Dargeçit 29 Ekim 1995 ve 8 Mart 1996 arasında, biri uzman çavuş, üçü çocuk, sekiz kişinin zorla kaybedilmesinin üzerinden 19 yıl geçtikten sonra, 30 Ekim 2014’te açılan ve bugüne kadar süren Dargeçit JİTEM Davası’nın izini sürüyor. Bu filmi yapmaya nasıl karar verdiniz?
Enis Köstepen: Hafıza Merkezi 2017’de Türkiye’nin yakın geçmişindeki ağır insan hakları ihlâlleriyle ilgili ceza yargılamalarının takibini yapan bir projeyi bitirmişti. Davaları takip eden kayıp yakınlarının, avukatların, gazetecilerin, araştırmacıların yer aldığı kapanış toplantısında dile getirilen taleplerden biri de adalet sürecine dair görsel bir kaydın, bir belgeselin yapılmasıymış. O dönem Hafıza Merkezi’nde çalıştığım ve aynı zamanda yapımcılık da yaptığımı bildikleri için bana böyle bir belgeseli kimin çekebileceğini sordular. Başta Övgü Gökçe, Ayşe Çetinbaş ve Çayan Demirel’le görüştüm. Çayan’ın sağlığı bunu yapmaya müsait değildi. O sırada Berke Diyarbakır’daki bir basketbol takımının öyküsünü anlatan Bağlar’ı çekmişti. Bölgedeki ilişkileri kuvvetliydi. Berke’yle buluştum, aklımızdakileri anlattım.
Berke Baş: Enis bana teklif eder etmez kabul ettim. Film için çalışmaya 22 Eylül 2017’de başladık. ‘90’lardan itibaren başta Arjantin ve Şili olmak üzere, zorla kayıplar üzerine çekilmiş çok sayıda belgesel izlemiştim. Bu belgesellere Bosna ve Lübnan’dakiler eklendi. Zorla kaybedilmeler konusunda Türkiye’deki istatistikler hayli yüksek olmasına rağmen, Arjantin, Guatemala, Bosna ve Lübnan’ın yer aldığı haritada değerlendirilmiyordu. 2013-2018 arasında Batman, Diyarbakır, Mardin, İzmir ve Çanakkale’den gençleri buluşturan bir projde Anadolu Kültür’le çalıştım. Belgesel danışmanlığını yaptığım gençlerden ikisi zorla kaybedilmeler üzerine çalışıyordu. Az sayıda da olsa bu konuda işlerin üretildiğini biliyordum, ama 2017’ye kadar Veysi Altay’ın Berfo Ana belgeseli dışında bildiğim uzun metraj bir belgesel yoktu.
Enis: Zorla kaybedilmeler üzerine kurmacalar yavaş yavaş ortaya çıkıyordu; Ali Aydın’ın Küf, Tayfun Pirselimoğlu’nun Hiçbiryerde, Hüseyin Karabey’in Boran filmleri gibi.
Berke: Eşim gazeteci olduğu için 2002’den beri Van’a, Cizre’ye, Şırnak’a sıkça gidip geliyorduk. Bağlar’ın çekimleri sırasında da bölgede çok çalıştım. Duyduğum, bildiğim hikâyeler vardı, ama bunları filme aktaracağımı düşünmezdim. Ailelere gerekli hassasiyeti göstermek, onların hayatına belgeselci olarak dalmak gibi şeylere tek başıma cesaret edemezdim. Ama Enis’in, Hafıza Merkezi’nin büyük emeklerle onlarca yılda oluşturduğu birikim ve sonsuz destekle filme başladık.
Belgesele başlamadan önce Hafıza Merkezi için dava takip etmiş miydiniz?
Enis: Evet, Hafıza Merkezi’nin dava takip ve cezasızlıkla mücadele için oluşturduğu dijital platform Faili Belli kapsamındaki davaları takip ediyordum. 1993-1995 arasında keyfi infaz edilen veya zorla kaybedilen 21 kişiyle ilgili dönemin Cizre Jandarma İlçe Komutanı Cemal Temizöz dahil olmak üzere, çeşitli kamu görevlilerinin yargılandığı davanın 2015’teki son celsesini izledim, dava üzerine bir yazı da yazmıştım. Berke’yle çalışmaya başladığımızda Cizre Temizöz Davası’nı da belgesele dahil edeceğimizi düşünüyordum. O sırada takip ettiğimiz bir diğer dava da İzmir’de görülen Lice Davası’ydı. Lice bir zorla kaybetme davası değil ama ‘90’lardaki ağır insan hakları ihlâllerinin bir parçası. 22 Ekim 1993’te 15 sivil, bir asker ve dönemin Jandarma Bölge Komutanı’nın öldürülmesiyle sonuçlanan askeri operasyon esnasında bir ilçe tamamen yakılıyor. Berke’yle çalışmaya başladığımızda bu iki dava çok güçlü adaylar olarak kafamızdaydı. O sırada Dargeçit Davası bazı hukuki sebeplerden ötürü durmuştu. Hafıza Merkezi olarak duruşmaların yeniden başladığını haber aldık. Böylece elimizde takip edebileceğimiz üç dava oldu.
