BİR YER NE ZAMAN GERÇEK ANLAMDA “YER”E DÖNÜŞÜR?

Söyleşi: Anıl Olcan
1 Haziran 2019
SATIRBAŞLARI

Fikirtepe’den birinci köprü manzaralı lüks konutlara, Gezi’den Endonezya’ya, Harran’dan Yemen’e, Santiago’dan Karaçi’ye uzanıyoruz. Bir konut ne zaman “ev” olur, bir yer ne zaman gerçek anlamda “yer”e dönüşür? Mimar, kent plancısı ve fotoğrafçı Murat Germen’i dinliyoruz…
Murat Germen, Fikirtepe “Babil Kulesi”, 2014

Uzun zamandır kentsel dönüşüm alanlarını fotoğraflıyorsunuz. Bu hikâye nasıl başlıyor?

Murat Germen: Toplumsal belgeselci işler yapan, önemsediğim birçok fotoğrafçı var, daha çok insan odaklı çalışıyorlar. İnsanların kent içindeki varlık biçimleri ile ilgili konulara odaklanıyorlar. Benim de özellikle Gezi direnişi sırasında çektiğim, insanı merkeze alan fotoğraflar var. Başka gösterilerde çektiklerim de var. Büyük resme baktığımızda, Türkiye’de kenti mimar veya şehir plancısı gözüyle çalışan fotoğrafçı pek yok. Kent çoğunlukla insanı odağa alan fotoğrafa bir arka fon oluşturuyor. Ben kenti fondan alıp ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Kentler, kendilerini inşa eden toplumların aynasıdır. Bir insanın ruh halini en iyi portre yansıtır diye kabul edersek, ben de kentin portresini çekiyorum diyebilirim. Kent ve mimarlık fotoğrafçılığı denince, fiziki yapılaşma, mimari, plancılık hamleleri, yani kısaca kentin maddi halinin ön planda olması gerekiyor. Yedi yıldır çok yakından izlediğim Fikirtepe’de ise, kent fotoğraflarının yanısıra insan ve portre de çektim. Karşılaştırma yapmak gerekirse, NarPhotos ekibindekindeki fotoğrafçıların çalışmaları ile tam örtüşmüyor yaptıklarım, ama bir sergide yan yana gelsek benim çektiğim fotoğraflar onlarınkine, onlarınki benimkilere destek olur.

Murat Germen (Fotoğraf: Sema Germen)

Özellikle son dönem işlerinizde, “kurmaca” fotoğraflarınızdan farklı olarak “belge” niteliği olan fotoğraflarınız ağırlıkta. Sanki bir ihtiyaç hissedip “belge” fotoğrafına yönelmişsiniz gibi.

