“O kendisini çevreleyen duyusal dünyanın ezelden beri hiç değişmeden kalan bir şey değil, doğrudan doğruya sanayinin ve mevcut haliyle toplumun bir ürünü olduğunu, üstelik tarihsel bir ürün olması bakımından her biri bir öncekinin omuzları üstünde yükselerek değişen ihtiyaçlara göre sanayisini ve ekonomik ilişkilerini geliştiren, toplumsal düzenini değiştiren bir nesiller silsilesinin ürünü olduğunu göremez.”
—Karl Marx, Alman İdelojisi
Marx yukarıdaki eleştiriyi Feuerbach nezdinde Genç Hegelcilere yöneltse de, aynı sözleri bugün genelde dijital kapitalizmi, özelde Google, Amazon, Facebook ya da Uber gibi dev platform şirketlerinin bir avuç patron ve hissedarın mülkiyetinde oluşunu sorgusuz sualsiz kabul eden, platform kapitalizminin kamu kaynaklarıyla bulunmuş teknolojilerin omuzları üzerinde yükseldiğinden, tüm topluma şamil “genel akıl” tarafından geliştirildiğinden habersiz tüm çevreler için söylemek mümkün.
İktisatçı Mariana Mazzucato, Girişimci Devlet kitabında, Apple şirketinde çalışan bir avuç yeni teknoloji dâhisi tarafından bulunduğuna inanılan günümüzün en fetiş metalarından iPhone’u yapısöküme uğratır. iPhone’un işlevlerini yerine getirebilmesi için önşart olan internet ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı İleri Savunma Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA) tarafından finanse edilen ARPANET projesiyle bulunmuş ve ülkenin savunma unsurlarını birbirine bağlayan bir ağ olarak hayata geçirilmişti. İnternetin dünya ölçeğinde kullanılmasında, uygun fiyatlı ev bilgisayarlarıyla yaygınlaşmasında Avrupa Nükleer Araştırma Ajansı (CERN) ve kamu üniversitelerinin uzun dönemli işbirliğinin büyük payı vardı. İnternet kamu kurumlarınca herkesin erişimine açılacak ücretsiz bir hizmet olarak tahayyül edilmişti. Aynı şekilde, googlemaps dahil, yüzlerce uygulamanın çalışmasını sağlayan GPS sistemi ABD Savunma Bakanlığı’nın gerçekleştirdiği projelerden biriydi. Bugün istinasız tüm telefonların vazgeçilmez unsuru olan dokunmatik ekran kamu tarafından fonlanan Delaware Üniversitesi’ndeki araştırmacılarca geliştirilmişti.
Gerçekten de örneğin nanoteknoloji, yapay uzuvlar ya da manyetik rezonans (MR) görüntüleme gibi nice teknolojiye biraz yakından bakınca karşımıza aynı tablo çıkıyor: İnsanlığın en nadide buluşlarının kaynağı toplumdan toplanan vergilerle fonlanan, sonuçları tam kestirilmeden uzun yıllara yayılmış araştırmalardır. Aynı durum sağlık alanındaki ilaçlar, enerji ve ulaşım alanındaki en önemli gelişmeler için de geçerli. İnsanlığın ortak birikimi, Marx’ın deyişiyle “genel akıl, medeniyetimizin üzerinde yükseldiği tüm bilginin asıl kaynağıdır”.
Genel aklın çitlenmesi
Marx Grundrisse’de şöyle diyor: “Teknolojik gelişmeyi ölçerken aslında genel toplumsal bilginin genel aklın idaresinde ne ölçüde üretici bir güç haline geldiğini ölçeriz.” Yine aynı kitapta yer alan ve dijital kapitalizm çağıyla beraber çokça tartışılan “Makineler Üzerine Fragman”da, Marx belli bir teknolojik eşiğin aşılmasıyla emeğin, üretimi büyük ölçüde gerçekleştiren akıllı makinelere eşlik etmeye dönüşeceği ihtimaline işaret ediyor. Keynes benzer bir düşünce hattından ilerleyerek “Torunlarımızın Ekonomik Olanakları”başlıklı makalesinde 2030’a gelindiğinde haftalık çalışma saatinin 15’e ineceğini öngörüyordu. Marx üretim araçlarının denetiminden bilgi temelli kapitalizme geçiş sürecinin üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki derin çelişkiyi açığa çıkararak kapitalizmin temellerini çatırdatacak maddi koşullar yaratabileceğini düşünüyordu.
Tüm toplumu bir panoptikon haline getirmekle yetinmeyen, insanları tekno-serfler haline getiren yeni toplumsal düzen sosyal medya, platformlar, yeni algoritmalarla beyne, sinir sistemine, duygulanımlara, arzulara ve daha fazlasına nüfuz ediyor.
Facebook 2014’te 19,2 milyar dolara satın aldığında WhatsApp şirketinin sadece 55 çalışanı vardı. 2012’de Instagram’ı bir milyar dolara satın aldığındaysa şirketin çalışan sayısı 13’tü. Aynı dönemde Facebook’un çalışan sayısı 12 bindi. General Motors’un 605 bin çalışanıyla kıyaslandığında bu devede kulak kalıyordu. Mesele sadece ücretli çalışan sayısıyla da ilgili değil. “Tekno-feodalizm” kavramını ortaya atan iktisatçı Yanis Varoufakis’e kulak verelim: “20. yüzyıldan bu yana dev kapitalist oligopol şirketlerin çalışanları şirket kârının aşağı yukarı yüzde 80’ini ücret olarak paylaşıyordu. Bugün, büyük teknoloji şirketlerinin çalışanları kârın yüzde 1’ini dahi almıyor. Zira çalışanların ücretli emeği şirket kârının cüzi bir kısmını üretiyor. Peki, asıl işi kim yapıyor? Hepimiz! Tarihte ilk defa herkes (çoğu zaman coşkuyla) büyük teknoloji şirketlerinin sermayesini katlamak için bilâücret emek veriyor.”