Dargeçit diğer iki davanın arasından sıyrılıp filmin konusu haline nasıl geldi?
Enis: Dargeçitli ailelerin hikâyesini Veysi Altay Bîr (Kuyu) filmiyle anlatmıştı. Bizim kendimize sorduğumuz soru, ailelerin anlatılarının dışında, hukuki süreci sinemada nasıl anlatabileceğimizdi. Dargeçitli ailelerden önce Avukat Erdal Kuzu’yla tanıştık ve dava sürecini onunla birlikte izlememize izin vermesini istedik. Bize ilginç gelen ve Dargeçit’te karar kılmamıza etki eden bir neden de Erdal Kuzu’nun davanın başında oldukça iyimser olması ve bu davanın başka türlü olduğunu düşünmesiydi.
Berke: Erdal o sırada 1992-1996 arasında 22 kişinin yasadışı keyfi infaz edilmesi veya zorla kaybedilmesine ilişkin Kızıltepe Davası’nın da avukatıydı.
Zorla kaybedilmeler konusunda Türkiye’deki istatistikler hayli yüksek olmasına rağmen, Arjantin, Guatemala, Bosna ve Lübnan’ın yer aldığı haritada değerlendirilmiyordu. 2017’ye kadar Veysi Altay’ın Berfo Ana belgeseli dışında uzun metraj bir belgesel yoktu.
Erdal Kuzu’nun bu davanın farklı olduğunu düşünmesinin sebebi neydi?
Enis: Erdal “Biz tüm maktulleri, kimlikleri tanımladık. Kaybedilenlerin kemikleri bulundu. Aileler bu davanın peşinde, buradan ceza çıkabilir” diyordu. O sırada barış süreci bitmiş, darbe teşebbüsü olmuş, OHAL ilan edilmiş, BAK (Barış İçin Akademisyenler) davaları sürüyordu. Her şeyin tepetaklak olduğu bir dönemde olmamıza rağmen, Erdal umutluydu.
Berke: Erdal Kuzu’yla tanıştığımız andan itibaren hukukun işlemeyeceğini hiç hesaba katmadık. Hukuka o kadar inançlı bir avukattı, o kadar çok delil vardı ki, her şey ortadaydı. Duruşmalarda her şeyi inanılmaz güçlü bir dil ve hafızayla anlattığına tanık oluyorsunuz. Mahkeme salonunda pür dikkat dinliyorsunuz. İnsanın aklına bir an davanın hukuksuzlukla sonuçlanacağı gelmiyor. İçimizde, derinlerde bir yerde adalete, hukuka inancımız vardı. Aslında Lice Davası’nın sonuçlanışı bizim için çok ağır olmuştu. Lice Adalet Arıyor Platformu’nda katliamda yakınlarını kaybedenlerden Şiyar Kaymaz’la çok vakit geçirmiş, söyleşiler yapmıştık. Karar duruşmasından çıkışta Enis’e fısıltıyla şöyle demişti: “Benim yaşadığımı ben yaşamamışım sanki”.
Enis: 90’larda yaşanan ağır hak ihlâllerine karşı açılan davaların duruşmalarında meselenin 30-35 yıl önce vuku bulmuş bir olay olmadığını çok iyi anlıyorsunuz. Hakimlerin tavrını, savcının sanığa ve avukatlara davranışını gördüğünüzde irkiliyorsunuz. O mahkeme salonlarında bugünkü Türkiye’nin siyasi eğilimini ve kararlarını görüyorsunuz. Bir davayı takip etmek bize anlatı yapısı olarak bir şablon sundu. Davanın sonucunun ne olacağını bilmiyorduk, ama dava bittiğinde elimizde bir hikâye olacaktı.
1995’e dönersek, Dargeçit’te ne oldu? Seyhan Doğan, Hazni Doğan, Abdurrahman Olcay, Mehmet Emin Aslan, Abdurrahman Coşkun, Nedim Akyön, Hikmet Kaya, Süleyman Seyhan, Fehime Seyhan, Davut Altınkaynak ve Hayat Altınkaynak gözaltına alınıyor. Götürüldükleri Dargeçit taburunda ağır işkenceye uğruyorlar. Seyhan Doğan, Davut Altınkaynak ve Hazni Doğan henüz 10’lu yaşlarında. Neden gözaltına alınıyorlar, neden katlediliyorlar?
