Speak To Me
Tuncel Kurtiz: Yıllar geçti aradan, Pink Floyd hâlâ insanoğluna bir hediyedir. İlk dinlediğim Pink Floyd The Wall albümüydü. Yavuz Baydar koşarak geldi eve, bir tane kendine almış, bir tane de bana. Oturduk, dinliyoruz sabah sabah. “Another brick in the wall”. O gün gelmiş Stockholm’e, uçaktan inmiş, gitmiş almış plağı. 41 yaşındaydım. İlk Pink Floyd dinleyişim o zaman. Dark Side Of The Moon’a sonradan geldim. Dün akşam dinledim yine, bir misafirimiz vardı, bir delikanlı, çok güzel bir laf etti: “O bir kere olabilecek bir şey, o da olmuş.” Haklı. Nedir acaba ayın öteki karanlık yüzü? Nasıl yaşıyoruz onu? Orası neresi? Savaşı görüyorsun orada, zulmü görüyorsun, yabancılaşmayı da, fabrikayı da… Ve insanı görüyorsun, insanın ritmini… Kalbin vuruşuyla başlıyor her şey, Dark Side Of The Moon da öyle başlıyor.
Lale Müldür: İstemem ben ayda falan yaşamak. Yerçekimi yok, nasıl el sıkışacaksın? (kahkaha atıyor) Bu parçanın adı neydi?
“Speak To Me”.
Lale Müldür: You speak to me, rather. (kahkaha atıyor) Sen söyle: Bir Roger Waters var, bir de Syd Barrett. Haklı kim sence? (kahkaha atıyor)
Haklılık-haksızlık diye bir durum yok. Syd Barrett’ın keçileri kaçırmasında Waters’ın ne kabahati var?
Lale Müldür: Ben de aynen öyle düşünüyorum. (kahkaha atıyor) Üstelik en güzel albüm de Syd Barrett’sız çıkmış, değil mi?
Waters üç tane de çok güzel şarkı yazmış onun anısına. Syd Barrett’ın bu kadar sevilmesinde o şarkıların da payı yok mu?
Lale Müldür: Daha ne yapsın! Görüyorsun, insanoğluna yaranılmaz. (kahkaha atıyor) Situasyonisttir Barrett, ama Dark Side Of The Moon’u yapabilmiş mi? Yapamamış.
Sağlık olsun.
Lale Müldür: Sağlık olsun tabii. (kahkaha atıyor) Ama Syd Barrett’ın da çok karizmatik bir kişiliği var doğrusu. Şizofrenisi de var galiba, bir de LSD olayları tabii..
Ali Ece: Abartılı gelebilir, isteyen ukalâ desin, umurumda değil: Syd Barrett o kuşağın Che Guevara’sıdır. Roger Waters’dan olsa olsa Tony Blair olur.
“Maksadı aşan ifade” dediklerinden oldu galiba.
Ali Ece: Tamam, hep “savaşa hayır” dedi Waters, ama ben müzikal anlamda söylüyorum. Müzikal devrim anlamında, Syd Barrett, Che’dir. Bana “Roger Waters mı olmak istersin, yoksa Syd Barrett mı?” dense, Syd Barrett olmayı tercih ederim. Syd ateş gibi, Waters kül gibi.
Hakan Gürvit: “Brain Damage” bir empati şampiyonluğu. İnsanın kendini başkasının yerine koyabilmesinin çok güzel bir örneği. “Shine On You” da muazzam bir veda… “Wish You Were Here” da öyle. Biz de ne zaman birilerini özlesek hep onu çalmadık mı?
Ali Ece: Bazen Roger Waters’a çok insafsız yüklendiğimi düşünüyorum. “Wish You Were Here”ı yapmış sonuçta. Bizim stüdyoya gelen her grup mutlaka onu çalar. Ezan gibi olmuş artık.
Hakan Gürvit: Syd Barrett’a ne olduğunu bir hekim olarak anlayabilmiş değilim. Cambridge’de annesinin evinde tek başına yaşadığını, çok iyi bahçecilik yaptığını, ablasının ya da kızkardeşinin yakınında oturduğunu biliyoruz. 60 yaşındaki bir emekliden beklenen hayatı yaşıyor aslında. Bir kronik şizofren böyle yapamazdı. Herhalde şizofreni demek fazla Syd Barrett için.
Tibetli usta diyor ki, “devinen her atom, kendi sesini çıkarır”. Pink Floyd’da magmanın o hareketi var. O hareket geliyor, yukarıya doğru çıkıyor ve altyapının içine yerleşiyor. Fabrikaya yerleşiyor, savaş alanına yerleşiyor, yeni kafesler kuruyor kendine, ondan sonra yeniden o nefese ve toprağın sesine dönüyor… –Tuncel Kurtiz
Tuğrul Eryılmaz: Pink Floyd’un marifeti şu: Beyinlerini kaybedip yeni beyinlerle yola çıktılar. Syd Barrett, bunların lead gitaristi, lead solisti, neredeyse her şeyi yazan herif. Birdenbire uçtu gitti, kayboldu. Fakat bunlar daha da büyüyerek yollarına devam etti. Pink Floyd konusunda hislerim çok karışık. Bütün albümleri var bende, ilk single’ları bile. Kırk yıldır süren bir fenomenden bahsediyorsan, aradan bir şeyi çekip onun üzerine konuşamıyorsun. Artık onlar tarihleriyle var, sevaplarıyla ve günahlarıyla. “Ay ne güzel bir albüm, fıkır fıkır oynadım” ya da “şakır şakır ağladım” olmuyor. Pink Floyd gibi gruplara öyle bakılamıyor. 1966’da kurulmaları, parçalanmaları, şimdi ayrı ayrı konserler vermeleri ya da kırk yılın başı bir araya gelmeleri… Olaya tümüyle bakıyorsun. Öfkem, Berlin duvarı hikâyesinden geliyor. Onun parlak bir fikir olduğunu düşünmüyorum.
The Wall konseri bir facia, onu geçelim. Sevaplarından konuşalım.
Tuğrul Eryılmaz: Çok hayırları dokunmuştur. Karamsarlığı, kaybolmuşluk hissini alıyorlar üzerimizden. Hakikaten hissediyorsun, yalnız değilsin: “There’s somebody out there!” Bu çok önemli. Bu hissi geçirmeleri bile, benim onları sevmem için yeterli neden aslında.
Breathe
Ali Ece: “Breath” çok kısa, ama harika bir ara geçiş. “Money”nin girişindekinden daha standart blues akorlarıyla yazılmış bir şarkı. Dark Side mükemmele yakın bir albüm. İki numaramdır. Bence en iyi albümleri The Piper At The Gates of Dawn’dur.