Hakikaten bir ihtiyaç hissettim. Türkiye’deki entelektüel kesimin, özellikle de kendisini “liberal” sayan, Türkiye şartlarını çözme niyeti olmayan, her şeye Batı’da üretilmiş gözlüklerle bakan insanlarda şunu görüyoruz: Onlar muhaliftir, ama küresel ölçekte muhalif değildir, Türkiye’yi eleştirmeyi şiar edinmişlerdir, ama emperyalist ve kapitalist güçleri eleştirmeye vakit ayırmazlar. Diğer yandan, Noam Chomsky, Tarık Ali veya Robert Fisk’e bakıldığında, bu yazarların evrensel ölçekte muhalefet yürüten insanlar olduklarını, kendi memleketlerindeki aşırı sağ tavırları eleştirirken faşizmin küresel seyrini de hesaba kattıklarını görürsünüz. Türkiye’de bu şekilde düşünen liberal göremiyorum, bu yüzden de kendilerini gerçek anlamda liberal saymıyorum. Faşizmin cici bir vitrin arkasında gizli veya sokak ortasında açıkça acıtarak yapılıyor olması bir kısım ülkeyi daha iyi veya diğer bir kısım ülkeyi daha kötü yapmıyor. Tüm dünyada süregiden bir ezen-ezilen diyalektiği var. Türkiye’de bu anlamda küresel muhalefet sürdürebilen az insan görüyorum, Gündüz Vassaf bence onlardan biridir. Vassaf, 2016 tarihli Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar kitabında, üzerinde hiçbir kontrolümüz olmayan büyük ölçeklerde çözümler aramak yerine “bu dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirebilmek için bireysel olarak ne yapabiliriz?” sorusuna cevaplar arıyordu. Benimki de böyle bir ihtiyaç. Şikâyetçi olduğum meselelerin kaynaklarına ve müsebbiplerine, üretmekte olduğum bazı işler üzerinden belli bir muhalefet sürdürmeye çalışıyorsam, biraz önce bahsettiğim tarzda bir muhalefet sürdürmeyi amaçlıyorum: Sorunları sadece yerel sorunlar olarak algılamamak ve bunları küresel sorunlar olarak görmek, irdelemek.
Önümüzdeki aylarda İstanbul’un önemli müzelerinden birinde benim de işlerimin olacağı bir grup sergisi açılacak. Küratör tarafından gönderildiğim bir Ortadoğu ülkesinde, mimarlık-kent planlaması, kültür-sanat, gündelik yaşam, tüketim kültürü gibi kavramlar, olgular üzerinden küresel emperyalizm ve kolonyalizmin izlerini sürmeye çalıştım. Şimdiye kadar yaptığım işler arasında en çok önemsediklerimden biri.

Bayat ve vasatı ayrıcalık olarak sunmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Dört adet elli katlı bir gökdelen grubunda, beş yüz ila bin dairenin olduğu bir konut projesi içinden sattığın bir daireyi “ayrıcalık” diye sunamazsın. Bu, insanları ebleh yerine koymak olur ancak.

İstanbul’da pek çok kentsel dönüşüm alanında çalışmalar yaptınız. Ama belki de en çok ilgilendiğiniz alanlardan biri Fikirtepe. Ne zamandır Fikirtepe ile ilgili çalışıyorsunuz?

2012’den beri Fikirtepe’ye gidiyorum. Orada olan bitenle ilgili çalışmalarımı ilk olarak 2013’te İlerlemenin Kutsallığı ve Zorbalığı başlıklı, Emre Zeytinoğlu’nun küratörlüğünü yaptığı ve Alanistanbul’da açılan bir grup sergisinde ortaya çıkarmıştım. İlk gidişlerimden birinde mevcut dört-beş katlı binalar yıkılıyordu. Binalar yıkılmadan önce, pencerelerdeki PVC doğramalar sökülerek “çıkmacı” olarak adlandırılan ikinci el inşaat malzemeleri dükkânlarına götürülüyor. Bu süreçte pencereler belli bir süre çerçevesiz, boş kalıyor, ben de cepheleri bu boş, açık, delik pencerelerle çektim. Ardından, 98 adet çerçevelenmiş pencere fotoğrafını bir araya getirerek, daha sonra buraya inşa edilecek gökdelenlere gönderme yapan dikey bir yerleştirme yaptım. Bu evler yıkıldıkları ve artık mevcut olmadıkları için, belki bir daha hiç göremeyeceğimiz bir mimari ortaya çıkmış oldu. Daha sonraları, herhangi bir sergileme amacı olmadan, ne zaman Fikirtepe’yle bir haber alsam hemen gidip belge ürettim.

Bu süreç esnasında nevi şahsına münhasır vakalara da rastladım. Hatırlarsınız, TV kanallarında haberlere konu olmuştu; yıkımlar sırasında büyükçe bir arazinin ortasında Babil Kulesi gibi yıkılmamış olarak duran tek bir ev vardı. Haberi ilk duyduğumuzda evin sahibi yıkıma direniyor sandık, fakat mahalleliden öğrendiğim kadarıyla, arsa sahibi kendisine sunulandan daha çok para istemiş. Bu para verilince de evin yıkılmasına razı olmuş. Bu haberi basından öğrenmiştim, ama artık mahalleliyle tanıştığım, arkadaş olduğum için haberleri medyadan takip etmek zorunda değilim. Tarihe not düşülmesi gereken herhangi bir gelişme olduğunda direkt olarak onlardan haber alıyorum. 

