Bir yeri patrida, yani yurt, vatan, memleket yapan nedir? Peki, oraya gelmeden öncesi? Nereden, ne zaman, nasıl gelmişiz kök saldığımız yere? Kök saldığımız yerde kendimizi yerli yerinde hisseder miyiz her zaman? Köksüzlük ağır bir yük mü, özgürlük mü? Ağacımızı nereye dikmek isteriz? Oyuncu ve senarist Ayça Damgacı ile fotoğraf sanatçısı Tümay Göktepe’nin ilk uzun metraj belgeseli Patrida bir baba-kız hikâyesinin peşine düşüp bu sorular etrafında usul usul bir iç yolculuğa çıkarıyor bizi…
Dedenin, babanın izinde sizi bu yolculuğa sürükleyen, bu macerayı ateşleyen neydi?
Ayça Damgacı: Uzun süredir içimdeki bir hikâyeydi bu, cımbızlaya cımbızlaya çıkarmak için uğraştığım bir kıymık gibi. Bildim bileli anlatmak istediğim, ama tam olarak da bilmediğim bir hikâye. Bir baba-kız hikâyesi. Ama kurmaca ama belgesel, bu hikâyeyi yapmayı bekliyordum. Beş yıl önce, Tümay’la (Göktepe) bir Yunanistan gezisi yapmıştık. Niyetimiz doğrudan Samothraki’ye (Semadirek adası) gitmekti, o arada 15 Temmuz olunca çeşitli badirelerle ancak Atina’ya uçabildik. Atina’dan Samothraki’ye gitmek için trenle Aleksandrapoli’ye (Dedeağaç) gittik. Selanik’ten, İskeçe’den, Gümülcine’den geçerken “Biz bu filmi yapacağız” dedik. Filmin trailer’ını da o zaman çektiğimiz malzemeyle yaptık.
Kurmaca değil de belgesel çekme fikri o gezide mi netleşti?
Tümay Göktepe: Evet. Ama, yolculuk sonrası minik bir “sır” öğrendik, asıl ondan sonra bu hikâyenin belgesel olmasına ve Ayça’nın da içinde olması gerektiğine karar verdik.
Ayça: “Sır”, babamın bir deportasyon sonucu kendisini İstanbul’da bulması. Hikâyesinin nasıl İstanbul’da bittiğini hep merak ederdim. Şişli’de, Levent’te oturan bir zamanın orta-üst sınıfı, şimdinin orta sınıfı insanlar nasıl oldu da bu semtlerde, Mecidiyeköy’de, Gayrettepe’de oturmaya başladı? Böyle bir genelleme yapmak rahatsız edici geliyor, ama bir yandan da, var böyle bir sınıf… Peki, kim bu insanlar? İlelebet burada değillerdi herhalde… Mantar gibi burada mı bittiler? Meteorla mı çarptılar dünyaya? Bütün bunlar merakımı tetikliyordu. Bunlardan birinin, kendi babamın göç hikâyesini yıllar sonra, birdenbire öğrenmiş oldum. Bu topraklarda, sınıf tanımaksızın en büyük ortak kesişim kümesi göçmenlik herhalde. Türkiyeli olmak nedir, Türk olmak nedir? Türk üst kimliği deniyor ya, ne zaman, ne vesileyle ulaştık ona? Kim ulaştırttı bizi? Kimler koşa koşa oraya geçiş yapmak istedi, kimler mecbur kaldı? Bütün bunları düşünürken, bir küçük hikâye, babamın hikâyesi bende bu soruları tetikledi.
Bu topraklarda, sınıf tanımaksızın en büyük ortak kesişim kümesi göçmenlik herhalde. Türkiyeli olmak nedir, Türk olmak nedir? Türk üst kimliği deniyor ya, ne zaman, ne vesileyle ulaştık ona? Kim ulaştırttı bizi? Kimler koşa koşa oraya geçiş yapmak istedi, kimler mecbur kaldı?
Sözünü ettiğiniz “sır”, yani deportasyon, filmden öğrendiğimize göre, babanın, İsmet Bey’in, 1947’de, 16 yaşındayken o güne kadar yaşadığı İsviçre’den annesi, kız kardeşi ve hasta babasıyla sınırdışı edilmesi, değil mi?
Evet. Üç-beş sene öncesine kadar bilmiyordum bunu.
Belgeseldeki yolculuğunuzun istasyonlarında tek tek mola vermeden önce, dedenin ve babanın güzergâhını ana hatlarıyla anlatır mısın? Kim kimdir, nereden nereye göçmüştür, yerli yerine otursun…
O kadar karmaşık ki, takip etmesi kolay değil. Dedem, babamın babası, Selanik’te doğmuş, Langaza kasabasında. Selanik Yunanistan yönetimine geçince [1912], oradaki Türklerin çoğu şehri terk etmiş. Dedem Selanik’te İttihat ve Terakki mektebinde okuyormuş. Orada “ekmek kalmayınca” –bu da bana böyle anlatılan mit– o da İskeçe’ye gitmiş, orada tütün işine girmiş. Komotineli (Gümülcineli) babaannemle tanışmışlar. Onun da bir tarafı Arnavutmuş.
Filmde baban “biraz Pomak” diyor…
Evet, biraz Pomak, biraz Arnavut, biraz Makedon, biraz Çıtak… İskeçe’de tanışmış, evlenmişler. Babam doğmuş. Oraya tütün alımına gelen İsviçreli bir sigara fabrikatörü, Philip Beer, dedeme “gel benim fabrikamda tütün eksperi ol” diye teklif etmiş. Tütün eksperi olmak demek tütünü koklayarak küflenip küflenmediğine bakmak, tasnif etmek demek. 1931’de, babam dokuz aylıkken hep beraber İsviçre’ye, Zürih’e gitmişler. Avrupa’da “misafir işçi” kavramı var ya, gastarbeiter, dedemler de tam olarak öyle. On altı yıl orada yaşıyorlar. Daha sonra, dedem tütün yüzünden Buerger hastalığına yakalanıyor. Yıllarca tütünleri koklamaktan damarlar tıkanıyor, beyne kan gitmiyor, sinir sistemi de etkileniyor, hatta o yüzden akıl hastalığı sanıyorlar. Bir süre hastanede yatıyor, ama şirket de devlet de daha fazla bakmak istemiyor. Küt diye, tazminat filan hiçbir şey vermeden, iş akdini feshedip paldır küldür aileyi sınırdışı ediyorlar. Trenle Milano’ya gidiyorlar, Milano’dan Bari’ye, Bari’den yine trenle Atina’ya geliyorlar. Türk vatandaşı olmadıkları için Yunan pasaportu taşıyorlar, o yüzden de Atina’da bir ay Türkiye’ye vize almak için bekliyorlar. Oradan gemiye binip İstanbul’a geliyorlar ve başka bir hayat mücadelesi başlıyor. Filmde, annemle babamla işte bu güzergâhı tersten yaptık.
Sen nerede doğdun? “Çirkin, beton bir mahallede büyümüş, bir zamanların deyimiyle bir ‘beyaz Türk’” diyorsun filmde kendin için…
Mecidiyeköy’de doğdum, betonun ortasında… Belki vakti zamanında en güzel yerlerden biriydi, dutluk, bostan… Bizim apartman 1978’de, mutenalaşmanın başlarında yapılmış, beton, beton, beton… Çocukluğumda etrafta inekler, inekleri, bostanları olan bir dolu insan vardı. 8 mm. filmdeki ineği sollayan dolmuş benim için Mecidiyeköy, Türkiye’deki modernlik…
Bu filmin tonu ne olmalı, bu nasıl bir film olmalı diye soruyorduk kendimize. Kartpostallar, souvenir’ler, eğlence parkları… İçinde hazin kimlik travmaları, olamamalar yaşanan bir küçük carousel gibi olsun istiyorduk. Başıbozuk estetik… Politik içerikli bir turist filmi…
“Doğup büyüdüğüm, güya kök salmış olduğumuz oymalı kakmalı, kadife perdeli evde hep ama hep aynı gardrobu karıştırıyorum: Tapular, banka cüzdanları, eski kimlikler…” Bu göç hikâyesi anlaşılan, çocukluğundan beri kafanı kurcalayan bir konuydu, öyle mi?