Kitabına Dark Side Of The Moon esintili bir isim (Ayın En Güzel Yüzü) koymanın sebebi ne?
Ali Ece: Rock tarihinde en sevdiğim şarkılar hep ay üzerine kasideler. Echo & The Bunnymen’in “Killing Moon”u, Soft Machine’in “Moon in June”u… Say say bitmez. Ama kitabın ismini koyarken asıl etkili olan Dark Side’dı. Tam tersi olsun diye düşündüm. Bir de kahramanlardan birinin ismi Miray; ayın en güzel hali demek.
“Breathe”i dinlerken Bedrettin albümünün girişindeki nefesin geldi aklımıza. Nasıl çıktı o nefesler?
Tuncel Kurtiz: Nefes temrinleriyle başladım çalışmaya, hep o kaz uçuşuyla girmeye çalıştım. (ayağa kalkıyor, kollarını kanat gibi çırpıp nefes alıp veriyor) Bu ne? Bu aslında bütün doğa. Magmanın nefes alıp verişi, durmadan değişmesi. İtalya’da, Santorina adasında bir gece, yorgun, bitkin vaziyette, kulağımı bir kayaya dayayıp yattığımda, magmanın sesini de duydum, tabatabataba… Tibetli usta diyor ki, “devinen her atom, kendi sesini çıkarır”. Pink Floyd’da magmanın o hareketi var. O hareket geliyor, yukarıya doğru çıkıyor ve altyapının içine yerleşiyor. Fabrikaya yerleşiyor, savaş alanına yerleşiyor, yeni kafesler kuruyor kendine, ondan sonra yeniden o nefese ve toprağın sesine dönüyor… Bedrettin’deki nefesi bu kaz hareketlerinden çıkardım. Çünkü inanılmaz semahlar gördüm, sonra da anadan doğma oynamak istedim, karaya boyandım. İrene Melikoff’un kitabında okudum, Sarıkamış çevresinde, Bedrettin’in öldüğü günlerde üryan semah yaparlarmış, bir kefen bezi sararlarmış üzerlerine. Ben eski çağlara da gittim. Kadınların yüzlerine örümcek ağından maskeler yaptıkları, gövdelerini kırmızıya, sarıya, yeşile boyadıkları ve su içinde takdis oldukları zamanlara… “Ben de kara cin olacağım” dedim. Siyah Kalem’den çıktı o, Siyah Kalem’in resimlerinden. Bir bez bağladım ayıp yerlerime, ondan sonra çıktım, uçmaya başladım. Sabah kalktığımda Pink Floyd’la dans ederim ya da nefes temrini yaparım. Yalnız onunla yapmam, Bach’la da yaparım, onunla da uçarım.
On The Run
Ali Ece: Açılıştaki üç şarkı, tek bir şarkı gibi. Bu albüm, kaydedildiği zamana göre yirmi sene ileride. Konsepti, fikri, ruhu ve tekniğiyle. Bütünlük açısından, bir kitap gibi. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla doğru giden, sıkıntıdaki, kıstırılmış ve büyük bir yenilgiye uğramış çalışan sınıfların –ve düşünen sınıfların– yılgınlığını önceleyen, 80’li yıllarda olacakları önceden bildiren kehanetvari bir albüm. Dijital kayıt daha ortada yokken, olanaklar son derece kısıtlıyken yarattıkları efektler ve şarkılardaki imgelemler birbirine acayip uyuşuyor. Hiçbiri laf olsun diye yapılmamış, her saniyesi ince ince düşünülmüş. Genelde, prodüksiyon iyileştikçe, albümler piyasa sound’una geçer ve mükemmeliyetçiliğe boğularak ölür. Bazı şeyleri ham bırakmak, sürprizlere açık bırakmak gerek. Dark Side’da bunun acayip güzel bir dengesi var. Yiğidi öldür, hakkını ver: Dark Side, Waters’ın altın çağıydı.
Lale Müldür: Bunun adı neydi?
“On The Run”, koşuşturmaca…
Bu albümü ilk çıktığı zaman dinlemiştim, 1973’te. Çok iyi müzik dinleyen zengin arkadaşlarım vardı, gider onlarda dinlerdim. Okulun kütüphanesinde de dinlerdim. Bob Dylan’ı kütüphanede keşfettim mesela. –Lale Müldür
Lale Müldür: (İngilizce konuşmaya başlıyor) Para için. Ve statü için. Ve güzel kadınlar için. Biz de erkeklerin peşinde koşturuyoruz. Olay oraya vardı. Bu hep böyle, değişmez. Ama bu sefer gerçekten oraya vardı olay. (kahkaha) Başka hiçbir şey yok. Bu sefer gerçekten öyle. Ne kadar koşsan boş. (kahkaha)
Tuğrul Eryılmaz: Bu parçayı çok seviyorum. Nefes nefese kalıyorsun. Hakikaten nefessiz bırakıyor. Tam kafa müziği. Yemeğe çağırdığın arkadaşlarına “size bir Pink Floyd çalayım” desen skandal olur. (gülüyor) “Hadi gelin bu akşam Pink Floyd dinleyip dans edelim”, yok abi öyle şey yani.
Pink Floyd’la dans ettiğin olmadı mı hiç?
Tuğrul Eryılmaz: Hiç öyle bir densizlik yapmadım. Stones’la da çok az dans ederim. Onlarla dans eden insanlara da çok kızarım. Nedir, adama şey muamelesi çekiyorsunuz, neyse onun adı… Elton John. (gülüyor)
Time
Tuncel Kurtiz: Pink Floyd devamlı geliyor insana. Aradan yıllar geçiyor, dinlemek istiyorsun. Ve o bir hediye gibi geliyor sana. Geçmişe inanılmaz bir yolculuk yaptırıyor. Onun için herkes dinliyor Pink Floyd’u. Fakat tabii hit parçalar ayıklanıyor içinden ve olay ticarileşiyor birdenbire. Kemer’de filmde oynadım, Kemer Tatil Köyü’nde kalıyordum, orkestra her gece “Another Brick In The Wall”u çalıyordu. Ama o şarkı başka bir şey olmuştu artık.
