Ve geldik çeyrek finallere. Şimdiye kadar murad ettiklerimiz birkaç fireyle gerçekleşti: Almanya, İspanya, Portekiz bavul topladı. Sıra Brezilya, Rusya ve İngiltere’de. Uruguay da gidici, ama o sevince değil, hüzne dair.
Metafizikle buraya kadar. Arjantin kaç kere sıçrayabilirdi? Kupaya katılma hakkını son maçta, mucizevi bir şekilde elde etmişlerdi. Gruptan çıkıp 16’ya kalmaları da öyle oldu. İzlanda beraberliği, Hırvatistan hezimeti, Nijerya karşısında bitime dört dakika kala Rojo’nun “tanrının ayağı” olarak zuhur edişi. Üçüncü sıçrayışı Fransa önünde yapabilmeleri için koşul “Messive atak”tı. Ama onun için de Suarez gerekliydi –Barcelona’da Suarez’in yaptığını yapacak bir santrfor, bir “tamamlayıcı”.
O “Suarez” Agüero’ydu, Sampaoli’nin nedense kullanmamayı tercih ettiği, Premier League’de sezonu otuz golle kapatan Manchester City santrforu.
Fransa maçının 11’i açıklandığında, santrfor yokluğu dikkat çekiciydi. Agüero’nun yanısıra, Sampaoli’nin grup maçlarında Agüero’ya tercih ettiği Higuain de yedekler arasındaydı. Golcüsüz bir Arjantin!
Peki Messi, Lineker’in dediği gibi, “sadece gölge santrfor değil, gölge teknik direktör” idiyse, Nijerya maçında oyuna alınmasını istediği Agüero’nun 11’de olmamasına niye ses etmemişti? Ya da o tercihi yapan Messi miydi?
Her halükârda, “teknik heyet” ya dahiyane bir oyun planı kurmuştu ya da baltayı taşa vuruyordu. İkincisi olduğu daha ilk devre dolmadan ortaya çıktı. Ama 41’de Di Maria’nın enfes vuruşu, ardından 48’de Messi’nin şutuna ayak koyan Mercado’nun Lloris’i kontrpiyede bırakışıyla art arda gelen iki gol “acaba” dedirtirken önce 57’de Pavard’ın vuruşunda topun döne döne ağlara takılması, peşinden Mbappé’nin 64 ve 68’deki dublesiyle skor 4-2 oluverdi.
Maçı buradan çevirmek için sihir lâzımdı, Messi sihri. Onun için de Agüero. Nitekim Sampaoli 74’te oyuna aldı. Ve Arjantin az kalsın maçı çeviriyordu. 86’da Messi’nin ara pasıyla gole çok yaklaşan Agüero, 90+3’te bu defa Messi’nin nefis ortasına usta işi kafa vuruşuyla fileleri havalandırdı. Ama vakit tükenmişti. Gene de 90+5’te Meza kafasına gelen altın fırsatı harcamasa oyun uzatmaya gidebilirdi.
Diyelim öyle oldu, sonraki yarım saatte Arjantin üçüncü defa sıçrayabilir miydi? Yaş ortalaması 30’a 25 Arjantin aleyhineydi, Griezmann ve Mbappé’nin oyundan alınmış olmasına rağmen yaratıcı ve bitirici ayaklardaki üstünlük de Fransa’daydı.
Egalité, liberté, Mbappé
Bütün bu gerçekleşmeyen ihtimaller gerçekleşseydi bile, sadece veda uzardı, akıbet değişmezdi. Tefrikamızın üçüncü bölümündeki şu satırlara tekrar bakalım:
“Sübjektif ibre Arjantin, objektif ibre Fransa. Kaleci avantajı Fransa’da… Oyunun kalbi orta sahada da üstünlük Fransa’da… Manchester City’nin dinamosu Kane’li, adı estetiğe dair bir sıfat haline gelmiş Pogba’lı bir ‘ikinci bölge’… Forvette de üstünlük Fransa’da. Hiçbir takımda olmayan bir fonksiyon çeşitliliği: Griezmann, Mbappé, Giroud, Dembele… Defansta üstünlük Fransa’da. Rakamlar ortada: Her maçta gol yiyen, toplamda beş defa santra yapan Arjantin ve kalesinde tek gol gören Fransa.”