Murat Germen, Fikirtepe “çadır kent” eylemi, 2018

Kentsel dönüşüm kendi imgeleriyle var oldu kamusal alanlarda. Dev panolarda veya gri inşaat bariyerlerinde gördük. Bu imgelerle ilgili ne söylemek istersiniz?

İnşaatlar başlamadan ve süregiderken arazinin sınırlarına dikilen metal ya da ahşap perdelerin üzerine sıvanmış ve üç boyutlu bilgisayar modellemelerinden alınan “render” baskılarında, insanlara vaat edilen bir hayatın görselleri var. İnşaatların yanısıra, binalar inşa edilmeden önce bu panolar üzerinde yer alan görselleri de fotoğraflıyorum. Çektiğim şeyler “inşaattan önce bu hayatı vaat etmiştiniz, ama hiç öyle bir hayat çıkmadı ortaya, tersine işler daha kötü bir yöne doğru gitmiş bile olabilir” diyebilmeyi amaçlıyor. Arada önemli bir fark var; birisi vaat, diğeri saptama. Birisi gerçek öncesi, diğeri gerçek sonrası. Bu imgelerin taahhüt ettiği hayat aslen bayat ve vasat, ama ne yazık ki vasatı ayrıcalık olarak sunmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Dört adet elli katlı bir gökdelen grubunda, beş yüz ila bin dairenin olduğu bir konut projesi içinden sattığın bir daireyi “ayrıcalık” diye sunamazsın. Bu, insanları ebleh yerine koymak olur ancak.

Kentsel dönüşüm denen rant odaklı süreçte 130 metrekare evi alıp 90 metrekare ev veriyorlar. “Akıllı” inşaat şirketleri apartman yönetimini de devralıyor. Göstermelik yeşil alanlar, havuz, fitness salonu vb. yapıyorlar ve kapıya güvenlik koyuyorlar. Ayda 200-250 lira olan aidatlar oluyor bin lira ve üzeri. Hesap yapalım: Evin küçüldü, aidat giderlerin artmaya başladı, ev sahibisin güya, ama neredeyse kira verir gibisin.

Bu süreçte bazı kandırmacalar konusunda da dikkatli olmak gerekiyor. Kentsel dönüşüm denen rant odaklı süreçte senden 130 metrekare evi alıp 90 metrekare ev veriyorlar. “Akıllı” inşaat şirketlerinin büyük bir çoğunluğu apartman yönetimini de devralıyor. Hiçbir işe yaramayan tamamıyla göstermelik yeşil alanlar, havuz, fitness salonu vb. yapıyorlar ve kapıya güvenlik koyuyorlar. Bunların karşılığında, yakıt hariç ayda 200-250 lira olan aidatlar oluyor sana bin lira ve üzeri. Hesap yapalım: Evin küçüldü, aidat giderlerin artmaya başladı, ev sahibisin güya, ama neredeyse kira verir gibisin. Ne elde ediliyor sonunda? Hayat kaliteni artırmayacak şeyler için fazladan para ödemek zorunda kalıyorsun. Bu, kentsel dönüşüm sürecinin pek lafı geçmeyen, hesaplanmayan bir tuzağı…

O imgeler ayrıca toplumsal dönüşümü de kışkırtan görüntüler üretiyor. Bu imajların politik bir gayesinin olduğunu söyleyebiliriz. Kentsel dönüşümün yanısıra toplumsal açıdan nasıl bir dönüşüm yaşandı sizce?

