YENİ KÜRESEL HEGEMONİK TEZAHÜRLER –III: TÜRKİYE CEPHESİ VE ÖTESİ

Özgür Amed, Hasan Kılıç
14 Ağustos 2022
Resimler: Daniel Pitín
SATIRBAŞLARI

Türkiye’nin son yirmi yıldaki dış politikasını anlamlandırmak, zikzaklı bir çizginin serencamı açısından, sanıldığı kadar kolay değil. AB ve ABD ile inişli çıkışlı siyaset, Rusya ve Körfez ülkeleriyle tonu sürekli değişen bir ilişkilenme hali, Ortadoğu’ya açılım, Afrika’ya açılım, Kürt sorununa yaklaşım, değişen iç ve dış koşullar gibi başat başlıkların yanısıra, ulus markalama (PR şirketleri, Türk dizileri, TRT’nin Arapça yayınları) çalışmaları, köprü devlet-tacir devlet tartışmaları, merkez ülke olma iddiaları, eksen kaymaları, şantaj ve yalnızlıktan müteşekkil argümanlar sıkça önümüze geldi.

AKP’nin dış politikası kabaca liberal ve idealist bir dönemi kapsayan 2002-2011 ile kısmen realist, kısmen de inşacı ekole[1] dayanan 2011-2022 olarak iki döneme ayırmak mümkün.

2002-2011: “Avrupalaşma” ve proaktif diplomasi dönemi

Türkiye Soğuk Savaş sonrasında sistem arayışının olduğu döneme hazırlıksız yakalanan ülkelerden. Bu keskin süreçte iki kutuplu dünya sonrasının özelliklerini okumaktan da uzak kaldı. Sistemsel arayışın olduğu ve statükocu anlayışın kendisini daha çok hissettirdiği bu aralık, 11 Eylül saldırılarıyla yeniden şekillendi. ABD ve AB karşısında stratejik konumu belirsizlikler içeren Türkiye’nin daha atak bir politik hatta geçme iddiası AKP’nin başlangıç mottolarından oldu. AKP proaktif bir dış politika takip edecekti.

AKP son on yılda popülist siyasetin her veçhesini kullandı. Neo-Osmanlıcı bir ideolojik bagaja eklemlenen hamaset bağnazlığın kutsanmasına yol açtı. Popülist bir dış politikanın temel enstrümanlarından olan komplocu düşünce ve suçlama, sorunları gözardı eden bir dil kullanma ve sıkça ittifak değiştirmek gibi yönelimlerin hepsi kanlı canlı devam ediyor. Kurumların içi boşaltıldı, akılcı normlardan uzaklaşıldı.

Ritmik diplomasi[2] ve arabuluculuk politikaları bu proaktif diplomasinin en temel çıktıları oldu. “Model değil, merkez ülkeyiz” böbürlenmesi ilk yıllardaki bu motivasyonla yapıldı. Dönemin ruhuna göre küresel gelişmeleri okuma ihtiyacı olarak ifade edilen ve sonradan sığlığı gözler önüne serilen “stratejik derinlik” argümanı “komşularla sıfır sorun”u, “özgürlük ve güvenlik dengesi”ni gözeten, çoklu ilişkiler ağını önemsemeyen ve ritmik diplomasiyi uygulama gibi idealist bir söylemle dillendirildi. 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddi ve ardından gelen çuval krizi, Mavi Marmara gibi önemli durakları da not edelim.

AKP’nin bu ilk döneminde “Avrupalaşma” önem kazandı, AB’yle tam üyelik müzakereleri açıldı. Normatif/coğrafi değişimlere temkinli bakıldı ve bu süreç Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği sonrası sekteye uğradı. Bu dönemde, cumhuriyet tarihinin Ortadoğu’ya dönük en hareketli dış politika süreci yaşandı.

Türkiye’ye ilk resmi ziyaretini 2004’te yapan ve Kıbrıs sorununda Ankara’ya destek çıkan Putin, inişli çıkışlı Rusya denkleminin fitilini ateşledi. Rusya’nın siyasal olarak yükselişe geçtiği dönem ile AKP’nin çıktığı dönem birbirine uzak değil. Bu iki özneyi bir arada tutan ekonomik bağlar oldu. 

İlk döneminde Kürt sorununda görece ılımlı davranan, insan hakları ve sivil alanda kısmi bir rahatlama alanı açan AKP, çok geçmeden her şeyin tersyüz edildiği ikinci döneme kapı araladı.

İlk dönemde kopuşlara rağmen süreklilik ve istikrar fotoğrafı verdiğini iddia eden AKP, süregelen eleştirileri dinlemek yerine, kendisine daha çok “kurucu” rol atfederek hareket alanını genişletmeye çalıştı.

2011-2022: Eksen kaymaları ve işgal siyaseti

İkinci dönem ilk dönemden her açıdan farklı oldu. Eksen kaymalarının en yoğun yaşandığı, dış politikanın diplomatik akıldan ayrıldığı, hukuku es geçen, günübirlik demeçlere indirgenen ve tahterevalli misali yükseliş/düşüşlere sahne olan bir dönem 2011-2022.

Bu dönemde popülist siyaset genel eğilime hükmeder oldu. Popülizm, direkt gaspı arzulayan ve bunu müthiş bir ustalıkla kuru kalabalıklar üzerinden hayata geçiren, sağ veya sol demeden her temayı kullanabilen, uç bir dil üzerinden “gerçek halk”ı temsil ettiği iddiasıyla elit nefreti üzerinden var olan bir halk aldatmacası.

Duygu siyasetinden beslenen, kayıtsızlık üreten, komplo teorileriyle varolan, kendisini sistem karşıtı olarak cilalayabilen bir forma sahip bu siyasal yörünge, gerçek bir tehlike olarak kendisini maskelemede de son derece mahir. Her şeye inanma ile hiçbir şeye inanma sarkacının eşit sallandığı bu alanda rasyonaliteye yer yok. Yaratılan sahipsizlik ve yersizlik/yurtsuzluk fikri canlıdır, tehdit olarak “halkın” sırtındadır. Özetle, çıplaklaştırılan insan, kendi trajedisini seyreden ve dilsel melekelerini kaybetmiş haldedir.

Küresel politik ekonomideki dönüşümü hesaba katan ilk adım “Yeni Ekonomi Modeli” ile atıldı. Türkiye üretecek, istihdam yaratacak ve ihracatla döviz ihtiyacını karşılayacaktı. “Kumarhane kapitalizmi”ne tam entegre edilen ekonomiye farklı bir rota çizilmesi söz konusuydu. Fakat tam bu noktada devlet aklının epistemolojik körlüğü ile iktidarın fikri fukaralığı birleşti.

AKP son on yılda popülist siyasetin her veçhesini kullandı. Neo-Osmanlıcı bir ideolojik bagaja eklemlenen hamaset tüm bünyeyi kaplayarak bağnazlığın, siyaset yerine siyaset dışılığın kutsanmasına yol açtı. Popülist bir dış politikanın temel enstrümanlarından olan komplocu düşünce ve suçlama, sorunları gözardı eden bir dil kullanma ve sıkça ittifak değiştirmek gibi yönelimlerin hepsi kanlı canlı devam ediyor. Kurumların içi boşaltıldı, akılcı normlardan uzaklaşıldı. Askeri caydırıcılık temel siyaset oldu. Böyle bir iklimden ötürü AKP’nin müttefiki olarak kala kala MHP kaldı.

AKP bu dönemde büyük güçlerle ikili ilişkiler üzerinden dış siyaset stratejisi izledi. Bu da “çıkarını” her şeyin üzerinde tutan yeni dünya diline evriltti. AKP’ye göre büyük güçler böyle yapıyordu. 2008 ekonomik krizi sonrası dünyadaki değişimler, özellikle uluslararası hukuku devredışı bırakır oldu. Başka devletlerin iç işlerine karışılabildiği, korsan devlet tarzının hayat bulduğu, devletler arası mütekabiliyet ilkesinin aşındığı bir döneme girildi.

Dünyayı sarsan Arap Baharı, tüm bunların en çok Ortadoğu’da olmasının da önünü açtı. Kendisini önceleme üzerinden “güvenlik” tehdidi popüler bir çıkış olarak birçok devlet tarafından kullanıldı. Kırım başta olmak üzere, Efrîn, Serêkaniyê gibi yerlerin işgalleri de bu bağlamda meşrulaştırılmaya çalışıldı.