Özellikle kapitalist platformlar için geçerli bu durum dijital kapitalizmin bir başka veçhesi olan gig ekonomisi için de kısmen geçerli. Evet, yemeklerimizi, çeviri ya da bakım hizmetlerimizi dijital platformlar üzerinden alırken bir ücret veriyoruz –ve aldığımız hizmeti veren yapıya göre hizmeti sağlayanların büyük oranda sömürülmesine aracı oluyoruz–, ama aslen sağladığımız veriyle dijital kapitalizmin bu en değerli metasını bilâücret üretiyoruz. Marx olsa, buna tüm teknolojik altyapısıyla beraber “genel aklın çitlenmesi” derdi herhalde ve eklerdi: “Sınıf bilinci yoksa ne sınıf ne de sömürü var.”
Epistemik direniş
Genel aklın çitlenmesine karşı Exeter Üniversitesi’nden siyaset bilimci James Muldoon Platform Sosyalizmi: Dijital Geleceğimizi Büyük Teknoloji Şirketlerinden Nasıl Geri Alabiliriz? adlı kitabında (Pluto, 2022) platform şirketlerinin kamulaştırılmasına ve demokratikleştirilmesine yönelik dört seviyede bir stratejik planın çerçevesini çiziyor. Öte yandan, bu stratejiye yönelmek için her şeyden önce platformların özel mülkiyet rejiminde yer almasına, verilerimize bizden izinsiz el koymalarına, pazarın ve emek rejiminin platformlarca belirlenmesinin doğallaştırılmasına karşı bir “epistemik direnişin” önşart olduğunun altını çiziyor.
Peki, epistemik direniş göstermekle yükümlü olduğumuz dijital teknolojileri temellük eden platform kapitalizmi nasıl bir yapı? Canavarı yakından tanımak için meselenin farklı veçhelerine odaklanan, birbirlerine çakıl taşları gibi sürtünen, tam da bu yüzden verimli bir düşünce ufku açan üç yaklaşıma kısaca göz atalım.
Platform şirketlerinin kamulaştırılması ve demokratikleştirilmesi için platformların özel mülkiyet rejiminde yer almasına, verilerimize el koymalarına, pazarın ve emek rejiminin platformlarca belirlenmesinin doğallaştırılmasına karşı “epistemik direniş” gerekiyor.
Platform şirketlerinin giderek artan sultasını tekno-feodalizm diye tanımlayan Yanis Varoufakis şu tespitte bulunuyor: “Sermaye giderek güçlense de, bildiğimiz anlamıyla kapitalizm ölüyor.”
Amazon ve Facebook gibi, başkalarının değer üreten ilişkisel faaliyetlerini temellük eden, dolayısıyla bir aracı-rantiye konumunda yer alan “feodal platformlar” Varoufakis’e göre üç açıdan Marx’ın tarif ettiği kapitalist girişimcilik kaynaklı artık değer üretiminden ayrışıyor.
“Öncelikle” diyor Varoufakis, “Amazon bildiğimiz anlamıyla bir kapitalist pazara benzemiyor”. Bu sadece tekelci konumundan değil, satılacak tüm ürünlerin (Amazon ardından batan binlerce kitapçıyı, müzik şirketini, küçük üreticiyi hayal edelim) çeşme başını tutmasından da kaynaklanıyor. Amazon ve benzeri platformlar rantiye konumlarıyla, uzun süredir durgunluk yaşayan klasik üretici kapitalist şirketlerden ayrılıyor. Sıradan kapitalist pazarlarda faaliyet gösteren büyük şirketlerin kârlılık oranları düşer ve hisse senetleri giderek değer kaybederken, platform şirketleri hızla değer kazanıyor. Gerçekten de Standard and Poor’s’a göre, eğer altı dev teknoloji şirketinin (Facebook, Amazon, Apple, Netflix, Google, Microsoft) hisse senetleri muazzam değerlenmeseydi, 2020’nin ilk yarsında en büyük 500 şirket endeksi ortalama yüzde 4,2 değer kaybedecekti. Oysa aynı dönemde altı şirketin hisse senetleri ortalama yüzde 43 değer kazandığı için endeks yüzde 5 kârlılık açıkladı.
Komuta sermayesi ve davranışsal artık değer
İkincisi, sanıldığının aksine, Amazon’un patronu Jeff Besos’un servetinin pandemi sırasında 60 milyar dolar artması Amazon’un ticaret kaynaklı kârından kaynaklanmıyor. Amazon’un 2020’nin ilk çeyreğindeki satışlardan elde ettiği kâr sadece 5,5 milyar dolardı. Dev platform “derebeyleri” giderek devletin senyoraj[1] görevini üstleniyor, böylece FED’in yaptığı parasal genişleme platform şirketlerinin hisse senetlerine yöneliyor. Varoufakis’in veri tekelciliği ve yapay zekâyla ortaya çıktığını söylediği “endüstriyel üretim araçlarının örgütlenmesinin aracısı haline gelen komuta sermayesi” vassal kapitalist şirketlerin, prekarya haline gelen gig ekonomisi emekçilerinin ve bilinçsizce bilâücret daha fazla komuta sermayesi üreten kullanıcıların giderek tekno-feodal derebeylerinin boyunduruğu altına girmesine neden oluyor. Böylece, tekno-feodal ilişkiler tüm toplumsal katmanlara sirayet ediyor, geniş halk kitleleri tekno-serflere dönüşüyor.
Sosyal psikolog ve filozof Shoshana Zuboff Gözetim Çağı Kapitalizmi adlı kitabında Google şirketinin ve kurucuları Larry Page ve Sergey Brin’in hikâyesinin izini sürüyor. İnterneti herkese açık bir evrensel platform olarak hayal eden Page ve Brin başlarda kullanıcılarından reklam geliri elde etmeyi dahi reddetse de, arkalarındaki risk sermayesinin baskılarıyla önce reklam yayınlamaya başlıyorlar. Ancak, tekelleşme ve yapay zekâ uygulamalarıyla beraber şirketin giderek artan veri tabanı reklam gelirlerini tali hale getiren bir “davranışsal artık değer”in keşfine neden oluyor.