Daha maçın başında, Griezmann’ın direkte patlayan nefis frikiki, Pogba’nın mükemmel uzun pasına Mbappé’nin penaltıyla kesilen parmak ısırtıcı deparı işin rengini belli etmişti. Evet, Mbappé, burada duralım. Daha önce söylenmişse tekrarlayalım, söylenmemişse söyleyelim: Egalité, liberté, Mbappé.
İki sene önce Monaco’da futbol sahnesine çıkan, geçen sezon astronomik ücretle PSG’ye geçen Mbappé’nin yıldızı iyice parlıyor; 1958’in Garrincha’sı, 1970’in Jairzinho’su neyse, bu kupanın Mbappé’si öyle bir şey. Üçü bir arada: Kıvraklık, sürat, bitiricilik. Ve henüz 19’unda.
Mbappé-Grizemann-Pogba üçlüsü Bermuda Şeytan Üçgeni misali, karşılaşan buharlaşıyor.
Uzun lafın kısası, melez güzeldir. 2018’in melez takımı da yirmi yıl öncesinin şampiyonları kadar güzel. Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.
Melez güzeldir
Fakat ötesi var: Fransa “takım”. Hemen hissediliyor, en çok da Giroud ve Griezmann’ın şahsında: Yıldızlar arasında rekabet, çekememezlik yok, aksine imece var, dayanışma var, tek yumruk olma hali var.
Gol sonrası sevinçler çok şey söyler. Sarılmalar, kucaklaşmalar hep olur, ama Giroud ve Griezmann’vari şefkatli dokunuşlar, sırt sıvazlamalar, ışıklı tebessümler az olur. Kaçan gollerde, isabetsiz paslarda haliyle daha da az olur, ama hepsi Fransa’da bol. O “kardeşlik” havası hissediliyor.
2018 kadrosu Fransız sağcılarına “bu takımın neresi Fransa” dedirten 1998’in şampiyon kadrosu kadar “renkli”, ama Le Pen’ciler bile o lafları edemiyor artık, çünkü artık “beyaz” Fransa diye bir şey yok, melez bir Fransa var. Top oynanan mahallelerdeki renk karışımı neyse takımın rengi de o. Allez Allez diyemeyen Fransızlar derdine yansın.
Uzun lafın kısası, melez güzeldir. 2018’in melez takımı da yirmi yıl öncesinin şampiyonları kadar güzel. Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.
So Long Marianne
Kalpten ve mantıktan devam… Tefrikanın üçüncü bölümünde, “Uruguay’ın Portekiz’i elemesi kalbî olduğu kadar mantıkî bir vargı” demiştik. Bunu, Uruguay’ın karnesiyle Portekiz’inkini karşılaştırarak ve birinci bölümden beri vurguladığımız “Portekiz’in balı nereye kadar”ın cevabı olarak söylemiştik. Ronaldo’nun şapkadan tavşan çıkarmasıyla İspanya önünde beraberliği kurtarmışlar, Fas ve İran karşısında resmen madara olmuşlar, gene de gruptan çıkmayı becermişlerdi. Euro 2016’dan beri süren “bal” Uruguay karşısında tükendi…
“Portekiz maçının kahramanı Cavani olursa şaşırmayalım” demiştik, “grup maçlarının hepsinde hem çok pozisyon hazırladı hem çok pozisyon yakaladı. Üç maçtır aleyhine çalışan kısmet faktörü ve Prekazi ilkesi Portekiz maçında pekâlâ lehine çalışabilir.“ Öyle oldu, Uruguay Cavani’nin iki güzel golüyle çeyrek finale çıktı. Sakatlanmasaydı “hat trick” bile mümkündü.
Ve kaçınılmaz olan gelip çattı: Fransa eşleşmesi. Bize düşen ise bir kez daha “sadakat ilkesi”nin yaman çelişkileri. Arjantin maçında çelişkileri Fransa aleyhine çözen “kırmızı kurdele” ve bir “Caravaggio tablosu olarak Maradona”ydı. Uruguay maçında ise Giroud’nun tebessümleri ve melez takımın yaydığı “kardeşlik” ışıltısı.