Otuz sene öncesiyle karşılaştırma yapıyorum, muteber olan şeyler farklıydı. Dürüst, vicdanlı, mütevazı olmak erdemdi. Toplumda itibarınızı yükselten bu tür kavramlardı. Tabii ki o zaman da gelir eşitsizliği vardı, ama gene de bugünkü gibi bir uçurum yoktu. Farklılık bu zamanki kadar hakir görülmezdi. Zamanımıza bakınca daha fazla itibar gören şeyler makam, para, araba, yüksek metrekareli rezidans vb… Birilerini belli bir yönde ikna etmeye çalışacağınız zaman ortaya koyacağınız vaadin içeriği de buna dayanıyor artık. Eskiden varsıl bir kişinin nasıl bir evde oturduğunu bilmezdik. İnsanların böbürlenebilecekleri, gösteriş yapabilecekleri, her şeyin ifşa edildiği sosyal medya gibi bir ortam yoktu. Kimse artık dürüst ve kanaatkâr olmaya önem vermediği için reklamlarda sunulan vaatler bunun üzerinden ilerlemiyor, rekabet üzerinden ilerliyor. Ne kadar büyük bir eve sahip olursan o kadar prestijlisin! Ne kadar yüksek bir yapıda oturursan o kadar ayrıcalıklısın! Sayısı üçe varan Boğaz köprülerine ne kadar yakın olursan o kadar iyi! Ben burada (Kadıköy) hiçbirine yakın değilim, ama üç adımda çeşitli toplu ulaşım araçlarına erişebiliyorum (dolmuş, otobüs, Marmaray ve onlara bağlı vapur, metro, metrobüs). Caddebostan sahilde güzel havalarda binlerle kişinin bir araya geldiği kamusal açık alana yürüme mesafesindeyim. Avantaj olarak gördüğüm şeyler bunlar; sokağa, meydana, kamusal alana, kamusal ulaşıma, halka ne kadar yakın olduğun…

Gezi’de kurulan barikatlarla ilgili Endonezya’daki bir konferansta tebliğ verdim. Barikat inşası ve kolektif katılımcı inşa biçimleri ile ilgiliydi. “Placemaking” diye bir kavram var, ona “kimlikli yer teşekkülü” diyorum. Bir yer gerçek anlamda ne zaman “yer”e dönüşür? İnsanlar orada kolektif bir bellek oluşturabildikleri, silinmeyecek izler bırakabildikleri zaman.

Birinci köprünün bağlantı yollarının yakınlarında bir ara çok lüks konutlar yapıldı. Bir müstakil ev bin metrekare falan olabilir, o boyutlarda yani. O konutların inşaatlarını bitirdiler, ama pek satılmadı. Çok şaşırmadım. Siz onu lüks konut diye sunuyorsunuz ve konutun gördüğü tek şey İstanbul’un en kalabalık otoyolu ve devamlı maruz kaldığı hiç bitmeyen bir trafik gürültüsü. Demek ki birinci köprüye yakın olmak bir marifet değil. Toplumda muteber olan ve insanlara itibar kazandıran şeylerin içeriği ve niteliği değişince vaatler de o oranda değişiyor. O inşaat panolarında aslında bizi çok da ilgilendirmemesi gereken bazı bilgilerin olmasının nedeni bu.

Murat Germen, Şibam’ın “kerpiç gökdelenleri”, Yemen, 2001.

Bir söyleşinizde “fotoğraf ve direniş” ilişkisinden bahsediyorsunuz. Direnişi nasıl tanımlıyorsunuz?