Bu keşif insanların farkındalığını, onayını ve bilgisini kaale almadan düşüncelerini, duygularını, yönelimlerini çıkarsayan, Zuboff’un “kör ayna” diye tanımladığı otomatikleşmiş bir veri analizi mimarisinin inşasına vesile oluyor. Sadece 2017’de 1,2 trilyon aramanın yapıldığı Google’ın biriktirdiği ve katlanarak artan veri tabanı insanların ihtiyaçlarıyla değil, davranışlarını tahmin etmekle ilgileniyor. Google’ın milyarlarca kullanıcısı şirketin hammaddesi olan verinin gönüllü üreticisi haline gelirken, gözetim mimarisinin gündelik hayatın kılcal damarlarına nüfuz etmesiyle çoğalan “tahmin ürünleri” bir süre sonra insanların davranışlarına kayıtsız kalmaya başlıyor. “Tahmin ürünleri” geleceğin pazarlarının belirleyeni haline gelirken, kişisel tercihler yerini “tam kesinliğe / tahmin edilebilirliğe” dayalı yeni bir toplumsal düzene bırakıyor. Mutlak tahmine dayalı yeni düzen, platform şirketlerinin “gözetim gelirlerinin” kaynağı haline geliyor.
Toplumsal fabrika, gerçek tabiyet
Tüm toplumu bir panoptikon haline getirmekle yetinmeyen, aynı zamanda insanları Varoufakis’in deyişiyle tekno-serfler haline getiren, Zuboff’un anlatısıyla onların karar verme özgürlüklerini elinden alan bu yeni toplumsal düzene dair tartışmaların filizleri, internetin yaygınlaşmasından çok önce, 1970’lerde İtalyan otonom Marksist düşünürler tarafından ortaya atılmıştı.
Giderek ivmelenen sanayisizleşmenin etkilerini gözlemleyen Mario Tronti ve Antonio Negri gibi düşünürler “toplumsal fabrika” fikrini geliştirmişti. Kapitalist mantık artık sadece emek süreçleri üzerindeki formel tabiyetle ilgilenmiyor, bütün toplumsal ilişkilerin sermayenin istekleri doğrultusunda dönüştürülmesini amaçlayan “gerçek tabiyet”i inşa ediyordu. Finansal kapitalizm ve platform kapitalizminin el ele yerleştirmeye çalıştığı “gerçek tabiyet” Marksist iktisatçı Andreas Fumagalli’ye göre hayatın bütününü sermayeye tabi kılmayı amaçlıyor. Fumagalli’nin “neo-bilişsel kapitalizm” diye adlandırdığı süreçte yeni toplumsal düzen “sosyal medya, platformlar, onlara bağlı ikinci nesil yeni algoritmalarla beyne, sinir sistemine, duygulanımlara, arzulara ve daha fazlasına nüfuz ediyor”.
Muldoon teknoloji işçileri ve kullanıcıları kooperatiflerinin yeni bir dijital sosyalist ekonominin yapıtaşlarını teşkil edebileceğini söylüyor ve iki noktanın altını çiziyor: 1. Sendika yerine kooperatif. 2. Ortaklarının ihtiyaçlarının ötesine geçen, epistemik direnişi toplumun diğer katmanlarına yayan ağ tipi kooperatifleşme.
Bu üç düşünce akımının farklı açılardan tanımladığı platform kapitalizmini James Muldoon yüzyıllara yayılan kapitalist sürecin devamı olarak ele alıyor ve basitçe şöyle tanımlıyor: “Kapitalizmin insan yaşamını kâr için temellük etmeye yönelik temel dürtüsünün uzantısı ve yoğunlaşmış hali.” Muldoon gözetim, veri güvenliği, kişisel hayat, zihinsel denetim ve gönüllü biata dair tartışmaları faydalı bulsa da, radikal bir bakış açısı değişikliği öneriyor. Muldoon’a kulak verelim: “Odağımızı iktidar, mülkiyet ve denetime kaydırmamız gerekiyor. Diğer sorunlar, platformların kime ait olduğu, statükodan kimin faydalandığı ikincil konumdadır. Teknoloji ya özel şirketler tarafından kontrol edilir ve böylece küçük bir azınlığın kâr etmesi için kullanılır ya da topluluklar tarafından çoğunluğun yararı için kolektif yönetilir.” Meseleye bu açıdan bakınca Muldoon’un önerisi net: Platformların çeşitli seviyelerde kolektifleştirilmesi ve demokratik denetimi.
Üstelik Muldoon’un önerisi yön değiştiren rüzgârlarla da örtüşüyor: Transnational Institute’un 2017 raporuna göre son 17 yılda dünyada, özellikle Avrupa ve Güney Amerika’da, hizmetler ve altyapı alanında en az 835 önemli kamulaştırma gerçekleştirildi. Öyleyse, “epistemik direnişin” en önemli hedeflerinden biri de platformların kolektivizasyonunun pekâlâ mümkün olduğunu geniş kitlelere yaymak.
Muldoon’un “platform sosyalizmi”nin iki çıkış noktası var. İlki, kooperatif hareketinin önemli liderlerinden, 2019’da İngiliz İşçi Partisi’nin müşterek mülkiyete dayalı ekonomi programında da ifadesini bulan demokratik dernekler ve kooperatifler federasyonu tahayyülüyle bilinen kuramcı G.D.H. Cole’un demokratik federalizmi, Muldoon’un ifadesiyle “lonca sosyalizmi”. İkincisiyse, Avusturyalı Marksist iktisatçı Otto Neurath’ın salt kritik önemdeki sektörler yerine, ekonominin “topyekûn kamulaştırılması” ve uzun erimli iktisadi hedeflerin toplumun tüm katmanlarının katılımıyla hazırlanan alternatif planlar arasından demokratik seçimle belirlenmesi önerisi. Muldoon bu iki düşünürün mürşitliğinde, ne sadece işçi mülkiyetinde olan ne de bir bürokratik oligarşi tarafından yürütülen iktisadi yapılardan oluşan platform sosyalizmi için dört seviyede mücadele ve kolektivizasyon öneriyor.
