“KAPİTALİZM SONRASI”NIN YAZARI PAUL MASON – I. BÖLÜM

Söyleşi: İrem Aksu
19 Mayıs 2019
SATIRBAŞLARI

AB parlamentosu seçimleri 23-26 Mayıs’ta yapılıyor. İngiltere, AB’de kalmak veya kalmamak kararında hâlâ ortadan ikiye yarılmış vaziyette. Jeremy Corbyn ile yükselişe geçen İşçi Partisi’nin seçmen tabanı da farklı değil. Öte yandan muhtemel bir İşçi Partisi hükümeti “geç neoliberal” dönemde İngiltere’yi sol için bir umut coğrafyası haline getirebilir. Tüm bu başlıkları ve ötesini dinlemek üzere, Türkçeye Yordam Kitap tarafından kazandırılan “Kapitalizm Sonrası”, “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” gibi kitapların yazarı, Corbyn’in yakın çevresinden gazeteci-yazar Paul Mason’a bağlanıyoruz.

Sloganı “AB’de kal ve dönüştür” olsa da, İşçi Partisi liderliği Brexit konusunda kamuoyuna pek açık bir mesaj veremedi. İkinci referandum ya da muhtemel bir Brexit sonrası senaryo etrafında yeni bir ilerici tartışma için geç kalındığını düşünüyor musunuz?

Paul Mason: AB’ye hep eleştirel yaklaştım. Çünkü AB Avrupa’yı yok etmek için tasarlandı, oysa Avrupa fikri oldukça heyecan verici. Aydınlanma, demokrasi, bilim, hukukun üstünlüğü, bunların hepsi Avrupa değerleri. Elbette İngiltere açısından soru, Avrupa’yla yarı müstakil bir şekilde nasıl ilişkileneceğiydi her zaman. Hatırlatmakta fayda var, İngiltere ne Schengen ne Avro bölgesine dahil, ne de ortak savunma politikalarına sıcak bakıyor. Her zaman bu ayrıksılığını muhafaza edecekti. Avrupa’da bu ayrıksılığın şeklini değiştirme konusunda bir mutabakat oluştu. Örneğin bankacılık birliği hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti.

“Acaba ilerici bir Brexit kampanyası örgütlemenin bir yolu var mı?” diye kendi kendime soruyorum. O zaman sadece yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı çıkmakla yetinemeyiz. Aynı zamanda Norveç benzeri bir statü elde etmek için de müzakereler yürütmeliyiz. Referandum sürecinde hızla üstünün çizilmesiyle bu seçeneğin mümkün olmadığını gördüm. Aslında yapmamız gerek çok daha güçlü bir “kal ve dönüştür” kampanyası düzenlemekti. İşçi Partisi muhtemel bir ikinci referandum için bastırırken Avrupa’nın pozisyonuna çok daha eleştirel yaklaşmalıydı. Ama öyle yapmadı. Çünkü Brexit oylaması sırasında, 2016’da, Corbyn partiyi zar zor kontrol ediyordu. Merkez yürütme kuruluna hâkim değildi ve parti genel sekreteri ona karşıydı. Aynı zamanda partinin milletvekillerinin çoğu ondan hazzetmiyordu. Böylece reformist ana gövde neoliberal Avrupa’yı destekleyen kampanyanın peşine takıldı: Corbyn kampanyadan başta uzak durdu, böylece partinin çabaları ikiye bölündü. Reform bakış açısı çok çekingen dile getirildi.

2016’da, Brexit sırasında yapmamız gereken, çok daha güçlü bir “kal ve dönüştür” kampanyası düzenlemekti. İşçi Partisi Avrupa’nın pozisyonuna çok daha eleştirel yaklaşmalıydı. Ama öyle yapmadı. Çünkü 2016’da Corbyn partiyi zar zor kontrol ediyordu.

