkın müziği, hakiki popüler müzik haline geldi. Şimdi yeniyetmelerin koleksiyonlarını karıştırsam hoşuma giden bir sürü plak bulurum. Ama annemin plaklarını karıştırdığımda, Bing Crosby, Sinatra, Pat Boone falan bulabilirdim ancak. Ben Little Richard seviyordum, birbirimizi anlayamıyorduk.

Bugün artık bu tamamen bitti, kuşak çatışması diye bir şey kalmadı. Kuşaklar arasında hâlâ yaşanabilecek tek ağır ayrım, Batı toplumlarında kapitalizmin getirdiği her şeyi tüketip bitirme, harcama konusunda olabilir. En çok para, 12-25 yaş arasındaki gençlerin cüzdanında. Reklamlar da bu piyasa için yapılıyor. Piyasa ekonomisinin bu hali beni öfkelendiriyor. Buna karşı savaşmalıyız. Ayrıca, medyalar ve marketing denen şey, sahte bir kuşak farkı üretiyor.

Günümüz müziğiyle temasınızı nasıl sürdürüyorsunuz? Otuz yıl sonra hâlâ eski merakınızı koruyor musunuz?

Ben hep böyleydim. Yeniyetmeliğimde bile, yeni yerleri, yeni şeyleri mahallede ilk önce benim keşfetmem lâzımdı. Büyük Britanya’da ilk Velvet Underground albümü sahibi bendim. Hakikaten. Ellerinin arasında tuttuğu şeyin ne olduğunun farkında olmayan bir arkadaşımın bana verdiği bir demo kaydıydı. “Waiting For The Man”i dinlediğimde, dünyanın en iyi grubu diye geçirdim içimden. O zamanlar kimse öyle şarkı yazmıyordu, çok uçuktu. O yılın aralık ayından önce, parçayı grubumla yorumladım, Velvet’in albümüyse ertesi sene şubatta çıktı! Nasıl, hiç fena değil ha? Ve bugün de, kültüre, kültürüme, içinde yaşadığım topluma aynı ilgiyi koruyorum; bu benim için hayati bir şey.

Son zamanlarda en çok ilginizi çeken albümler neler?

Dandy Warhols’un yeni albümünü çok beğendim. Bütün o esrik hallerine rağmen gayet tutarlı, ilginç ve yapmak istedikleri şeye bayağı iyi konsantre olabilen bir grup. Bu yılki turneme ön grup olarak onları davet ettim. Solistleri Courtney’le ne zaman aynı ortamda bulunsam, içimden incik-boncuk takıp takıştırmak geliyor. 1967’den beri hissetmediğim bir duygu bu… Grandaddy’nin albümü biraz hayal kırıklığına uğrattı. Birçok şarkı aynı renk ve tonda. Macy Gray’in yeni albümü harikulâde, Macy yeniden forma girmiş. Blur çok şaşırtıcı, değil mi? Think Tank birinci sınıf bir iş, şarkılar dört dörtlük yazılmış, icra da mükemmel. New York’taki konserlerine gittim, müthişti. Damon Albarn harika bir solist. Ama, performans dalında altın madalya Radiohead’in. New York konserleri olağanüstüydü. Hail To The Thief hakkında biraz kararsızım, diğer albümleri kadar çok dinlemediğimi farkettim. Lou Reed’in konseri de şaheserdi, grubun küçülmesi olayı büyütmüş, “küçük güzeldir”. Lou’nun konuşması için alan açılmış, araya nefis anekdotlar serpiştiriyor.

Annemin plaklarını karıştırdığımda, Bing Crosby, Sinatra falan bulabilirdim ancak. Ben Little Richard seviyordum, birbirimizi anlayamıyorduk. Bugün artık kuşak çatışması diye bir şey kalmadı. Kuşaklar arasında hâlâ yaşanabilecek tek ağır ayrım, Batı toplumlarında kapitalizmin getirdiği her şeyi tüketip bitirme, harcama konusunda olabilir. Piyasa ekonomisinin bu hali beni öfkelendiriyor.

Sizi müziğe devam etmeye iten ne?

Başka ne yapabilirim? Bırakmış olmanın zevkini yaşamak için bırakmalı mıyım? Müzik benim mesleğim, geri dönüşü yok. Müzik yapmamayı beceremem.

Müziğe başladığınızda, otuz yıl sonra hangi noktada olacağınızı öngörüyordunuz? Öngörünüzde isabet kaydettiniz mi?

Otuz yıl sonra hayatta olacağıma ihtimal vermiyordum. Dolayısıyla birkaç yıllık bir hata payını dikkate almazsak pek yanılmış sayılmam. Bir aralar, 40’lı yaşlara geldiğimde havlu atacağımı düşünmüştüm. Basıp Tibet’e giderim diyordum, en azından Northumberland’e… Ama bir yandan da şarkı yazmadan yapamayacağımı biliyordum.

Bugün müziğin sizin için işlevi ne?