Babam anlatmayı çok sever. Bu hikâyeyi sanırım bana miras bırakmak istiyordu. Israrla anlatıyordu.
Ama güzel ve neşeli bir hikâye olarak anlatıyordu galiba… “Daima güzel şeylerden bahsedenlerin, mutsuzluktan delirenlerin ülkesi” diyorsun filmde…
Evet, tabii, çocukluğumdan beri en az otuz defa dinlemişimdir bu hikâyeyi, hep tamamen masal gibi anlatırdı. Bir gün, “acaba otobiyografini mi yazsan?” dedim. Esinlendirir belki diye ona Orhan Pamuk’un İstanbul Hatırası’nı falan aldım. Ve o da yazdı otobiyografisini, üç yüz sayfalık bir otobiyografi, ama yine hiç izi yok bu acı olayların.
Tümay: Ben İsmet beyin [İsmet Damgacı] otobiyografisinin tamamını okumadım, ama epey karıştırdım. Filmde babasıyla ilgili kâğıttan okuduğu bir bölüm var, o metin otobiyografisinden… Hatta o otobiyografiden yola çıkarak çalıştık mekânlar üzerine.
Ayça: Otobiyografisinin adı Ezeli Yörük…
Tümay: Kitaptaki bütün tasvirler, kitabın dili tamamen bir efsane gibi… Ona da annesi, babaannesi tarafından efsane gibi anlatılmış çünkü…
Vecizelerle konuşmayı, genellemelere varmayı, hikâye anlatmayı sevdiği filmden de anlaşılıyor…
Ayça: Hem belagatı çok iyi hem de tuluat gücü çok yüksek… (gülüyorlar)
Filmin açılış sahnesinden başlayalım mı? 8 mm.lik bir filmden lunapark görüntüleri, canavarlar, Azrail, çocuk Ayça… Tuhaf bir rüya gibi. Hemen ardından da ada vapuru, Marmara ve Eminönü…
Ayça: O esnada da Türk Marşı çalıyor…
Blok flütle babanın çaldığını görüyoruz biraz sonra…
Tümay: Filmde gördüğümüz 8 mm. görüntülerin hepsi aile arşivinden, eski fotoğraflar da öyle. O kadar enteresan bir gözü var ki İsmet Bey’in… Hepsi onun çektiği görüntüler. Çok nadir kamera önünde görüyoruz kendisini, o da Ayça çektiğinde. Filmin introsunda, Ayça’yı küçükken Avrupa’da bir eğlence parkına götürdüğünde çektiği görüntülerle Ayça’nın onu Mecidiyeköy’deki evin balkonunda çektiği görüntüleri beraber kullanmak istedik, bir baba-kız hikâyesinin başında birbirlerinin gözünden görüntüler olsun diye…
Ayça: Tümay’la aramızda konuşurken bu filmin tonu ne olmalı, bu nasıl bir film olmalı diye soruyorduk kendimize. Kartpostallar, souvenir’ler, eğlence parkları… İçinde hazin kimlik travmaları, olamamalar yaşanan bir küçük carousel gibi olsun istiyorduk. Bir turist videosu. Tümay da belgeseli çekerken babamın 8 mm.’yle yaptığı o sert kadrajları, sert zoom in-zoom out’ları hedefledi. Daha sonraki yıllarda da üst-orta, orta sınıftan hemen herkes VHS’yle, küçük handycam’lerle tatillerini saatlerce çekiyordu ya, onlardaki gibi, başıbozuk estetik olsun istiyorduk, turist filmi, turist kamerası… Politik içerikli turist filmi…
Tümay: Politik içerikli turist kamerası filmi…
Ayça: Tam bir orta sınıf estetiği olsun istedik. Bizi ateşleyen estetik oydu. Biraz alaycı, biraz kuir bir bakış hayvanlık-insanlık meselesine, mesela eski görüntülerde önce atlayan bir maymun görüyoruz, sonra ben atlıyorum… Kendini önemli sanan insana da esprili bir bakışla atıf var. Türk Marşı çalarken vraaahhh diye Azrail görünüyor. Eminönü’ndeki seçim atmosferi…
O Eminönü görüntüleri acıklı bir sirk gibi…
Evet, öyle analojiler dizmeye çalıştık. Buradan geliyoruz işte biz.
Babanın 8.mm’yle çektiği senin çocukluk görüntülerinden pat diye bugünün Türkiye realitesine geçiyoruz: Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası döneminde Eminönü. Plastik sırıtışlı cumhurbaşkanı adaylarının afişleri, çaresizce bayrak sallayan insanlar… Dokunaklı, acı, sefil bir yandan…
Ayça: Grotesk, çok grotesk geliyor bana o dans sahneleri.
İsviçre’ye gitmeseydi babam, İskeçe’de gördüğümüz o esnaftan, başörtülü teyzeler, bastonla yürüyen amcalardan biri olacaktı. Bugün Türkiye’de ayrıcalıklı sınıf, şunlu bunlu sınıf deniyor ama, burada çok az insan anasının karnından ayrıcalıklı olarak doğdu. Herkesin geldiği bir kırsal var.
Tümay, filmin görüntü yönetmenliğinin yanısıra kamera da hep sende miydi?
Tümay: Bazı durumlarda, çok nadir, Ayça da aldı, ama çoğunlukla bendeydi. Ayça sesi üstlenmişti. Prodüksiyon, ses, görüntü, her şeyi kendimiz yaptık.
Yolculuk boyunca kaç kişiydiniz?
Tümay: Dört kişiydik. Ayça’nın annesi, babası ve biz ikimiz. Özellikle böyle olmasını istedik. Mekânların çağrıştıracağı çok özel konuları konuşacağımız için başka bir kişinin dahil olup ambiyansa etki etmesini istemedik. Projeyi geliştirirken tam tersi yönde tavsiyeler yapıldı, bir sesçi olsun deniyordu. Ama iyi ki olmamış. Böylece dikkat çekmeden, bir aile gezisi içinde istediğimiz her şeyi doğallıkla konuşabilme fırsatı bulduk. Komplikeleştirmeden, basit tutmaya çalıştık çekimleri, çünkü konuşmak istediğimiz şeyler daha değerli.
Bu çalışma tarzı teknik açıdan nasıl bir tecrübe oldu?
Bu kadar dar bir ekiple bu kadar uzun çekim yapmak çok kolay değil tabii ki. Bir de benim ilk filmim; ilk uzun metraj belgeselim. Bugüne kadar daha çok fotoğrafla ilgilendim. Bir şeyi ilk defa yapmanın heyecanı ve dürtüsüyle çalıştık. Çok keyif aldım. Bir yandan da tabii Ayça’nın ve babasının hikâyesi bu ama, benim aile hikâyem üzerine de düşündürdü, o konuda da yeni şeyler öğrendim. Benim ailemde, “Biz nereden geldik, neden, nasıl geldik?” meselesinde, başlıklar verilir, ama hikâyeler yoktur, konu hiç açılmaz. Karşımda kendini açmaya ve anlatmaya o kadar çalışan bir karakter, yani Ayça’nın babasını görünce, çok etkilendim. Sanırım, ailemden göremediğim açıklığı orada bulmuş oldum.
Ayça: Tümay’ın da anne tarafı Kavala, baba tarafı Girit’ten…
Tümay: Biz de göçmeniz, sonuç olarak, kim değil ki?..
Ayça: Orada marketler zinciri varmış dedesinin… (gülüyorlar)
Tümay: Çekimler sırasında bir gün Kavala’ya gittik. Oradan annemle telefonda konuşurken öğrendim büyük dedemin Kavala’da marketler zinciri olduğunu. Bir yandan da filmi yaparken arzu ettiğimiz “konuşalım, anlatalım” mesajı seyredenlere geçmiş galiba. Filmi izleyenler kendileriyle alâkalı bazı şeyleri açmaya başladılar bize, ya da ailelerine açtıklarını söylediler.