Fransız Devrimi öncesi yıllara bakalım. Bir kraliyet ailesi var, millet sefalet çekerken lüks saraylarda şaşaalı hayatlar yaşıyorlar ve israf, şımarıklık, zorbalık yüzünden işler iyice çığrından çıkmış. İnsanlar ayaklanmak için örgütleniyorlar ve kendilerine rezistans diyorlar, fiziki bir mücadeleye kadar gidiyor süreç ve başarı elde ediyorlar. Şu sıralar yaşamak durumunda olduğum hayatın dikte ettiği şartlar içinde şekillendirdiğim direniş daha barışçıl. Diğer boyutlardaki direniş biçimlerini şu an itibarıyla gerçekleştiremiyoruz. Sertliğe sertlikle muhalefet etmeye kalkışırsanız sonunda kaybedersiniz; sertliği, mevcut kanunları hiçe sayarak veya şiddete uygun hale getirerek icra edebilenler sizden güçlüdür çünkü. Onların bilmediği, barışçıl, yaratıcı, üretici, güleryüzlü, birleştirici yöntemler kullanmak gerekiyor böyle zamanlarda. Sizi kahreden ve canınızı sıkan gelişmelerin varlığında insanın akıl sağlığını koruyabilmesi lâzım. Çünkü iyilik zemini oluşturmak ve onu sürdürmek, umut beslemek için moralinin yerinde olması gerekiyor. Sorulan basit bir “nasılsın” sorusuna bile “iyi olmak için devasa bir mücadele veriyorum, o yüzden de iyiyim” diye bir cevap veriyorum; insanlara ve kendime şevk verebilmek için yapıyorum bunu. Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir filmini hatırlayın. Nazi kampına düşmüş bir baba-oğulun hikâyesi anlatılıyordu ve baba, oğlunun üzülmemesi için kampta yaşananları bir oyun gibi gösteriyor, anlatıyordu. Dolayısıyla hem baba bilinçli olarak hem de çocuk dolaylı olarak olan bitene bir direniş gösteriyordu. Her şeye rağmen umutlu olabilmek, kol kola olabilmek, çeşitli küçük ölçekli işbirlikleri yapabiliyor olmak benim için kayda değer ve etkili bir direniş. Sürekli hakarete, iftiraya maruz kaldığımız bir dönemdeyiz. Daha önce ciddi ve sert siyasi çatışmalar yaşandı, ama hiç olmazsa toplumun çok büyük bir bölümüne hakaret, tehdit, iftira edenler yoktu. İnsan kendisini güçlü hissettiğinde bu hakaretlerden kaynaklanan bir manevi kırılma yaşamıyor. İçindeki varoluşsal metanet, direniş zemini kendiliğinden gerçekleşmiş oluyor. Kendini iyi hisseden insan başkalarına hakaret etmez, tersine insanlarla işbirliği teklifi götürür. Bireysel varoluşsal direniş insana bir özgüven verir ve bu özgüveni insanlarla barış içinde yaşamak için kullanırsın.

Harran’daki muhteşem konik evler, Malatya’daki heykelsi kerpiç evler, Karadeniz’deki ahşap karkas evler… Hiçbirinde mimar, tasarımcı çalışmadı ki! Savaş çığırtkanı kapitalizmin yok etmeye çalıştığı Yemen’de dokuz-on katlı kerpiç “gökdelen”ler var, kesinlikle dünya mirası olarak korumaya alınmaları gerekiyor.

Bahsettiğiniz direniş hattının kendini bulduğu bir fotoğraf estetiği var mı ? Böyle bir şey gözlemleyebiliyor miyiz?