Bu konuda Corbyn’i eleştiriyorum, çünkü partinin serbest dolaşım konusundaki pozisyonunu değiştirmesi için onu çok teşvik ettik. Seçmenlerimiz için en önemli meselenin serbest dolaşımın etkileri olduğunu biliyorduk. O zaman onlara “Avrupa’ya gidip yeni türden bir serbest dolaşım için müzakereler yürüteceğiz” diyebilirdik. İngiltere, Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin de dahil olduğu serbest dolaşım evresinden hiç faydalanmadı. Ülkede hiçbir zaman bir kimlik kartı sistemi olmadı. Avrupa’nın doğusundan insanlar geliyordu. İsteyen herkes hemen bir sosyal güvenlik numarası alabiliyordu. Bizim amacımız zaten insanların bu hakka sahip olması. Corbyn’in tüm sınırların açık olması gerektiğine dair çok sağlam bir mesaj vermesini istiyordum. Beyaz Avrupalılar serbest dolaşım hakkından faydalanırken, Bangladeşli lokanta sahiplerinin kendi vatandaşlarını buraya getirememesi pek de ilerici bir durum değil. Corbyn bu öneriyi reddetti. Bu yüzden de reform planının içini doldurmadan, oldukça zayıf bir “kal ve dönüştür” kampanyası yürüttü. “Dönüştürmek” aslında Lizbon Anlaşması’nı yırtıp atıp baştan başlamak, yeni bir toplumsal ve ekonomik plan anlamına geliyor. Podemos, Syriza ve Sol Blok’taki (Portekiz) yoldaşlarım Avrupa’yı radikal bir şekilde tekrar düşünmek istiyor, ama bu konuda henüz pek güçlü değiliz.

İşçi Partisi tabanında başından beri Brexit’e karşı güçlü bir direnç vardı.

Corbyn’in AB’de kalmaya kısmen destek vermesinden gönlünde aslında ayrılmak yattığı sonucunu çıkarabilir miyiz?

Hayır. Aslında biraz benim gibi düşünüyor. AB’den hiç hazzetmiyor, ama diğer tüm alternatifler daha beter. Corbyn referandumda gerçekten kazanmamız gerektiğini düşünüyordu. Ama parti içindeki tabanı çok küçük olduğundan kendini genel akıntıya kaptırdı. Bu da işe yaramadı.

Partinin kalbi olan Kuzey’de AB’den ayrılmaya Evet oyu çıkarken, kampanyayı partinin genç üyelerinin yürüttüğü İşçi Partisi yönetimindeki büyük şehirlerde AB’de kalmanın ağır basmasından partinin bir bölünmeyle yüzleştiği sonucunu çıkarabilir miyiz?

Partinin işçi sınıfı seçmen tabanında birçok kişinin ayrılmak yönünde oy verdiğini biliyoruz. İngiltere halkı AB’den önce Karayipler, Kenya, Hindistan ve Pakistan’dan katman katman birçok göç dalgasını kabul etti. Bu da hiç kolay olmadı, çünkü beyaz, ırkçı, sömürgeci bir ülkeyiz. Ancak insanlar AB ile birlikte herkesin ücretleri sorguladığı türden bir göçle ilk defa yüzleştiler. Elbette asgari saat başı ücreti yasası var (25 yaşın üstündekiler için saatte 7.83 pound). Ücretleri onun altına indiremediler. Ama zaten düşük olan ücretleri o düzeye kadar çektiler. Bu miktarla geçinmek çok zor. Ama esas mesele bu değil. Şu kafeden dışarı bakın, siyahi, Afrikalı, Çin menşeli birçok İngilizle karşılaşırsınız. Ancak AB’nin öngördüğü bir göçmen olarak hiçbir zaman İngiliz olamıyorsunuz. Kazandığınız parayı memlekete gönderemiyor, tatillerde otobüsle Polonya, Çek Cumhuriyeti ya da Slovakya’da ailenizi ziyaret edemiyor, dahası sivil topluma aidiyet geliştiremiyorsunuz. İngiltere’deki 30 milyonluk işgücünün 2.7 milyonu hükümeti seçmek için oy veremiyor. Sadece yerel seçimlerde oy verebiliyorlar.

İngiltere işçi sınıfı sadece beyaz değil, birçok etnik yapı barındıran, çeşitli vasıflara sahip, çok katmanlı, küreselleşmiş bir işgücü. İşçi Partisi’nin tam da bu yapıyı temsil etmesi gerekiyor. Çünkü başka temsil edecek biri yok.

Bazı fabrikalarda çalışanların tamamı Doğu Avrupa’dan. İnanın, bu abartı değil. Daha geçenlerde müdürü dışında herkesin Polonyalı olduğu bir fabrikayı ziyaret ettim. Bu da burjuvazinin çok işine geliyor. İki yüzyıldır murat ettiklerine, oy hakkı bulunmayan bir işçi sınıfına kavuştular. Neden tutucuların kazandığı trajedisini anlamak için önce insanların göç hakkındaki endişelerini idrak etmek gerekiyor. Onların sorunlarına daha ilerici çözümler önermeliydik. Ancak, Corbyn’in geldiği kanatta da var olan liberal eğilimler, liberal yönelimli yeni kentliler neyin yanlış gittiği konusunda hiçbir zaman dürüst bir tartışma yürütmedi.