Eminönü’nde ada vapurundan inip yolculuğa çıkmak üzere anne babanın evine gidiyorsun. Baban yola çıkma konusunda tereddütlü, çekingen; güvenlikle, sağlığıyla ilgili endişeleri var… Onu bu yolculuğa ikna etmek çok uzun ve zor mu oldu?
Ayça: İki ay öncesinden biletler alındı, rezervasyonlar yapıldı. Gidiyoruz, her şey güzel… Yola çıkmadan tam yirmi dört saat önce, kahvaltıda babam “ben herhalde gidemeyeceğim” dedi. Kulaklarıma inanamadım. Annemden öğrendim ki, aslında bir haftadır “Ben nasıl yola çıkacağım? Hiç formda değilim, gidemeyeceğim, korkuyorum… Ama nasıl söyleyeceğim? Yolda elimizde kameraları görünce Yunan makamları bizi tutuklar, hapse atarlar…” deyip duruyormuş. Ama anca yirmi dört saat önce açılabildi.
Film boyunca babanın ağzından çıkan etkileyici, düşündürücü birçok cümle var; ama biri çok sarsıcıydı. Yola çıkmadan önceki bu tereddüt ve endişe anlarında şöyle diyor: “Öyle bir yere gelebiliriz ki, beni bırakmak zorunda kalabilirsiniz…” Sanki bir tehcir kafilesi, bir noktada onun gücü kuvveti tükeniyor, siz onu orada bırakıp yola devam ediyorsunuz… Nasıl bir muhayyile, zihninin derinlerinde neler var ki bu cümleyi ediyor diye takılıyor insanın aklına…
Ayça: Şu ana kadar bunu böyle düşünmemiştim. Babamın tatlı mübalağaları, acı esprileri, mübalağalı acı esprileri vardır. Öyle bir şekilde gelmişler ki buraya… Babası çok kötü durumda; İsviçre’de hatta “Bu adamı ölüme terk edin” demişler, babamın annesine “siz bir İsviçreliyle evlenin” diye akıl vermişler. İtalya’dan Atina’ya giderken bindikleri gemide bazı askerler varmış, “Bu moruğu denize atalım, kadına şunu yapalım, bunu yapalım” diye konuşuyorlarmış aralarında… Babasına onların ayağına dolanan hasta adam muamelesi yapılmış hem İsviçre’de hem yolda. Muhtemelen bu dediğin şey, tamamen bilinçaltına yerleşmiş bu durumdan çıkıyor. “Ben de bu yolculukta hasta olacağım, bitap düşeceğim, bu insanlara yük olacağım…” Halbuki bu yolculuğa aslında onun için, onunla birlikte olmak, geçmişimize ve şimdiki zamanımıza birlikte bakabilmek için çıkıyoruz… Çok doğru, bu cümlenin öyle bir ağırlığı var. Ama, hep acıları komikleştirmeye çalışan tatlı clown bir yanı vardır.
Ve sonuçta, vaktiyle babanın annesi, kız kardeşi ve hasta babasıyla yaptığı zorunlu yolculuğa ters yönden, İstanbul’dan çıktınız… İlk istasyonunuz neresiydi?
Tümay: İstanbul’da Esenler’den otobüse bindik, Gümülcine’ye gittik. Sınıra kadar İsmet Bey çok gerildi, çok heyecanlandı. Mikrofonların, kameranın görülmesinin yaratacağı tehlike endişesi: “Kamera çok güzel ama, çok da ortada olmasın…” O rahat etsin diye Keşan’da yaka mikrofonlarını yok ettik, ama kamera kaldı tabii… (gülüyor) Sınırı geçtikten sonra, Gümülcine’ye vardığımızda rahatladı. Orada bir akraba ziyareti yaptık. Sonra trenle doğum yeri olan Xanti’ye, İskeçe’ye geldik.
Bu agresyon, bu öfke, gizli öfke, değersizlik hissi, birbirini yok sayma… Mutsuzluk katsayımız o kadar arttı ki zaman içinde… Acıtan bir şey bu. Kırk küsurlu yaşlara geldik, yorulduk. O yüzden, kendi ağacını dikeceğin bir yer, yeni bir ada arıyorsun.
Sınırı geçer geçmez, “Avrupa, medeniyet, memleketim!” coşkusuna kapılıyor… Ve film boyunca “memleketim” birkaç kere değişiyor… Orada hiç yaşamadığı halde, doğduğu yerde gözleri doluyor…
Ayça: Dokuz aylıkken ayrılmış İskeçe’den, hayatı boyunca bir daha görmemiş. Evleri varmış orada, annesi arada gidip geliyormuş. Aslında, kendini o kadar oralı hissetmiyor, o kadar İsviçreli olarak görüyor ki, Batı Trakya onun için şark… İnsanın doğduğu yere karşı yine de bir duygusal merakı, bir bağı var anlaşılan, hayatında ilk defa oraya gidince gerçekten gözleri doldu. Yaşının getirdiği duygusallık da var herhalde. Çekimler sırasında 87’ydi, eh 90 olmak üzere.
Bu yolculuk onun için bir zaman yolculuğu olmuş gibi, sık sık annesini anıyor, doğduğu yer için “annemin anlattığı gibi…” diyor…
Ayça: Ona da demek ki çok anlatılmış. Batı Trakya, Selanik, Makedonya mitiyle büyümüş demek ki o da on altı yıl boyunca. Ama o mitle bir İsviçreli gibi büyümüş.
Gümülcine’yi ve İskeçe’yi siz nasıl buldunuz?
Ayça: Gümülcine çok tatlı bir kasaba. Bazı uzak akrabalar da vardı, maalesef onlarla karşılaşmaları filmde kullanamadık. Yüz saat çekim yaptık, 67 dakikaya indirdik… Filmde de bahsettiğim gibi, aidiyet hissim biraz kuvvetleniyor oraya gittiğim zaman. İstanbul’un, Mecidiyeköy’ün kentsoylusundan çok oranın taşralısı, hatta köylüsü olmak, öyle bir kimliğim içimde daha ağır basıyor. Babamın kendini çok Avrupalı, hatta İsviçreli görmesiyle ilgili, protest bir ses belki içimdeki… Kırsal kesim, Anadolululuk, köylülük falan genelde pek sevmediği, itibar etmediği pozisyonlar… Ama aslına bakarsan, geldiği yer de orası. İsviçre’ye gitmeseydi, İskeçe’de büyüseydi, orada gördüğümüz o esnaftan, başörtülü teyzeler, bastonla yürüyen amcalardan biri olacaktı. Bugün Türkiye’de ayrıcalıklı sınıf, şunlu bunlu sınıf deniyor ama, burada çok az insan anasının karnından ayrıcalıklı olarak doğdu. Herkesin geldiği bir kırsal var.
İskeçe’de, “İlk defa içimde bir yere ait olma isteği var sanki. Burada doğmuş olabilirdim, hem Türkçe hem Yunanca konuşuyor olabilirdim” diyorsun ve sonra da “Keşke dedem burayı hiç terk etmeseymiş” diye ekliyorsun… Aidiyetin en belirleyen unsuru dil mi senin için?
Muhtemelen… Dil çok önemli. Dil ve peyzaj, yani kadraj. Toprak. Çok küçükten beri hoşlanmadığım kesin olan şeyler var: apartman, beton, okul, marş, hazırol… Bunlara karşı beş yaşından beri tepki var bedenimde. Dayanamıyorum. Toprak istiyorum, kır, kırsal… Çocukluğumuzda Küçük Ev diye bir dizi vardı ya, hep hayalimde o evde olmak vardı; Laura, Mary gibi, köpekle kırlarda koşuyorum, ormana çıkıyorum, okula gitmiyorum… Ya da Heidi gibi… Mecidiyeköy beton, asfalt… Bu ayrım benim için çok net. Bir de dil; tek bir dil konuşmak zorunda olmak. Annesiyle bir dilde, babasıyla başka dilde konuşanlara çok özenirdim. Oyunsu bir yanı da var bunun.
Yunanistan’a gittiğinde, “buralı olabilirdim ve öyle olsa sanki daha iyi olurdu” hissi uyandı, öyle mi?