Birinci seviye: Tabandan kooperatifçilik
Jakarta’nın ofislerle dolu merkezine bir taş atımlık mesafedeki Bendungan Hilir mahallesinde sıra sıra dizili tezgâhlar çoğunluğu moto-taksicilerden oluşan müşterilerine noodle çorbası, kızarmış pilav ve sigara temin ediyor. Tezgâhlardan biri Gojek moto-taksi şirketinin şoförlerinin örgütlenme üssü. Jakarta sokaklarının araba giremeyecek kadar darlığı yüzünden ortaya çıkan moto-taksilerin tarihi Gojek’in 2010’da kurulmasından çok öncelere gidiyor. Şirket öncesinde, moto-taksicilerin her mahallede bir durağı varmış. Hikâye Türkiye ve dünyadaki gig ekonomisine benzer ilerlemiş. Şirketin moto-taksicileri kendine bağlamasıyla algoritmik şiddet başlamış, emek arzının tekelleşmesiyle ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamış. 30’lu yaşlarında, iki çocuk babası Kejo’nun kazancı günlük 48-46 dolardan 21 dolara gerilemiş.
Sömürünün giderek artmasıyla, taksiciler twitter hesapları GoT üzerinden örgütlenmeye başlamış. Zamanla tezgâhlar etrafında örgütlenen yüzlerce taksici tartışmaya katılmış. Teknolojiden anlayanların el vermesiyle yasadışı aplikasyonlardan örülü bir ağ inşa edilmiş. Yeni aplikasyonların bazıları iş kabullerini hızlandırır, şirketin aplikasyonunu daha kullanışlı hale getirirken, şirketin taksicileri her an gözetlemesini engelleyen, dinlenme anlarında da onları motor üstünde gösteren “çakma” GPS aplikasyonuyla örgütlenme ivme kazanmış. Çığ gibi büyüyen örgütlenmeyle taksiciler önce park ücretlerinden kurtulmuş, ardından 2018 Asya Oyunları sırasındaki grev tehdidi Ulaştırma Bakanlığı’yla masaya oturmalarını sağlamış. Böylece, daha önce herhangi bir statüye sahip olmayan moto-taksiler hukuki açıdan resmiyet kazanmış. Mücadele sırasında kaza geçiren arkadaşları için para toplayan, müşterek yemek bütçesi oluşturan moto-taksiciler Gojek ve benzeri platform şirketlerindeki asgari çalışma şartlarını pazarlık etmek için hükümetle masaya oturmaya hazırlanıyor.
Eğitimli umut
Ernst Bloch’un tanımıyla “eğitimli umudun” başlayacağı yer tam da burası: Jakarta, İstanbul ya da New York’ta dijital kapitalizmin gündelik sömürü mekanizmalarına maruz kalan, sömürü çarklarını yakından tanıyan, hiç de tekno-serflere ya da gözetim altında otomatlaşmış bireylere benzemeyen gig ekonomisi emekçileri. Muldoon tabandan neşet edecek teknoloji işçileri ve kullanıcıları kooperatiflerinin yeni bir dijital sosyalist ekonominin yapıtaşlarını teşkil edebileceğini, genişleyen tabanın önce platform şirketlerini denetlemesi için siyasete baskı yapabileceğini, ardından kapitalist platformları demokratik alternatifleriyle değiştirebilecek sistemlerin inşasına katkı sağlayabileceğini söylüyor ve iki noktanın altını çiziyor: 1. Örgütlenme biçimi olarak sendika yerine kooperatif. 2. Ortaklarının ihtiyaçlarının ötesine geçen (Marx olsa “cüce kapitalist haline gelmemiş” derdi), epistemik direnişi toplumun diğer katmanlarına yayan ağ tipi kooperatifleşme.
Son 17 yılda dünyada, özellikle Avrupa ve Güney Amerika’da, hizmetler ve altyapı alanında en az 835 önemli kamulaştırma gerçekleştirildi. “Epistemik direnişin” en önemli hedeflerinden biri de platformların kolektivizasyonunun mümkün olduğunu geniş kitlelere yaymak.
Öte yandan, Muldoon sendikal örgütlenmenin teknoloji çalışanlarının haklarını bir ölçüde koruyabileceğini de teslim ediyor. Gerçekten de Almanya’nın en büyük sendikası IG Metall 2016’da Amazon Mechanical Turk gibi platformlarda sendikadan yoksun çalışan işçilere destek vermek için Fair Crowd Work (Adil Platform Emeği) girişimini başlattı. Google’ın çatı şirketi Alphabet’in çalışanları şedit saldırılara rağmen, Ocak 2021’de Alphabet İşçileri Sendikası’nı kurdu. Öte yandan, Muldoon platformların mülkiyet ilişkilerini değiştirmediği ölçüde sendikacılığın ancak kısmi kazanımlar sağlayacağını vurguluyor. Çoğu konfederal sendikal yapının çalışma rejimlerinden dolayı örgütlenmesi zor gig işçilerine mesafesinden bahsederken Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu’yu çınlıyor: “Konfederal yapılar bu alana ancak ‘nizam’ vermek, bastırmak için girer. Mesela Yemeksepeti direnişine Nakliyat-İş öncülük ediyor. DİSK bir kere bile Nakliyat-İş’in adını anmıyor, Yemeksepeti ile Nakliyat-İş arasında bir bağ yokmuş gibi davranıyor. Sendikal merkezler işçiyi ve halkı gerizekâlı gördüğü için onları özne olarak da saymıyor.”