Son on yıl, uzun süren savaşlar, değişen denge siyasetleri ve çıkar çatışmalarından ötürü her açıdan belirsizliği, hoşnutsuzluğu ve istikrarsızlığı artırdı. Pandemi ise tüm bunların üzerine toprak atarak süreci derinleştirdi.

Rusya, İsrail, Suriye, Mısır ve ABD ile ilişkiler sil baştan düzenlenip tartıldı. “Dünya 5’ten büyük” tezi eşliğinde ABD merkezli hegemonya tartışmaya açıldı. S400, Rus helikopterinin düşürülmesi, Rusya büyükelçisinin öldürülmesi, Rojava süreci, Suriye krizleri ilişkileri test eden olgular oldu.

2022’nin ilk yarısı itibarıyla, devletin elde ettiği vergi gelirleri geçen yılın aynı dönemine (ocak-haziran) göre yüzde 108 arttı. Yani krizin ağır maliyeti adaletsiz vergi sistemi üzerinden halkın sırtına yüklenirken bütçe açıkları, cari açık ve dış ticaret açığı katlanarak artmaya devam ediyor.

Türkiye bağımsız dış politikaya geçtiğini iddia ederek, kendine yeterlilik diplomasisi üzerinden milli savunma ve teknoloji ayağına yüklenerek markalama ve teşvik gücüne yüklendi. Bu alandaki konumunu Afrika ve Ortadoğu üzerinden oluşturmaya öncelik verdi. AB ile çıkar eksenli ilişkiler yürüttü, mülteci sorununda uzun süren görüşmeler ve hesaplamalar yapıldı.

2009’da öne sürülen “Ortadoğu’da Türkiyesiz denklem kurulamaz” sözü, 2011 ve özellikle 2016 sonrası daha çok rehber alındı. İstikrarsızlığı önleme bahanesiyle girişilen işgal siyaseti yıkıcı bir etki gösterdi ve bunun sonuçlarına yıllar sonra tekrar dengeleme, düzeltme siyasetiyle cevap verilmeye çalışılıyor. Mısır ve İsrail’le yeniden diyalog, Suudi Arabistan’la yeniden açılım sürecinden geçiliyor. Suriye ile de benzer bir süreç bekleniyor. Sert gücün terk edilerek yeniden yumuşak güç siyasetini tahkim etme çabası güdülüyor, eksen kaymaları eleştirilerine “eksen genişlemesi” cevabı veriliyor.

İkinci dönem dış politikaya en fazla etki eden iki faktör 15 Temmuz ve başkanlık rejimine geçişti. Böylece iç siyasette radikal kopuşlar gerçekleşti, küresel ve bölgesel güçler sırayla düşman olarak görüldü, herkesle ilişkiler kopma noktasına geldi.

Dış siyaset üzerinden iç siyaseti dizayn etme, iç siyaset üzerinden dış siyasete etki etme en çok bu süreçte kullanıldı. İçeride yürütülen “nostalji milliyetçilik” dış siyasetin de rengi oldu.

Karar verme mekanizması merkezileşmekle kalmadı, son derece kişiselleşti. Demokrasinin askıya alınması, yeni geçilen rejimle her şeyin tek kişide toplanması ülkede sürekli bir tartışma başlığı olan “eksen tartışmalarına” yeni boyutlar ekledi. Belirsizlik ve günün çıkarına dayalı bir diplomasi tercihiyle başlayan eksen tetiklenmeleri ve kutuplaştırmalardan iş-emek alanı, kadınlar, gençler, eğitim-sağlık ve sosyal yaşam büyük zararlar gördü, görmeye devam ediyor.

“Devlet aklı” ve “Yeni Ekonomi Modeli”

1960’larda İsmet İnönü “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” derken, her şeyden önce Türk devlet aklının küresel gelişmeleri okuma kapasitesi ve dahil olma iradesini göstermişti. Devlet aklının sürekliliği göz önünde bulundurulduğunda, bugün Davos’tan NATO’ya, Yeni Atlantik Paktı’ndan G7’nin sonuçlarına, devlet aklının yeni bir dünya düzenine uygun konum almaya çalıştığı rahatlıkla söylenebilir.

Küresel politik ekonomideki dönüşümü hesaba katan ilk adım “Yeni Ekonomi Modeli” ile atıldı. Buna göre, Türkiye üretecek, istihdam yaratacak ve ihracatla döviz ihtiyacını karşılayacaktı. “Kumarhane kapitalizmi”ne tam entegre edilen ekonomiye farklı bir rota çizilmesi söz konusuydu. Fakat tam bu noktada devlet aklının epistemolojik körlüğü ile iktidarın fikri fukaralığı birleşti. Devlet aklı bunun politik kısmını, yüz yıllık devletin kurucu kodlarına bağlı kalarak görmek istemedi, epistemolojik körlük yaşadı.

İktidar ise küresel dönüşümün sadece sermaye birikimi ve iş stratejilerinde değişimlerle yetineceğine dair bir fikri fukaralık yaşadı. Bu gerçeğin acı sonuçlarıyla açığa çıkması için sadece altı aylık bir süre yetti.

“Yeni Ekonomi Modeli” kapsamındaki hamleler birer birer boşa düştü. Kur Korumalı Mevduat (KKM) döviz hareketlerine engel olamadı. Gelir Endeksli Senet’te (GES) tam bir fiyasko yaşandı. Hem KKM hem GES, geleceğe dönük büyük riskleri besliyor. Dünya ülkeleri “enflasyon verip istihdam satın alırken” Türkiye’de işsizlik istikrarlı büyümesini sürdürüyor.

Türkiye’de bir yandan büyük bir buhranın, diğer yandan bu buhranın topluma yansımalarının bulunduğu madalyonun iki suretine kısaca baktığımızda bile mevcut enkaz durumunu görebiliriz.

İflas tablosu

2022’nin ilk yarısı itibarıyla, devletin elde ettiği vergi gelirleri, geçen yılın aynı dönemine (ocak-haziran) göre yüzde 108 arttı. Yani krizin ağır maliyeti adaletsiz vergi sistemi üzerinden halkın sırtına yüklenirken bütçe açıkları, cari açık ve dış ticaret açığı katlanarak artmaya devam ediyor.

2021 Haziran’ında 25 milyar 31 milyon TL açık veren merkezi yönetim bütçesi, 2022 Haziran’ında 31 milyar 59 milyon TL açık verdi. Yine Merkez Bankası tarafından yapılan açıklamaya göre, cari işlemler açığı nisanda, geçen yılın aynı dönemine kıyasla 1 milyar 222 milyon dolar artarak 2 milyar 737 milyon dolar düzeyine geldi. Bunun sonucunda 12 aylık cari işlemler açığı 25 milyar 710 milyon dolara yükseldi.

2021’in aralık ayında ilan edilen Yeni Ekonomi Modeli hatalarla dolu olduğunu kanıtlayan sonuçlar üretti. TÜİK’in istatistiklerine göre, haziran ayı itibarıyla, ihracat yüzde 18,7, ithalat ise yüzde 39,7 arttı. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2021 Haziran’ında yüzde 87,3 iken, 2022 Haziran’ında yüzde 74,1’e geriledi.

“Yeni Ekonomi Modeli”nin önemli bileşenlerinden biri ihracatın artırılması yoluyla döviz ihtiyacını karşılamaktı. Bunun yanısıra, ihracat üretimi ve dolayısıyla istihdamı artacaktı. Böylece Türkiye ihraç edilecek ürünleri üreten “üretim merkezi” olarak öne çıkacaktı. Hatta, iktidara yakın bazı politika yapıcıların kamuoyuna yansıyan raporları öyle detaylı hesaplamalar yapmışlardı ki, ihracatın avro bazında, ithalatın dolar bazında olacağı öngörüsüyle “ek dış ticaret fazlaları” çıkacağına inanıyordu.

2021’in aralık ayında ilan edilen bu model, aradan henüz altı ay geçmişken hatalarla dolu olduğunu kanıtlayan sonuçlar üretti. TÜİK’in yayınladığı dış ticaret istatistiklerine göre, 2022 yılı haziran ayı itibarıyla, ihracat yüzde 18,7, ithalat ise yüzde 39,7 arttı. 2022 Haziran’ında dış ticaret açığı 2021 Haziran’ına göre yüzde 184,5 artarak 2 milyar 871 milyon dolardan, 8 milyar 167 milyon dolara yükseldi. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2021 Haziran’ında yüzde 87,3 iken, 2022 Haziran’ında yüzde 74,1’e geriledi.

Ocak-haziran döneminde dış ticaret açığı yüzde 142,7 artarak 21 milyar 181 milyon dolardan, 51 milyar 400 milyon dolara yükseldi. İhracatın ithalatı karşılama oranı, 2021’in ocak-haziran döneminde yüzde 83,2 iken, 2022’nin aynı döneminde yüzde 71,0’a geriledi. Haziran ayında ara mallarının toplam ithalattaki payı yüzde 81,5 oldu.

Ezcümle, “Yeni Ekonomi Modeli” politik ekonominin gerçekleriyle ilgisi olmayan, reel ekonomiye her gün daha fazla zarar veren, Türkiye halklarını mülksüzleştiren ve geleceksizleştiren bir iflasın ambalaj haline getirilmesinden ibaret.

Borç batağı

Madalyonun yurttaşları ve firmaları ilgilendiren kısmında ise korkunç bir buhranın ayak izleri görülüyor. Bu buhranın iki önemli bileşenine bakmak bile mevcut tabloyu görmek için yeterli. Buhranın önemli bileşenlerinden ilki borç krizi. Küresel çapta bir borç krizinin ayak sesleri gelirken Türkiye’de hem yurttaşların hem de firmaların borçları artıyor. Döviz krizinin yaşandığı bugünlerde sadece kısa vadeli dış borç ihtiyacının 180 milyar dolar olduğunu ve kredi risk primini ölçen CDS’nin 850-900 arasında gidip geldiğini düşündüğümüzde, borç krizinin büyüklüğünü görebiliriz. Öte yandan, yurttaş düzleminde korkunç bir borçlanma manzarasıyla karşı karşıyayız.

Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin raporuna göre, 2022 Mayıs’ı itibarıyla, bankalar ve banka dışı finansal kuruluşlar tarafından kullandırılan bireysel krediler yüzde 33 artarak 1.208 milyar TL’ye çıktı. Bireysel kredi kullanan kişi sayısı (takipteki krediler hariç) son bir yılda yaklaşık 1,7 milyon kişi artarak 36,1 milyon olurken, ortalama kredi bakiyesi ise 33,4 bin TL düzeyinde gerçekleşti. Mayıs ayında 153 bin kişi ilk defa kredi kartı, 130 bin kişi tüketici kredisi kullanırken, konut kredisi kullananların sayısı 22 bin oldu. 116 bin kişi ise ilk defa kredili mevduat hesabı kullandı. Yani yurttaşlar hem korkunç bir borç batağında hem de bu bataklık içinde yaşamak için daha fazla finansal sistemin içine giriyor ve borçlanarak yaşamaya çalışıyor.

Borçlanarak hayatı idame ettirme çabalarına rağmen, yoksulluk yakın tarihte görülmemiş şekilde topluma yayılmaya devam ediyor.

Tırmanan derin yoksulluk

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin 24 Haziran 2018’de geçilen yeni hükümet rejiminin enflasyon, işsizlik, döviz kuru ve bölüşüm ilişkileri üzerine etkisini incelediği “Başkanlık Rejiminin Dört Yıllık Bilançosu: Ülke ve Çalışanlar Kaybetti” başlıklı bir raporuna göre, 2018’de 5.557 TL olan yoksulluk sınırı, 2022’de 19.220 TL’ye yükseldi. 2018’de 1.686 TL olan açlık sınırı 5.833 TL’ye yükseldi. Yani Türkiye’de temel çalışma biçimi olan asgari ücretle çalışma açlık sınırının altında seyrediyor. Açlık sınırının altında geliri olan emekçileri, emeklileri ve işsizleri kattığımızda en az 30 milyon yurttaşın derin yoksulluk içinde yaşadığını görüyoruz.

“Çin ejderhası” durdurulabilir mi? NATO 2022 başlamadan birkaç gün önce, Beyaz Saray sayfalarında bir duyuru yapıldı. ABD, Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Britanya yeni bir oluşuma imza attıklarını ilan ettiler. Oluşumun adı Partners in the Blue Pacific / Mavi Pasifik’teki Ortaklar.  

Küresel açıdan tektonik hareketlenmelerin olduğu, neoliberalizmin fatihasını okumak üzere ellerin semaya kalktığı bu dönemde, iktidarın ekonomik buhrana çözüm bulacak ne ideolojik bir formasyonu ne de etik-politik bir çerçevesi kalmış durumda. Bu buhrandan kurtulmak sadece ekonomiyi değil, politik ekonomi eksenli düşünmeyi ve kurucu fikirler üretmeyi gerektiriyor. Ne demokrasi ve hukuka bağlanmış bir ekonomik iyilik hayali ne de piyasaya teslim edilmiş iyilik hayali bir çözüm olacaktır. Politikayı ekonomiyle birlikte analiz eden ve sınıfı yeniden düşünen, ama politik ekonomiyi de sınıfla birlikte düşünen bir kurucu akla ihtiyaç olduğu kesin.

Sonuç yerine: Geleceğin beş boyutu

Küresel ve Türkiye eksenli gelecek öngörülerine beş tartışma kaynağına başvurarak dikkat çekmekte fayda var.

Yeni “Soğuk Savaş”

Birincisi, daha çok jeo-stratejik bağlamı esas alan Joseph Stiglitz’in değerlendirmeleri. Nobel ödüllü ekonomist Stiglitz, 17 Haziran 2022’de kaleme aldığı makalede, ABD’nin Çin’e karşı yeni bir soğuk savaşa girdiğini söylüyor. Demokrasi-otokrasi ikileminin öne çıktığı bir soğuk savaş sürecinden bahseden Stiglitz, Batı’nın ilk olarak kendi ekonomik, sosyal ve politik sistemini bir kez daha imrenilecek duruma getirmesi gerektiğini belirtiyor.

Dolayısıyla, bugün Batı’nın ekonomi politik hamlelerine karşı Avrasya ya da BRICS gibi denklemlerin kurulmasıyla ilgili ortaya çıkan yeni jeo-stratejik yönelimler[3] ile neoliberalizmin sonuna doğru gelinirken beliren ekonomik eşitsizlikler, köktencilik, iklim gibi sorunlar var. Bu sorunların özellikle içerideki yansımalarını çözmeye yönelmek söz konusu jeo-stratejik hedeflere ulaşmada önemli bir yol almayı sağlayabilir.

Yeni paradigma

İkincisi, Dani Rodrik tarafından kaleme alınan “The New Productivism Paradigm?” başlıklı makale. Bu makalenin önemi ekonomiyi ayrı olarak ele almaması, politik ekonomi eksenli bir bakış açısı geliştirmesi. Rodrik, makalesinin başlığında vurguladığı gibi, yeni bir üretim paradigmasına yoğunlaşıyor, ama bunun politik etkilerini de dikkate alıyor. Rodrik finans, tüketim ve küreselliğin yerine üretim, istihdam/iş ve yerelliği esas alan bir modelin olası sonuçlarına değiniyor. Ona göre, neoliberalizmden başka bir evreye geçiyoruz, ama neoliberalizmin yerine ne geleceği henüz netlik kazanmış değil.

Bu durumda, Rodrik’e göre, paradigmatik bir değişim teknokratik anlayışa ve ekonomik popülizme karşı da olumlu sonuçlar doğurabilir. Rodrik finansallaşma – popülizm – teknokrasi üçgeninden kurtulmak için kapitalizmin devamlılığını sağlayacak yeni bir fikre vurgu yapıyor. Her ne kadar Rodrik kapitalist düzen içinde bir çözüm arasa da, bu ölümcül üçgenden kurtulmanın tek yolu kapitalizmin başka bir formda devam etmesi değil. Anti-kapitalist politik ekonomi fikrinin güçlendirilmesi ve alternatif olarak sunulması için önemli bir reel zeminde olduğumuz aşikâr.