Giroud demişken… Uruguay maçının kahramanı Giroud olursa şaşırmayalım. O da aynen Cavani durumunda.
Hüzünlü bir seyir olacak, Uruguay ardından gözyaşı döktürmese de “oof off” çektirecek, “So Long Marianne”in çektirdiği gibi. “Vaktidir ağlamanın ve gülmenin.”
Tefrikanın üçüncü bölümünü noktalarken, Eduardo Galeano’nun gözdesi Django Reinhardt’ın “Stephen Grappelli’yle birlikte çaldığı Fransız milli marşını, ‘La Marseillaise’i dinleyelim. Ola ki çeyrek final Fransa-Uruguay arasında oynanırsa diye…” demiştik, Uruguay’ın vedası hasebiyle “bis” yapalım.
Her zaman her yerde Yugoslavya
Her kupanın üst turlarına olduğu gibi, bu kupanınkine de Yugoslavya lâzımdı. Açıkçası, zarımızı İsviçre için atmıştık –“Çaka”lı, “Şakiri”li, “Cemali”li, Seferović’li, Behrami’li, Drmić’li, Gavranović’li İsviçre için. Afrikalılar da cabası: Djourou, Akanji, Mvogo, Moubandje, Embolo, Zakaria… Mükemmele yakın terkip: Yugo-Afro. İlaveten Rodriguez (Şili) ve Fernandes (Cape Verde) ve birkaç “yerli”: Kalede Sommer, defansta Lang ve seneye Arsenal’de seyredeceğimiz Lichtsteiner, orta sahada Zuber. Melez güzeldir.
Brezilya’yı ve Sırbistan’ı ne güzel hüsrana uğratıp gruptan çıkmışlardı. Ama bir ters top çeyrek finalin kapısından döndürdü. İsveç’in Leipzigli golcüsü Forsberg’in 66. dakikada ceza sahasının bir karış dışından yaptığı vuruş, Akanji’nin ayağına çarpıp fena kontrpiyede kalan Sommer’in çaresiz bakışları arasında filelere takılınca… Elveda Yugo-Afro. İsveç tek gollü galibiyetle çeyrek finale. Kısmet faktörü Almanya maçında İsveç’i yakmıştı, İsviçre maçında borcunu ödedi.
Yugoslav ekolünün üç temsilcisinden biri böyle veda ederken, aynı gruptaki diğer temsilci, Kosta Rika galibiyeti ve İsviçre mağlubiyetinin ardından 16’ya kalabilmek için Brezilya karşısındaydı. Varını yoğunu ortaya koyan Sırbistan büyük sürprizin eşiğine kadar geldi. 61’de beraberliğe çok yaklaştı, Rukavina’nın sert şutunu çelen Allison yerdeydi, Mitrović’in yatarak yaptığı kafa vuruşu azıcık sağa veya sola gitseydi… Dört dakika sonra Mitrović bir kez daha ve yine kafayla şansını deniyor, yine olmuyor. Ve üç dakika sonra “atamayana atarlar” oluyor, Neymar’ın kavisli kornerine Thiago Silva yükselip kafayı vuruyor: 2-0. Sonrası nafile çabalar, ama son düdüğe kadar inatla mücadeleyi sürdüren Sırbistan kupaya alkışlarla veda ediyor.
“Stamena”
Yugoslavya’nın dağılışından beri, ister Avrupa Kupası ister Dünya Kupası, her şampiyonada gönlümüz Hırvatistan’dan yana olagelmiş, ama bu defa yollarımız ayrılmıştı. Niye’si ikinci bölümün şu satırlarında: “Avrupa’nın Uruguay’ı neticede ve sadece futbolda değil, basketbolda da dev, ‘küçük güzeldir’e mükemmel numune. Dahası, Yugoslavya yadigârı. Başka bir grupta olsalar gönlümüz o dünya güzeli damalı formada olurdu, ama Arjantin ve İzlanda’yla aynı gruba düşmeleri, bu defa ‘maalesef’ dedirtmişti –‘nažalost’. Şimdi ‘dobrodošao’ diyoruz: Hoşgeldin…”
Arjantin ve İzlanda’yı ekarte etmeleri üzerine damalı formayı sırtımıza geçirmiştik tekrar. “Disco Partizani” eşliğinde şöyle diyorduk:
“Hırvatistan D grubunun birincisi olarak 16’da C grubunun ikincisi Danimarka (veya zayıf ihtimalle Avustralya) ile karşılaşacak. Yani, çeyrek final ‘tamam’ gibi.”