Öte yandan, Muldoon’a şerh koymak için elimizde değerli örnekler de var: Dünyanın en büyük işçi kooperatifleri federasyonu Mondragon 2012’den beri ABD’nin en büyük sendikal örgütlerinden Birleşik Metal İşçileri Sendikası’yla beraber geliştirdiği “sendikal kooperatif” modeliyle sendikalardan onlarca kooperatifin neşet etmesinin önünü açıyor. Sendikacılık ve kooperatifçilik arasındaki karşıtlık ustalıkla aşılıyor.
Muldoon işçi kooperatiflerinin, ağ tipi örgütlenmedikleri takdirde, ayrıcalıklı bir zümre yaratmaktan ibaret kalabileceğine de dikkat çekiyor: “Google’ın çatı şirketi Alphabet’i 132 bin çalışanına devretmek işçilere harika gelebilir. Peki ya küresel topluluğun geri kalanı açısından ne ifade eder? Buradaki endişe, tekil firmaların denetimini ele geçiren işçilerin potansiyel olarak diğerlerinin çıkarlarını görmezden gelme, fiyat artışı veya tekelcilik arayışına girme ihtimalidir.”
Öte yandan, hem “cüce kapitalist işletmelerden” ibaret olmayan, hem de klasik sendikal örgütlenmenin ötesine geçen yüzlerce platform kooperatifi dünyanın birçok coğrafyasında pıtrak gibi çoğalıyor. Mondragon ve The New School Üniversitesi’nin de destek verdiği Platform Kooperatifçiliği Birliği (PCC) etrafında örgütlenen kooperatifler Hindistan’dan Brezilya’ya, ABD’den Malezya’ya hızla yayılıyor. Birkaç örneğe bakalım.
Tahayyül etmekle başlayalım
New York’un temizlik, köpek gezdirme, tamirat gibi farklı alanlarda emek veren ve çoğu kadınlardan oluşan gig işçileri dört kooperatifin yer aldığı Up&Go platformunu kurmadan önce kazançlarının yüzde 30-50’sini platform şirketlerine kaptırıyordu. Şimdi kazançlarının yüzde 95’i ceplerinde kalırken yüzde 5’i platformun idamesi için çalışan bilişim işçilerine ve altyapıya ayrılıyor. Platform tüm emekçilerine “adil ücret” sağlarken, platform ortakları geleceğe dair tüm kararları mecliste müşterek alıyor. PCC’nin eğitimlerine katılan ortaklar Up&Go bünyesine kooperatiften hizmet alan kullanıcıları da katmayı amaçlıyor.
Blockchain[2] teknolojisinden faydalanan Resonate müzik paylaşım platform kooperatifinin yönetiminde sanatçılar, dinleyiciler ve çalışanlar beraberce yer alıyor. Sanatçıların yüzde 45, dinleyicilerin 35 ve çalışanların yüzde 20 oy hakkı bulunuyor. Sanatçılar kapitalist platformlara kıyasla iki buçuk kat daha fazla gelir elde ederken platform çalışanları adil ücret kazanıyor.
Esnaf kuryeliğin dayattığı kölelik şartlarından kurtulmak için bisikletli kuryelerin Avrupa’nın dört bir yanında kurduğu 56 kurye kooperatifi ve kolektifi “coopcyle” bünyesinde konfederasyon kurarken, bilişim emekçilerinin değerli katkılarıyla Paris, Portland, Denver, New York, Vancouver, Brüksel gibi şehirlerde Uber’i alt eden, şoförlere adil ücret veren, kullanıcıları örgütlenmeye katan taksi kooperatifleri hızla çoğalıyor. Bu hızlı örgütlenme 2020’de Londra’da 23 ülkeden katılımla Uluslararası Aplikasyon Tabanlı Ulaşım Emekçileri İttifakı’nın (International Alliance of App-Based Transport Workers) kurulmasına da vesile oldu.
Öyleyse, tahayyül etmenin tam zamanı: İstanbul’un toplumsal hareketler tabanı görece yerleşik bir ilçesinde bilişim emekçilerinin el vermesiyle örgütlenen kurye kooperatifi adil ücreti ve çalışma şartlarını önceleyen bir aplikasyonla yerel sakinlere hizmet vermeye başlıyor. Kooperatif “komisyon”, “gösterim ücreti”, “yemek kartları”, “joker indirimi” gibi bahanelerle lokantaların satışlarının neredeyse yüzde 40’ına el koyan Yemeksepeti’nin aksine, ilçedeki küçük işletmelerden cüzi bir komisyon alıyor. Böylece, hem küçük işletmelerin hayatta kalmasına katkı sağlıyor hem de işletmelere artan gelirleriyle çalışanlarına adil ücret ödemesini tavsiye ediyor. Kooperatif diğer ilçe ve semtlerde pıtrak gibi çoğalan benzerleriyle bir federasyon kurarken, aplikasyonu aracılığıyla hizmetlerinden faydalananlara gig ekonomisi hakkında kısa bilgi notları gönderiyor, gerek pratik gerekse etik konularda anketler düzenliyor. Sömürü üzerine kurulu aplikasyon temelli kurye şirketleri ilçeden yavaş yavaş elini ayağını çekmek zorunda kalıyor.
İkinci seviye: Yeni belediyecilik
Yaşadığınız kentte aplikasyon sayesinde bölgedeki tüm küçük üreticilerden, dükkânlardan, kooperatiflerden ürün tedarik edebiliyorsunuz. Aplikasyon aynı zamanda yerel iş bulma kurumu gibi çalışıyor, kentlilerin sunduğu hizmetleri diğer kentlilerle buluşturuyor, verdiği hizmetten dolayı herhangi bir ücret talep etmediği gibi üretim ve tedarik ağında yer alan tüm unsurlardan kapitalist muadillerine kıyasla cüzi bir komisyon alıyor. Aplikasyonun yanısıra belediye bankası da büyük platformlar tarafından fahiş komisyonlarla uçurumun kenarına itilmiş küçük işletmeleri ayağı kaldırmak için kaldıraç işlevi görüyor, böylece aplikasyonda hizmet ve mal mübadele eden kentlilerin sayısı giderek artıyor.
