İSLÂMCI ŞİDDET İLE İSLÂMOFOBİ ARASINDA FRANSA -III

Öykü Gürpınar
25 Kasım 2020
SATIRBAŞLARI

Genel Güvenlik Yasası’yla polis şiddetinin güvence altına alınması, akademik özgürlükleri “milli değerler”le sınırlandırma girişimleri, her türlü kimlik siyasetinin “ayrılıkçılık” olarak yaftalanması… Macron Fransa’sının Erdoğan Türkiye’sini yankılamaya başlaması… “İslâmcı şiddet ile İslâmofobi arasına sıkışan Fransa” serisinin üçüncü bölümü…
Sarı Yelekliler eylemi (Caen, 23 Aralık 2018. Fotoğraf: Charly Triballeau)

Macron’un iktidara geldiği 2017’den bu yana yaşananlar kamusal alanı daraltan, sosyal devleti aşındıran ve karşılaştığı toplumsal muhalefet sebebiyle giderek otoriterleşen bir rejimin göstergeleri. Demiryollarının özelleştirilmesiyle başlayan süreç, üniversiteye doğrudan girişin kaldırılması ve üniversitelere öğrenci seçme hakkı tanınması, yabancı öğrenciler için üniversite harçlarının 10 ila 15 katına çıkarılması, iş yasası ve emeklilik reformuyla güvencesizliğin arttırılmasıyla devam etti.

Hükümetin sonu gelmeyen saldırıları karşısında öğrenciler, sendikalar, memurlar, emekliler, işsizler, işçiler, göçmenler, siyahlar, kısacası neoliberal politikaların hedefindeki toplumsal kesimler ya görüş ayrılıklarını bir kenara bırakıp mücadeleyi birlikte yürütmek ya da kaderine razı olmak durumundaydı. Böyle bir ortamda gelen Sarı Yelekliler hareketi, bir yandan ortak bir direniş cephesi örgütlemek konusunda aranan zemini kısmen yaratırken, diğer yandan da hükümetin otoriterleşme eğilimine hız kazandırdı.

Öyle ki, şu günlerde, küresel bir salgının göbeğinde tekrar eve kapanmış ve sokağa çıkamaz durumdayken, yeni bir güvenlik yasa tasarısı Meclise geliyor. Loi sécurité globale, yani Genel Güvenlik Yasası eylemlerde görev yapan gazetecilere ve yurttaş gazeteciliği yapanlara ciddi kısıtlamalar getirerek polis şiddetinin belgelenmesinin önüne geçmeyi amaçlıyor. Buna karşılık, eyleme katılanların izlenmesi, fişlenmesi, üstlerinin aranması ve kimlik kontrolleri kolaylaştırılıyor, yaygınlaştırılıyor. Böylece hükümet, bir kez koronavirüs salgınıyla gelen kriz hali nihayete erdikten sonra, her türlü toplumsal muhalefeti baskı ve sindirmeyle karşılayacağının sinyallerini veriyor.

Samuel Paty cinayeti ve Nice’te üç kişinin ölümüyle sonuçlanan bıçaklı saldırıyla oluşan gündem bu neoliberal otoriterleşme dalgasının Fransız cumhuriyetçiliğiyle evlendirildiği garip bir siyasete kapı araladı. Bu evliliğin somutluk kazandığı düzlemlerden biri, Loi de programmation de la recherche (LPR) yasa tasarısı ve bu tasarının bugün vardığı nokta.

Genel Güvenlik Yasası eylemlerde görev yapan gazetecilere ve yurttaş gazeteciliği yapanlara ciddi kısıtlamalar getirerek polis şiddetinin belgelenmesinin önüne geçmeyi amaçlıyor. Buna karşılık, eyleme katılanların izlenmesi, fişlenmesi kolaylaştırılıyor, yaygınlaştırılıyor.

LPR yasasının getirdikleri

İlk kez 2019’da gündeme gelen bu yasa tasarısı 2030’a kadar Fransa’da akademik araştırma faaliyetlerine ayrılacak bütçenin planlanmasını kapsıyor. Tasarının ana gerekçesi, Fransız akademik alanının dönüşümünü öngören diğer reformlarla birlikte, araştırmayı bir yatırım alanı haline getirmek olarak sunuluyor.