Çeyrek final “tamam” oldu, ama zor oldu. Danimarka karşısında rahat bir galibiyet bekliyorduk doğrusu. “Disco Partizani”yi kaldırıp popçu Popovic’in ‘83 hiti, Yugoslavya’da 700 küsur bin, Norveç’te 80 küsur bin satan “Džuli”yi döndürüyorduk.
Maç penaltılara kalınca, Makedon rock’çı Süleyman Saidov’un “Kismet Stamena”sına geçtik mecburen.
Artık o sayede mi, başka nedenlerle mi bilinmez, “kısmet / stamena faktörü” bize çalıştı, çeyrek final güç bela “tamam” oldu. Şimdi Rusya var önümüzde. Rusların buraya kadar gelmeleri bile büyük başarı, yarı finale çıkmaları tahammül ötesi olur.
İspanya maçı öncesinde muradımızın 280 karakterdeki özeti şuydu: “Maç olunca taraf olmamak olmuyor. Ama Rusya-İspanya? Tam La Casa de Papel gibi bir diziyi yaptıkları için İspanya diyecekken referandum günleri ve kaptanları Ramos çıkageliyor. İyisi mi, maç penaltılara gitsin, biz de bol gol seyredelim.”
Penaltılara gidildi, iyi oldu. Aspas’ın atışında ters köşeye yatan Akinfeev havadayken son anda ayağının ucuyla topa dokunarak İspanya’yı mort etti, Fas’ın, İran’ın ve Mısır’ın hayır duasını, İspanya’nın elenmesini arzulayanların alkışlarını aldı.
Talih İspanya’dan yana olsaydı da, çeyrek finalde Hırvatistan karşısında işi mucizelere kalırdı. Rusya da aynı durumda. Ezcümle, yarı final için de “tamam” diyebiliriz. Üstelik bu defa penaltısız, uzatmasız…
İsveç buraya, yumruk havaya
Hollanda’nın ve İtalya’nın olmadığı bir kupa bu. O iki dev yok, çünkü İsveç var. Eleme grubunda Hollanda’yı, play-off’ta İtalya’yı saf dışı bırakarak geldiler Rusya’ya. Grup maçlarında ise Almanya 90+5’te ellerinden kurtuldu, ama elenmekten kurtulamadı. İsveç’in olduğu yerde devler barınamaz oldu. Şimdi önlerinde İngiltere var. “Dörtte dört” olur mu? Neden olmasın?
İngiltere’nin karnesine bakalım. Grupta Panama’ya fark attı, ama Tunus’u 90+2’deki golle geçebildi, Belçika’ya yenildi. 16’da Kolombiya’yla yenişemedi, penaltılarda galip geldi. Yarım düzine attığı Panama maçını saymazsak, üç maçta üç attı, üç yedi, tek galibiyet aldı. İsveç ise, Almanya maçını saymazsak, üç maçta üç galibiyet, attığı beş, yediği sıfır.
Sadece ibre değil, gönlümüz de İsveç’ten yana. “Arjantin’in Messi’si, Brezilya’nın Neymar’ı, Zlatan’ın İsveç’i var” esprisini maziye havale eden bir hocamız var. Golcülüğü gibi narsisizmi de doruklarda olan Zlatan Ibrahimović, geçen kupadan sonra milli takımdan ayrıldığını ilan etmiş, ama İsveç 2018 biletini alınca geri dönmek istemiş, haliyle medya da tam saha prese başlamıştı. Janne Andersson hiç kulak asmadı. Takım da Zlatan’ı hiç aratmadı zaten.