Şarkılarım aracılığıyla otuz yıldır hep aynı soruları sorduğum hissine kapılıyorum: Niçin kendimizi bu denli terk edilmiş hissediyoruz, niçin bu yalnızlık duygusuyla yaşıyoruz? 34 yıldır aynı şarkıyı yapıyorum. Bir cevap beklemiyorum ama, bu soruyu sormaktan da kendimi alamıyorum –ve bu soruyu sorarak öleceğim galiba. Yaşlandıkça, hakkında yazdığım konuların giderek azaldığını hissediyorum. Ama sorulan sorular giderek daha önemli sorular oluyor: Hayat, ölüm, tanrı…

Tanrı hakkında ne düşünüyorsunuz? “Yok” desem ne dersiniz?

Bahsettiğimiz tanrı hangisi? Eski Ahid’deki ürkütücü tanrı mı, Yeni Ahid’deki babacan figür mü? Yoksa söz konusu olan Hint tanrılarından biri mi? Hem var, hem yok; bu bana en makûl gelen olasılık. (gülüyor)

Yeni albümünüzü kaydetmeye nasıl bir zemin üzerinde başladınız?

Canlı müzik yaptığım grubuma uyacak bir albüm yapmayı arzu ettim, aşağı yukarı tek nedenim buydu, şarkıların neyin etrafında döneceği hakkında bir fikrim yoktu. Albüm tamamen bittikten sonra, şarkıların büyük kısmının New York’ta sürdürdüğüm hayatımın etkisiyle yazdığımı fark ettim. Bütün şarkılar şehir merkezinde yazıldı, enerji dolu, heyecan verici bir atmosferde. New York şu sıralar titreşim halinde, alttan alta kaynıyor. Yaşadığı travmalar nedeniyle, ama aynı zamanda olumlu şeylerin de etkisi var, bazı bakımlardan geçtiğimiz yüzyılın başlarının şehri gibi.

Reality sahiden de New York’a en yakın albümünüz. 11 Eylül’den bu yana şehirle daha içli dışlı olduğunuzu hissediyor musunuz?

New York’un tarihinde, 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası olmak üzere, bundan böyle silinmeyecek bir ayrım çizgisi olacak. Böyle söylenince, çok basmakalıp gibi geliyor. Ama, dışardan bakınca görünenin ötesine geçerseniz, sizi temin ederim, her şey çok derinden değişti. Hem de iyiye doğru. 1977’de New York karanlığa gömüldüğünde oradaydım. Gasp ve yağmalama olayları olmuştu, insanlar evlerine koşturuyor, kapılarını kilitliyordu, hafızamda dehşetli bir anı olarak iz bıraktı.

Geçenlerde aynı şey tekrar meydana geldiğinde, terörist bir saldırı ihtimali ortadan kalktıktan sonra, büyük bir dayanışma duygusu, neredeyse coşku ve neşe hâkim oldu. Sokaklar birbirine iyi davranan, gülümseyen insanlarla doldu, esnaf bozulabilir mallarını kaldırımlara çıkarıp insanlara ikram ediyordu. Kimileri evlerinden çıkıp sokakta gitar çalıyor, kaldırımlarda piknik yapıyordu. Bunun 11 Eylül’le bir bağlantısı olduğu aşikâr: A priori nahoş bir durumu kolektif bir şekilde aşma kapasitesi, kendi içine kapanmanın, egoizmin yerini alıyor. Reality’ye dönersek, New York’a dair bir albüm değil bu, ama on­dan öylesine beslendi ki, başka bir yerde ortaya çıkamazdı, tıpkı Heroes’un Berlin’e sıkı sıkıya bağlı olması gibi…

Şehir hakkındaki olumlu izlenimlerinizi müziğinize yansıttığınızı düşünüyor musunuz?

Pozitif bir enerjinin müziğin içinden geçtiğini sanıyorum. En azından melodik yapılarda, çünkü sözler daha karamsar gözükebilir. Zaten dünyanın bu halinde her şeyin iyiye doğru gittiğini söylemenin bir anlamı da yok. Buna karşılık, karanlığın ortasında az çok tuhaf işaretler göndermek bana heyecan verici ve yapıcı bir hareket gibi geliyor.

Tony Visconti’yle tekrar bir araya gelmenizin, çok kısa süre içinde iki albüm kaydetmenizle bir alâkası var mı?

Kendi kendime sormadığım bir soru. Tekrar birlikte çalışmaya karar verdiğimizde, fazla burnu büyük gözükme pahasına, sonucun kalitesine dair en ufak bir endişemiz yoktu… Ve Heathen çok iyi karşılandı. Sonra, bir mini turne yaptık, o da gayet iyi geçti. Bütün bunlar gerçekten tatlı bir rekabet yarattı; çok üretken bir yazar olmak gibi bir şansım olduğundan, kısa süre içinde elimizde yeni bir albüm için yeterli malzeme oluştu. Yeniden yola koyulma arzusu güçlüydü.

Bir de şu var: Kızım üç yaşında, yakında okula başlayacak. Benden uzakta büyümesini istemiyorum. Babalık yükümlülüklerim nedeniyle bundan böyle evden uzun zaman uzakta kalamam. Hem ayrıca, çaktırmadan 56 yaşına geldim. Bir dünya turnesine daha çıkabilme ihtimalim o kadar yüksek değil.