Küresel ölçekte baktığımızda fotoğrafın dilinde önemli gelişmeler var. Daha önce fotoğraf estetiğe ve kurallara bağımlı bir şekilde ilerliyordu. Geçenlerde Ara Güler’e veda konuşması yapılması için Yapı Kredi’den çağırdılar. Ara Güler’le kişisel bir tanışıklığım, sohbetim, yakınlığım olmadığını ve “bu konuşma için doğru adam olmayabilirim” saptamasını ilettiğimde “ille de seninle bu işi yapmak istiyoruz, çünkü farklı bir yerden yaklaşacağını düşünüyoruz” dediler. Orada şöyle bir şey yapmaya çalıştım: Bir dergi için tasarımcı olarak çalıştığım dönemde Ara Güler’den stok fotoğraflar geliyordu. Gördüm ki Ara Güler sadece “doğru” fotoğraf çekmiyor. Bir stok fotoğraf bankası gibi çalışmış, önüne çıkan ve çekebileceği neredeyse her şeyi çekmiş. Örnek alınacak bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Ara Güler’in zihnimize kazınmış bildik siyah-beyaz fotoğraflarını değil de, Ara Güler Müzesi’nden destek alarak renkli, sıradan, bazıları teknik olarak kusurlu sayılabilecek, hiç bilinmeyen fotoğraflarını sunuma koydum. Sunumun yarısına doğru klasik fotoğraf eğilimi olduğunu varsaydığım yaşını almış bir kişi ayağa kalkıp “bu fotoğraflar Ara Güler fotoğrafları olamaz” dedi. Hemen söze girip “tam da yaratmak istediğim atmosferi yarattım” dedim. Şimdilerde mükemmel olana bir tepki olarak “kusurlulukçu” fotoğrafın yükseldiğini görüyoruz. Özellikle “kusurlu” olması için uğraş verilen bir fotoğraf eylemi gözlüyorum sıklıkla. Bunun iki aşamayla gerçekleştirildiğini görmek mümkün. İlki, kusurların ta kendilerine odaklanmak. Öyle mahallelere gideceksin ki perişan, iyi şartlarda olmayan sokaklar bulacaksın, sadece ama sadece çerçöp, kırık-döküklükler, kuralsızlıklar, pejmürdelikler, sefalet ve bedbahtlıklar çekeceksin. Bunları çekerken de kusurlu teknikler ve mümkünse film kullanacaksın ve bunu sergi / kavram yazında muhakkak belirteceksin, sanki marifetmiş gibi. Tarihi geçmiş ve/veya yüksek asalı film kullanmak, az pozlanmış filmi fazla banyo ederek, yani “push processing” yöntemiyle yıkatarak daha grenli ve sert kontrast görüntüler üretmek, Lomo gibi kendinden menkul fiziki kusurlara sahip ucuz kameralar kullanmak, kusur olması üzere özellikle üretilmiş iğne deliği fotoğrafı düzenekleri inşa etmek gibi yöntemlerle kusuru bilinçli bir şekilde oluşturma eğiliminin iyice yaygınlaşmaya başladığını görüyoruz. Estetiğe fazlaca önem veren önceki fotoğraf eğilimlerine haklı bir tepki olarak doğan bu estetik karşıtı tavır estetiğin ta kendisine dönüştü ne yazık ki. Eleştirdiğin şeye dönüşmek sanat ve siyaset dünyasında sıklıkla rastlanan bir durum.

Kır yaşantısından gelen bir insan şehirde gecekondu inşa ederse, alışkanlıklarını yeni yerleşkede sürdürebilmek için bahçesini, bostanını kesinlikle unutmayacaktır. Meyvesini, sebzesini yetiştirecektir. Bunu yaparken gölgeye ihtiyacı olduğundan ağacını da dikecektir. Medeni kentler “yeşili bol yerleşimler olmalıdır” gibi bir düşünceyle değil, gölgeye ihtiyacı olduğundan ağaç diker.

“Kusur” ayrıca kentsel dönüşüm sürecinde yıkılması planlanan bölgeler için de kullanılan bir söylemdi. Kusurlu mahallelerin “iyileştirileceğine” dair çokça şey söylendi…

Tabii. Kentsel dönüşümü meşru kılmak için bir propaganda malzemesi yaptılar bunu. Gecekondu yapılaşmasına baktığımızda, her ne kadar beğenilmeyen ve estetik açıdan çok tercih edilmeyen bir sonuç çıksa da, diğer yandan örnek alınabilecek bir yerleşim formatı da var. Öncelikle, bir “mimar” tasarlamıyor buraları. Evlerin içinde oturanların kendi ihtiyaçlarına göre inşa ettiği yapılar bunlar. Bernard Rudofsky adlı bir mimarın Mimarlar Olmadan Mimarlık adlı bir kitabını okumuştum. Mesela Harran’daki o muhteşem konik evler, Malatya’daki heykelsi kerpiç evler, Karadeniz’deki görkemli içi taş doldurulmuş ahşap karkas evler… Bunların hiçbirinde mimar, tasarımcı çalışmadı ki! Hepsi ustalar ve onlara yardım eden müstakbel ev sakinleri tarafından yapıldı. Tabii ki gökdelen ölçeğinde bir yapıyı el birliğiyle yapamayabiliriz, ama dokuz-on katlı bir binayı inşa edebiliriz. Savaş çığırtkanı kapitalizmin yok etmeye çalıştığı fakir ülkelerden biri olan Yemen’de dokuz-on katlı kerpiç “gökdelen”ler var, kesinlikle dünya mirası olarak korumaya alınmaları gerekiyor.