Lale Müldür: Bu albümü ilk çıktığı zaman dinlemiştim, 1973’te. Robert Kolej’deydim, okulun en başarılı öğrencisiydim. (kahkaha) Çok iyi müzik dinleyen zengin arkadaşlarım vardı, gider onlarda dinlerdim. Okulun kütüphanesinde de dinlerdim. Bob Dylan’ı kütüphanede keşfettim mesela. (kahkaha)
“Bir bakıyorsun on yıl geçmiş” diyor şarkı sözü, “haber veren de olmadı”…
Lale Müldür: Kimse birbirine haber veremedi vakit geçiyor diye. (kahkaha) Onyıllar geçti gitti, hâlâ birtakım hayallerimiz vardı oysa. (kahkaha) 70’ler çok güzel yıllar. 80’ler daha güzel, bakma kötü dediklerine. Son umutlar çünkü. (kahkaha) 90’lar iyi değil. İşsiz millet, sokaklarda fecaat durumlar. 2000’ler daha beter.
Tuğrul Eryılmaz: Düşünsene bu şarkının yapıldığı zamanı! Ne vardı 70’lerde? Sol hareketin, anarşist hareketin, devrimci hareketin, anti-kapitalizmin, bütün özgürlük hareketlerinin, kadın özgürlüğünün, gay özgürlüğünün patlaması, Vietnam savaşının korkunç dönemleri ve bitişi… Pink Floyd, tam onların ortasından gelen bir grup. Bunlara bigâne kalarak bir şey olmaları mümkün değildi. Toplumda olup bitenlerle ciddi bir dirsek temasları vardı. Bu hepsi için böyleydi. Stones, Beatles, Soft Machine… “Sex, drugs and rock”, bu gruplardan bahsedince bunlardan da bahsetmek lâzım. 1967-68 çok sihirli bir dönem. 70’lerin ortasına kadar geldi o sihir. Sonra muhafazakârların saldırısı azdı, fena halde hızlandı. Rock tarihini 1975 öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak gerek belki de.
“Sihirli” dediğin dönemin zirve noktası Dark Side değil mi?
Tuğrul Eryılmaz: Neden zirve noktası? Ortaklaşabiliyorsun çünkü, bir sürü şarkıyla hislerin çok ortak. Ama John Lennon gibi damardan girmiyorlar, dolambaçlı yapıyorlar. “Imagine” mesela, damardan giriyor. Waters da sonradan öyle yapmaya başladı. “Leaving Beirut”ta hiç sakınmıyor lafını. Bu çok güzel. Stones’un öyle şarkıları vardı: “Sympathy For The Devil”, “Street Fighting Man”, güm diye vurur, hiç öyle kulağını öbür taraftan göstermez.
Dark Side, o güne kadar rock’ta yapılan her şeyin özeti gibi.
Tuğrul Eryılmaz: Çok da güzel özetliyor üstelik. 1960’lardan, daha eskilere de git, 1950’lerden kalk gel, yapılan her şeyi rafine ede ede bir özet sunuyorlar. Fakat o kadar güzel yapıyorlar ki, ya kardeşim, bu kadar mı matematik olur müzik! Filanca köşe yazarının şurup yazıları gibi, “güzel şeyler söylüyor ama, içim bayıldı artık” diyorsun. Daha az ölçülüp biçilmiş şeyler istiyorum.
The Great Gig In The Sky
Bu parça ölüm üzerine; adı da çift anlamlı, “Gökyüzündeki büyük konser” ya da “büyük filika”.
Tuncel Kurtiz: Tahta Kuşlar köyünün mezarlığında “ölüm bahar ülkesine açılan kapıdır” diyor. Alevi Türkmen köyü orası, hiç korkmuyorlar ölümden. Mezar taşına da şarap şişesi koyuyorlar. (gülüyor) Türkmenleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Toroslar’dan getirmişler. Yürükler çok önceden gelmiş. Süleyman Şah’la beraber Gelibolu’yu geçip Bolayır’a kadar gelmişler. Bolayır’da öldüğü zaman, Süleyman Şah’ı atıyla beraber gömmüşler. Namık Kemal’in mezarının hemen yanında, Süleyman Şah’ın atının mezarı var. Hangi Müslümanlıkta atıyla gömerler insanı? (gülüyor) Bizim Tahta Kuşlar köyünde, hâlâ bir genç kız öldüğü zaman, ona gelinlik giydirirler, yanına yorganını, yatağını koyarlar, rujunu, allığını sürerler, ondan sonra gömerler. Çünkü o artık “uçmağa varmıştır”, o artık “bahar ülkesine gitmiştir”, hayat devam edecektir. Bedrettin’e “bize bir mucize göster” dediklerinde, “bir gün kara toprağa gideceksin, üzerinde türlü otlar, çiçekler bitecek, daha nasıl mucize istiyorsun” diyor. (gülüyor) Ben 71 yaşındayım, bakıyorum bu Amerika, 10-15 sene içinde çökecek gibi geliyor. Amerika’nın çöküşünü görmek istiyorum, onu görmeden ölmek istemiyorum. (gülüyor) Konser nasıldı, güzel miydi?
Güzeldi…
Tuncel Kurtiz: Bizim arkadaşlar sandal, motor kiralamışlar, denizden dinlemişler. Ben de eskiden öyle yapardım, Arnavutköy’de otururken Boğaz’daki konserleri hep denizden dinlerdim. Denizden dinlemek keyiflidir.
Ali Ece: Gitmedim konsere tabii ki. Her şeyden evvel, biletlerin 300 milyon olması demek, Pink Floyd’un en baştaki idealleriyle ve müzikal, sanatsal çizgisiyle müthiş bir çelişki demek. En pahalı yerlerde TMSF başkanı, yok borsa başkanı, bir sürü beyaz Türk en öndeydi. Onların konseriydi. O insanların olduğu yerle işim olmaz. Niye şimdi geliyor? Efendim zamanında Türkiye’de insan hakları ihlâlleri varmış da, o yüzden gelmemiş. Külliyen yalan. Şimdi de had safhada var insan hakları ihlâlleri. Beyaz Türk Türkiye’sinde yok, o yüzden mi geldi yani?
Hakan Gürvit: Her bakımdan olağanüstü bir konserdi diyebilirim. Ama nedense, arkadaşlarımınki gibi bir coşku duyamadım. Bunun iyi bir cevabı yok bende. Gazeteler, konserden gözyaşları içinde çıkan 15 bin kişiden bahsediyor. Bende öyle bir hissiyat uyandırmadı. Tat almamamın nedeni Roger Waters’ın performansı değildi. Pink Floyd tam kadro olsaydı, daha iyi mi olacaktı? Zannetmiyorum. Bir zamandışılık hissiyatıydı galiba tadımı kaçıran.