Öte yandan, çizilen tablo Kuzey ve Orta İngiltere’nin sosyolojisini tamamıyla karikatürize ediyor. Oralarda seçimlerde küçük kentlerde genelde İşçi Partisi galip gelir. Mesela benim memleketim Bolton’da İşçi Partisi – Muhafazakâr Parti oranı uzun yıllar yüzde 80’e yüzde 20 idi. O yüzde 20 de yöneticiler ve esnaftan oluşuyordu. Brexit’ten çok önce İşçi Partisi’nin oyu yüzde 60’a düştü. Önce faşist Birleşik Ulusal Parti (BNP) yüzde 10 oy aldı. Ardından otoriter muhafazakâr Bağımsızlık Partisi (UKIP) yüzde 20’ye ulaştı. Geç neoliberalizm insan haklarına, ten rengine bakmaksızın herkese, kadınlara eşit iş imkânlarına yönelik talepleri yükseltti. Toplumda bu taleplerden hoşlanmayan bir kesim de var. Onlara hiçbir şey öneremeyiz.

İngiltere işçi sınıfı sadece beyaz değil, birçok etnik yapı barındıran, çeşitli vasıflara sahip, çok katmanlı, küreselleşmiş bir işgücü. İşçi Partisi’nin tam da bu yapıyı temsil etmesi gerekiyor. Çünkü başka temsil edecek biri yok. The Sun gazetesi Kuzey’in beyaz Hayırcılarına orta sınıf diyor. Ancak aslında onlar hemşireler, röntgen teknisyenleri, uçakları tasarlayan ve inşa eden insanlar. Faşist argümanları dillendirmenin imkânsız olduğunu, tersini yaparlarsa işten atılacaklarını bildikleri kozmopolit, küresel yönelimli işyerlerinde çalışıyorlar. Onları da temsil etmek zorundayız. Burjuva gazetelerinin uydurduğu ırkçı kuzey kasabaları – ilerici güney şehirleri ayrımı doğru değil.

Jeremy Corbyn 2017 seçimlerinde sadece altı haftada İşçi Partisi’nin oylarını %25’ten %40’a çıkardı.

Ancak aradan geçen üç seneye rağmen İşçi Partisi’nin AB’de kalma ve ayrılma konusundaki tavrı hâlâ net değil. Sizce neden?

İki nedeni var. Öncelikle İngiltere’yi radikal sol bir hükümetle yönetmek istiyorsanız sadece kentli işçi sınıflarını ve gençleri mobilize etmeniz yetmez. Kimi zaman Muhafazakâr Parti’ye de oy veren kasabalardaki görece muhafazakâr seçmene de seslenmeniz gerekir. Ancak onları da ikna ettiğimiz takdirde kazanacağız. “Beyaz kamyonet şoförleri” diye adlandırılan insanlar gerici değil. Aileleri yoksulluk ve endişe içinde yaşıyor. Onları yanımıza çekmek zorundayız. Corbyn’in dediği gibi, bizim seçmen tabanımız ayrılma ve kalma taraftarlarının bir ittifakı. Sadece AB yanlılarını kazamaya çalışmak ölümcül bir hata olur. İskoçya’da sorun yok, çünkü kendine has nedenlerden dolayı ülke AB’de kalma taraftarı. Ancak nüfusun yüzde 86’sının yaşadığı İngiltere’de ancak ayrılma ve kalma taraftarlarının ittifakı ile kazanabiliriz. Corbyn’in işi muhalefet. Muhafazakâr Parti’yi dağılmaya sürüklemek zorunda.

Ama unutmayalım: Bu asap bozucu derecede çapraşık durumda Corbyn 2017 seçimlerinde, çok kısa zamanda, altı haftada partinin oylarını yüzde 25’ten yüzde 40’a çıkardı. Hükümeti bozguna uğrattık.