Murat Germen, Göbeklitepe, Urfa, 2019.

 

Alçak katlı yapılaşmada yatay ilişki olduğu için insanlar arasında işitsel ve görsel bağ kurulabiliyor. Yüksek binalarda o bağ kesiliyor. Pencereleri bile açılmayan bir yapı türünden bahsediyoruz çünkü. Kır yaşantısından gelen bir insan şehir çeperinde gecekondu inşa ederse, alışkanlıklarını yeni yerleşkede sürdürebilmek için küçük ölçekli tarım yapacağı bahçesini, bostanını kesinlikle unutmayacaktır. Orada hiç olmazsa kendi meyvesini, sebzesini yetiştirecektir. Bunu yaparken gölgeye ihtiyacı olduğundan bostanın bir köşesine ağacını da dikecektir. Medeni kentler “yeşili bol yerleşimler olmalıdır” gibi bir düşünceyle değil, gölgeye ihtiyacı olduğundan ağaç diker. İnsanlar yaşam birimlerini ihtiyaçlarına göre oluşturuyorlar. Mesela yeni bir çocuk doğduysa, ailenin kızı, delikanlısı evlendiyse “yasal olarak öngörülmeyen” bir çıkma yaparak oraya yeni bir oda ekleyebiliyor. Yasal olmayan bir şeyi savunuyorum gibi görünebilir, ama dünyada bunun örnekleri var. Prestijli mimarlık ödülü Pritzker’i alan Alejandro Aravena adlı Şilili bir mimar var, o bu tür katılımcı yapılanmalara çok önem veriyor. Yerleşimcilere havaya, suya, depreme, iklim koşullarına dayanıklı, basit ama sağlam bir altyapı sunuyor ve bazı boş hacimler bırakarak boşlukların kullanıcı tarafından tamamlanabileceği bir altyapı yaratıyor. Yerleşim bittikten ve insanlar orayı “kişiselleştirdikten” sonra acayip farklar görebiliyorsun yapılarda, ama gene de yerleşkeyi ayakta tutan ve görsel olarak belirgin bir altyapıyı hâlâ algılamak olası. Diğer bir örnek ise, Arif Hasan diye Pakistanlı bir mimarın otuz sene kadar önce Karaçi şehrinin Orangi adlı mahallesinde yaptığı proje. Ben o projenin sonlara doğru olan bir aşamasını şahsen gördüm ve fotoğraflarını çektim 1993 yılında. Arif Hasan şunu söylüyor: “Size içinde yaşamanız için bir ev dikte etmeyeceğim. Size sağlıklı, sağlam ve düzgün bir bina oluşturabilmeniz için gerekli bileşenleri tasarlayacağım.” Prekast yapı elemanlarının kalıplarını tasarlıyor ve genç kızlardan oluşan bir mimar ekibiyle parçaların nasıl kolay bir şekilde sade vatandaş tarafından dökülebileceği ve birleştirilebileceğine dair denemeler yapıyor. Bina bileşenlerinin orada yaşayanlar tarafından üretildiği küçük ölçekli atölyelerden insanlar ihtiyaçlarına göre bu parçaları alıyorlar ve kendi evlerini inşa etmeye başlıyorlar.