Syd Barrett’a ne olduğunu bir hekim olarak anlayabilmiş değilim. Cambridge’de annesinin evinde tek başına yaşadığını, çok iyi bahçecilik yaptığını, ablasının ya da kızkardeşinin yakınında oturduğunu biliyoruz. 60 yaşındaki bir emekliden beklenen hayatı yaşıyor aslında. Bir kronik şizofren böyle yapamazdı. Herhalde şizofreni demek fazla Syd Barrett için. –Hakan Gürvit
Miyadı dolmuş anlamında mı “zamandışılık”?
Hakan Gürvit: Dark Side Of The Moon’un kendisinin miyadı dolmasa da, galiba bu temada bir konserin miyadı doldu. Otuz yıl önceki bir şeyi bağlamından tümüyle çıkarıp otuz yıl sonraya taşımak… Onunla ilgili, ona bağlanmış, yosunlaşmış birtakım göstergeleri de şimdiki zamana hiç yaraşmadığı halde çekip çağırma eforu, o efora bazı arkadaşlarımın yoğun bir nostaljiyle katılması canımı sıktı herhalde. Bir gazetenin konser yorumunda okudum, bir Floyd veteranı o kadar zevke gelmiş ki, evde hazırladığı kekleri dağıtmış yanından geçenlere. Konserdeki gençler için de, “onlar bunu da sever ama, Tarkan konserine de gider” diyor.
Yıldırım Türker’in dünkü (24 Haziran) yazısını okuduğumda, konserin niye canımı sıktığını biraz daha iyi anlar gibi oldum. Kuşak şovenizmini, eski kuşağın şimdiki apolitizmden “Özal gençliği”ni sorumlu tutmasını anlatıyor. Yeni kuşak üzerinde, “bak bizim adamlarımız geldi, bizim zamanımız böyleydi, siz hiçbir şeyden anlamazsınız, ne müzik, ne politika bilirsiniz” baskısını yapmanın kolaycı yollarından biri de Dark Side’ı öne sürmek galiba. Bu bana fena halde zamandışı geliyor. Yıldırım Türker, hoş bir analoji kullanıyor, “malulen emeklilik” diyor. Sorumluluk almamanın, olup bitenleri genç kuşaklara yüklemenin en güzel yollarından biri “malulen emeklilik”. Kayda değer “emeklilik ikramiyeleri” alıp köşelerine çekilenlerin gençleri apolitiklikle suçlaması sinir bozucu…
Konserin en ufak defosu yoktu, her şey çok mükemmeldi. Ama, bir rock performansına bu kadar mükemmellik de fazla olsa gerek diye düşünüyorum. Belli bir kuşağı, belli bir yaşı vuracağı, yerlere yapıştıracağı kesin olan bir projeydi zaten. “Roger Waters ‘Dark Side’ı çalacak” dendiğinde, 15 bin kişinin gelmesi normaldi. Bu konser başı sonu çok belli bir şeydi. Patti Smith konseri olağanüstü vurmuştu beni. Onun başı sonu belli değildi.
Tuğrul Eryılmaz: Millet nasıl söylüyordu şarkı sözlerini! Adam çok şaşırmıştır herhalde. (gülüyor) Kafaya takarsan ezberlemek çok zor değil Pink Floyd şarkılarını. Çok melodik çünkü. Bir yandan sol damardan giden bir adam Roger Waters, ama aynı zamanda o kadar işinin ehli ki, bu hep beni kuşkulandırdı. Diyeceksin ki, işinin ehli olmak ayıp mı? Değil ama, saykodelik olduğunu düşündüğün bir grubun daha falsolu olmasını istersin. Bir yerde de bir sürpriziniz olsun be kardeşim! Pink Floyd Bunuel filmleri gibidir, boş yok. Bunuel filmlerinde ne seyredeceğini biliyorsundur, şakır şakır din düşmanlığı yapar, burjuvazi düşmanlığı yapar, ne kadar kurum varsa içine eder. Çok seversin, çok saygı duyarsın. Pink Floyd da öyle. Müzik daha farklı olmalı sinema ve edebiyattan. Daha bir sürpriz istiyorsun.
Çok iyi bilinen bir albüm olduğu için yokmuş gibi geliyor belki ama, var bir sürü sürprizi…
Tuğrul Eryılmaz: Ama hepsi o kadar hesaplı ki. Konser stüdyo kaydı gibi değil miydi neredeyse? O kadar prova edilmiş ki, “vay be” diyorsun. Katiyen saygısızlık etmiyorum. Ancak çok “straight” buluyorum müzikal anlamda, iki tane Pink Floyd albümünü arka arkaya dinleyemiyorum. Ama geceyarılarına kadar Stones dinliyorum, Beatles dinliyorum, Jefferson Starship dinliyorum, onları daha heyecan verici buluyorum. Aynı dönemin insanları bunlar. Ben çok önemli buluyorum sürprizleri, en büyük sıkıntım da o Pink Floyd’la ilgili. Yoksa insan çarpılır hakikaten, bu kadar iyi müzik yapan ve bu kadar bir şeyler anlatmaya çalışan grup az bulunur.
Yeni kuşakların Pink Floyd’la ilişkisi nasıl sence?
Tuğrul Eryılmaz: Şimdilerde daha muhalif duran, daha farklı bir müzik yapmaya çalışan insanlar kimlerse, Pink Floyd’un ruhu onlarda. Onlar da kendi kuşaklarına Stones’un, Beatles’ın, Pink Floyd’un bizim kuşağımıza yaptığını yapıyorlar. Ben şuna şaşırıyorum: Sadece müzikal olarak seviyor gençler bunları. Başka bir yerdeler çünkü. Ama onların da Pink Floyd’ları var. Radiohead mesela. “Bütün Pink Floyd plaklarını alıyoruz, onların yerine bir tane grup dinleyebileceksin, seç bakalım” deseler, seçeceğin grup belli, Radiohead. Karanlık, ama içindeki öfkeyi de sana dışarı vurduran, mutlu eden bir grup.
Money
Lale Müldür: “Money”i sevmem doğrusu. (kahkaha) Tam para sesini çıkartıyorlar çünkü, o yüzden. Sıkıcı bir melodi tabii. Patlamıyor hiç. (kahkaha)
Olay budur diyorlar.
Lale Müldür: Evet, olay o. Onun için ben sevemiyorum yani. (kahkaha) En sinir parça.