Bisikletli kuryelerin Avrupa’nın dört bir yanında kurduğu 56 kurye kooperatifi ve kolektifi “coopcyle” bünyesinde konfederasyon kurarken, Paris, Portland, Denver, New York, Vancouver, Brüksel gibi şehirlerde şoförlere adil ücret veren taksi kooperatifleri hızla çoğalıyor.
Tüm bunlar kooperatifçiliği muştulayan bir bilimkurgu eserindeki hayali bir kentte vuku bulmuyor. 1,3 milyon nüfusuyla Arjantin’in üçüncü büyük kenti Rosario’nun belediyesi, belediye meclisinde yüzde 20’lik temsile sahip Ciutad Futura Partisi (Geleceğin Şehri) ve kentteki toplumsal hareketlerin kurduğu geniş cephenin bastırmasıyla ülkenin Amazon’u konumundaki Mercado Libre’ye (Serbest Pazar) karşı 2020 baharında belediye platformu Mercado Justo’yu (Adil Pazar) kurdu. Adil Pazar’ın platform emekçilerinin hayat standartlarına yaptığı katkı, yerel ekonomiye verdiği ivme nedeniyle belediye platformculuğu tüm Latin Amerika’da tartışılmaya başlandı.
G.D.H. Cole “lonca sosyalizmi”yle üreticilerin, tüketicilerin, belediyelerin beraberce hayata geçirdiği katılımcı bir ekonomi ve demokrasi hayal etmişti. Yerel demokratik kooperatifler, dernekler ve birlikler merkezi devletin sadece koordinasyon görevi üstleneceği “ulusal komünde” bir araya gelecekti. Cole’un da esin kaynakları arasında yer aldığı kooperatiflerin ve belediyelerin kentsel ekonomiyi beraberce örgütlediği Yeni Belediyecilik Hareketi günümüzde Cleveland’dan Preston’a, Barcelona’dan Jackson’a, Kerala’dan Québec’e birçok coğrafyada farklı ölçülerde hayata geçiriliyor.
Muldhoon tabandan neşet eden kooperatifçiliğin yeni belediyecilik hareketiyle buluştuğu takdirde büyük platform şirketlerine pekâlâ kafa tutabileceğini dile getiriyor. Üstelik, tıpkı Rosario gibi ilham veren birçok uygulama halihazırda mevcut. Londra’nın Islington ilçe belediyesinin Outlandish teknoloji kooperatifiyle beraber kurduğu Space4 adlı ortak mekân dijital kooperatif ekonomisinin kuluçka merkezi işlevi görüyor ve gig ekonomisinden sıtkı sıyrılan emekçilere kooperatif kurmaları için destek veriyor. Mekânda hayata gözlerini açan yemek kuryelerinin kurduğu Wings kooperatifi kullanıcılarına platform kapitalizminin sömürü çarklarını anlatan seminerler düzenliyor.
Kamu-halk ortaklıkları
Muldoon belediyelerin ve kent sakinlerinin müşterek kooperatifleşme girişimlerine kamu-halk ortaklıkları (public-common partnerships, PCP) ismini veriyor ve PCP’lerin hızlı bir örgütlenmeyle kapitalist kapitalist şirketlerini şehirlerden şutlayabileceğini söylüyor. Örneğin, Londra belediyesi Londra Ulaştırma Müdürlüğü’nün muazzam bilgisi ve geniş bütçesiyle paylaşımlı bir yolculuk kooperatifi kurabilir, Uber gibi platformlara lisans dağıtmayı bırakabilir, üstelik yeni belediye platformu belediye teknisyenleri, şoförler ve yolcuların beraberce yer aldığı bir meclis tarafından yürütülebilir, kritik kararlar platformun aplikasyonu üzerinden kentte yaşayan herkes tarafından oylanabilir. Muldoon’un büyük bir kent ölçeğinde geniş bir katılımla, demokratik yöntemlerle yönetilecek platformlar önerisi uzaktan bakınca ham hayal gelebilir. Öyleyse, Barcelona’ya uzanalım.
Şehrin en büyük ölçekli planı başlıklar üzerinden platformda tartışıldıktan sonra oylanıyor. Yaşadığınız mahallenin bütçesini okuyor, muhtemel harcama kalemleri arasından seçim yapabiliyorsunuz. Farklı vatandaş meclisleri istedikleri konularda gündem açabiliyor, tüm kentin bütçesinin nasıl harcandığını takip edebiliyor. Barcelona belediyesinin 2016’da devreye soktuğu açık kaynaklı Decidim (“Karar veriyoruz”) platformunda yaklaşık iki milyon kişi kentlerinin geleceği hakkında beraber karar veriyor. Decidim açıldığından beri Barcelonalılar barınma ve sağlık hakkı, ulaşım, iklim değişikliğiyle mücadele gibi konularda geniş katılımlı dijital meclisler düzenliyor ve stratejik planlar hazırlıyor.
Platfrom kapitalizminin en değerli “hammaddesi” kuşkusuz veri. Platform kapitalistlerinin de altyapısını oluşturan internet özünde hâlâ açık ve adem-i merkeziyetçi bir yapı. Meşhur http protokolünü geliştiren Tim Berners-Lee farklı cihazların birbiriyle iletişim kurabileceği evrensel bir standart geliştirmişti. Facebook gibi dev platformlar tam da bu “iletişimi” engellemek için açık protokollere karşı çıkıyor, çünkü “davranışsal artık değer” üretebilmelerinin önşartı kullanıcıların kişisel verilerini onların icazeti olmaksızın çitlemek. Dolayısıyla, platform sosyalizminin hayata geçmesi için açık protokollerin adem-i merkeziyetçi yapısını ayağa kaldırmak şart. Kent ölçeğinde demokratik bir platform kuran Barcelona verilerin çitlenmesine karşı da sıkı bir hamle yapıyor.