Bir olasılık ya… Analarımızın babalarımızın yol ayrımında bizim kaderlerimiz de belirlenmiş. “Ya öyle olsaydı”yı düşünmeden edemiyor insan ve güzel bir olasılık olarak buluyorum. Mecidiyeköy’den daha iyi geliyor herhalde.
Biraz Yunanca da biliyorsun, sonradan mı öğrendin, çocukluktan kulağında var mıydı Yunanca?
Sonradan öğrendim. Ama kulağımda olan şeyler de vardı, babam dedemin ona öğrettiği Yunanca küfürleri, ayıp şeyleri öğretirdi. Sonra Yunanca öğrenmeye başlayınca “oo bu çok fena bir şey demekmiş” diye tam anlamlarını fark ettiğim küfürler…
Ama çocukluğunda esas Almanca öğrenmen istenmiş. Baban da belli ki Almanca konuşmaktan zevk alıyor…
Almanca onun için, anadili değilse de, ne denir, kendini bildiğinden beri içinde büyüdüğü dil…
Tümay: Filmde mesela “anneannem anlatırdı, Türkçeyi anlayabildiğim kadarıyla anlardım dediklerini” diyor. Evde konuşulan dil Türkçe olsa da büyüdüğü ortamda hâkim dil Almanca.
Ayça: İlk akıcı olduğu dil Almanca aslında. Türkçeyi sonradan öğrenmiş.
Göçmenlik, sınırdışı edilmek… Bir insanın geçmişi buysa, nereden geldiğini bilmek etrafındaki başka eşitsizliklere karşı da onun duyarlı olabilmesini sağlar, eşitlik algısı, duygusu gelişir. Niye bunu çocuklarından saklarsın ki?
Gümülcine’den sonra nereye, nasıl devam ettiniz?
Ayça: Trenle İskeçe’ye gittik. Doğduğu şehir, en duygusallaştığı yerdi.
Ve sokakta rastladığınız bir adamla tam da doğduğu yerde “patrida” anekdotu yaşamışsınız…
Ayça: Dedemin, kuvvetle ihtimal, çalıştığı tütün antreposunun pencerelerinden içeri bakarken karşılaştık “patrida” anekdotunu yaşadığımız o adamla. Ama filmin adını en baştan beri Patrida koymak istiyorduk.
Tümay: O karşılaşma olmasaydı, filmin adı yine Patrida olacaktı. Çok çok önceden, daha projeyi yazarken ismi belliydi. 1980’lerde boşaltılmış bomboş bir tütün deposunun pencerelerinden içeri bakıp kendi aramızda Türkçe konuşurken arkamızdan geçen biri bir anda Ayça’nın annesiyle konuşmaya başladı. Filmdeki diyalogdan sonra, birdenbire Ayça’nın babasını işaret ederek “patrida, patrida!” dedi. Ve tabii ki bunu filmde kullanmamazlık edemezdik… (gülüyor)
Ayça: Komikti de, “Gel, burada yaşa” diyor babama, “İstanbul’a gittim, İskeçelilerle tanıştım, o kadar pişmanlar ki buradan gittiklerine, ağlıyorlar, ağlıyorlar, ‘Ah Yunanistan!’ diye dövünüyorlar…” Hoştu o mübadele mevzuu.
Baban bir yerde şöyle diyor: “Biz Rumeliliyiz. Rumelililer Anadolu insanıyla bağdaşmaz…” Böyle konuştuğu için sen kızıyormuşsun… “Batı Trakya’dakiler azınlık haklarından şikâyet edip, Müslüman ülke diye gidiyorlar Türkiye’ye, sonra orada mutlu olmuyorlar…” diyor…
Ayça: Benim kızdığım mesele, “Anadolu insanı ilkel, cahil, eğitilemez…” Ayıptır söylemesi, küfürler bile böyleydi. Böyle yetiştirildik biz. Kökeni Makedonya, Balkanlar olan çok arkadaşım benzer şeyler anlatıyor. Bitmez bir çatışma… Balkanlar ve Rumeli Avrupa, başka bir şey…
“Aydınlanmanın, bilimin toprakları…”
Böyle yetiştirildik, ama sonra hayat içinde birçok Anadolulu arkadaşın oluyor, Anadolu’ya gidiyorsun ve Anadolu dediğin yerin ne olduğunu, tarihini ve aslında, denir ya, doğunun gerçekten Paris’i, Zürih’i olabilecekken nasıl bir kıyım tarihinden geçip ne hale geldiğini gördüğünde Anadolu’ya biçilenin ne büyük bir haksızlık olduğunu da kavrıyorsun.
Filmde “burası farklı” diyorsun; İskeçe’yi, Selanik’i daha doğusuna ya da batısına göre farklı kılan ne?
Ütopik küçük bir ada gibi… Oraya ait olabilirdin, hem senin dilini konuşuyorlar hem de sanki burası kadar muhafazakâr değil, daha az baskı var. Bu tabii benim tahayyülüm. “Başka” insanlar, başka kültürler var, kiliseler de var, camiler de… Etkileşeceğin başka kültürler var. Başka bir özgürlük hissi herhalde. Her zaman kök arayışında olmuş biri olarak köklenmek istiyordum. Belki başka bir yerde de köklenmek isteyeceğim… O kadar köksüz hissetmişim ki kendimi İstanbul’da. O arayışın bir sonucu…
Köksüzlük hissi yorucu mu? Kök, köken aramak bu yoruculuktan kurtulma, sırtını bir yere dayama arzusunun sonucu mu?
E tabii ki yorucu. Ağacını dikeceğin güzel bir toprak parçası aramak kadar basit; sandalyemi, yatağımı nereye koyayım, nerede mutlu olurum gibi bir şey. Öyle bir arayış. Mutsuzluk katsayımız o kadar arttı ki zaman içinde…
Tümay: Nerede daha rahat nefes alabiliriz?
Ayça: Bu agresyon, bu öfke, gizli öfke, değersizlik hissi, birbirini yok sayma… Acıtan bir şey bu. Kırk küsurlu yaşlara geldik, yorulduk. O yüzden, kendi ağacını dikeceğin bir yer, yeni bir ada arıyorsun.
“Bundan sonra İskeçe’de yaşayabilirim ya da yaşamayı tercih ederim” der misin?
Ayça: Neden olmasın? Arzu ederim, tercih de ederim.
Filmin başlarında, sınırı geçtikten sonra, baban Ziya Paşa’ya göndermeyle, “Batı’yı gezdim ne kâşaneler gördüm, Şark’ı gezdim bütün viraneler gördüm” diyor… Ve “Biz Avrupa’nın son temsilcileriyiz” diye de bağlıyor… Bu, çocukluğunda sizin evde fonda hâkim bir tema mıydı?
Tabii. Bu laf o kadar itici geliyor ki…
İskeçe’den trenle Selanik’e geçiyorsunuz. “Her şeyin başladığı yer Selanik mi?” diye soruyorsun. Dedenin doğduğu yer… Ve Atatürk’ün doğduğu pembe boyalı ev…
Ayça: Öyle mi, pembe boyalı mıymış ev? Ben pembe boyayı hatırlamıyorum. Eğer söz konusu ev şu anda müze olan yerse, pembe değil. Zaten o müze de inanılmaz bir şey, çok fiktif bir yer.
Ne acılar yaşanmış, 1915, Dersim, 1922 yaşanmış, sonrasında yaşananlar… O yüzden, kendi ailenin kıytırık hikâyesini fazla da büyütmeden filme yerleştirmek kolay değildi. Bazen bunların dozunu bulmak zor geliyor.
Baban müzede birden Atatürk’e hitaben bir konuşma yapıyor. Bu üzerine konuştuğunuz, beklediğiniz bir sahne miydi?
Üzerine konuşmadığımız, ama beklediğimiz bir şeydi…
Tümay: Tahmin ettiğimiz bir şeydi, ama bu kadar coşkulu beklemiyordum ben.
Ayça: Samimiyetle Atatürkçü biri, filmde de söylüyor, “aynı kandan, aynı fikirden” geliyor onunla. Babam konuştuğunda Atatürk konuşuyor gibi, “aynı fikirdeniz” diyor. Ne denebilir? Dalga da geçemem. De facto durum bu.