Fakat sendikalar, üniversite laboratuvarları, araştırma merkezlerinin yöneticilerinden oluşan büyük bir çoğunluğa göre, yasanın getirdiği tek şey rekabetçi, piyasa odaklı ve güvencesiz bir araştırma alanı yaratmak. Bu sebeple de Macron yönetiminde ülkenin yaşadığı neoliberalleşmenin yüksek öğrenim alanındaki tezahürü olarak görülüyor ve “üniversiteyi bitirmek” olarak yorumlanıyor.

Örneğin, yasa kapsamında araştırma faaliyetlerinde süreli ve süresiz sözleşmelere ek olarak yeni bir sözleşme biçimi tanımlanıyor: proje bazlı süreli-süresiz bir sözleşme (CDI de mission). Yasanın en çok tartışılan maddelerinden biri de bu sözleşme türü. Zira, Fransa’da araştırma bir kamu hizmeti ve bu sebeple de araştırmacılar kamu görevlisi olarak istihdam ediliyor. Bu yeni sözleşmeyle birlikte, araştırma daha ziyade proje bazlı işleyen, geçici istihdam alanları yaratan ve bir hayli piyasalaştırılmış bir işkolu haline geliyor.

Bir diğer tartışmalı madde ise Türkiye’de doçentlik statüsüne denk gelen bir ara pozisyon olarak “geçici profesör asistanı” kadrolarının yaratılmasını öngörüyor. Bu kadro, üç-altı yıl süreyle sınırlı bir geçici sözleşme tanımlıyor ve bir anlamda kalıcı kadronun yerine geçiyor. Önümüzdeki on yıl içinde, üniversitelerdeki öğretim üyelerinin dörtte birinin bu kadro kapsamında istihdam edilmesi hedefleniyor.

Ayrıca, doktora öğrencileri için tez araştırmaları boyunca gelir kaynağı teşkil eden, Türkiye’deki 50d kadrosuna benzeyen bir doktora burs sistemi olan sözleşmeli doktora (contrat doctoral) de özelleştiriliyor. Yeni bir pozisyon olarak özel şirketler tarafından desteklenen bir proje kapsamında geçici istihdam edilecek araştırma asistanı pozisyonu (contrat doctoral de droit privé) oluşturuluyor.

LPR yasasını protesto eylemi (Paris, 17 Kasım 2020. Fotoğraf: Philippe Lucas) 

Üniversitelerin zaten bütçe sıkıntısı yaşadığı göz önünde bulundurulduğunda, doktora öğrencilerine kamu kaynakları üzerinden bir sözleşme önermek yerine, onları şirketler tarafından desteklenen araştırma asistanı kadrolarına yönlendirmeleri de kaçınılmaz olacak. Bu sebeple araştırma faaliyetleri, özellikle de doktora tez projeleri giderek daha fazla oranda şirketler tarafından belirlenir hale gelecek.

Kısacası, LPR yasası yıllardır üniversite alanında sıkça dillendirilen bütçe açığını kapatmak amacıyla geliştirilmiş bir program gibi görünse de esasen güvencesiz ara pozisyonlar açarak, geçici ve proje bazlı sözleşmeler vaat ederek, yetersiz bir bütçe planı ortaya koyarak, Fransa’da araştırmanın iyice piyasa merkezli hale geleceğini gösteriyor.

Senato’da “karanlık bir gece”

LPR yasasının söz konusu üç maddesi, 28 Ekim gecesi Senato’dan geçti. Aynı gece, Nice saldırısının arifesinde, son dakikada gelen bir değişiklik teklifiyle, yasanın çehresi de değişiyordu.

Oturumun hemen başında, senatör Laure Darcos tarafından LPR yasasının birinci maddesinin önüne eklenmek üzere, eğitim kanununun “akademik özgürlükler” maddesinde değişiklik yapılmasına dair bir teklif öne sürüldü. Teklif,Akademik özgürlükler cumhuriyet değerlerine saygı çerçevesinde uygulanır” ifadesinin maddeye eklenmesini içeriyordu.

Daha öncesinde, LPR yasasının Senato’ya geldiği 23 Ekim günü, başka bir değişiklik teklifi daha yapılmıştı. Bu teklife göre, ceza kanununa “bir yükseköğretim kurumunda düzenlenen bir tartışmanın gerçekleşmesine engel oluşturmak amacıyla kurum mahalline izinsiz girmek ve kalmakta ısrar etmek bir yıl hapis ve 7500 avro ile cezalandırılır” maddesinin eklenmesi öngörülüyordu.