Barcelona ve Amsterdam belediyeleri 2017-2019 arasında DECODE’un (Vatandaş Mülkiyetinde Adem-i Merkeziyetçi Veri Ekosistemi) deneme sürüşlerini gerçekleştirdi. DECODE kişilerin verilerini onları anonim bırakarak topluyor, kentliler hangi verileri paylaşmak istediğine kendileri karar verebiliyor. Böylece veriler platform kapitalizminin hammaddesi olmaktan çıkıyor ve kentsel gürültüyü, hava kirliliğini ya da ulaşım sorunlarını çözmek için müşterek bir değer haline geliyor.
Üçüncü seviye: Ulusal platformlar
Ekim 2020’de Arjantin Ulusal Posta Hizmetleri çoğunluğunu KOBİ’lerden tedarik edeceği iki bin ürün içeren Correo Compras dijital kamu platformunu hizmete açtı. “Latin Amerika’nın Amazon’u” Mercado Libre’ye doğrudan rakip haline gelen Correo Compras kapitalist muadillerinin kimi zaman sekizde biri kadar hizmet bedeli/komisyon alıyor ve böylece küçük işletmeleri güçlendiriyor, ürünleri ulaştıran kuryelere ise “makûl yaşam ücreti” (living wage) veriyor.
19. yüzyılın başlarında vatandaşların kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerinden bilâücret faydalanması, sağlık ve eğitimin kamusal hak olması henüz bir hayalden ibaretti. Bu hayalin hayata geçmesi için bir asır mücadele verildi. İnternet önceleri ücretsiz, herkese açık bir iletişim mecrası olarak düşünülmüş, hatta Salvador Allende döneminde Şili’de kamulaştırılmış 42 fabrikayı birbirine bağlayan, yaratıcısı Stafford Beer’in “özgürlük makinesi” dediği Cybersyn projesi, teleteks makineleriyle kurulmuş kamu-internet ağı aracılığıyla ulusal ölçekte demokratik iktisadi üretimi gerçekleştirmeye başlamış olsa da, günümüzde internet ve platformlar geniş halk kitlelerinin tahayyülünde bilâücret sağlanması gereken kamusal hizmetler olarak yer almıyor. Yine de Arjantin’de olduğu gibi bu yönde bazı adımlar atılmaya başlandı. İngiliz İşçi Partisi 2019 seçim programında interneti ve temel dijital hizmetleri kamu tarafından sağlanması gereken evrensel haklar olarak belirtti.
Gerçekten de kamu, bulut bilişim teknolojileriyle vatandaşların verilerini güvenli ve anonim bir şekilde toplayabilir ve bu sayede dijital hizmetler sağlayabilir. DECODE’a da ilham veren e-Estonya, Estonya devletinin vatandaşlarına dijital hizmetler vermek için kurduğu ve Estonyalıların yüzde 99’unun kullandığı dijital bir platform. İnternetin bir insan hakkı sayıldığı Estonya’da veriler anonim ve adem-i merkeziyetçi bir yöntemle depolanıyor. Birçok ülke vatandaşlarının verilerini kullanmak için giderek daha fazla açık kaynağa dayalı bulut bilişim sistemlerine geçiyor.
Muldoon gerek tabanda, gerek yerel yönetimler seviyesinde, gerekse ulusal düzeydeki kamusal platformları ilerici bulsa da, platform sosyalizmine giden yolda engebelerin uluslararası ölçekte arttığını ve asli hedeflerden birinin kapitalist platformların üzerinde yükseldiği dijital altyapının kamulaştırılması olduğunu belirtiyor. Üstelik, bunu yapmazsak bizi bekleyen muhtemel karanlık gelecek tablosu insanı dehşete düşürüyor.
Büyüyen kör ayna
Siz henüz yataktan kalkmadan yeni aldığınız temizlik robotu işe koyulmuş. Bir yandan evi temizliyor, diğer yandan evinizin krokisini çıkarıp yerdeki kırıntıları analiz ediyor. Henüz uykuyla uyanıklık arasında uzandığınız akıllı yatağınız gece boyunca nefesinizi, uyurken yaptığınız hareketleri, çıkardığınız sesleri, kalp ritminizi, tansiyonunuzu ve daha nice bedensel verinizi analiz etmiş. Yatak, kendine misafir olan tüm bedenlere aynı muameleyi yapıyor. Dairenizi rahatça yönetmenize yardım eden akıllı termostatınız ev içindeki hareketlerinizi kaydedip sürekli analiz ediyor, yüz ve beden verileriniz sayesinde neredeyse tüm duygu durumlarınızı tespit ediyor.
Bu aletler hayal ürünü değil. Süpürgenin markası Roomba, “uyku zekânızı ölçen” akıllı yatağınki Sleep Number, Google tarafından üretilen akıllı termostatın ismiyse gayet sevimli, Nest, yani “yuva.” Kullanım sözleşmelerinde yazdığı üzere, bu aletlerin hiçbiri verilerinizin “yüzde yüz güvenliğini garantilemiyor”. Dahası, aleti kullanmayı bıraksanız bile “bazı durumlarda” verilerinizin üçüncü taraflarla paylaşılabileceği belirtiliyor. Londra Üniversitesi Hukuk Bölümü’nden Guido Noto La Diega ve Ian Walden’ın yaptıkları araştırmaya göre, Nest’in bağlanabileceği alet ve aplikasyonların toplam sözleşme sayısı yaklaşık bin adet ve her birinde benzer “istisnalar” dile getiriliyor. Sözleşmeleri imzalamazsanız aletler işlevlerini yerine getirmiyor. Zuboff’un “kör aynası” olanca ağırlığıyla karşımızda yükseliyor.