Ve Langaza’ya gidiyorsunuz…
Ayça: Langaza’da bir çiftlikte doğmuş dedem. Onların çiftliğiyle Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey’in evinin arası at sürümü 30 dakikaymış. Burada, babamın bize anlattığı mitle resmi tarih miti paralel gitmeye başlıyor.
Küçük Mustafa’nın karga kovaladığı tarla…
Ayça: Evet, kargaların olduğu tarlalar… Babam da orada yaptığı konuşmada kendi bildiği miti anlattı: Sürülerini otlata otlata, çadırlarını kura kura ta Orta Asya’dan Makedonya’ya gelen Yörük Türkmenler… Masal gibi. Onun inandığı, bizim için masal gibi bir hikâye…
Langaza’da, o tarlaların, çayırların ortasında çok dramatik bir sahne var: Deden için sembolik bir cenaze töreni yapıyorsunuz. Bu konuşmayı da baban o törende okuyor. Dede öldüğünde cenaze töreni niye yapılamamış?
Ayça: İskeçe’de anlatmıştı babam, babasının cenazesine katılamamış olmak onun içinde kalmış. Dedem İstanbul’da ağır hasta olarak hastanede yatarken hayatını kaybediyor, hastaneden aileye ulaşamıyorlar ve kimseye haber vermeden dedemi gömüyorlar. Bunu bu yolculukta öğrendik. Bana çok dokundu açıkçası. Dedem epeydir rüyalarıma giriyordu.
Dedeli rüyalarından birini filmde babana da anlatıyorsun…
Ayça: Evet, o rüyalar etkiliyordu beni. Niye öyle rüyalar görüyordum, bilmiyorum. Ezoterik mevzularla çok haşır neşir bir insan da değilim, ama görüyordum.
Tümay: Bu filmi çekmeye başlamadan, film fikrinden de önce Ayça’nın gördüğü rüyalar bunlar.
Ayça: Filmde anlattığım rüyada, dedemin tabutunu buluyorum, gömülmemiş; içinden sigara paketleri, fotoğraflar, film şeritleri çıkıyor. Sonra, garip bir binaya gidiyoruz onu gömmeye, cami mi desem, sinagog mu desem, kilise mi desem, enteresan bir bina. Tam Selanik’te olabilecek bir yer. Orada gömüyoruz dedemi. O rüyanın da etkisiyle, doğduğu topraklarda, onun için sembolik bir cenaze töreni, bir anma yapmanın güzel olacağını düşündük. Başarabildik mi, bilemiyorum.
Baban bu cenaze törenini çok önemsemiş, kâğıda yazdığı konuşmasını okuyor ve belli ki ona iyi gelmiş kırdaki bu cenaze töreni. Bir Balkan havası olmuş, acıklı, absürd, dokunaklı, biraz komik… Yakının cenazesini usûlüne göre kaldıramamanın, mezarını bilememenin, onunla vedalaşamamanın yarasını en iyi Cumartesi Anneleri’nden ve onların yıllar yılı süren direnişinden biliyoruz. Dedeye yaptığınız o sembolik cenaze töreni babanda ve sende nasıl bir duygu yarattı?
Babamın üzüntü duyduğu, kalbini acıtan konulardan birini benimle paylaşması, böyle farazi bir şey yapmak galiba bizi birbirimize yaklaştırdı. Hayatım boyunca böyle paylaşımlarda bulunmadım onunla, ilk defa onun dünyasına, travmalarına, üzüntülerine dair bir şey dinliyordum… Bunlar analarımızdan babalarımızdan bize aktarılan şeyler, onların üzüntüsü bizim üzüntümüz de oluyor ya… Garip bir şeydi, duygusal bir özgüven yarattı bende bunları “babayla” paylaşabilmek. O nedenle rahatlatıcıydı. Kameranın önünde bunu temsil etmek, babamın duygusal dünyasını dile getirip sahiplenerek kendi duygusal dünyamı aktarabilmek çok iyi bir histi, bunu beraber yapabildiğimiz için güzeldi.
Bir yandan da ilginç bir zaman oyunu gibi; sen hayata gelmeden yıllar önce, 50’li yaşlarında ölmüş deden için 87 yaşındaki babanla beraber cenaze töreni yapmak…
Ayça: Bütünsel bir zaman algısı değil mi? Geçmiş, gelecek, şimdi iç içe…
Ve dedeni toprağa verdin…
Öyle oldu, tanıştık böylece. Atalarınla iletişime geçmek şamanik bir şey aslında. Fazla ruhani bulunabilir, ama benim öyle bir yanım da var. Bunu inkâr edemem, tamamen maddeci bir insan değilim. Aslında zaman algısına bağlı, zaman sadece şimdiki zamandan ibaret olmadığı için, sarmal bir şekilde hepimizi içinde taşıdığı için, “tabii ki onlarla iletişim halindesin, tabii ki onun o zaman yaşadığı bir şey sana sirayet ediyor, seninle konuşabiliyor” diye düşünüyorum. O olay yaşanmasaydı, dedem hastalanmasaydı, bugün burada doğmuş bir varlık olmayabilirdim.
Babana çıkışıyorsun, “niye bu olayları bize daha önce anlatmadın” diye… Buna karşı, “Niye bahsedeyim ki bunlardan? Bunlar güzel şeyler değil ki, ben iyi şeylerden bahsederim size, yüklemek istemem size kötü şeylerin ağırlığını…” diyor. Sense “Ama benim bilmeye ihtiyacım vardı” diye karşılık veriyorsun. O da bunun üzerine “Herkesin bazı şeyleri sır olarak saklama hakkı vardır” diyor. Başka bir bölümde de “Çocuklar babalarının başına gelen korkunç şeyleri bilmemeli, o yükü kaldıramazlar” diyor…
Herhalde bir insanın çocukken babasının, iktidar figürünün çöküşünü görmesi, çöktüğünü, itibarsızlaştığını, tam olarak iktidarsızlaştığını görmesi kırıcı bir şey. Muhtemelen, çok uzun zaman boyunca hem babam hem de kız kardeşi, halam yani, epeyce bunun acısını yaşıyor. O yüzden “çocuklar bunu kaldıramaz” diyor. O kaldıramadı bunu. Gözyaşlarını güçlükle tutarak anlattı bize bu olayları. Despot, çok sert bir adammış dedem, detayları bize anlatılmıyor ama, pederşahi bir adamdı derler hep. Öyle bir insanın bir anda tamamen aciz hale gelmesi bir kalp kırıklığı yaratıyordur. Ailece kapı dışarı edildiklerinin bilinmesinin kendi iktidarını, imajını, itibarını zedeleyeceğini de düşünmüş olabilir. Buraya gelip korkunç bir hayat mücadelesinin içine düşmeleri… Bütün bunlara bir sünger çekip çocuklarına yeni ve olanaklı bir hayat sunmak; daha öncesi yok. Halbuki niye? Göçmenlik, sınırdışı edilmek… Bir insanın geçmişi buysa, nereden geldiğini bilmek etrafındaki başka eşitsizliklere karşı da onun duyarlı olabilmesini sağlar, eşitlik algısı, duygusu gelişir. Niye bunu çocuklarından saklarsın ki? Öte yandan, ne acılar yaşanmış, 1915 yaşanmış, Dersim yaşanmış, 1922 yaşanmış, sonrasında yaşananlar… O yüzden, bu İsviçre’den deportasyon olayını fazla da büyütmeden filme yerleştirmek kolay değildi. Sembolik bir olay olarak görmek gerek. Kendi ailenin kıytırık hikâyesini nasıl anlatacaksın? Bazen bunların dozunu bulmak zor geliyor.
Koparılma, atılma, sürülme… Bu deneyimi bedende hissettiğin zaman, onun acısı çok garip geldi bana. Çok kırılgan bir şey, içimde camlar kırılmış gibi oldu.
Selanik’le ilgili anlatmak istediğiniz başka şeyler var mı, yoksa Selanik’ten Atina’ya doğru yola çıkalım mı?