Berke: 28 Ekim 1995’te PKK iki öğretmen ve bir sivili infaz ediyor. Bunun üzerine, o geceden başlayarak ama esas olarak 29 Ekim’de bölgeye bir operasyon düzenleniyor. Cumhuriyet Bayramı törenine Dargeçit İlçe Jandarma Komutanı Mehmet Tire geliyor ve tuvalette Hazni Doğan’ı görüyor. Seyhan’la Davut çobanlık yaptığı için törende sadece Hazni Doğan var. 29 Ekim gecesi 15 kişi gözaltına alınıyor, Davut ve Hazni ilk gözaltına alınanlar arasında değil. Bütün gözaltılar 29 Ekim-2 Kasım arasında yapılıyor. Seyhan’ın annesi Asiye Doğan Dargeçit Jandarma Karakolu’na gidiyor ve çok kötü muamele görüyor. Asiye Doğan’ı 35 gün gözaltında tutup kaybetmeye çalışıyorlar. 35 gün boyunca öyle kötü şartlarda tutuluyor ki, adeta ölüsü çıkıyor oradan, hayatı boyunca da iyileşemiyor. Öteki aileler de sürekli dilekçe veriyor. Ama savcılıkla jandarma aynı binada. Aileler savcıya gittiklerinde savcı “Benim bir şey yapabilecek gücüm yok, dilekçeyi jandarma komutanlığına götürmeniz gerekir” diyor. Dilekçeyi teslim ettikleri kişi kaybedilmelerden sorumlu olan kişi. Aileler korkunç bir döngünün içine hapsoluyor.
Enis: Cezasızlık meselesindeki birinci husus savcının ayrı bir kolluk gücünün olmaması, fail olan kolluk gücünün suçu araştırma yetkisini elinde tutması.
Berke: Aileler herkese ulaşmaya çalışıyor. İddianameden öğrendiğimiz kadarıyla, o dönem uzman çavuş olan Bilal Batırır 3-4 Mart gibi ailelere para karşılığında Fehime Seyhan’ın 57 yaşında zorla kaybedilen babası Süleyman Seyhan’ın yerini söylüyor. 6 Mart’ta Süleyman Seyhan’ın cesedi Batırır’ın işaret ettiği yerden çıkıyor. Bu haber üzerine jandarma komutanlığı 8 Mart’ta Bilal Batırır’ı da kaybediyor, gerillaya katıldığını söylüyorlar. Biz her şeyi iddianameden öğrendik. Devletin savcısının gizli tanıklar ve korucularla yaptıkları her şey soruşturma dosyasında mevcut.
İlk iddianamenin yazılması ve davanın görülmesi ne zaman?
Enis: Yakılmış bedeni kuyuda bulunan Süleyman Seyhan’ın ailesi AİHM’e başvuruyor ve başvurudan sekiz yıl sonra, 2004’te AİHM Seyhan ailesine tazminat ödenmesi için Türkiye’yi mahkûm ediyor. Bizim okuduğumuz ilk iddianame 2014 tarihliydi. Ergenekon ve Balyoz davalarının açılmasıyla birlikte JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi) davalarının da önü açılmıştı. Hafıza Merkezi’nin 2013’te yayımlanan zorla kaybetmeler üzerine ilk raporu Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybetmeler de güçlü bir durum analizi sunuyor. JİTEM’in varlığını devlet hiçbir zaman resmen kabul etmedi. 1993’ten itibaren, dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ekibi tarafından “Alan Hakimiyeti Kurma ve PKK’yı Bölgede Barındırmama” amacıyla yeni bir güvenlik stratejisi benimsendi. JİTEM bu stratejinin parçasıydı. Bu paramiliter yapı itirafçılar, korucular, jandarma istihbaratının sivil unsurları ve ordu mensuplarından oluşuyor, PKK ile ilişkisi olduğu ya da milis olduğu iddia edilen kişileri alarak kaybediyor, işkenceyle öldürüyor, suikastlar düzenliyordu.
Film Davut Altınkaynak ve Seyhan Doğan’ın zorla kaybedilmesinin ardından ailelerinin 27 yıldır verdiği adalet mücadelesini gözler önüne seriyor. Filmin odağına bu iki çocuğu alma kararınızın nedeni neydi?
Enis: Baştan beri bu konuda çok tartıştık. Çocukların gözaltına alınması, gözaltında işkence görüp öldürülmesi Berke’ye çok dokunuyordu. Davut’un hikâyesini annesinden ve babasından takip ediyorduk. Davut’un babası Abdülaziz Bey seslerinin daha çok kişi tarafından duyulması için bu belgeseli büyük bir fırsat olarak gördü. Mizgin Doğan ve Hazni Doğan da Seyhan’ın öyküsünü anlatıyorlardı. Sakin’in (Onur Özdemir) Seyhan Doğan için yazdığı Kurtlu Kuyu parçasını daha sonra Sezen Aksu da Günaydın Memur Bey adıyla yeniden yorumlamıştı. Sonuçta, bazı seçimler yapıp o seçimlere odaklanmamız gerekiyordu, Erdal Kuzu ile dava sürecine, Davut ve Seyhan ile zorla kaybedilip öldürülenlere odaklanmaya karar verdik.
90’larda yaşanan ağır hak ihlâllerine karşı açılan davaların duruşmalarında meselenin 30-35 yıl önce vuku bulmuş bir olay olmadığını çok iyi anlıyorsunuz. Hakimlerin, savcının tavrını gördüğünüzde irkiliyorsunuz. O mahkeme salonlarında bugünkü Türkiye’nin siyasi eğilimini ve kararlarını görüyorsunuz.