Arif Hasan diye Pakistanlı bir mimarın Karaçi’de yaptığı projenin fotoğraflarını çektim. Arif Hasan şunu söylüyor: “Size içinde yaşamanız için bir ev dikte etmeyeceğim. Sağlıklı, sağlam ve düzgün bir bina oluşturabilmeniz için gerekli bileşenleri tasarlayacağım.”

Verdiğiniz örnekler Gezi isyanı sırasında barikat kurmayı bilen arkadaşların deneyimi olmayan arkadaşlara yardım etmesini hatırlatıyor. Yani, bir ihtiyaç vardı, bilen arkadaşlar o bilgiyi paylaştı ve gerisini barikatın arkasındakiler halletti.

Tabii. Gezi’de kurulan barikatlarla ilgili Endonezya’daki bir konferansta tebliğ verdim. Barikat inşası ve kolektif katılımcı inşa biçimleri ile ilgili bir makaleydi. İngilizcede “placemaking” diye bir kavram var ve ne yazık ki bir Türkçe tercümesi yok. Ben ona “kimlikli yer teşekkülü” diyorum. Bir yer gerçek anlamda ne zaman “yer”e dönüşür? İnsanlar orada kolektif bir bellek oluşturabildikleri, silinmeyecek izler bırakabildikleri zaman. Barikatların ne kadar bilinçli bir şekilde yapıldığını anlatmıştım o konferansta. Alt tarafta, sağlam temel oluşturabilmek adına, tuğlalardan oluşan bir yığın, üste doğru tuğlalardan çıkan ve kolon görevi üstlenen dikey boru elemanlar ve boruların arasına sıkıştırılmış, duvar işlevi gören metal perdeler… Yapı bilgisi olmayan bir insan yapamaz. Bunu yapmak ancak imece ile mümkün, giderek kaybettiğimiz bir işbirliği türü… Büyük şehir kültürü herkesi birbirine rakip olarak konumlandırdığı için işbirliği yapmayı unutmak üzereyiz. Gezi’de işbirliğinin ne kadar değerli bir şey olduğunu hatırladık. Kapitalist emperyalizm işbirliği yapmamızı istemiyor. Kapitalizmin en çok üzerinde durduğu konu “bireyselleşme” bu yüzden; bireyselleşmenin ne kadar iyi ve özgürleştirici bir şey olduğuna dair ikna etmeye çalışıyorlar bizi, halbuki ne kadar bireyselleşirsek o kadar yalnızlaşırız da aslında.

“Yer teşekkülü” dediniz, şimdilerde Fikirtepe’de bitirilmemiş ve teslim edilmemiş bir yüksek katlı konut projesinin arazisinde çadır kurup mücadele eden mülksüzleştirme mağdurları yeni bir safhaya geçip “iz” bırakmaya uğraşıyor. Ne söylemek istersiniz bu mücadeleyle ilgili? O çadırları gördüğünüzde ne hissettiniz?

Empati yapıyorsun tabii ki, müthiş koyuyor insana doğrusu. Ben bu durumda olsaydım ne yapardım diye düşününce kahroluyorsun. Neyse ki insanlar oradaki durumu bazen espriye vuracak kadar da dimdik ayakta. Çadır eylemi sırasında astıkları dövizlerden görebiliyorsun bunu. Bitirilememiş inşaatın temel duvarları üzerine asılmış “Millet bahçesi” ve “Çadırkent temel atma töreni” gibi dövizler hatırlıyorum. Havaların iyi olduğu dönemlerde o çadır eylemi sürdü. Şimdi ise aynı ekip #Lekeİstanbul eylemini yapıyor. Dinamik bir mücadele biçimi. Sürekli mücadele ve protesto biçimlerini değiştiriyorlar; tasarımcılardan ve yaratıcı insanlardan destek alıyorlar. Bu mücadele sırasında onlar da dönüşüyor. Onları görünce ben de kendi dönüşümüm için gerekli cesareti buluyorum, örnek alıyorum onları…

^