Ancak İşçi Partisi’nde şimdilerde yaşanan bir kafa karışıklığı değil, bir çatışma. Çatışmanın bir tarafında benim de parçası olduğum enternasyonalist sol yer alıyor. Bu tarafın yüzü öncelikle Doğu Avrupa’yla dayanışmaya dönük. Ayrıca bu kanat, eğer muhafazakârları ekonomi vasıtasıyla kendi tarafına çekip yabancı düşmanlığını bertaraf edemezse, onlara kültürel açıdan hiçbir şey vaat edemeyeceğini de düşünüyor. Diğer tarafta ise ekonomik açıdan ulusalcı sol yer alıyor. O da güçlü bir damar. Bu kesim eni konu Stalinist. Elbette Gulaglara alkış tutmuyorlar, ama ast-üst ilişkisine dayalı bir ulusal ekonomi tahayyül ediyorlar.

Bazı fabrikalarda çalışanların tamamı Doğu Avrupa’dan. Bu da burjuvazinin çok işine geliyor. İki yüzyıldır murat ettiklerine, oy hakkı bulunmayan bir işçi sınıfına kavuştular. Neden tutucuların kazandığı trajedisini anlamak için önce insanların göç hakkındaki endişelerini idrak etmek gerekiyor. Onların sorunlarına daha ilerici çözümler önermeliydik.

Tabanımızın bir parçası olan kol emekçilerini kaybetmek istemiyoruz. Onları önyargılarla gerici diye yaftalamak yerine safları sıklaştırmalıyız. Kitaplarımda sosyolog Manuel Castells’le de paylaştığım, tarihin failinin “ağ bireyi” (network individiual) olduğuna dair bir kuram geliştirdim. Şu pencereden dışarı baktığımızda gördüğümüz üç kişiyi ele alalım. İşçi tulumlu, inşaat aletleri taşıyan bu insanlar kim? Kuşkusuz vasıflı işçiler. Hepsi de yeni teknolojileri kullanmayı gayet iyi beceriyor. Bu insanların kapitalizm sonrasına geçiş sürecinin failleri olduklarını iddia ediyorum. Onlar da ağın içinde yer alıyor. İşçi Partisi hem bu kesimi hem de mesela nüfusunun yarısı öğrencilerden oluşan bir kenti de temsil etmeli. Biz bunları konuşurken bir yandan #MeToo, Black Lives Matter (Siyah Yaşamlar Önemlidir) gibi hareketler örgütlenmeye devam ediyor. Onları da temsil etmeliyiz.

2 Mayıs’ta, Londra’nın dahil olmadığı yerel seçimlerde AB’de kalma taraftarı adayların kampanyasına destek azdı. Sonuçlarda kalma tutumlarının etkili olduğu da söyleniyor.

Kuzeydoğudaki, Nissan gibi ülkenin en büyük otomobil fabrikalarının yer aldığı, İşçi Partisi’nin yerel yönetimde olduğu Sunderland kentini ele alalım. Kentin işçi sınıfı kökenli belediye başkanı Lynda Scanlan, İşçi Partisi milletvekillerini, ikinci bir referandum istedikleri için yerel mecliste on koltuk kaybedilmesine neden olmakla suçluyor. Milletvekilleri de haliyle soruyor: “Eğer neden buysa, öyleyse ikinci referandumu destekleyen Liberal Demokrat Parti niye koltuk kaybetmedi ya da Yeşiller oyunu nasıl artırdı?” Sunderland de tıpkı seçmen tabanımız gibi bölünmüş bir şehir. Şehrin daha yoksul batı yakası İşçi Partisi’ne oy verirken, üniversite eğitimli, vasıflı ve küresel yönelimli kesimin oyları İşçi Partisi, Yeşiller, Liberal Demokrat ve Muhafazakâr partiler arasında farklı oranlarda dağılıyor. İşçi sınıfı söz konusu olunca özellikle UKIP ve aşırı sağa karşı mücadele ön plana çıkıyor. Diğer tüm alanlarda ise küresel liberalizmin çeşitli biçimlerine karşı savaşıyoruz.

Bir açıdan bu tablo Avrupa’daki tüm sosyal demokrat partilerin trajedisini yansıtıyor. Hepsinin tabanı bölünüyor. Tabii İngiltere’de bir de ulusal düzeyde bölünme söz konusu.

İngiliz medyası İşçi Partisi içindeki savaşta Corybn’in karşısında yer alırken, diğer yandan Brexit Partisi başkanı, göçmen karşıtı Nigel Farage’i de epey ön plana çıkardı. Özellikle de BBC. Ne düşünüyorsunuz?

Gerçekten de tuhaf bir durum. BBC yöneticilerinin bir odaya doluşup “haydi Farage’i destekleyelim” diye karar aldığını düşünmüyorum. Bence liberalizm artık sağ popülizme karşı kendini savunamıyor. Tek yapabildikleri sağ popülizme zırvalıklarını anlatabilmeleri için fırsat vermek. Benzer bir süreç son altı ayda İspanya’da yaşandı. Kurulduğu andan itibaren hızla tırmanan faşist parti Vox genel seçimlerde yüzde 10 oy aldı. İspanyol meslektaşlarım televizyonların sürekli Vox hakkında yayın yaptığını söylüyor. İnsanların yüzde 90’ı onlara oy vermese de her gün liberal muhafazakârların televizyonlarında boy gösteriyorlar. Öte yandan liberaller bu partileri desteklemiyor, sadece onlara karşı savunacakları bir tezleri yok. Bu, Batı liberalizmin en önemli sorunu. İnsanlar kadın nefretinin, hiyerarşinin, siyah karşıtlığının, faşist ideolojinin nasıl olup da gençler tarafından sahiplenildiğine şaşırıyor. Bunlar kültürümüzün derinliklerinde vardı, son otuz yıllık küresel liberalizm üstüne tüy dikti. Faşizm niye güçlü? Çünkü liberal siyasetçiler “biz dünyanın en muhteşem ülkesiyiz” sloganını kullanmaya devam ediyor. İhtişamdan kasıt 19. yüzyılda dünyayı istila etmek. Buradan bakınca “yabancıları ülkeye almayalım” diyenlere şaşırmamak gerekiyor.

Neo-faşist kanaat önderi Tommy Robinson.

AB Parlamentosu seçimleri 23 Mayıs’ta. Aşırı sağ tüm kıtada yükselişte. İngiltere’de UKIP’in (Bağımsızlık Partisi) yanı sıra eski UKIP lideri Nigel Farage tarafından kurulan Brexit Partisi de zuhur etti. Yüz binlerce takipçisi bulunan Tommy Robinson’un popülerliğini de es geçmeyelim. Sizce İşçi Partisi’nin tabanı aşırı sağ ile baş etmeye yeterli mi?

Giderek daha fazla toplumsal hareketlere öykünmemiz ve taban eylemliliğine dahil olmamız gerekiyor. Ancak bu zamana yayılan bir strateji. Son üç yıllık deneyimde İşçi Partisi giderek statik, temsili siyasetten aktivizme yöneldi. Birçok Blair yanlısının ve liberalin ayrılmasına rağmen üye sayımız yarım milyona ulaştı. Yeni üyelerin çoğu neoliberalizmin 2008’de resmen çöküşünün ardından radikalleşen, şimdilerde otuzlu yaşlarını süren öğrenci neslinden. Neoliberalizmin asıl amacı örgütlü işçi sınıfını dağıtmaktı. Bu yüzden fabrikaları kapattılar, kasabaları zombi mekânlar haline getirdiler. Endüstri sektörüne dair araştırmalar birçok insanın depresyondan öldüğüne ya da akıl hastalıklarına yakalandıklarına işaret ediyor. Gerçekten de tüm bir sınıf yok edildi. İsterseniz 1980 darbesi sonrası Türkiye işçi sınıfının başına gelenlerle paralellikler kurabilirsiniz. Öte yandan burada, demokratik kültürü olmayan bir demokraside darbe yapılmadı ama, insanlar küçücük evlerinde, sosyal konutlarında tüm öfkeleriyle beraber mahsur kaldı. Irkçılığa, yabancı düşmanlığına teslim olmadığınız takdirde hayatınızın yok edilişine şahitlik etmek radikalleştirici bir deneyim haline gelebilir. Corbyn ile beraber 1980’lerdeki büyük saldırı sırasında hayatta kalanlar tekrar siyasete döndü. Parti toplantılarında saçlarına ak düşmüş üyeleri hemen fark edebiliyorsunuz. Bu insanlar toplumsal bir uyanış yaşıyor. Dahası, emekli olduklarında 24 saatlerini aktivizme vakfediyorlar. Mesela kaya gazı karşıtı kampanya büyük oranda orta yaşlı, emekli kadınlarca yürütülüyor. İşçi Partisi her zaman sendikaların, yaşlı işçi sınıfının ve radikal gençlik hareketinin bir ittifakı olacak. Bu yüzden aşırı sağ ile baş edebileceğimizi düşünüyorum.

Tommy Robinson ve UKIP aynı fenomenin farklı tezahürleri. Robinson UKIP’e giremedi, çünkü girseydi partiyi hukuken bitirirdi. Robinson ırkçı bir suçlu ve cani. Evet, onunla hareket eden bir güruhu var, ama İşçi Partisi bu grubu kuşatmayı başarıyor. Pek bahsedilmese de İngiltere’de sıkı bir anti-faşist kültür mevcut. Brexit Partisi ise henüz işin başında. Merkezinde Farage’in otoriter milliyetçiliği yer alıyor. İnsanlar haklı olarak demokratik bir öfke duyuyor. Brexit oylamasında evet demişler, ama hükümet kararlarını hayata geçirmemiş. Bu bizim, muhalefetin suçu değil. İnsanlarla konuştuğumda şunu söylüyorum: Eğer Corbyn’e oy verseydiniz Brexit belki gerçekleşebilirdi. Oysa baştan ona güvenmediğinizi söylediniz. Ama güvendiğiniz Theresa May ile Brexit gerçekleşmiyor.

Neoliberalizmin amacı örgütlü işçi sınıfını dağıtmaktı. Fabrikaları kapattılar, kasabaları zombi mekânlar haline getirdiler. 1980 darbesi sonrası Türkiye işçi sınıfının başına gelenlerle paralellikler kurabilirsiniz. İnsanlar küçücük evlerinde, sosyal konutlarında tüm öfkeleriyle beraber mahsur kaldı. Irkçılığa, yabancı düşmanlığına teslim olmadığınız takdirde hayatınızın yok edilişine şahitlik etmek radikalleştirici bir deneyim haline gelebilir.

Anti-faşist dayanışmayı örgütleyen Momentum yükselen toplumsal hareketlerin başında geliyor.

AB seçimlerine gelirsek, İşçi Partisi için tek bir stratejinin mümkün olduğunu düşünüyorum: “Bu seçimlerde başka bir referandum yapmıyoruz, eğer AB’de kalırsak Brüksel’de sizi kimin temsil etmesini istiyorsunuz” sorusunu sormak. Farage gibi bir sabotajcı mı, yoksa eleştirse de Avrupa projesine inanan, onunla yapıcı bir ilişki halindeki bizler mi? AB seçimlerinde ulusal seçimlerdeki gibi iki parti yarışmıyor. İlericiler Yeşiller’e ya da liberal Change UK’ye oy verebilir. İsteyen İskoç ulusalcılarına da oy verebilir. Demokratik açıdan oyları boşa gitmez. Bu şartlarda İşçi Partisi’nin oyunun yüzde 20’yi aşması gayet ilgi çekici olur.

2014 AB seçimlerinde konu tamamıyla Brexit’ti. Bu yüzen birçok insan, dört milyon kişi, aşırı sağ UKIP’e oy verdi. O günden bu yana, UKIP üye kaybettiği ölçüde hızla otoriter bir partiden faşist bir partiye dönüştü. 2014’te Yeşiller de bir milyon oy aldı. Şimdi bambaşka bir evredeyiz. Bunun nedeni ülkede yaşanan neoliberal kriz. Türkiye’de uzun yıllar yüksek büyüme oranları gerçekleşti. Şimdilerde liradaki aşırı değer kaybına rağmen, örneğin İstanbul’un Asya yakasına baktığımda büyümenin etkilerini hâlâ gözlemleyebiliyorum. Bizse yıllardır küçülüyoruz. Bir önceki seçimden bu yana geçen beş yılda insanlar daha öfkeli hâle geldi. Acıları daha da katmerlendi. AB seçimleri için değil, seni yok eden ve gözünün önünde cereyan eden şeylerle mücadele etmen gerekiyor. Stalinistlerle anlaşamasam da, benim yoldaşlarım da haklı olarak İşçi Partisi’nin AB’de kalma taraftarı bir partiye dönüşmesinden, Theresa May’in bir erken genel seçim baskınıyla makûl muhafazakârlarla yabancı düşmanlarını birleştirip seçimi kazanmasından korkuyor. Oysa May’in suyu çoktan ısındı. Kendi isteğiyle mi gidecek, yoksa tahttan mı indirilecek, mesele bundan ibaret.

Çeviren: Ulus Atayurt

^