Berke: Dikkat ederseniz, herkes filmde eşit konuşmuyor; biz birilerinin sesini kıstığımız, birilerini dahil etmediğimiz için değil, bazı aileler bu süreci inanılmaz bir sessizlik içinde geçiriyor. Çok sevdiğimiz, filmin en temel cümlesini kuran Ahmet Akyön mesela, ilk kez son karar günü konuştu: “En azından kendimizi tanıdık. Aramızdaki mesafeyi kendi gözlerimizle gördük. Çocuklarımızın kemiklerini bulduk”. Biz ailelerin bize yönelmesini bekledik.
Enis: Yaptığımız bazı festival başvurularında gözlemci belgesel olup olmadığımız soruluyor. Bir yanıyla, gözlemci yaklaşıma sadık kaldık. Esas olarak en çok Avukat Erdal Kuzu’ya soru soruyoruz. Adliye koridorlarında, çayhanede sessiz katılımcı olduk.
Ailelerin çoğunun konuşmadığını söylediniz; bu kamerayla ilgili bir durum muydu?
Berke: Kendi aralarında da konuşmuyorlardı.
İçlerindeki bunca acı, bunca öfke birikirken bu kadar suskun ve metanetli kalmayı sizce nasıl başarıyorlar?
Enis: Yanlarında durmayı ve eşlik etmeyi çok önemsedim, ama iç dünyalarını anlamak için ekstra bir çabaya girmeye haddim olmadığını düşündüm. Bunlar uzun süreye yayılmış karşılaşmalar ama, onlarla duruşmaların çerçevesinin dışında uzun saatler, günler geçirmeyeceğimizi de biliyorduk.
Berke: Aileler 27 yıldır çocukları ve kardeşleri için bu direnişi sessizce sürdürüyor. O mahkeme salonlarına giderek kayıplarını onurlandırıyorlar. Asıl üzüntüyü davanın karar günü yaşayacaklarını, filmin de ondan sonra başlayacağını biliyorduk. Bu konuyla ilgili Hafıza Merkezi’nin yürüttüğü ve kayıp ailelerinin dahil olduğu bazı etkinliklere katıldık. Böyle bir buluşmada babası 1993’te Ankara’nın göbeğinde kaçırılıp katledilen Mecit Baskın’ın oğlu Eren Baskın’ın sözü çok doğru: “Devlet için zamanaşımı olabilir, ama bizim için zamanaşımı yok”.
Enis: Davut’un babası Abdülaziz Bey gösterimlerde seyirciyle temas kurmayı, her defasında onlara seslenmeyi çok önemsiyor. Hem yaşadığı acıyla hem süre giden mücadelesiyle belgeselde yer almak, ardından da seyirciyle karşı karşıya gelmek çok kolay olmasa gerek. Ama Abdülaziz Abi her gösterimde bulunmak, filmi tekrar izlemek ve seyirciyle konuşmak istiyor.
Avukat Erdal Kuzu 26. duruşma sonrası ailelere davanın bir yere gitmediğini ve kararı talep etmenin doğru olacağını söylüyor.
Enis: Orada aileler şaşırıp bir daha dava açıp açamayacaklarını soruyor. O âna kadar tutundukları bu dava sürecinin bitecek olmasının hem ailelerde hem de Erdal Kuzu’da yarattığı endişe filme de yansıdı.
Erdal Kuzu’nun davanın başında çok umutlu olduğunu, sona doğru bu umudun sönümlendiğini görüyoruz. Erdal Kuzu bu adalet mücadelesinde sizce neyi simgeliyor?
Berke: Kızıltepe-Adıyaman arasındaki yolculukları Erdal Kuzu’yla o kadar severek yaptık ki. Onun sohbetini de dostluğunu da ayrı sevdik. Erdal İnsan Hakları Derneği’nin Mardin Şube Başkanlığı’nı 17 yıl boyunca yürütmüş. Bu görev özellikle ona verilmiş, kimse de sonra almak istememiş. Bizi çok etkilese de, duruşmalardaki tavrını filmde gösteremedik. Benim gözümde, mahkeme salonunda bir kahramana dönüşüyor. Duruşmalardaki netliğini, ailelere bağlılığını söze dökmek zor. Filmde şöyle diyor: “Belki ben de kaybedilebilirdim”. Erdal da o çocuklarla aynı yaşta.
Dargeçit davası 2014’te Mardin-Midyat’ta açılıyor, sonra Adıyaman Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülüyor. Bu yüzden aileler her duruşmada kilometrelerce yol yapıyor. Deliller karartılıyor. Tanıklar getirilmiyor. 1995’te Dargeçit’te görev yapan savcıya ulaşılamıyor… Savcı neden bulunamıyor?
Enis: Savcı FETÖ davasından tutuklanıyor. Sonra, pişmanlık yasasıyla itirafçı oluyor, fakat sırra kadem basmayı başarıyor.
Berke: Enis savcıyı buldu.
Enis: Google’dan buldum!
Berke: Enis savcının Samsun’da olduğunu öğrendi, Erdal da bu bilgiyi mahkemeye sundu. Ama bir sonuç elde edilemedi.
Dönemin Dargeçit savcısı mahkemede tanıklık yapsaydı davanın seyri nasıl değişirdi?
Enis: Gözaltıların yapıldığını teyit etmiş olacaktı.
Berke: Duruşmalardan birine dönemin Dargeçit Kaymakamı geldi. “Gözaltılar olduğunu duyuyordum, tanık değildim, bilmiyorum” gibi ifadeler kullandı. Devlet, devlet memuruna daha çok güveniyor. Onların sözlerinin ağırlığı, geçerliliği var. Erdal’a göre savcı, kaymakam mahkemede “Bunlar yaşandı” dese bu inkâr kırılacak. Devletin memurunun, savcısının, kaymakamının bu tanıklığı yapması ailelerin argümanını güçlendirecekti. O yüzden de bu kişilerin davaya gelmesinin önü kesiliyor.
Enis: Sonuç olarak, beraat mütalaasında bu insanların neden öldüğü sorusuna savcının verdiği cevap aralarında kan davası olabileceği.
Aileler 27 yıldır çocukları ve kardeşleri için bu direnişi inanılmaz bir sessizlikle sürdürüyor. Filmin en temel cümlesini kuran Ahmet Akyön mesela, ilk kez son karar günü konuştu: “En azından kendimizi tanıdık. Aramızdaki mesafeyi kendi gözlerimizle gördük. Çocuklarımızın kemiklerini bulduk”.
Seyhan ve Davut’un kemiklerinin bulunması davanın seyrini nasıl etkiledi?
Berke: Seyhan ve Mehmet Emin Aslan’ın kemikleri 2012’de bulunuyor. Ondan sonra iddianame süreci hızlanıyor. Abdurrahman Olcay’ın kemikleri 2014’de tespit ediliyor. Bu insanlar öldürüldü. 20 yıl sonra kemikleri sudan çıksa da deliller gücünü koruyor, bu sebeple dava süreci de yeniden başladı. Duruşmalar devam ederken 2015’te Nedim ve Davut’un kemiklerinin bulunduğu kuyu da ortaya çıkıyor.
Bu kuyular nerede, Dargeçit’e yakın yerlerde mi?
Berke: Hepsi Kızıltepe ile Dargeçit arasında. En son bulunan Davut ve Nedim’in kemikleri Dicle kenarındaki bir mağaradan çıkıyor. Kuyu denen de mağara aslında, bu insanları 120 metre kadar derine indirmişler.
Enis: Veysi Altay’ın filminde kemiklerin çıkarıldığı anlar da görülüyor.
Berke: Orada sürekli kazılar var. Gerillalara ait toplu mezar sayısı da çok. Yalnızca Davut ve Nedim’in kemikleri bulunmuyor, yedi-sekiz kişinin daha kemiklerine ulaşılıyor. Bir korucu Mehmet Emin Aslan’ı gördüğünü 2012’de itiraf ediyor. Diğerleri kuyulardaki kazılar devam ederken ortaya çıkıyor. Davut ve Nedim Akyön’ün bulunmasından sonra bir-bir buçuk yıl adli tıp süreci devam ediyor. Her kemik bulunduğunda aileler sorularla baş başa kalıyor: Kimin kemikleri bulundu? Ne zaman tespit edilir? İnsan Hakları Derneği kayıp ailelerini arıyor, DNA analizi için kan örneği göndermeleri yönünde tavsiyelerde bulunuyor. Sonuçta, Kılavuz Köyü’ne giden yolda bulunan kemiklerin Davut ve Nedim’e ait olduğu ortaya çıkıyor. 2016’da Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı olduğu için ailelerin çoğu ilçeyi terk etmiş. Nedim ve Davut’un aileleri savcılığa gidip cenazeleri birkaç gün daha tutmasını rica ediyor. Savcı Abdülaziz Bey’in ve Nedim Akyön’ün ailesinin eline kemiklerin olduğu poşeti tutuşturup “Alırsanız şimdi alın, yoksa mahkemeniz Adıyaman’da devam ettiği için oraya teslim ederim, siz de yasal süreci takip etmek zorunda kalırsınız” diyor. Aileler poşetle kemikleri alıp Dargeçit Savcılığı’ndan çıkıyor. Gelebilenlerle cenaze töreni yapılıyor.
Pek çok delil olduğundan bahsettiniz. Bunlar neler?
Berke: Nedim’le Davut’u Kılavuz Köyü’ne götüren panzerin koordinat bilgileri var. O panzerin gittiği her metrenin kaydı mevcut. Devlet elinde inanılmaz veri tutuyor aslında. Lice Davası’ndaki bir avukat anlattı, bir güvenlik görevlisi kendisine şöyle demiş: “Biz denizin dibindeki silahı bile buluruz, kimin tetiği çektiğini de sana iki günde söyleriz.”
Belgesel bu kanıtların peşine düşmüyor. Her şey çok berrak, fail belli. Bu tavrı nasıl benimsediniz?
Berke: Bunu söylemenize sevindim, çünkü hedefimiz tam da buydu. Sürekli ailelerden suçu ispat etmeleri, karşı tarafı ikna etmeleri bekleniyor. Bizim içinse ailelerin iddialarının doğruluğu kesindi. Onları dinledik, iddianameleri okuduk, arşivlere baktık. Zihnimizde bir soru işareti yoktu. İddianamelerde her şey isim isim ortaya dökülmüş. Aslında devletin ve mahkemenin de olaylara dair hiçbir şüphesi yok.
Dargeçit nasıl bir yer?
Berke: Dargeçit’e hiç gitmedik zira aileler göç etmişti. Genelde Davut’un babası Abdülaziz Bey’i takip ettik. Abdülaziz Bey Davut’un kemiklerini bulduğunda Dargeçit’e gömmek istememiş.
İlk kayıtlara ne zaman, hangi koşullarda başladınız?
Berke: Elimde kasete kayıt yapan eski bir kamera vardı, 2018’in mayıs ayında yeni bir kamera aldık. O dönemde Hafıza Merkezi’nin zorla kaybetmeler üzerine yaptığı Hackathon projesinin işleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Anıl Olcan Aşikâr Sır sergisine dönüşecek olan minör anıtlar üzerine çalışıyordu. İlk çekimimizi Anıl’ın kaybedilenlerin yüzlerini mermerlere nakşettiği küçük heykelleri hazırladığı sırada yapmış olduk. Anıl’la buluştuğumuzda dakikalarca mermerin üzerinde Davut’un yüzünün belirmesini bekledim. O andan itibaren de Davut’un ifadesine, imgesine tutundum. Bu büyük bir şanstı çünkü bu şekilde filmin sinema dilini de ilk çekimle kurmaya başladık. Duruşmaları takip edip aktarmak istiyorduk, ama bir de bu kayıpların anısını yaşatma mücadelesi söz konusuydu. Anıl’ın filmde de söylediği gibi onları tekrar yeryüzüne çağırmak istiyorduk. Bir kanalda hukuki mücadele devam ederken, diğer kanaldaki sorumuz şuydu: Anıl’ın yaptığını biz de filmle yapabilir miyiz? Kayıpları tekrar yeryüzüne çağırma, onları var edebilme sürecinde sinemanın neyi başarabileceğine kafa yoruyorduk. Sadece hukuku değil, sanatsal temsiliyeti de çok düşündük.
Filmin biçimsel özellikleri nasıl ortaya çıktı?
Berke: Ekibimizin çok küçük olması gerekiyordu. Küçük ve iyi bir kamera seçmek için çok araştırma yaptık. Sony Z-90 çıktığı anda siparişi veren ilk kişi olabilirim. Makinenin reklamı Nisan ayında çıktı, bir ay sonra siparişi verdiğimde Amerika’daki mağaza Japonya’dan henüz yola çıkmadığını söyledi. 2016’da Bağlar’ı gösterdikten sonra, Diyarbakır’a tekrar gittiğimizde herkes bize bu filmi yeni siyasal koşullarda çekemeyeceğimizi söylemişti. Kameralara karşı büyük bir tepki mevcuttu.
Aileler mahkeme salonlarına giderek kayıplarını onurlandırıyor. Asıl üzüntüyü davanın karar günü yaşayacaklarını, filmin de ondan sonra başlayacağını biliyorduk. Babası 1993’te Ankara’nın göbeğinde kaçırılıp katledilen Mecit Baskın’ın oğlu Eren Baskın’ın sözü çok doğru: “Devlet için zamanaşımı olabilir, ama bizim için zamanaşımı yok”.
Mahkeme salonlarında çekim yapmanız mümkün oldu mu?
Berke: Mahkeme salonlarına kamera sokamıyorsunuz. Bütün duruşmalara girdik, hep oradaydık. Adliyelere kamerayı hiç sokamadık, çektiklerimizi telefonlarla çektik. Adliyeye ilk defa 22 Ekim 2018’de gittik. Yavaş yavaş fotoğraf çeker gibi başladık. İlk iki duruşmanın çekimleri çok kötüydü. Çoğunlukla göğsümüze tutarak çektik. Adliyelerdeki havalandırmaların sesi de ciddi bir sorundu. Bu yüzden ses ve görüntü arasında kopukluklar oluştu, mesela Erdal konuşurken Abdülaziz Bey’i görüyoruz. Kafamızda hep sesi kullanmanın daha önemli olduğu vardı, zira anlatılanları bir şekilde bir görüntünün üzerine yedirebilirdik. Kamerayla çektiğimiz bölümler de olduğu için izleyicinin telefon çekimlerini hoş göreceğini tahmin ediyoruz.
Enis: Ses konusunda çekimler sırasında daha özenli olabilirdik, ama post-prodüksiyonda Cenker Kökten sesleri anlaşılır hale getirdi. Ortaya bir film çıkıp çıkmayacağını bilmediğimiz uzun bir süreç yaşadık. Davalara gidip geliyoruz, adliye kantinindeyiz, ailelerleyiz, ama sonucun ne olacağı belli değil. İkinci yıldan sonra Berke artık elimizde bir film yapmaya yetecek malzeme olduğuna kanaat getirdiğinde rahatladım.