Tümay: Duhoklu Kürtlerle karşılaşıp beraber şarkı söyleyişimiz var… O ara İsmet Bey yanımızda yoktu… (gülüyorlar) Duhok’tan, Irak Kürdistanı’ndan savaştan kaçmış gençlerle birdenbire karşılaştık. Bu filmde biz bu karşılaşmaları özellikle istedik. Yolda olmak bir yandan da karşılaşmalar demek. Bir anda kaynaşıverdik, konuşmaya başladık, şarkılar, türküler…
Karşılaştığınız yer neresiydi?
Selanik-Kordon… Ayça’nın dedesinin bu muhteşem yerden geldiğini yeni öğrenmişiz, Atatürk’ün evinden çıkmışız… (gülüyorlar) Ve konuşmaya başladık. Göçmenlik güncel bir konu, onlar ne yaşadı, ne yaşıyor, ilerisi için ne bekliyorlar? Yeni bir hayat, daha iyi bir hayat… Herkes farklı nedenlerle yollara düşüyor… Bir yandan da örtüşüyor hikâyeler. Bizim hikâyemizde de farklı bir versiyonu var göçmenliğin, onu anlatırken yollara düşmenin çeşitli hallerini de görüyoruz.
Selanik’te sokaklarda, meydanlarda çok göçmene rastladınız mı?
Çok gördük, Afganistan’dan, Pakistan’dan, Suriye’den, İran, Irak, Tunus’tan…
Beraber şarkı söylediğiniz gençlerden ikisi galiba Peşmergeydi ve gururla söylüyorlardı IŞİD’le savaştıklarını…
Ayça: Çok gençlerdi, çok tatlılardı… Bir yıla yakın Türkiye’de kalmışlar, biri Türkçeyi öyle öğrenmiş.
Sen de onunla Kurmanci konuşuyordun…
Ayça: Eh işte, kendi çapımda, kırık dökük…
Selanik’ten sonra, 1947’de babanla ailesinin Zürih’ten gelirken İstanbul’dan önceki son durağı Atina’ya geçtiniz…
Ayça: Evet, Selanik her şeyin başladığı yerken, Atina Zürih’ten sürüldükleri yer… Atina bizim için daha çok deportasyon sonrası neler yaşadıklarını babamın anımsaması üzerine kuruluydu. Omonia meydanında bir ay kaldıkları otelin önüne gittik. Babalarını bir hastaneye yatırmayı başarmışlar, onları İstanbul’a götürecek gemiyi bekliyorlar. Bunları konuşurken Omonia’da başka bir mülteci grubuyla karşılaştık. Omonia civarında çok göçmen var.
Omonia İstanbul’un Taksim’i gibi mi?
Aksaray’ı tam olarak… Saat 7’de, akşam serinliğinde, bütün göçmenler geliyor, orada muhabbet ediyorlar. Annemin kırmızı çantası, babamın beyzbol kepiyle onların arasında biz Japon turist gibi kaldık biraz…
Ve annenle baban çok tedirgin, huzursuz oluyorlar, bir an önce oradan uzaklaşmak için ısrar ediyorlar…
Bayağı bir dikkat çekince, epey bir tedirgin oldular.
Zaten daha en başta, “Orada çok fazla Arap çorap var, gitmeyelim o tarafa” diyor baban…
Ayça: O da çok korkunç bir deyiş… Bizim ailede çok söylenir, eski moda bir deyimdir, küçüklükten beri duyarım. Annemlerin anne tarafında Araplık olmasına rağmen, annemle teyzem de sık sık böyle konuşur…
Tümay: Atina’da çok ilginç ve komik bir sahne oldu, ama maalesef filmde kullanamadık. ‘47’de Atina’ya geldiklerinde otelde yer bulamıyorlar. İç savaştan kaçanların da Atina’ya yoğun olarak göç etiği bir dönem. Oteller dolu. Otel bulana kadar birkaç gün kaldıkları bir yer var. İsmet Bey bize hep “Kralın sarayında kaldık” diyordu. Biz de bir türlü ne kastettiğini çözemiyorduk. Araştırmaya başladık, göçmenlerin kaldığı ve “kralın sarayı” denen bir yer olmalı Atina’da. Bir yer bulduk, önüne gittik, “Hayır, burası değil. Ama bizim kaldığımız yerin önünden az önce geçtik” dedi. Söylediği yere döndük, parlamento binasıymış. Oralı bir arkadaşımız Google’dan araştırdı, o da bilmiyormuş, meğer o dönemde kısa süreliğine sarayın belli odaları göçmenlere açılmış. İki gece orada kalmışlar, sonra Omonia’daki otele geçmişler. Yani Atina parlamentosunda iki gece geçirmiş İsmet Bey ve ailesi. Kullanamadığımız böyle çok anekdot oldu maalesef.
Atina’dan uçakla Zürih’e gittiniz, ilk gidişiniz miydi?
Tümay: Benim ilk gidişimdi, ama Ayça çocukken gitmiş tabii.
Ayça: Babam götürüyordu bizi: “Burası Zürih, dünyanın en güzel şehri…” Memleketine götürüyordu bizi, köyüne… Filmde gördüğümüz evine, 108 numaraya götürüyordu. Binanın arka bahçesinde oynuyorduk. O eve, zorla koparıldığı, terk etmek zorunda kaldığı eve götürmüş bizi defalarca. Çok acayip…
Babanın büyüdüğü, bu denli bağlılık duyduğu şehirde bulunmak sana nasıl geldi, bir yakınlık duygusu, aidiyet hissettin mi?
Ayça: Hiç. Tam tersine, çok tepkiliydim bu gidişimizde. Zürih’te bu bilgiyle ilk defa oldum. Yıllar önce Gitmek filminin gösterimleri için İsviçre’ye gitmiştik. Babam “Mutlaka bir git Winterthur 108 numaradaki binanın, bizim evimizin, fotoğraflarını çek, bana yolla” demişti. Ben de gittim, fotoğraflarını çektim, bahçede dolaştım. O bahçeye yolum üç defa düştü, çocukken, 2008’de ve en son bu film için. Uçakta, birden üst üste beş kere hapşırdım ve arkasından grip oldum, ateşim çıktı. “Allah kahretsin, güzelim Yunanistan’ı bırakıp niye geldik bu Zürih’e?” diye geçiriyordum içimden. Büyük bir tepkiyle bu hikâyeyi bilerek, bu filmi nasıl çekeceğim diye düşünürken babam havalarda uçuyordu, “Bakın, burası Bahnhof strasse, burası bilmem ne kirche…” Bir enerji geldi üzerine, uçmaya başladı, koşuyor, yetişemiyoruz. Bunun üzerine bende gerginlik başladı. Ben işin derinine inmek, duygulardan konuşmak istiyorum, Yunanistan’da duygular, çocukluk, babayla ilişki filan her konuda açık, güzelce konuşabiliyorken, Zürih’te, aa hiç konuşmak istemiyor.
Atina’da parkta yürürken “Merhabaa, ben İstanbul Rumlarındanım” diye bir adam geldi yanımıza. “Ne zaman buradan Türkçe konuşan birileri geçse, koşuyorum peşlerinden sohbet etmek için” dedi. Kalakaldık tabii. Bizi duyunca peşimizden koşmuş sohbet etmek için.
Yaşamak, ne kadar İsviçreli olduğunu göstermek istiyor…
Evet, içinden tam bir İsviçreli çıktı. Koşa koşa yürüyor, biraz yavaşlamasını istediğimizde, “Siz niye benim peşimden geliyorsunuz ki” diye çıkışıyor. Annem, Tümay, ben peşinden koşuyoruz… Sokakta marşlar filan söylüyordu, “Biz İsviçre gençliğiyiz, kanımız öyle akar…” Gayet patriyotik sözler…
Filmde “İsviçre benim ikinci vatanım, hatta birinci vatanım” diyor… “Patrida” onun için İsviçre… Orada çok eski bir arkadaşıyla buluşuyorsunuz, değil mi?