En favori albümüm hâlâ Buddha of Suburbia. O albümü yapmak gerçekten mutluluktu. Sadece ben ve Erdal Kızılçay… Erdal, İstanbul Konservatuarı mezunu. Orada, diploma alabilmek için bir orkestradaki bütün enstrümanları çalmayı öğrenmiş. Onu birçok kez sınava çektim, envai çeşit enstrümanla denedim, bir kere bile sınıfta çaktıramadım.

Albümün yüksek rock tonu, yeni şarkıları yazarken sahneyi göz önünde bulundurduğunuzu düşündürüyor.

Doğru değil. Bu türden düşüncelerin en son zihnimden geçmesi Ziggy Stardust zamanındaydı. O zamanlar müzik tabii ki temel unsurdu, ama çok teatral bir yapının bileşenlerinden sadece biriydi. Bu albümdeyse, ruh halime denk düşen bir tür aciliyet duygusunu, o anındalığı yansıtmak istedim.

Turne neye benzeyecek?

Geçen yıl yaptığımdan pek bir farkı olmayacak; sadece daha büyük salonlarda konser vereceğiz. Video projeksiyonlar olacak, ama bunlar öylesine dolaylı, imalara dayalı görüntüler ki, ışık oyunu bile sanılabilir. Bu görsel efektlerdeki muradımız, merkezde olması gereken şarkıların atmosferini pekiştirmeleri; grup harika ve şarkı söylüyor olmanın bende uyandırdığı tatmin duygusunu tahayyül edemezsiniz. Madem öyle, hayatı zorlaştırmanın âlemi ne?

Hâlâ kendinize kanıtlayacağınız şeyler var mı?

Olmadığını sanıyorum. Aşmak zorunda kaldığım son mania, 90’lı yıllarda oldu, dinleyicinin beklentisine cevap verme çabasına girmeden, beni tamamen memnun edecek albümler yapmak. Bu engeli aştığım gün, şarkı yazarken kendimi bin kere daha rahat hissettim. Öyle bir kabullenme tarzı ki, sonuçta, 60’lı, 70’li yıllara ait bestelerimle de beni sahnede barıştırdı… Frank Black (“Heathen” albümündeki Pixies şarkısı “Cactus”) ya da Jonathan Richman (“Reality” albümündeki Modern Lovers şarkısı “Pablo Picasso”) şarkılarını yorumlamak, hiçbir zaman hak ettikleri başarıyı, özellikle de kendi ülkelerinde yakalayamamış sanatçılara bir saygı duruşu anlamına gelmez mi? Benim kuşağımın, daha önceleri genellikle ulaşması çok zor olan şeyleri arayıp tarayıp bulabilmek gibi bir şansı olduğunu düşünüyorum. Günümüzde, arzdaki bunca artışın sapkınca ve paradoksal bir etkisi var: Gittikçe daha az arıyorsun, keşfetme arzusu, merak açlığı sönüyor.

Bugün sizce müzik, resim, edebiyat gibi alanların hangisinde çıkış yapabilmek daha zor?

Hepsinde. En ufak bir sanatsal yaklaşım, ânında mali değerlendirmelere tosluyor. Satış yapmayan bir ilk serginin işi bitik! Baştan aşağı yetenekle donanımlı bir yığın genç kendini gösteremiyor, çünkü çelikle kaplı sinirlere sahip değiller. Yaratıcılığın en güzel kaynaklarından biri hâlâ kırılganlık ve hassasiyettir, ama bu aynı zamanda adaletsiz bir şekilde inanılmaz derecede çok sayıda kariyeri mahvediyor.

En çok beğendiğiniz Bowie albümü hangisi?

En çok beğendiğim albümüm elbette ki en yenisi. Bu kesin böyle. Muhtemelen Scary Monsters’dan bu yana en iyisi Reality. Ama favorim hâlâ Buddha of Suburbia (Varoşların Buda’sı). O albümü yapmak gerçekten mutluluktu. Sadece ben ve Erdal Kızılçay… Erdal, İsviçre’de yaşayan Türkiyeli bir müzisyen. İstanbul Konservatuarı mezunu. Orada, diploma alabilmek için bir orkestradaki bütün enstrümanları çalmayı öğrenmiş. Onu birçok kez sınava çektim, mesela bir obua getirip “buna ne dersin, bir de onu deneyelim mi?” diyordum, derhal şahane bir solo attırıveriyordu. Bunu envai çeşit enstrümanla denedim, bir kere bile sınıfta çaktıramadım. Albüm hakkında sadece bir tane dişe dokunur yazı çıktı, onun dışında görmezden gelindi. Yok farzedilen bir albüm Buddha of Suburbia, ama benim favorim o, o ve tabii ki Reality.

Kaynak: Libération, Les Inrockuptibles, Sunday Times
Çeviren: Siren İdemen
Roll, sayı 80, Kasım 2003

^