Eğitim kanununun “akademik özgürlükler” maddesinde değişiklik yapılmasına dair bir teklif öne sürüldü. Teklif “Akademik özgürlükler cumhuriyet değerlerine saygı çerçevesinde uygulanır” ifadesinin maddeye eklenmesini içeriyordu.

LPR’in orijinal tasarısında yer almayan bu iki teklif bir taraftan akademik özgürlüklerin cumhuriyet değerlerine saygı çerçevesinde kısıtlanmasını mümkün kılarken, diğer taraftan da amfi ya da fakülte işgallerine cezai yaptırım uygulamak suretiyle üniversitedeki öğrenci muhalefetine ket vurmayı amaçlıyordu.

Nihayetinde, 9 Kasım günü LPR yasası Senato’dan geçti, ancak akademik özgürlüklerin sınırlanması reddedildi, Ceza Kanunundaki değişiklik teklifi ise onaylandı. Bu durum “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek[1] olarak yorumlansa da, henüz en kötüsünün atlatılıp atlatılmadığı belirsizliğini koruyor. Zira, akademik özgürlüklere yönelik tehdit henüz son bulmuş değil.

“Kesişimsellik” meselesi

İki Senato oturumunun tam ortasında, 25 Ekim’de, Milli Eğitim Bakanı Blanquer üniversiteleri hedef alan yeni bir demeçle sahneye çıktı. ABD üniversitelerinden devşirme kesişimselci (intersectionnel) tezlerle mücadele yürütmek gerektiğini savunan bakan, “kökenine, dinine, cinsiyetine bakmaksızın bütün insanların eşitliğini savunan cumhuriyetçi modelin aksine, kimlikleri ve komüniteleri özselleştirdiği” gerekçesiyle bütün bir teorik çerçeveyi hedef tahtasına oturttu[2].

Son on yıllarda, ABD’de kesişimsellik kavramının teoride ve pratikte kayda değer bir popülerlik kazandığı bir gerçek. Burada bakanın dikkatinden kaçan bir başka gerçek daha var: Kesişimsellik teorisinin doğum yeri ABD değil, Fransa. Öyle ki, ABD’de kesişimsellik kavramının oturtulduğu zemin French Theory olarak adlandırılıyor.

Fransa tarihinin en büyük genel grevi öncesinde öğrencilerin ve işçilerin ortak mitingi (Paris, 13 Mayıs 1968. Fotoğraf: Jacques Marie)

1960’ların, ‘70’lerin hareketli atmosferinde, akademiyle siyaset arasında doğrudan ilişkinin kurulduğu, teorinin sokakla, sokağın da üniversiteyle sınandığı bir dönem yaşanıyordu Fransa’da. Böyle bir ortamda III. Cumhuriyet’in alâmet-i farikası olan Fransız usulü evrenselcilik, laiklik ve cumhuriyetçi değerleri de alaşağı eden bir dizi eleştirel düşünce filizlenmişti. Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Jacques Derrida gibi düşünürlerin çığır açan fikirleri insan hakları ve özgürlükler gibi temel konulardaki tartışmalardan doğmuştu.

Aynı dönemde, Fransa’nın post-kolonyal devrine dair eleştirel bir ortamın izlerini de tespit etmek mümkün. Zira, Frantz Fanon’un ırk, Gayatri Spivak’ın madunlar, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet üzerine çalışmalarında bugün kesişimsellik teorisinin kalbini oluşturan yapısökümcü üç ana ayağı görebiliyoruz. Hasılı, kesişimsellik teorisine bir tür kimlik siyaseti çehresi kazandıran düşünceler de yine Fransız akademisinden çıkıyor.

Bir mücadele alanı olarak akademi

Dolayısıyla, bakan Blanquer devlet ve toplum hakkındaki klasik teorilerin ötesine geçen, böylece yeni tahakküm biçimlerini deşifre ederek mücadele alanlarını bu çerçeveden kurmaya çağıran eleştirel düşüncenin bu ülkedeki tarihini de görmezden geliyor.

Blanquer’in çıkışının şöyle bir manası da var: Artık sadece İslâmi köktendincilik değil, her türlü kimlik siyaseti ayrılıkçılık ile suçlanır hale gelmiş durumda. Bu suçlamaya sebep olansa Fransız akademisinin ‘60’larda, ‘70’lerde yaşadığı türden eleştirel bir entelektüel dönüşüm ve beraberinde getirdiği toplumsal muhalefet dalgasının tekerrür etme ihtimalinden duyulan korku.