Ayça: Evet. Beraber okudukları okula gidiyorlar. Çocukların sıralarına oturuyorlar… O bölüm de çok acayip oldu… Bu çekimler sırasında üzerimizde inanılmaz bir şans bulutu mu, haresi mi vardı desem, nereye gitsek, kapılar ve momentler önümüzde açıldı…
Tümay: Sanırım o biraz da bizim karşılaşmalara, tesadüflere fazlasıyla açık olmamızdandı.
Ayça: Okulun önüne gittik, çekim yapıyoruz. Komikliğine, arkadaşına “Zil çaldı mı Roger, zil çaldı mı?!” diyor babam. Tam o sırada ding dang dong! Ding dang dong! Zil çalıyor…
Tümay: O ses efekti değildi, gerçekten o anda oldu.
Ayça: Sınıf dağılmak üzereydi. İzin aldılar, sınıfa girdik. Öğretmen şaşırdı tabii, birden biri 88, diğeri 89 yaşında iki moruk içeri giriyor, “Biz bu sınıfta okuduk” diye. Tahtada Brecht’le ilgili bir şeyler yazıyordu. Roger Brecht’ten ezbere dizeler okudu. Okul sırasında babamı görmek o anda, orada, hiç içimi acıtmadı. Mekânın hafızası… Babamı gerçekten 16 yaşında gibi gördüm orada sırada otururken, gülüşü, bakışları, afacanlığı… Sonradan en çok içimi acıtan odur. Oradan koparılmış bir insan, bir çocuk, onu öyle görmek sonradan beni çok acıttı. O hisle biraz kendime geldim, sakinleştim, gerilim azaldı. Sonuçta, ne olduysa oldu diyorsun, dünya üzerinde ne halklar, ne koşullarda neler yaşıyor? Ama o koparılma, atılma, sürülme… Bu deneyimi bedensel olarak gördüm. Çoğumuz bu konuda çok okuyoruz, empati kurabiliyoruz, anlamaya çalışıyoruz, imza kampanyalarına, gösterilere katılabiliyoruz, elimizden geleni sonuna kadar yapmaya çalışıyoruz, ama bedende hissettiğin zaman, onun acısı çok garip geldi bana. Çok kırılgan bir şey, içimde camlar kırılmış gibi oldu. Babamın o sınıftaki ve tren istasyonundaki hali çok üzücü geldi. Tren istasyonu da çok acıydı. “Bir şey hissetmiyorum” demesi…
Tümay: Orada da yine o anda orada bulunmanın güzel yanlarını göstermeye çabaladı. Halbuki apar topar tren istasyonuna getirilip iki hastabakıcıyla bir kompartımana yerleştirilmeleri…
Ayça: Zorlandı herhalde anlatmakta. Gözyaşları içinde o günleri hatırlamak yerine…
Onun için çok travmatik bir şeyi yeniden yaşadı sonuçta…
Ayça: Ama izin vermedi yaşamaya.
Hikâyenin Zürih kısmına dönersek, 1931’de tütün eksperi olarak çalışmak üzere deden Zürih’e gidiyor. Baban ve halanla birlikte dört kişilik ailenin düzeni 1947’de allak bullak oluyor…
Ayça: Babam on altı yaşına geldiğinde, bir kere en önemlisi, okulu bırakmak zorunda kalıyor, çalışmaya başlıyor, çünkü babası hastanede. Babaannem de çalışmaya başlıyor bir fabrikada.
On altı yıl boyunca orada çalışmanın sonunda baban ve ailesi İsviçre vatandaşı değil mi?
Hayır, değil. Halamın dediğine göre, “Sizi İsviçre vatandaşı yapalım” diye teklif etmişler. Dedem “Biz İsviçreli olmak istemiyoruz” demiş. Ama bilmiyorum, bu da bir söylence gibi… Halam “En büyük hata buydu, bize o hak verildiğinde kullanmalıydık, yoksa bizi oradan atamazlardı” diyor. Dedemin Buerger hastalığı aslında meslek hastalığı. Babamın filmde de dediği gibi, her gün bilmem kaç balya tütün koklarsan bir sonucu olmalı. Günde sekiz saat burnunu balya balya tütünün içinde gezdirince aşırı miktarda nikotin alıyorsun. Bunun bir sonucu olmalıydı, herhalde bir tazminat verilmesi gerekirdi, tedavisinin karşılanması gerekirdi. Ama İsviçre vatandaşı olmadıkları için bunların hiçbiri yerine getirilmiyor. Babaannemden imza alıp iş akdini feshediyorlar. Bunun üzerine, aldıkları bazı yardımlar da kesiliyor. “İş akdi feshedildiyse, sizin burada işiniz ne?” noktasına geliniyor. On gün içinde ülkeyi terk etmeleri için tebligat gönderiliyor. Ve o on günü bile beklemeden polis geliyor kapılarına “binin arabaya, gidiyorsunuz” diyor. Arabaya koyuyorlar, gara götürüyorlar, hastanede yatan dedeyi de gara getiriyorlar. Herhalde arada inip dönmeye kalkmasınlar diye de yanlarında iki sağlıkçıyı görevlendiriyorlar.
Tümay: Bari’ye kadar bu paramedikler eşlik ediyor. Bindirildikleri kompartımanın üzerinde “İsviçre polisine ayrılmıştır” yazıyor.
Baban filmde bu olaydan ötürü İsviçre’ye öfke duymadığını söylüyor. Ama bir yandan da “87 yaşında hâlâ o ülkenin dilini onlar kadar iyi konuşan biri oralı değildir de nedir?” diye soruyor. Arkadaşlarının, komşularının da gönderilmelerine çok üzüldüğünü anlatıyor… Niye zorla gönderildiklerini anlamakta hâlâ zorlanıyor…
Ayça: 1964’te, 24 saat içinde 20 dolar, 20 kilo eşyayla buradan deporte edilen Rumları düşünüyorum. En az böyle bir şey yaşamışlardı herhalde… Gittikleri yerde de asla mutlu olamamışlar, orada dernekler kurmuşlar, Atina’da Heybeliadalılar, Kınalılılar dernekleri var. Atina’da parkta yürürken bir adam geldi yanımıza “Merhabaaa” diye, “Ben İstanbul Rumlarındanım” dedi. Annemle babam da “Oo öyle mi?” diye başladılar, uzun uzun konuştular. “Ne zaman buradan Türkçe konuşan birileri geçse, koşuyorum peşlerinden sohbet etmek için” dedi adam. Kalakaldık tabii. Konuşuyor, konuşuyor… “Hangi takımı tutuyorsun?” diye soruyor babama. Tarlabaşı’nda babasının kunduracı dükkânı varmış. Bangır bangır İstanbullu ve aidiyeti de buraya. Bizi duyunca peşimizden koşmuş sohbet etmek için. Çok acı bir şey. Adam İstanbulluyum diyor kendine. Babamın kendini Zürihli hissetmesi gibi…
Üstelik, bütün büyükanneleri, babaları, akrabaları, tarihsel olarak, köken olarak da buralı…
Ayça: Evet, iki bin yıldır buralı.
Aslında, zorla koparıldıkları ülkeden sanılabileceği kadar nefret etmemeleri de düşündürücü…
Eski sevgiline duyabileceğin öfke gibi biraz. Öfke gibi görünen şeyin altında da yine bir “affection”, bir düşkünlük, teessür var… Atina’daki o İstanbullu Rumla bizimkilerin arasında geçen en komik an da, babama “Aman çantana dikkat et, buraya çok Pakistanlı geldi” demesiydi. “Berbat ettiler Atina’yı…” Çok absürd bir andı. İstanbullu Türkle İstanbullu Rum Atina’da bir araya gelmiş böyle konuşuyorlar, annemle babam da “Aa, rezalet! İstanbul’u da mahvettiler” diye konuşuyorlar. (gülüyor) O kadar yabancılaştım ki…
Babam “Çok garip, bazen sanki annen hepimizin annesiymiş de biz üç arkadaş yolculuğa çıkmışız gibi hissediyorum” diyordu… Elleri cebinde, bizimle akranmış gibi geliyordu yanımıza. Bu yolculuk öyle bir anı oldu ki, o dört kişi arasında hiyerarşi sıfırlandı.