Hoca demişken, İsveç’in bu konuda yaptığı devrimi es geçmemeli. 2000-2004 arasında, İsveç iki Avrupa Kupası’na ve 2002 Dünya Kupası’na “eş teknik direktörler” ile katıldı. Tommy Söderberg ve Lars Lagerback dört yıl boyunca takımı birlikte çalıştırdılar, birlikte yönettiler. Başta yadırganmıştı tabii, siyasetteki “eş başkanlık” kurumunun da başta yadırgandığı gibi.
“Eş teknik direktör”lüğü İsveç’ten başka uygulayan olmadı, İsveç de 2004 sonrasında sürdürmedi. Halbuki Shakespeare boşuna mı demişti: “İki kafa her zaman bir kafadan iyidir.”
Janne Andersson’a dönersek… Leipzig’de forma giyen Forsberg dışında “yıldız” denebilecek oyuncusu olmayan İsveç’e, kelimenin tam mânâsıyla “takım oyunu” oynatan hocanın 4-4-2’den şaşmadığını ve bu sistemi harfiyen uygulattığını da ekleyelim.
Fakat dahası ve ötesi var. Almanya maçında 90+5’te yenen gole sebep olan serbest vuruşa yol açan faulün kahramanı, Türkiye kökenli Jimmy Durmaz’ın ırkçı nefret söylemine hedef olması üzerine, ilk idmanda takımı toplayıp kolektif bir “Fuck racism” beyanı ortaya koyması futbol tarihinin yüzakı sayfalarında yerini aldı.
İdmanda bunlar olurken, İsveç Sosyal Hizmetler ve Spor Bakanı Annika Strandhall parlamentoya Durmaz’ın 21 numaralı formasıyla gidiyordu. Şimdi, her şey bir yana, sırf bu nedenle bu takım tutulmaz mı? Dünya âleme “fuck racism” beyanı yapan bir takım bu…
“Kare”mizin dördüncü “as”ına geçmeden biraz Abba dinleyelim: “Voulez Vous”… “A sense of expectation hanging in the air / Giving out a spark…” (Bir beklenti duygusu var havada / Çakılmış bir kıvılcım)
Dört yıl önce, dört yıl sonra
Gelelim Belçika’ya… Nam-ı diğer “kırmızı şeytanlar”a, TRT maç anlatıcılarının “kırmızılar” demekle yetindiği takıma. 2014’te çeyrek finale çıkmışlar, Arjantin’e 1-0 yenilmişlerdi.
O maçın kadrosuna bakalım: Courtois, Alderweireld, Van Buyten, Kompany, Vertonghen, Fellaini, Witsel, Mirallas, De Bruyne, Hazard, Origi. Ve sonradan oyuna girenler: Lukaku, Mertens, Chadli.
Bu 14 oyuncunun 11’i, üç gün önce, son 16’daki Japonya maçında forma giydi. Tottenham’ın oyun kurucusu Dembélé 2014’te kulübedeydi, şimdi de. 2014’te Arjantin karşısındaki ilk 11’de yer alan Van Buyten, Fellaini, Mirallas ve Origi’nin yerlerinde, Meunier, Carrasco, Mertens ve Lukaku vardı 3-2’lik Japonya galibiyetinde. Fellaini ve –dört yıl önceki gibi– Chadli sonradan girdi, üç golün ikisi onlardan geldi.
Dört yıl önce çeyrek finalde Arjantin’e 1-0 yenilerek elenen kadro, üç isim haricinde, şimdi Brezilya karşısında. Premier League’in kalburüstü kulüplerinde forma giyen, takımlarının asları olan oyunculardan kurulu bir kadro bu: Kompany, De Bruyne (Manchester City), Lukaku, Fellaini (Manchester United), Hazard, Curtois (Chelsea), Verthongen, Dembélé (Totteham). Bu isimlere Meunier (PSG) ve Mertens’i (Napoli) eklediğimizde ortaya çıkan resmin Brezilya’ya pabuç bırakmayacak nitelikte olduğu aşikâr. Brezilya’nın dört maçtaki 7 golüne karşılık Belçika’nınki 11, bu da yabana atılmayacak bir veri.