O zaman olduğu gibi, bugün de otoriterleşme dalgasına, ırkçılığa, faşizme, neoliberal dönüşüme karşı müşterek bir sol cephenin yapılanmakta olduğu görülüyor. O zaman olduğu gibi, bugün de bu cepheye yine akademinin içinden yükselen devletçi bir itiraz da var.

Artık her türlü kimlik siyaseti ayrılıkçılık ile suçlanır hale gelmiş durumda. Bu suçlamaya sebep olansa Fransız akademisinin ‘60’larda, ‘70’lerde yaşadığı türden eleştirel bir entelektüel dönüşüm ve beraberinde getirdiği toplumsal muhalefet dalgasının tekerrür etme ihtimalinden duyulan korku.

Örneğin, 31 Ekim’de, Blanquer’in konuşmalarına binaen 100 akademisyenin imzaladığı bir destek mektubu yayınladı. Mektup “Biz, aşağıda imzası bulunan akademisyen ve araştırmacılar, Jean-Michel Blanquer’in bu tespitleriyle hemfikiriz” sözleriyle başlıyordu.

Fransa’daki durumun özellikle Nice saldırısının ardından eriştiği vahim tabloya dikkat çeken mektup üniversitelerin yaşananlardan muaf olmadığını hatırlatıyordu. İmzacı akademisyen ve araştırmacılara göre, “Kuzey Amerika[3] kampüslerinden ithal ırksal, etnik kökene dayalı, dekolonyalist ideolojilerin mevcut olduğu üniversite, Beyazlara ve Fransa’ya karşıtı nefreti körüklüyor, zaman zaman vahşi bir karakter de kazanan bir militanlığa teşvik ederek Batı karşıtı düşünceye ve çok-kültürlülük safsatasına meydan okuma cesareti gösterenlere saldırıyor.

Mektubun sonunda akademisyenler o ana kadar sessizliğini koruyan Yüksek Öğretim Bakanı Frédérique Vidal’e sesleniyor, “İslâmcılık ve onun temelinde yatan ideolojiler karşısında katı bir duruş benimsemesi, laiklik ve cumhuriyet için verilen mücadeleye üniversiteleri de dahil etmesi” çağrısında bulunuyordu[4].

Türkiye’de akademinin hali düşünüldüğünde, böyle bir metin belki şok etkisi yaratmaz, fakat Fransa için üniversiteye devletçi bir müdahaleye açık kapı bırakan, hatta bunu talep eden bir mektup en hafif tabirle bir skandal, en ağır tabirle de bir savaş bildirisiydi.

Üniversite öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin akademik araştırmalara getirilen kısıtlamalara karşı Meclis önünde yaptıkları protesto gösterisi (Paris, 21 Eylül 2020. Fotoğraf: npaparis7)

100’lerin manifestosuna karşı 2000’ler

Mektuba tepkiler de bu sebeple gecikmedi. İki bin akademisyen 100’lerin manifestosuna cevap olarak, “yüksek öğretimde ve araştırmada eleştirel ve özgürlükçü bilgi için” başlıklı bir imza kampanyası başlattı[5].

İmza metni, “100’lerin manifestosunu yazanları ikna edemeyeceğimizi biliyoruz, bu nedenle de onları istediklerini söylemek ve yapmak konusunda kendi hallerine bırakıyoruz. Fakat üniversitede düşünce polisliğine davet eden yaklaşımları tepkisiz kalamaz, kalmamalıdır” diye başlıyordu.

Metinde ayrıca, 100’ler manifestosunun bir taraftan meşru bir toplumsal analiz kuramını mahkûm ederken, diğer taraftan da akademik özgürlüklerin denetlenmesi talebinde bulunduğu belirtiliyor ve “bu iki önermenin ne kadar çelişkili olduğu manifestonun imzacılarının dikkatinden kaçmış olsa gerek” deniyordu. Devamı şöyle geliyordu: “Araştırmayı ve akademik çalışmayı sansürlemeye davet eden bu manifesto sadece kabul edilemez değil, aynı zamanda bizzat kendi savunduğu ilkeler, cumhuriyet ve özgürlük açısından da onur kırıcıdır.”

İslâmcı yaklaşımları bertaraf etmekle başlayan tartışmanın akademik özgürlüklerin kısıtlanması yanlıları ile bu özgürlükleri savunanlar arasında bir çekişmeye dönüşmesi acı, ama gerçek. Bugün söz konusu olan tehlike, İslâmcılık ve İslâmi şiddet olduğu kadar onu bahane ederek otoriter rejimini pekiştiren bir hükümet ve ona arka çıkanların eleştirel düşünceye vurduğu balta.