Tuğrul Eryılmaz: “Money”i severim. Müzik olarak da hoşuma gider, söz olarak da. Maniii… Paranın gücü ve aşağılanması üzerine yapılan en güzel şarkılardan biri. Bizim zamlar vardı bu ay, yapmadılar. “Siktir et, para nedir ki, elinin kiri” derler, ama “give me a rise” (bana zam yap) dediğinde, aynen Roger Waters’ın bu şarkıda dediği gibi, “aa, o kadar da değil” derler. Bunu konserde sana benzeyen insanlarla, paracı olmayanlarla birlikte söyleyip keyif alırsın. “Money, it’s a gas, money, it’s a crime…” Daha ne desin abi! Rock, sistemle derdi olan insanların müziği zaten. Sistem dediğin ne? Kapitalizm. Hiç başka bir şey görmedik ki, onun egemenliğinde doğduk, büyüdük ve onun egemenliğinde öleceğiz. Ama bu bizim muhalif olmamızı ortadan kaldırmadı, o yüzden çok saygı duyuyorsun bu heriflere… Öfkemi dışarı vuruyor, kendimi bıçaklayacağıma, jilet atacağıma gidip orada bağırıp çağırıyorum. İstersen iman tazelemek de, istersen yalnız olmadığını görmek de, senin gibi düşünen binlerce insan var orada. Bu çok önemli. Fakat, bunların bu kadar yükseklerde uçarken birbirlerine girmeleri, “benim adım, senin adın, gruba kim sahip olacak, o şarkıyı söyleyemezsin, bunu basamazsın” kavgalarına ne diyeceksin? Karizma yerlerde…
Karı-koca kavgası deyip geçelim…
Tuğrul Eryılmaz: Karı-koca kavgasından daha iğrenç bir şey var mı hayatta! Buzdolabını kim alacak, çamaşır makinası kimin olacak? Sen büyük kızı alacaksın, ben küçük oğlanı… Burasını da atlayalım diyemiyorum, kusura bakmasınlar.
Us And Them
Lale Müldür: En sevdiğim parça budur. Ellezza diye bir krem çıktı şimdi, bu grup Ellezza gibi. Sümüklü böcek kendini yeniden imal edebilen tek yaratıkmış dünyada. Kabuğundan yapışkan bir sıvı çıkıyor, kabuğu kırılırsa onu yeniden yapabiliyormuş o sıvıyla. Bundan krem yapmışlar kadınlar için. Bu müzik böyle bir şey, acılarımızı, kırıklarımızı iyileştiriyor, onlardan bahsediyor çünkü. Ve yollar gösteriyor, gösterebildiğince. Ellezza müziği yani bu. (kahkaha) Bunlara progressive rock diyorlar, space rock diyorlar, saykodelik rock diyorlar. Saykodelik en iyisi bence, hiç şaşmaz. Space rock da güzel tabii. Güzel ve doğru. (kahkaha) Ama “progressive” olmuyor… Geçenlerde birileri bana, “biz Lale Müldür’ü sizin gibi sanmıyorduk” dediler. (kahkaha) “Kinetic touch of responsability” filan gibi konuşacağımı sanıyorlar.
O da güzel lafmış, “mesuliyetin kinetik teması”…
Lale Müldür: Güzelmiş, evet. (kahkaha) Bence kinetik “touch” yapıyoruz biz de şu anda. (kahkaha)
Tuğrul Eryılmaz: Çok temiz bir müzikleri var heriflerin, bu kadar steril müzik az bulunur. Buna ne diyeceksin?
Pink Floyd Bunuel filmleri gibidir, boş yok. Bunuel filmlerinde ne seyredeceğini biliyorsundur, şakır şakır din düşmanlığı yapar, burjuvazi düşmanlığı yapar, ne kadar kurum varsa içine eder. Çok seversin, çok saygı duyarsın. Pink Floyd da öyle. Müzik daha farklı olmalı sinema ve edebiyattan. Daha bir sürpriz istiyorsun. –Tuğrul Eryılmaz
Bize güzel saatler yaşatıyorlar, ona bakalım.
Tuğrul Eryılmaz: Birilerine de Müslüm Gürses güzel saatler yaşatıyor, ne yapacağız şimdi? Niye benim güzel saatlerim onların güzel saatlerinden farklı?
Sen söyle, senin yaşın daha büyük…
Tuğrul Eryılmaz: Kendini daha evrensel hissediyorsun. Böyle bir şeyi var rock müziğinin. Japonya’da da bu, Türkiye’de de bu, İngiltere’de de bu. Dünyanın her tarafında öbek öbek bu müziği dinleyen insanlar yaşıyor. Bu müthiş tabii. Fakat Pink Floyd bana bir cemaatin üyesi olduğum hissini veremedi hiç.
Devrimci duygular veriyor mu peki?
Tuğrul Eryılmaz: Veriyor tabii. Ama çok özel bir şeyden bahsetmiyoruz ki. Başka örnekler vereyim sana: Who! Kıyametler koparıyor herifler, “My Generation”lar, “Won’t Get Fooled Again”ler, onlar daha da doğrudan saldırıyorlar, daha da radikaller. Üstelik müzikleri de daha “rough”. Pink Floyd ise, oradan yaylılar yükselsin, buradan synthesizer girsin, arkadan da tuhaf tuhaf sesler gelsin, space rock ya…
Bu arada, teslim edelim, Roger Waters güzel yaşlanmış…
Tuğrul Eryılmaz: Çok iyi yaşlanmış. Gençken çirkindi, at suratlı İngiliz. Prenses Anne’a benziyor. (gülüyor) Aksi bir herif. İsrail’de 50 bin kişi gitmiş konserine. Trend tekrar dönüyor bir şekilde. Neoliberaller zirveye vurdular, şimdi düşüşleri başladı. Eski rock’çuların düzgünleri o dalgayı yakalıyor. Roger Waters da öyle. Ama Berlin duvarındaki ucuzluğunu affetmek çok zor.
Şunu da ıskalamayalım tabii: Pink Floyd, küçük burjuva, sol entelektüel bir grup. Küçük burjuvalıkları solculuklarının, entelektüelliklerinin önüne geçebiliyor bazen.
Tuğrul Eryılmaz: O zaman da öyle görmek lâzım Pink Floyd’u. Sınıfsal ve ulusal özellikleri de var. Çok düz bir çizgide gitmeleri mümkün değil. Örnekleri Türkiye’de de var bunların.
Ama onlar bizimkiler gibi dine ya da milliyetçiliğe savrulmadı.
Tuğrul Eryılmaz: Batı Avrupa’daki bize benzeyen insanlar, bizden daha başarılı bir sınav verdiler. Türkiye’deki yaşıtlarından, etkiledikleri insanlardan çok daha sağlam çıktılar. Çünkü onlar milliyetçilik ve din meselelerini hakikaten çözmüşlerdi. Biz hâlâ savruluyoruz. Çok fazla değil, beş-on sene önce aynı görüşte olduğum, aynı yürüyüşlere katıldığım arkadaşlarımla belli bazı temel konularda –Kürttü, Ermeniydi, türbandı– bayağı ayrı düştüm. Dehşet verici bir şey.
Any Color You Like
Buna “renkler-zevkler” parçası da diyebiliriz: “Any Color You Like”.
Lale Müldür: Onun için enstrümantal yapmışlar. (gülüyor)
Roger Waters’ın yaşlanmış halini nasıl buluyorsun?
Lale Müldür: Cool buluyorum, yakışıklı adam.
Tuğrul Eryılmaz, “gençken at suratlıydı” diyor…
Lale Müldür: O Syd Barrett’ı mı tutuyor? (kahkaha) Roger Waters cool’un allahı! (kahkaha)
Cool’u Roger Waters bağlamında nasıl Türkçeleştirebiliriz?
Lale Müldür: Bence burada “fazlasıyla görmüş geçirmişliğin serinkanlılığını taşıyor” diyebiliriz. Bizim şimdi yaşadıklarımızı yıllar önce görmüş geçirmiş. (kahkaha) Bilerek bakmak, onun için serin bakmak… Ben şimdi o durumdayım, geçirdiğim beyin kanamasından sonra, serin bakıyorum her şeye. Kimseye kızmıyorum, kimseye küsmüyorum. Eğer hak etmediyse tabii. (gülüyor) Genelde panellerimde oluyor. Küfredip hepsine, ayrılıyorum. (kahkaha) Pek popülerliğim kalmadı o yüzden.
Bu da cool sayılır…
Lale Müldür: Cool tabii. Hiç takmadığımı belli ediyorum. Cool’luk bilmekten geliyor. İkinci hayat gibi bir şey yaşıyorum. Roger Waters da ikinci, üçüncü hayatını yaşıyor.
Ali Ece: En güzel yaşlanan adamlar Iggy Pop’la Keith Richards’dır. Bir de Charlie Watts… Roger Waters’dan daha çok bunlardır. Biri bana şunu açıklasın: Bu adam grubu bıraktıktan sonra, “grubun tamamı benim, bu heriflerden bir şey olmaz” demedi mi? Gilmour-Mason-Wright üçlüsünün verdiği bir konserden sonra, “Pink Floyd konserini seyrettiniz mi?” diye sordular, “hayır, Muppet Show’u seyrettim” dedi. Şimdi kendi Muppet Show olmadı mı Live 8’te?
Senin hiç kavga-dövüş ayrıldığın sevgilin olmadı mı?
Ali Ece: Hepsiyle öyle ayrıldım. Ama hiçbirine dönmedim onun yaptığı gibi.
“Bizim kişisel meselelerimiz Afrika meselesinin yanında devede kulak” deyip çıktılar o konsere. “Hayır, biz çıkamayız, çünkü küsüz” mü deselerdi?
Ali Ece: (Yandaki kafeden gol sesi geliyor. Almanya, İsveç karşısında 1-0 önde.) Allah kahretsin! Roger Waters bu işte! Şimdi görünce aklıma geldi. Bu adam sanatsal olarak en büyük gördüğü eserini, iki Almanya’nın birleştiği o günde, yani liberal kapitalizmin kutsandığı günde çaldı mı, çalmadı mı?
Onda hemfikiriz. “Leaving Beirut”la affettirdi ama kendini.
Ali Ece: Abi, nasıl affedersin! Niye Çek Cumhuriyeti’nde ya da Polonya’da yapmadı konseri? Asıl Doğu Avrupa’da köle durumunda olan ülkeler onlardı. “The Wall” orada yıkıldı.
Brain Damage
Lale Müldür: Okuldaki arkadaşlarım benim için hep böyle derlerdi: “Brain Damage”.
Hoşuna gider miydi?
Lale Müldür: Şarkı hoşuma giderdi, ama öyle demeleri gitmezdi. (kahkaha)
“Kafamda biri var…”
Lale Müldür: “Benden başka biri…”
Herkesin kafasında öyle biri yok mu?
Lale Müldür: Yok. Düşünenlerde var bir tek. Genel bir durum yok.
Komet anlatmıştı. Bir şeyler düşünerek yolda yürüyor, bir an duruyor, “böyle düşünüyorum da, niye böyle düşünüyorum” diyor.
Lale Müldür: Bir aydınlanma ânı. (kahkaha) Ben yargıladım bütün hayatımı hastaneden sonra. “Niye onu öyle yaptım, niye bunu böyle düşündüm?”
Abartılı gelebilir, isteyen ukalâ desin, umurumda değil: Syd Barrett o kuşağın Che Guevara’sıdır. Roger Waters’dan olsa olsa Tony Blair olur. –Ali Ece
Nasıl sonuçlara ulaştın?
Lale Müldür: Kinetik temastan çıktım artık, saykodelik temas da yapmıyorum, mantıki bir temas yapıyorum. (kahkaha) “Bize anlatılan her şey hikâye olabilir” dediğim anlar oluyor çoğunlukla. Namaz kılmayı da bıraktım. (kahkaha) İkinci hayatım başladığı için, bir şey için yaşamam lâzım herhalde diyorum. “Niçin yaşayacağım?” dedim kardeşime. “Yazıyorsun, onun için yaşayacaksın, yazacaksın” dedi. Doğru herhalde dedim, ben de yazıyorum. “Cool touch” geldi bana yani. (gülüyor) Sevgide de öyle. Sevişemiyorum, şevişmekten de yorgun düştüm, sevemiyorum da kimseyi. Kimseyi gerçekten sevdiğimi söyleyemem, nefret ettiğimi de söyleyemem. (kahkaha) Ben her şeyi cool-out yaptım. Kardeşimi bile tanımadım. (kahkaha) “Cooling it all out”. Acıma duygum kalmadı, direkt söylüyorum o anda ne düşünüyorsam. Bu iyi tabii. Ama beni seven azaldı. (kahkaha) O da kötü değil tabii. Yalancı konuştuğum kimse kalmadı ahbap olarak. Öldüm, dirildim yani. (kahkaha) Türkçeyi unutmam bile numara mıydı diye düşünüyorum şimdi. Çünkü bir çocukla Türkçe konuşmuşum o sırada, “benimle sen Türkçe konuştun telefonda” diyor. (kahkaha) Elma resmi, altında elma yazıyor, diş resmi, altında diş yazıyor, bunu okuyamıyormuşum. Türkçe o derece kıyıma uğramış. Sonra gittim bana Türkçe öğretecek psikiyatriste. İlk gün yine okuyamadım kâğıdı. “Gelecek hafta yine gel” dedi. Ertesi hafta birden patladı Türkçe. Kadın “mucize!” diye bağırdı. Ben öyle geçtim Türkçe sınavından. (kahkaha) Bir yıl sonra aklıma geldi: Ya ben orada kalsaydım ne kadar zamanımı alacaktı Türkçe öğrenmek? Gittim kadına, önce tanımadı beni, sonra “sizinle çok önemli şeyler yaşadık” dedi. Ben dedim ki, “ben buraya çok önemli bir soru sormak için gelmiş bulunuyorum”. (kahkaha) “Türkçe öğrenemeseydim, sizin dediğiniz gibi nasıl olacaktı bu iş, ne kadar zaman alacaktı?” Kadın en uzman tavrını takınıp şöyle dedi: “Ancak üç yılda” dedi, “ki onların da çoğu Türkçe özürlü çıkar”. (kahkaha) “Uzun süre şiir yazamaz” dendi benim için. İki tane ağır kitap indi kafalarına, şimdi onlar felâkette. (kahkaha)
“Brain Damage” mesleki olarak da ilginizi çekiyor mu?
Hakan Gürvit: Psikiyatriyle nöroloji arasında bir yerde benim uzmanlık alanım. Syd Barrett’ın hikâyesine dokunduran yönüyle ilgimi çekiyor.
“Kafamda biri var, benden başka biri” dizesini bir hekim olarak nasıl yorumluyorsunuz? Herkesin kafasında öyle biri var mı?
Hakan Gürvit: İçeride bir şeyler var da, mistisizmin dediği gibi mi, yoksa irade özgürlüğü bir yanılsama mı? İnsanın kendi ‘‘ben”ine hâkimiyeti, olsa olsa bir illüzyon olur. Normallik bir varsayım. Freud 20. yüzyılın başında, “o ‘ben’ dediğimiz şey bütüncül değildir” demişti. “Ben” bir illüzyondur ya da bir üst belirlenimdir. Şarkıda, içeride seslenen her neyse, Guguk Kuşu’nda olduğu tarzda sökülüp atılıyor.
Uzmanlık alanınızın psikiyatriyle nöroloji arasında bir yerde olduğunu söylediniz, o nasıl bir yer?
Hakan Gürvit: Bizim alanımız da Kartezyen ayrıma dayanıyor, madde ve ruh ayrımına. Ruh kısmıyla psikiyatri, madde kısmıyla da nöroloji ilgilensin deniyor. Paradigmalarda bir ihtilâl olacak ki, biz de bu ikisiyle barışacağız. Beyin hasarının neden olduğu davranış değişikliklerine nöroloji tarafından bakmak mümkün, psikiyatri tarafından bakmak mümkün. İkisinin arasında bir alt disiplin var, ben bir davranış nöroloğuyum, o arada durup beyin hasarı sonrasında oluşan davranış değişikliklerini analiz ediyorum. Şizofreni de öyle bir şey, dolayısıyla alanıma girmesi lâzım. Geleneksel sınıflamada, o psikiyatrinin işidir. Ama şizofrenide, beyinde ne değiştiğini aramaya başladığında, işin içine ben de dahil oluyorum.
Şizofrenide beyinde ne oluyor? Beynin kimyası mı sorunu yaratan?
Hakan Gürvit: Yalnız beyin kimyası değil muhtemelen. Bundan yirmi-otuz sene önce, şizofreninin tedavisi o varsayıma dayanıyordu. “Dopamin denilen madde belli beyin bölgelerinde fazladır, dopamini engelleyelim, şizofreniyi tedavi edelim” deniyordu.
Dopamin nasıl bir madde?
Hakan Gürvit: Beyin dört-beş tane kimyasal kullanıyor. Dopamin bunlardan biri, motor eylemlerimizin kesinliğinden sorumlu. Bazı beyin bölgelerinde, iki sinir hücresinin iletişimini sağlayan temel kimyasallardan. Onun azlığında, örneğin parkinson hastalığı ortaya çıkıyor. Mesela, aşırı kumar davranışı beynin belli bir bölgesindeki uygunsuz dopamin salınımıyla ilişkilendirilebilir. Aynı şekilde, beynin belli bir bölgesinde fazla dopamin olması şizofreninin bulgularından sorumlu tutuluyor, halüsinasyonlar, hezeyanlar…
Serotoninden de çok söz ediliyor. Nasıl bir madde?
Hakan Gürvit: Evet, bu kimyasallar yavaş yavaş popüler söyleme geçiyor. Çünkü depresyon ve onun Prozac’la tedavisi yaygınlık kazandı. Serotonin azlığı keyifsizliğe neden oluyor, o yüzden 15-20 yıldır depresyonun tedavisi, serotoninin manipüle edilmesiyle yapılıyor. Bu kimyasalların azlığı ve çokluğu çeşitli sıkıntılar yaratıyor. Bunların bazıları genelgeçer bir kabul görüyor, dopaminin azlığı parkinsona, fazlalığı şizofreniye yol açar gibi. Ama bunlar belli bir perspektiften indirgemeler. Psikiyatrinin belli bir okulu olan biyolojik psikiyatri, kompleks fenomenleri tümüyle nöro-kimyaya indirgeyerek ele alıyor. Onlara göre, kimya terazisinin oraya ya da buraya sapmasıdır mesele, depresyonu da, şizofreniyi de öyle açıklarlar. O paradigmalar değişip birleşik bir disiplin geliştirilmedikçe, bütüncül bir varsayıma varamayacağız.
Psikanaliz bu tabloda nerede duruyor?
Hakan Gürvit: Psikanaliz Amerikan biyolojizmi tarafından, tabiri caizse massedilmiştir. İhtilâlci tarafı tamamen boşaltılıp insanın hayvani dürtüleriyle uygarlığın talepleri arasında bir arayüz olan egonun güçlendirilmesi işlevine indirgenmiştir. Lonca ve kast sistemi içinde tutulmuş, “bilimsel camia”dan dışlanmış, “sözde bilimsel” bir alan gibi görülür hale gelmiştir. Hatta, Anglo-Sakson kökenli bazı felsefi akımlara göre, nörobiyoloji günün birinde sofistikasyonunu öyle geliştirecek ki, zihnin bütün yazılımını, sofware’ini keşfedeceğiz. Ve o zaman da, insan bilimlerine, psikoloji ve psikanaliz de dahil olmak üzere, gerek kalmayacak. Ama bence, gerçek lafzıyla psikanaliz herhalde bir yerde duruyor olmalı. Bunlar karanlık çağlar, postmodern durumlar, bunları aşacak bir zaman gelecek muhtemelen. Ve o zaman, “kafanın içinde duran o ‘öteki’ne bakmak” tekrardan gerektiğinde, başvurulacak kavramsal sistemlerden biri de psikanaliz olacaktır kuşkusuz.
Eclipse
Ali Ece: “Eclipse”i dinlerken dedem geliyor aklıma. Ben küçükken dedem ney çalardı, ben de gitar, ilk gözağrısıydım onun. Ben ne istersem televizyonda onu izlerdi. Pink Floyd’un “Echoes”u çaldığı Pompei konserini vermişti TRT. Otuz dakika yayınlamışlardı. 10-11 yaşındayım, ben klasik gitar çalıyorum, dedem de ney çalıyordu üzerine. Acayip yakalamıştı “Echoes” onu… “Eclipse”, A Saucerful of Secrets albümündeki “See-Saw”un büyümüş hali gibidir. O şarkıya toz kondurmam. Salt gitar açısından bakarsan, “Eclipse” David Gilmour’un şahikasıdır, alâmet-! farikasıdır. Dark Side, “Echoes”un geliştirilmiş, üzerine çok çalışılmış, daha konseptüalize edilmiş hali gibi gelir bana.
Hakan Gürvit: “Breathe” ne kadar olağanüstü bir açılış şarkısıysa, “Eclipse” de öyle bir kapanış şarkısı. Bir sevgili dosta, Syd Barrett’a yazılmış olsa gerek. Muhtemelen Waters, Barrett için endişelenirken kendi adına da endişe duyuyor, ulaşacağı kişi ayın öbür tarafında…
Susan Sontag’ın güzel lafı var: “Geçmiş özlemini hiçbir araç, müzik kadar güçlü bir biçimde uyandıramaz.” İçe bakış denen şey için de aynı şey söylenebilir galiba.
Hakan Gürvit: İlk müzikli ayinlerin de maksadı bu olsa gerek, iç dünyaya yolculuk. Karşılıklı söz söylemenin dışında ritmle, melodiyle yapılan bir şey niye var? Muhtemelen o amaçla. Beyindeki organizasyon da böyle. Dil, beynin sol yarısının bir işlevi; sağ yarısının işleviyse duygularımızın, heyecanlarımızın düzenlenmesiyle birlikte, müziği kavramak, takdir etmek, yargılayabilmek… Yüksek müzikal deneyimlerle iç yaşantılarımızın pararel gidiyor olması şaşırtıcı değil. Dil ve iletişim son derece karmaşık bir donanım, dolayısıyla, beynin bir yarısı tümüyle ona ayrılmış durumda, öbür tarafsa duygulanımla birlikte müzik. Öyle ki, müzik bir tedavi ve rehabilitasyon biçimidir. Sol beyin hasarlarından sonra, dil yeteneğini kaybeden hastayı rehabilite etmenin bir biçimi müzik kullanmaktır. “Günaydın, nasılsınız”ı dahi beceremeyen ağır bir hastaya, “günaydın, nasılsınız”ı bir melodi içinde sunsak, ağzından kelime çıkmayan bu hasta, melodiyi kapıp cümleyi söyleyebilir pekâlâ. Melodik entonasyon tedavisi denilen şey, dil bozuklukları rehabilitasyonudur. Tek tek kelimeleri kullanarak cümle kurmakta zorlanan bir hasta, melodik diziyi ânında çıkarabilir. Müziği kullanma, insan olmayan atalarımızla da paylaştığımız bir şey olsa gerek. İçe yolculuk ve müzik ayrılmaz şeyler.
Tuğrul Eryılmaz: Evinde oturup kendi başına bunu dinlediğinde, özgürleştiğini hissediyorsun. Rock müziğinin büyüklüğü burada. Bana terapi gibi geliyor. Ooh, kapatıyorsun camları, perdeleri, takıyorsun bir tane sıkı albüm, keyiften dört köşe oluyorsun. Baksana ne kadar güzel: “Everything under the sun is in tune, but the sun is eclipsed by the moon.” Çok hoş laflar. Böyle “one liner”ları çoktur bunların. Ama sözlerinde bir keramet aranmasına da taraftar değilim.
Var bir kerametleri ama. The Wall’daki “Comfortably Numb” mesela, çok uyarıcı bir şarkı değil mi?
Tuğrul Eryılmaz: “Tamam, acın var, çık gel, acını hafifleteceğim.” Yine o, ne denir ona bilmiyorum, müziğin tedavi edici gücü mü desek, rahatlatıcı gücü mü desek… Katarsis, evet! (gidip şarkı sözlerini getiriyor) Bak, okuyorum: “The child is grown, the dream is gone, and I’ve become comfortably numb.” (Çocuk büyüdü, rüya bitti ve ben kaşarlaştım rahatça.) Bu bir itiraf. Büyüdükçe başına neler geliyor! Yaşlandıkça muhafazakâr, boktan bir insan oluyorsun. Çok da şaşırmayın, ileride boktan bir herif olursanız. Bu işler böyle gidiyor. (gülüyor)
Rock dinleyenle dinlemeyen bir olur mu?
Tuğrul Eryılmaz: Aa, olmaz! Bak o doğru işte. Diyeceksin ki, 55-60 yaşındaki arkadaşların senin gibi mi? Hayır, değiller. Ben kendimi onların çok çok ilerisinde görüyorum. Bunu asla onları küçümsemek, kendimi yüceltmek için söylemiyorum. Rock benim hayatımı kurtardı. Sürekli teyakkuz halindeyim çünkü.
Mesele o değil mi zaten, yoksa bu saatten sonra oturup niye Pink Floyd konuşalım?
Tuğrul Eryılmaz: Aa tabii, oraya gel tabii, deli misin! “Ben ne yapıyorum, aynen onlara benzeyeceğim” diyorsun, şu ellerinde puroları, koca göbekleriyle “kardeşim, ne yapalım, biz de düzgünüz ama, elimizden bu kadarı geliyor” diyenlere…
“Biz de ‘68 kuşağındanız” lafı var bir de, dillerine doladıkları…
Tuğrul Eryılmaz: Tabii, tabii, en korkunç şeydir o! “Old rockers never die” lafı onun için güzeldir. Rock denen o virüs bir kere girdi mi içine, hayatını onunla yaşamaya başladığın zaman, müthiş avantajdır. Vicdanını da etkiliyor senin. “Nasıl böyle olurum bu saatten sonra?” diyorsun. Niye olayım, ne adına olayım! O yüzden, hepsine minnet borçluyuz. Pink Floyd’a da tabii…
Roll, sayı 109, Temmuz 2006