Filmin başında, baban yola çıkma konusunda tedirginliğini dile getirirken “Yolculuk başımıza ne getirir bilinmez” diyordu, sen de sadece “E, evet!” diyerek onu “ikna” etmiştin. Bu yolculuk başınıza ne getirdi? Neydiniz, ne oldunuz?
Ayça: Şöyle tatlı bir yanı oldu yolculuğun; Tümay benim hayat arkadaşım. Ben, Tümay, annem, babam, bir çekirdek aile gibi, dörtlü olduk. (gülüyor) Bu yakınlaşma çok tatlıydı. Bir kuir platformda bu yakınlaşmanın gerçekleşmesi çok hoşumuza gitti. Bizim çift olmamızı çok normalleştirmiş ve içselleştirmiş olarak davranıyorlardı. Babam “Çok garip, bazen sanki annen hepimizin annesiymiş de biz üç arkadaş yolculuğa çıkmışız gibi hissediyorum” diyordu, buna çok gülüyordu… Elleri cebinde, bizimle akranmış gibi geliyordu yanımıza. Bu öyle bir anı oldu ki, o dört kişi arasında hiyerarşi sıfırlandı. Babam “Bu sadece bir seyahat değil, business bu, film çekiyoruz” diyordu… (gülüyorlar) Hâlâ süren dört arkadaş hukuku kuruldu aramızda.
Tümay: Ben de kendimi aileden hissediyorum, çünkü bu hissettiriliyor bana. Aslında bir ekip olarak çalıştık. Ayça’nın annesi muhasebeyi tuttu.
Ayça: Sonuçta, bu çekimler boyunca, en güzeli bu yakınlaşmaydı ve birtakım şeyleri izleyicilerin gözü önünde tartışabiliyor olmamız, bunların absürtlüğünü ortaya koyabilmemizdi. Filmde absürtten kaynaklı komikliklerin olması hoşumuza giden bir şey, bunu hep istiyorduk.
Filmin sonunda… hem şu hem bu… alıntı… Bu yolculuğun sonunda aidiyet hissinize ne oldu, coğrafyada kendinizi konumlandırdığınız yer değişti mi?
Ayça: Filmin postprodüksiyon sürecinde kurgu için Lyon’a gittik. O arada pandemi patladı. Buraya döndük. Kurguya online devam ettik. Dünyanın farklı yerlerindeki arkadaşlarımızla online görüşüyoruz. Her şey birbirine etki etti, deteritorize olduk, yersiz yurtsuzlaştık. Nerede olduğum hakkında iyice kafa gitti bende. Heybeli’de oturuyor olmak da buna aslında katkıda bulunuyor, bir adada yaşıyorum. Çok sık çarşıya inmezsen, nerede olduğunu anlamazsın, ormana çıkar yürürsün, evine gelirsin. Bir yerli olmanın hiçbir anlamı kalmadı kafamda.
Filmi ateşleyen arayış da mı anlamsızlaştı?
Ayça: Tabii tabii. Ne önemi var ki? Arnavutmuşsun, Çıtakmışsın, safkan Türkmüşsün, safkan Almanmışsın, bunların hiçbir anlamı yok. Bunları konuştukça, duydukça, kaydettikçe, “Ben Çıtakım, Arnavutum, son Osmanlıyım, yok şöyleyim, böyleyim...” şaka gibi geliyor… Biryerli olmak… Bu bende iyice silindi. “Selanik’te yaşar mısın?” diye sormuştun ya, malûm, ülke şartları bu kadar gergin olduğu için “yaşarım” diyorum. Burada iyice nefes alamaz hale geldik, ama fark etmez de, her yerde, her yerde yaşayabilirim. Genel manzara, çevredeki hayvanlar, flora, fauna, iklim… Bunlarla ilgilenmek istiyorum.
Arnavutmuşsun, Çıtakmışsın, safkan Türkmüşsün, safkan Almanmışsın… Bunları konuştukça, duydukça, kaydettikçe şaka gibi geliyor… Burada iyice nefes alamaz hale geldik, ama her yerde yaşayabilirim. Genel manzara, hayvanlar, flora, fauna, iklim… Bunlarla ilgilenmek istiyorum.
Tümay: Hatta sonra başka bir yere gitmek… Keşif…
Ayça: O kadar köksüzleştiğimi hissettim. Kök arayışından köksüzlüğe doğru bir yolculuk oldu.
Tümay: İlk çekim günü, bavullarımızı aldık, Heybeli’den ayrıldık, Eminönü’ne gidiyoruz. Ayça “Niye bu hikâyeyi anlatayım, anlamsız aile hikâyemle niye ilgilensin insanlar?” demişti…
Ayça: İnsanlar niye benim boktan hikâyemle ilgilensinler ki?
Tümay: Ben şimdi öyle söylemek istemedim, ama aynen böyle demişti. “Belki de bu yüzden yapıyoruz bu yolculuğu” dedim ben de. Anlamsızlığı göstermek için… Yolculuğa böyle başladık.
Ayça: İkimiz de bu filmi gerçek yapabilmek için tutkuyla o kadar çok uğraştık ki, ama bir noktada anlamlar da kökler gibi kaybolabiliyor. “Ne fark eder ki?” diyorsun.
Tümay: Bu hikâyeyi belgesel olarak çekme kararından sonra, her ânında, aynen filmde olduğu gibi inişli çıkışlı duygular yaşadık, eğlendik, güldük, ağladık, duygulandık, koştuk, yorulduk… Çok değerli bir tecrübe oldu. Ayça’yla daha da yakınlaştım. Ayrıca, karşımda Ayça’nın babası gibi her şeyi anlatmaya bu denli hevesli biri olunca kulaklarım, gözlerim hep açık kaldı tabii. Öyle bir açlık varmış demek ki. Ben hiçbir zaman bir mekâna da hatta zamana da bağımlı, ait hissetmedim kendimi. Mekânsızlık benim için daha varolabildiğim bir hal, daha özgürleştirici. Filmin sonunda da kendimi teyit etmiş oldum.
Filmin sonunda, “dolapta karıştırılacak, aranacak bir muamma kalmadı artık” diyorsun… Kalmadı mı muamma hakikaten?
Ayça: Annemi merak ediyorum şimdi daha çok.
Bir sonraki film onun etrafında mı olacak?
Ayça: Sanmıyorum. Annem enteresan bir karakter. Hiç hoşlanmaz kendini anlatmaktan. Kendi geçmişini de merak etmiyor, o şimdiyle ilgileniyor, şimdi ve gelecekle. Hedefleri, planları var. Olayların psikolojik etkilerini filan düşünmez, o tam bir dünya insanı: Şu anda ve burada. Merak ediyorum annemi, duygu dünyasını… Niye babamla evlenmiş mesela? Ne hissetmiş? Arzularını, erotizmini merak ediyorum. O kadar kapalı kutu ki… Çok merak ediyorum onu, ama o sevmiyor bunları konuşmayı. Onu kendi halinde bıraktım, şimdilik. (gülüyor)
Filmin sonunda babanla söylediğiniz şarkıyla bitirelim mi?
Ayça: O dedemin en sevdiği Almanca şarkılardan biriymiş. 1940’ların çok popüler bir Almanca şarkısı. Babam bir kere bayağı ağlayarak söylemişti bu şarkıyı. Bu sefer beraber bir Almanca şarkı söyleyelim dedik. Kendimi çürütmek için biraz da. “Bana zorla öğretilen Almanca şarkılar” diyorum ya filmde… Hayat öyle de değil… Bu sefer ortada bir yerde buluşup beraber şarkı söyleyelim diye bir fikir doğdu. Filmin duygusunun ekosunu sonrasında da devam ettirebilmek için bu şarkı fena olmaz gibi geldi.
Şarkının sözleri nasıl?
Ayça: (Almancasını mırıldanıyor) Bir subay genç bir kıza âşık olmuş, genç kız da onu bütün bir sene beklemiş, ama aşkına kavuşamamış… Sonra subay ölüyor… Muhtemelen Birinci Dünya Savaşı sonrasında yazılmış, hüzünlü bir ayrılık şarkısı.