Sadece gönlümüz değil, ibre de Belçika’dan yana. Belçika kazansın, kazanmalı, muhtemelen kazanacak. “Muhtemelen” kısmı “bilimsellik payı” ve “kısmet faktörü” icabı.
Evet, Brezilya’nın Jesus’u, Coutinho’su, Willian’ı, Paulinho’su, Marcelo’su, Thiago Silva’sı, üstüne üstlük Neymar’ı var. Gelgelelim, skorlar da ortada: İsviçre’yi yenemediler, Kosta Rika’yı 90+’larda attıkları iki golle geçtiler, Sırbistan ve Meksika önünde de zorlandılar. İşler istedikleri gibi gitmediğinde kontrollerini kaybettikleri, oyun disiplininden koptukları görüldü.
Sadece gönlümüz değil, ibre de Belçika’dan yana. Belçika kazansın, kazanmalı, muhtemelen kazanacak. “Muhtemelen” kısmı “bilimsellik payı” ve “kısmet faktörü” icabı.
Neymar ciyaklamaları
Neymar’a bir parantez şart. Lineker’e göre, “Neymar ciyakladığı kadar iyi oynuyor”. Tersi de geçerli: Oynadığı kadar iyi ciyaklıyor. Cümle âlem mızıkçılığını ve narsisistliğini görüyor, biliyor. O nedenle sosyal medyada “Neymar montajları” patlaması yaşanıyor, reklam kampanyalarına konu ve esin oluyor.
Pele’ye, Garrincha’ya filan, o kadar uzağa gitmeye gerek yok, Socrates’i, Ronaldo’yu, Ronaldinho’yu gözümüzün önüne getirelim. Neymar’dan aşağı kalır tarafları olmadığı gibi, o taraklarda hiç bezleri yoktu. Neymar kadar antipatik bir Brezilyalı star vaki olmadı. “Zamanın ruhu” demek de mümkün değil. İşte Jesus, işte Coutinho, işte Willian, işte Marcelo. Futbolun bir tanrısı varsa, Neymar’ın oynadığı takımın kazanmasını istemez.
Hangi Belçika?
Belçika’ya dönelim… Grup liderini tayin edecek İngiltere maçından önce, twitter’da “Belçika-İngiltere çok nadir rastlanacak bir maç: Kaybeden kazanıyor. Galip gelen büyük ihtimalle çeyrek finalde Brezilya’yla karşılaşacak” diyorduk. Aynı gol sayısına, aynı averaja sahip iki takımın sonraki eşleşmeyi hesaba katarak bu tarihi maçı nasıl oynayacakları merak konusuydu. Belçika takır takır kazanmaya oynadı, kazandı.
Naklettiğimiz tweet’in son cümlesi “Belçika kaybetsin, yarı finale kalsın”dı. Sitemkâr bir yanıt geldi: “Yani Kongo kaybetsin mi?” Fesupanallah. Bir tane Belçika yok ki. Geçmişi sömürgeci, bugünü neoliberal olan, başkenti AB başkenti bir kraliyet Belçika’sı var, bir de 19. yüzyılda 1. Enternasyonal’in kongrelerine ev sahipliği yapan, 2014 sonunda neoliberal politikalara cevaben genel greve giden Belçikalıların Belçika’sı var.
Üç dilli, üç otonom bölgeden oluşan, işgücünün yüzde 53’ünün sendikalı olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. “Bizim Belçika’mız” o ve ötesi: Troçkist hareketin önde gelen isimlerinden Ernst Mandel’in (polisiye edebiyatı üzerine klasikleşmiş Hoş Cinayet kitapları arasında), vizyoner ressam Magritte’in, çizgi romanın Belçika’sı. Agatha Christie’nin ünlü dedektifi Hercule Poirot’nun da Belçikalı olduğunu hatırlayalım tabii.
Ama en başa Jacques Brel’i yazalım. Rahmetli Tuncel Kurtiz “Benim için Amerika Tom Waits dinleyenlerdir” diyordu ya, Belçika-Brel de öyle. Bize kalırsa, Belçika’nın milli marşı “Ne me quitte pas”. Totemimiz de o. Brel söylüyor: