Dünyanın önde gelen gazeteleri neleri konu ediyor, araştırmacı gazetecilik neleri bulup çıkarıyor, Türkiye hangi bağlamlarda yer alıyor, yer almadığında da kendisini nasıl çağrıştırıyor? Ekranda ve matbuatta bir temmuz sonu gezintisi…
Okudukça neler öğreniyor insan. Tanıdıklara rastlayınca mütevazi bir sevinç, yeni şahsiyet ve olaylarla karşılaşınca da gıdıklanan merak. Kitaplar, söyleşiler, haber ve yorumlar çok zengin. Bizdeyse çok fakir…
Ekranda gezinirken, bir gazete, dergi ya da kitabın sayfalarını çevirirken, tanıdık bir isme ya da simaya rastladığınızda, bıyıkaltı bir gülümseme ya da yanak yanı bir gevşeme. Yepyeni, ilk defa karşılaştığınız bir isim, bir cemal ya da bir fikir/bilgi çıkınca da, kafa hafif öne doğru eğilir, dört göz flaş çakar, hatta mavi-kırmızı ışıklı siren bile çalar, ambulans ya da itfaiye aracında olduğu gibi. Bir de ilk okuduğunuzda belki de hiçbir bağlantı/benzerlik kuramadığınız metinlerin beşinci paragrafından sonra pat diye İstanbul ya da Diyarbekir’de hissedersiniz kendinizi. Çağrışım.
Dünyanın dört bir köşesinde önemli bir toplumsal hareket yükseliyor: Kadın hareketi. Mee Too’yla ivme kazandı, kadın cinayetlerine, taciz ve tecavüzlere karşı kitlesel bir niteliğe kavuştu. Le Monde (12 Temmuz) tarih profesörü Robert Muchembled’le yaptığı uzun söyleşide kadın düşmanlığının, anti-feminizmin kökenlerine giriyor.
Henüz 17 yaşındayken Kırımlı Tatarlar tarafından padişaha armağan edilen Ukraynalı kadının asıl adı Anastasia Lisovska; bir rahibin kızıymış. Biz onu Hürrem Sultan olarak tanımıştık. Kanuni’nin nikâhlı eşi, sonraki padişah II. Selim’in annesi olarak.
“Kadınların Şeytanlaştırılmasından Alevli İnfaz Sehpalarında Yakılan Cadılara” başlıklı söyleşide Batı’da kadın düşmanlığının özünün ve yaratıcı merkezinin erkek egemenliğini muhafaza etmeye çalışan kilise olduğu belirtiliyor. Kadınların erkeklerin sahip olduğu imtiyazlara ulaşamaması için dini gerekçelerle nasıl şeytanlaştırıldığına, cadılaştırıldığına dair 16. ve 17. yüzyıldan somut örnekler var söyleşide.
Le Monde’da (28 Temmuz) kurban bayramı münasebetiyle bir Kâbe yazısı: “Mekke: Putperestlerin tapınağından Müslümanların en kutsal mekânına.”
Hürrem Sultan’dan Ayasofya’ya
Yine Le Monde’da (25 Temmuz), “Seks ve İktidar” başlıklı yaz tatili dizisinin “Roxelane: Hıristiyan esirlikten Osmanlı İmparatorluğu’nun diplomatlığına” başlıklı yazısı bir “haremden çıkan kadının maceraları” kıvamında. Henüz 17 yaşındayken Kırımlı Tatarlar tarafından padişaha armağan edilen Ukraynalı kadının asıl adı Anastasia Lisovska; bir rahibin kızıymış. Biz onu Hürrem Sultan olarak tanımıştık. Kanuni’nin nikâhlı eşi, sonraki padişah II. Selim’in annesi olarak.
Selanik’teki Yahudilerle ilgili bir feature’a geçiyoruz: “Unutulmasına izin veremeyiz, unutursak ölürüz”. The Guardian (30 Temmuz) vakti zamanında İspanya ve Portekiz’den gelen Yahudilerin geçmişle ilişkilerini deşmiş. Engizisyon mağdurları.
Aşırı-sağcı, ırkçı Fransız yazar-aktivist Alain Soral “faşist devrim” propagandası yapar yapmaz neredeyse 30 Temmuz tarihli bütün Fransız gazetelerinde haber oldu. Çünkü daha önce bir çok kez yargılanıp mahkûm olmuş, hapis yatmış bu süzme faşist yine polis tarafından gözaltına alındı. Bizde olsa bu adalet sistemi, hükümet kurabilmek için adam bulmak zorlaşır vallahi…
Le Monde ve New York Times’daki Van Gogh haberinde dedektiflikle gazetecilik, sanatla tarih iç içe. Hollandalı ressamın son günü tamamlayamadığı son tablosu ile eski bir kartpostal arasındaki benzerlik sayesinde aydınlanıyor.
Gelmişken kalalım biraz mümtaz ve üzgün memlekette. The Guardian (21 Temmuz) “Konusu Türkiye olan ve sizi Türkiye’ye götürecek en iyi 10 kitap” başlığı altında İngilizce olarak yayınlanmış kitapları tanıtmış: İlyada (Homeros), Memleketimden İnsan Manzaraları (Nâzım Hikmet), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Ahmet Hamdi Tanpınar), İnce Memed (Yaşar Kemal), Kar (Orhan Pamuk ), Devir–Dilsiz Kuğular Zamanı (Ece Temelkuran), Baba ve Piç (Elif Şafak), Trabzon Kuleleri (Rose Macaulay), Kanatsız Kuşlar (Louis de Bernières), Yeniçeri Ağacı (Jason Goodwin).
Yerli ve milli bir isim taşıyan son seçkimiz Tek Adam’dan bahsediyor. Libération (27 Temmuz), “Erdoğan Charles Quint’e karşı” başlığı altında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle İspanya Cordoba’daki caminin kiliseye dönüştürülme süreçlerini kıyaslıyor. Yıkıcılık ve yapıcılık, zevksizlikle estetiğin kavgası.
Shakespeare ve Van Gogh
İki büyük sanatçı, Shakespeare ve Vincent Van Gogh, hakkında çok uzun yıllar sonra ortaya çıkarılan ya da çıkarılmaya çalışılan iki hakikat. Maggie O’Farell Hamnet başlıklı romanında dünya edebiyatının büyük yazarının salgında yitirdiği oğlunun eserleri üzerindeki etkilerini araştırmış. New York Times’daki (17 Temmuz) tanıtım yazısına göre, Shakespeare’in ikizlerinden Hamnet 1596 yılında, henüz 11 yaşındayken veba salgınına kapılıp ölüyor. O’Farell’in kitabı iki açıdan önemli: Şimdiye kadar Shakespeare’in biyografisini kaleme alan erkek araştırmacı ya da akademisyenlerden farklı olarak, O’Farell konuya feminist perspektifle eğiliyor. Ayrıca, Hamnet’in ölümünden sonra Shakespeare’in eserlerinde oğlunu kaybetmiş bir babanın duygusal hislerini ayıklıyor.
Le Monde’daki (28 Temmuz) “Bu bir elveda mesajıdır: Van Gogh’un son tablosunun sırrı” başlıklı yazı ile New York Times’daki (28 Temmuz) “Van Gogh’un son günlerinin izi son tablosunda bulundu” başlıklı haber dedektiflikle gazetecilik, sanatla tarihin iç içe geçtiği metinler. Büyük bir kısmı derin araştırmalara, az buçuk bir bölümü de şans ve talihe bağlı olarak Hollandalı ressamın Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise’da geçen son günü o kasabanın eski bir kartpostalı ile Van Gogh’un tamamlayamadığı son tablosu arasındaki benzerlik sayesinde biraz olsun aydınlanıyor.
“2050’de nasıl bir dünyada yaşayacağız?” Libération’da, bugünün çocukları otuz yıl sonrasını nasıl tahayyül ettiklerini anlatıyor. Alt başlıklar şöyle: Nasıl bir okul olacak? Evlerimiz neye benzeyecek? Ne tür ulaşım araçları olacak? Neler yiyeceğiz? Günlük hayatımız nasıl olacak?
Birkaç kitap, biraz müzik
The Guardian (27 Temmuz), “Halkın Gücü: Kalabalıkların ve toplulukların cezbedici nitelikleri hakkında en iyi kitaplar” başlığı altında askeri saldırı, zelzele, isyan ya da pandemi gibi olağanüstü durumlarda insan topluluklarının kolektif hissiyat ve eylemciliğinin, felaketler sayesinde biçimlendiğini anlatan kitaplar taraması yapmış: Cehennemde Kurulan Cennet (Rebecca Solnit), Stepney’deki Kapı Eşiği Derneği (Kate Thompson), Sokaklarda Dans Etmek (Barbara Ehrenreich), İane Günlerinde Aşk (Walter Greenwood) ve Orada Olma Hakkı (Courttia Newland) kitaplarında çeşitli toplumsal ve sınıfsal mücadelelerde kitlenin nasıl bilinç geliştirdiği ve bunu nasıl eyleme döktüğü anlatılıyor.
“Santiano” ya da “Céline” gibi şarkılarla Fransız müzik dünyasında yerini çoktan almış Hugues Aufray 91 yaşında (evet, doksan bir) yeni albümünü yayınladı: Autoportrait. Bravo! Hâlâ genç, hâlâ dinamik…
Eve giderken yolda gördüm. Alanis Morissette Avustralya, Kanada, ABD ve Avrupa turnesine çıkmış. 21 Ekim 2021’de Hamburg’daymış. Kim öle kim kala. Los Angeles Times’da (29 Temmuz) “Alanis Morissette ve Liz Phair kıyamet sürerken ve rock yıldızları ayakta kalmaya çalışırken şarkı yazmak üzerine konuşuyor” başlıklı uzun bir söyleşi var.
2050 yılında…
Aslında önümde, ırkçılık, faşizm, tecrit, pandemide tek başına kalmak, sokağa çıkma yasağında yalnızlık, BM’nin çaresizlikleri, Kore Savaşı’nda zehirli gaz kullanımı, Washington’ın Irak savaşı yalanları, pis McCarthy’nin temiz biyografisi gibi sevimsiz konularda kupürler var. Hiç girmiyorum bayram tatilinde bu konulara.
Kapatırken başarılı bir gazetecilik örneği: Libération “Le P’tit Libé” (Küçük Libé) başlığı altında, yeri geldiğinde, ulusal ya da global bir hadiseyi özel olarak çocuklara anlatan/aktaran dosyalar yayınlıyor. Daha çok ilkokul düzeyindeki okurlara hitap eden bu özel bölümlerin birinde “2050 yılında nasıl bir dünyada yaşayacağız?” sorusuna yanıtlar aranıyor. Daha doğrusu, bugünün çocukları otuz yıl sonrasını nasıl tahayyül ettiklerini anlatıyorlar. Alt başlıklar şöyle: Nasıl bir okul olacak? Evlerimiz neye benzeyecek? Ne tür ulaşım araçları olacak? Neler yiyeceğiz? Günlük hayatımız nasıl olacak?
Çocuklar bir-iki paragrafta görüşlerini, düşlerini yazmış. Elle çizilmiş portrelerin yanına. Birkaç örnek: “Her yerde robotlar olacak”, “Zaman makineleriyle ileri ya da geri gidebileceğiz”, “Evsiz barksız kimse kalmayacak”, “Kocaman, ama tahtadan gökdelenler olacak, yüzeylerinde de bitkiler, sarmaşıklar”, “Amerika’yı Avrupa’ya bağlayan büyük bir köprü olacak”, “Otomobiller zeytinyağıyla çalışacak”, “İnsanlar süpermarketlere çok daha az gidecek”, “Umarım o zaman hâlâ patates kızartması olur”.
İyi gazetecilik yapmak için bu özel dosyayı saklayıp otuz yıl sonra yeniden okumak lâzım. Bugünün çocukları geleceği ne kadar doğru öngörebilmiş?