Dördüncü seviye: Uluslararası ufuk
Zuboff gözetim gelirlerinin çığ gibi artmasının nedeni olarak sadece akıllı telefonlar ya da bilgisayarlardan değil, gündelik hayatın her yerini istila eden aletlerden alınan verilerin “render” edilmesini gösteriyor ve İngilizce fiilin etimolojik açından kökündeki iki anlama işaret ediyor: “Elde etmek” ve “teslim olmak”. Veriler arttıkça, Varoufakis’in anlattığı gibi, üretici şirketler vassal, gig işçileri ve kullanıcılar serf haline geliyor, “özgür irade” neredeyse ortadan kalkıyor. Zira “komuta sermayesinin” hazinesi mahiyetindeki veriler katlandıkça hammadde tedarikinden ürün tasarımına, meta üretiminden pazarlamasına tüm ekonominin dümenine platform kapitalistler geçiyor. Dolayısıyla kör aynayı kırmak, büyük platformları kamulaştırmak şart.
Muldoon dev platform şirketlerinin kamulaştırılmasının önündeki dört büyük engeli şöyle sıralıyor: İlkin, büyük platformlar özellikle veri depolamak için giderek artan bir bütçe kullanıyor. Örneğin, Google’ın çatı şirketi Alphabet salt 2020 yılında depolama ve Ar-Ge’ye 141,3 milyar dolar harcadı. Dolayısıyla, geniş halk kitlelerini bu harcamaların kamu kaynakları tarafından karşılanmasına, internetin bir “kamu hizmeti” olduğuna ikna etmek gerekiyor. İkincisi, tıpkı barınma sorununda olduğu gibi uluslararası finans sermayesinin platform şirketlerine “kaçışının”, şirketlerin bir ölçüde üslenmeye başladığı senyoraj işlevinin önünün kesilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, platformların sınıfsal, ırksal, cinsiyetçi ayrımlara, coğrafi eşitsiz gelişmeye göre işleyen algoritmalarının yeniden yapılandırılması ve insanların kişisel verilerini hangi ölçüde ve ne amaçla paylaşacaklarına karar verebilmelerinin sağlanması gerekiyor. Böylece, tüketimi körüklemek için değil, sağlık ve eğitim gibi alanlarda kullanmak üzere birikecek verilerin yaşam niteliğimizde yapacağı muazzam sıçramayı düşünmek bile insanı iyi hissettiriyor. Muldoon bu müthiş dönüşümü gerçekleştirebilmek için Uluslararası İletişim Sendikası ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ile beraber faaliyet gösterecek, farklı ülkelerin bütçesine farklı oranlarda katkı yapacağı bir Küresel Dijital Hizmetler Örgütü (GDSO) öneriyor.
Üç ilmek
Muldoon platform sosyalizmini hayata geçirmek için, tabanda emek örgütlenmesinden yeni belediyeciliğe, ulusal düzeyde platformların kamulaştırılmasından uluslararası dayanışmaya uzanan dört seviyede üç ilmek öneriyor: 1. Platform kapitalizminin inşa ettiği veri ve emek sömürüsüne karşı direniş (resistance). 2. Büyük platform şirketlerinin arka kapıdan dolanma ihtimali olsa da AB Genel Veri Güvenliği Düzenlemesi gibi yasalarla şirketler üzerindeki denetim baskısını artırmak (regulate). 3. Her seviyede kolektif ve demokratik platformlar yaratarak kapitalist platformları yeniden kodlamak (recode).
Siyaset bilimciler Nick Srnicek ve Alex Williams Geleceği İcat Etmek adlı kitaplarında Viyana, Chicago ve Berlin’den neşet eden farklı neoliberal eğilimlerin 1947’de kurduğu Mont Pelerin Topluluğu’nun ilk başlarda kimse tarafından kaale alınmadığını, şimdilerde Dünya Bankası ve IMF tarafından dahi eleştirilen neoliberalizmin anaakım haline gelmesinin uzun bir mücadele ve propagandayla kırk senede gerçekleştiğini anlatıyor. Kıssadan hisse, platform sosyalizmi için epistemik direnişe başlamanın tam zamanı. Son sözü Muldoon’un da bolca alıntıladığı Ernst Bloch’a bırakalım: “Kaybın en trajik biçimi güvende olmanın değil, her şeyin farklı olabileceğini hayal etme yetisinin kaybıdır.”
1+1 Express, sayı 180, Yaz 2022
Seçilmiş kaynakça
James Muldoon, Platform Socialism: How to Reclaim our Digital Future from Big Tech, Pluto Press, 2022
Mariana Mazzucato, The Entrepreneurial State: Debunking Public vs. Private Sector Myths, Anthem Press, 2013
Nick Srnicek, Alex Williams, Geleceği İcat Etmek: Postkapitalizm ve Çalışmanın Olmadığı Bir Dünya, Delidolu, 2018
Nick Srnicek, Platform Capitalism, Polity Press, 2016.
Shoshana Zuboff, Gözetim Kapitalizmi Çağı: Ürünün “Sen” Olduğu Çağda İnsanın Geleceği İçin Savaş, OkuyanUs Yayınları, 2021
Yanis Varoufakis On Techno Feudalism, crypto-syllabus.com
[1] Paranın üzerinde yazılı değer ile üretim maliyeti arasındaki fark. Bu adlandırma Ortaçağ’da bu hakkı senyörlerin ellerinde tutmasından geliyor. Özünde bir toplumsal ilişkiden ibaret olan parayı dolaşıma sokan yapılar onun hangi amaca yöneldiğine, hangi sınıfa hizmet ettiğine de karar veriyor.
[2] Sürekli artan veri kayıtlarının değişikliğe uğramaksızın adem-i merkeziyetçi bir depolamayla birçok kullanıcıda bulunmasına imkân sağlayan veritabanı teknolojisi.