Berke: Malzemeyi toplayıp Ordu’da yayladaki evimize çıkıyordum. Bir duruşmada sadece 13 dakika çekebilmişiz, bir başkasında 24 dakika… Davayı dört yıl boyunca takip etsek de hep çok azar görüntü aldık. Erdal’la sürekli yollardaydık, çok anlattı, ama bir noktada kamerayı indiriyorsunuz. Mahkemelere her gidişimizde yaşadığımız onlarca duygu var, bekleyiş anları… Koridorlarda beklemek, yürümeler, ardı ardına içilen çaylar, sürecin o kadar temel bir parçası ki. Bütün bunları kamerada görmek, o duygunun geçtiğine inanmak filme olan inancımızı da arttırdı.
Erdal Kuzu’yla Fırat Nehri’nin kenarında durduğunuz sahnede şöyle diyor: “Bütün bunların tek güzel tarafı Fırat’ı görüyoruz”. Bu cümlede doğanın, coğrafyanın tanıklığının ağırlığını hissettik…
Berke: Filmi tasarlamaya başladığımızda hayaletli peyzaj olgusuna bakmak istemiştik. Fırat Nehri bir hat gibi, Fırat’ın doğusu hep karanlıkta kalıyor. Dışarıda çok çekim yapamadığımız için o manzaraya uzun uzun bakamadık. Kaybedilenlerin stüdyo fotoğrafçılarına çektirdikleri fotoğraflar var. Hepsi yapay doğa manzaraları içinde.
Davut’un fotoğrafı nerede çekilmiş?
Berke: Davut’un arkasındaki manzara gerçek, Dargeçit’e adını veren, arka tepelerinde bir karakolun yer aldığı inanılmaz bir vadide. Kuzenler ve komşu çocuğuyla çekilmiş o fotoğraf, yıllar sona Mersin’de ortaya çıkıyor. Anıl Olcan’ın çalıştığı kayıp fotoğraflarının çoğunun arka planında stüdyo fonu var: bir çayır, papatyalar, çiçekler… Filmde kullandığımız Seyhan Doğan ve kardeşi Hazni’nin fotoğrafı da bir fonun önünde ama hikâyesi daha farklı. Orijinalinde Seyhan ve Hazni ile beş kişi daha varmış fotoğrafta, Dargeçit’te evlerinin damında çekilmiş. Hazni onu 2008’de bir fotoğraf stüdyosuna götürüyor, Seyhan ve kendisini kestirip orada beğendiği bir manzara fonu önüne fotoşopla ekletiyor. “Beğendiğim bir dağ manzarası olsun istedim” diyor. O suniliğin bile bir güzelliği çağrıştırmasını, onları güzel bir yerde anabilmeyi çok istedik. O sahnelerin müziğiyle o kadar çok uğraştık ki. Ses tasarımımızı yapan Cenker Kökten’e hep şunu dedim: “Güzel bir yerin sesini bulalım”. Bu insanlar kuyularda kaybedildi, korkunç şartlarda yok edildiler. Onlara ait güzel bir imgenin kalması için doğa çok önemliydi.
Acıyı anlatma mesafenizi ayarlarken neleri gözettiniz?
Enis: Dahil olma konusunda kendimizi kısıtladık. İnsanların evine gidip aile albümlerinin peşinde koşmadık. O günü, olayı tekrar tekrar anlattırma derdine düşmedik. Bunlar da belgeselci yöntemleri. Biz sadece bütün duruşmalara gitmeye ve o yolculukları mümkün mertebe Erdal’la yapmaya çalıştık. Kendimize çok sınırlı bir konum seçtik.
Berke: Kameramız bazen çok yakın plan. Bizse geride durmayı seçtik. Abdülaziz Bey’le geçirdiğimiz zamanlar, anne Hayat Hanım’ın bize anlattıkları… Ama biz duygu inşasına değil, yapılabileceklere ve onların mücadelesine odaklanmayı tercih ettik. Onları aciz, ajite, mağdur gösteremezdik. Kaldı ki mağdur değiller, son derece güçlü karakterler ve 27 yıldır hukuk mücadelesi veriyorlar. Onları ayakta tutan mücadeleyi gösterebilmek bizim için çok anlamlıydı.
Enis: Abdülaziz Altınkaynak 27 Nisan Cumartesi 2024 günü filmin ilk gösterimi öncesi Galatasaray Meydanı’nda oğlu Davut Altınkaynak ve Seyhan Doğan’ın fotoğraflarını kaldırdı.
28 Kasım 2015’te katledilen Lice Davası’nın da avukatı Tahir Elçi’nin kaybı çalışmanızı nasıl etkiledi?
Berke: Biz o dönem henüz çekimlere başlamamıştık. Cinayetin sonrasında avukatlar her cuma Diyarbakır Adliyesi önünde Tahir Elçi için bir araya geliyordu. Biz de Diyarbakır’a her gittiğimizde mutlaka adliyeye gidiyorduk.
Enis: Tahir Elçi’nin ölüm haberini İstanbul’da aldım. İlk defa 2015 yazında Hafıza Merkezi’nin düzenlediği bir eğitim programı vesilesiyle kendisiyle yüz yüze tanışmıştım. Onun eğitmen olabileceği bir eğitim programıydı, ama o katılımcı olarak yer almak istemişti. Mütevazılığına şaşırmıştım. Öldürüldüğü gün de Hafıza Merkezi’nin düzenlediği bir hukuk sempozyumuna gelmesi bekleniyordu.
Berke: Biz hiç tanışmadık. Ölümünden bir ay önce, kendisi hakkında uzun bir makale hazırlayan The Guardian’dan gazeteci Christopher de Bellaigue için söyleşi randevusu aldım. Barodaki sekreteri müthiş nazikti. Gazeteci söyleşiyi yaptı, birkaç hafta sonra da ölüm haberi geldi. Filmde gördüğünüz anma belgesele son anda girdi. Filmden Lice’yi ayırınca Tahir Elçi’yi de ayırmış olduk. Elimizde Tahir Elçi’yle 2014’te yapılmış söyleşiler var, ama filme bir türlü giremediler.
Diyarbakır sokaklarında avukatların cübbeleriyle yürüdüğü eylem sahnesinde yürüyenler arasında bir süre önce tahliye olan Ayla Akat Ata da var…
Enis: Filmi en son test için izlerken o sahnede acaba anlatmak istediğimiz hikâyenin ötesine geçen fazla bir şey olup olmadığını düşündüm. Ama Tahir Elçi’yi anmak için cübbeli avukatlarla polislerin yan yana yürüdükleri ânın imgesi çok kuvvetliydi.
İstinaf mahkemesi beraat kararına itirazı reddetti. Şu an dosya Yargıtay’da. Zaman aşımına sayılı günler var. Bundan sonra neler olacak?
Enis: Büyük ihtimalle istinaf Erdal Kuzu’nun itirazını reddedecek. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi süreçleri başlayacak.
Berke: Cizre Temizöz Davası’nda çıkan karar beş ayda onanmış.
Enis: Vartinis Davası’nda Yargıtay dönemin ilçe jandarma komutanı için beraat kararını bozmuş, dava yeniden görülmeye başlanmış, dönemin ilçe jandarma komutanı için tutuklama kararı çıkmış ve karar infaz edilmeden dava 2023’te zamanaşımına uğramıştı. Yine de Yargıtay jandarma komutanının sorumluluğunu tanımıştı.
Ailelerin üzerindeki bitmeyen devlet şiddetinin yanı sıra ölülere dönük şiddetin de devam etmesine dair neler gözlemlediniz?
Berke: Özgür Sevgi Göral cezasızlığın da bir tür ırkçılık olduğunu söylüyor. Bizim gözlemlediğimiz asıl şiddet devletin kaybedilenlerin yaşam hakkına kastedebilme cesareti ve donanımı. Daha sonra da bunun inkâr edilebilmesi. Hayatı koruma iddiasındaki bir yapı yok ediyor, öldürüyor ve sonra da hakikate ulaşılmasını engellemeye çalışıyor. Mahkeme bu olayın son halkası.
Film ilk defa 43. İstanbul Film Festivali’nde izleyici karşısına çıktı ve festivalden En İyi Belgesel ödülüyle ayrıldınız. Adınız anons edildiğinde ne hissettiniz? Ödülü bekliyor muydunuz? Festivallerin bugün özellikle belgesellere yönelik sansürcü tavrı Dargeçit’i nasıl etkiliyor?
Enis: Dargeçit’in çekimleri ve yapımı Türkiye’nin birçok kritik siyasi dönemeçten geçtiği çok uzun bir döneme yayıldı. Sinemada, sanatta yaşanan sansür hikâyelerini takip edip filmin başına gelebilecek olası şeyleri ister istemez düşünüyorsunuz. Ama filmin bu davayı yaşandığı gibi anlatabilmesi ve yargı sürecinin reddettiği hakikati ve adalete erişme hakkını seyirciye görünür kılması öncelikti. Biz öncelikle bunun derdindeydik. Bu perspektifi ve zorla kaybetmelerin yaşandığı Kürt çatışması bağlamını hakkıyla yansıtabilmek için elimizden geleni yaptık.
Berke: Belgeseli İstanbul Film Festivali izleyicisine göstermek bizim için önemliydi. Son yıllarda festival iptaline kadar varan tartışmaların, kısıtlamaların, baskıların gölgesinde bağımsız belgesellerin gösterimi için imkânlar o kadar azaldı ki, dört koldan izleyiciyle buluşma ortamları yaratmaya çalışıyoruz. Bir festivalin “genel izleyicisine” ulaşabilmek anlatmaya çalıştığımız meselelerin görünürlüğü ve tartışılması için çok önemli. Kabul telefonu gelene kadar programa alınır mı, alınmaz mı diye tereddüt içindeydik. Ödülse hem bizim için hem de aileler açısından bambaşka bir etki yarattı, tören akşamı Davut’un babası ve kız kardeşi, filmdeki ikinci avukat dostumuz Veysel Vesek bizimleydi. Filmin adı söylendiğinde yerlerinden fırlamışlar. Veysel “Sonunda biz de bir şeyi kazandık!” demiş.