İslâmcı yaklaşımları bertaraf etmekle başlayan tartışmanın akademik özgürlüklerin kısıtlanması yanlıları ile bu özgürlükleri savunanlar arasında bir çekişmeye dönüşmesi acı, ama gerçek. Bugün söz konusu olan tehlike, İslâmcılık ve İslâmi şiddet olduğu kadar onu bahane ederek otoriter rejimini pekiştiren bir hükümet ve ona arka çıkanların eleştirel düşünceye vurduğu balta.

Macron Fransa’sı, Erdoğan Türkiye’si

Durum böyle olunca, meseleyi tüm karmaşıklığıyla ele almaya özen gösteren, eleştirel bir bakış açısı getirerek farklı çözüm yolları ve direniş olanakları arayan bir tutumun da hareket alanı daralıyor. Kalan daracık alanda düşüncesini ifade edenler ise hedef gösteriliyor, tehdit ediliyor, sindirilmeye çalışılıyor.

Tam da bu kargaşanın göbeğinde, Paris 8 Üniversitesi öğretim üyesi ve 2000’ler metninin yazarlarından, Türkiye’de de Barış için Akademisyenler’e verdiği destekle tanınan Eric Fassin bağımsız haber sitesi Mediapart için kaleme aldığı bir yazıda ölüm tehdidi aldığını açıkladı[6].

Fassin’in anlatımına göre, ölüm tehdidi Kasım 2015’teki, 137 kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı saldırılarla ilgili olarak kaleme aldığı bir blog yazısına cevaben gelmişti. İlgili yazıda Fassin terörü altetmenin sadece teröristlerle mücadele etmekle mümkün olamayacağını, terör eyleminin kendisini mahkûm etmek gerektiğini öne sürüyordu:

Asla fidye ödemeyin. Altın kural budur. Yoksa gelecekte başkalarının rehin alınmasını önleyemezsiniz. Terör için de aynısı geçerlidir. Onunla mücadele etmek için teröristlerle savaşmak gerekmez, bu yeterli de değildir ayrıca. Her şeyden evvel, teröristlerin eylemlerinin sonuçsuz kaldığını, dolayısıyla bizde yaratmaya çalıştıkları tepkiyi yaratamadıklarını göstermek gerekir”.

Tehdidin bu yazının yayınlanmasından beş sene sonra, Samuel Paty’nin katledilmesinin hemen ertesi günü gelişi açıkça Fassin’in ve onun gibi düşünenlerin bir sonraki hedef haline geldiğini de ortaya koyuyor. Bunu söylemek çok ağır, çok da korkutucu. Fakat bu gidişata dur diyebilmenin yolu da bu hakikati açıkça ve tekrar tekrar ifade etmekten geçiyor: Bugün artık hedef eleştirel düşünceyi ve ifade özgürlüğünü savunan, akademik özgürlüklere sahip çıkmaya çabalayan, aldığı ölüm tehdidine rağmen bu duruştan vazgeçmeyenler[7].

Genel Güvenlik Yasası protestolarından (Paris, 17 Kasım 2020. Fotoğraf: Stephane De Sakutin)

Akademik çalışmalarının yanı sıra, akademik özgürlükler için verilen mücadelede de aktif bir isim olan Fassin aldığı tehdidi paylaştığı yazısında İslâmcı şiddetten ya da terörden bahsetmek bir tarafa, bütün bir siyasi alanın üretilen suni kutuplaşma aracılığıyla bu tehdide nasıl yer açtığını tartışıyor. Bu çerçevede, Nice saldırısı ve Samuel Paty’nin katledilmesinden Blanquer’in İslâmo-solculuk ve kesişimsellik çıkışına, LPR yasasından son dakika değişiklikleriyle akademik özgürlüklere ve ifade özgürlüğüne vurulan baltaya, geniş ve bütünsel bir bakış açısıyla aldığı tehdide yaklaşan Fassin için durum net: “Demokrasinin temel özgürlükler ayağı kesilmiştir.”

Ve şöyle devam ediyor: “Paradoksal olarak Emmanuel Macron’un cumhuriyetçi Fransa’sı gitgide Kürt azınlıkla beraber akademisyenlere, sendikacılara, özgür medyaya ve muhalif partilere zulmeden Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’sine benziyor” diye de ekliyor.

Fransa’daki tablo gerçekten de Türkiye’yi aratmıyor.

Kara ekran, kızıl öfke

17 Kasım’da, Genel Güvenlik Yasası’nın Meclis’e gelişi münasebetiyle kitlesel bir eylem yapıldı. Meclis önündeki eylem Sarı Yelekliler hareketinin ikinci yıldönümüne de denk gelmesi sebebiyle, hazirandan bu yana Fransa’da görülen en büyük protestoya sahne oldu. Ne yazık ki, polisin orantısız güç kullanımı ve gazetecilere yönelik saldırgan tavırlarıyla hafızalara kazındı.

İçeride, Meclis’te, İçişleri Bakanı Darmanin “Gazeteciler ve vatandaşlar bir polis müdahalesini filme çekmeye devam edebilirler mi? Evet” diyordu. Dışarıdaysa, ablukaya aldığı kalabalığı topluca gözaltına almaya hazırlanan polis gazetecilere “Bu son uyarımız, ya basın kartınızı gösterip meydanı terk edersiniz, ya da sizi de gözaltına alırız” diyordu. Eylem boyunca yedi gazeteci polis tarafından tartaklandı, henüz 18 yaşında stajyer bir gazeteci kadın gözaltına alındı.

Paradoksal olarak Emmanuel Macron’un cumhuriyetçi Fransa’sı gitgide Kürt azınlıkla beraber akademisyenlere, sendikacılara, özgür medyaya ve muhalif partilere zulmeden Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’sine benziyor.

Charlie Hebdo karikatürlerini gerekçe gösteren İslâmi şiddet karşısında blasphème hakkı ve basın özgürlüğü nutku çeken bir hükümetin mesleğini yapan, haber alma hakkını savunan gazetecileri “suçlu” ilan eden bir yasa tasarısını görüştüğü anda yaşananlar gelecekte olacakların habercisi. Devletin polisinin TOMA’larla çiçek sular gibi yerde oturan göstericilere su püskürtmesi de kolay kolay unutulmayacak.

Elbette, her şey sokakta başlıyor. Fakat herkesin sokağa çıkamadığı koronavirüs ortamında yaratıcı başka çözümler geliştirilebiliyor. Örneğin, araştırmacılar ve akademisyenler, geçtiğimiz hafta ilk online eylem biçimi olan Kara Ekran kampanyasını başlattılar. Malûm, okula ya da üniversiteye gidemezken grev yapmak da başka biçimlere bürünüyor. Bu nedenle uzaktan ders vermeye, öğrenci ödevlerini okumaya, araştırma yapmaya devam eden akademisyenler sanal grev çağrısı yaptı.

Hasılı, kutuplaşma, baskı ve sindirme teşebbüsleri, neoliberal siyasetin getirdiği otoriter dayatma tabii ki yanıtsız kalmıyor.

Eric Fassin Mediapart’taki yazısında, “Yöneticilerimiz teröre karşı korku siyaseti ile cevap veriyorlarsa, demokrasi için endişelenecek çok şeyimiz var” diyor. Endişeyi daha güzel günlere bırakalım, demokrasi için hâlen yapacak çok şeyimiz var. Başka bir dünyayı kurmak önce başka türlü düşünmek, anlamak, tartışmak ve dayanışmaktan geçiyor. Bunu yapabileceğimiz alanları savunmak, genişletmek, yaygınlaştırmak zorundayız.

O halde ekranlar kararsın, yolumuz aydınlansın!

[1] 9 Kasım’daki Senato oturumuna dair izlenimleri paylaşan ve bu ifadenin kullanıldığı bir değerlendirme yazısı için.
[2] Bakanın açıklamalarına dair, bu yazıdaki çerçeveye de ilham veren eleştirel bir yazı için.
[3] Bakan Blanquer talihsiz konuşmasında “Amerika” deyip geçerken, 100 akademisyen en azından mevzubahis olanın “Kuzey Amerika” olduğunu netleştirme nezâketi göstermiş.
[4] Mektubun imzacıları arasında, eserlerine Türkiye akademisinde de yaygın olarak referans verilen Nathalie Heinich ve Pierre Nora gibi isimler bulunuyor.
[5] Metin halen imzaya açık ve gün geçtikçe destek artıyor.
[6] Eric Fassin’ın yazısı Türkçeye de çevrildi
[7] Tam da bu bağlamda kaleme alınmış bir metinle Eric Fassin için dayanışma videosu yayınlandı.
^