Otokrasi-demokrasi ikilemi ve Türkiye

Üçüncüsü, bu iki makale eşliğinde Türkiye’nin pozisyonuna bakmak. Mevcut iktidarın, rota değiştirmeden (Erdoğan ve İslâmcı kadroların pragmatizmini hep akılda tutmak gerek) devamı halinde kapitalizm içi bir çıkış yolu dahi bulamayacakları açık. Çünkü ne küresel hegemonik arayışları anlama ne de politik ekonomiyi etik-politik bir eksene doğru kaydırma yetisine sahipler. Öte yandan, reel siyasette Ulusalcı İslâmizme sarılmış bir fikir ve kadro temelindeki ittifakla bunu gerçekleştirmeleri zaten imkânsız.

Bu ittifak ve Erdoğan’ın taktik hamle hatalarıyla devam ettiği müddetçe Türkiye, Batı’nın demokrasi-otokrasi ikileminde başarı hikâyesini kurgulayacağı bir ülke ve Batı Erdoğan’ın otokrat lider olarak bir süre daha devam etmesine razı olabilir. Demokrasi-otokrasi üzerinden bölünmesi muhtemel dünyada demokrasilerin gerek cazibe merkezi, gerekse de “zafer kazanan taraf” olması için Türkiye’deki mevcut iktidar koalisyonunun zayıf bir rakip olarak bellenmesi mümkün olabilir. Böylece hem Türkiye’yi kaybetmeden mevcut iktidar koalisyonundan kurtulabilirler hem de dünyaya demokrasilerin gücü temalı bir mesaj verebilirler.

Çin’e karşı “Pasifik beşlisi”

Dördüncüsü, “Çin ejderhası” durdurulabilir mi? Haziranın son günlerinde, NATO 2022 başlamadan birkaç gün önce, Beyaz Saray sayfalarında bir duyuru yapıldı. ABD, Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Britanya yeni bir oluşuma imza attıklarını ilan ettiler. Oluşumun adı Partners in the Blue Pacific (PBP) / Mavi Pasifik’teki Ortaklar.  

Bu beşli yeni oluşum tam da Çin egemenliğini güçlü olduğu Pasifik’te kırmak adına oluşturulan bir masa. İlk etaptaki girişimler için bütçesi de netleştirilmiş durumda. Açıklama net ifade etmese de ABD’nin oyunu hızlandırma girişimi olduğu açık. Çin’e diz çöktürme değil, dizginleme ve kontrol amaçlı yaklaşımlarda Batı cömert bir döneme girdi.

Demokrasiden nefret edenler ile demokrasiden korkanların genel olarak söz sahibi olduğu bugünün sığ ve popülist iktidar prototiplerinde, özgürlük talebinin bağrındaki temel odak olmaya devam eden demokrasi, gelecekte de çok önemli bir turnusol olarak önümüzde duracak.

NATO’nun 2022 Strateji Konsepti’nde hedef tahtasına sertçe oturttuğu ülkenin Çin olduğunu belirtmiştik. Gerek Çin’in hamleleri gerekse Çin’e karşı hamleler kıyasıya sürecek gibi görünüyor önümüzdeki on yılda. ABD, Çin’in kendi Ukrayna’sını yaratması için Tayvan’a göz dikmiş durumda. Asya-Pasifik’te oluşacak artçı sarsıntıların temel amacının Çin’i dizginlemekle ilgili olacağı kuşkusuz. G7 ülkeleri Çin’i abluka altına alma planları yaparken, Çin’in nasıl bir siyaset izleyeceği belirsiz.

Çin, Ukrayna örneğinde olduğu gibi, gaz ve enerji kontrolü için Rusya’nın yanında duruyor. OBOR projesi için AB ülkeleriyle ortaklıkları sürüyor. Farklı kıtalara açtığı büyük kredilerle ileriye dönük taşlarını oturtuyor. Finans kapital içindeki bir ülke olarak Çin’e dair izlenecek denge politikası ise daha önem kazanıyor. Hele pandemi sonrası oluşan oyuklarla dolu sistemlerin tamiri için kapitalizmin daha güçlü geri dönmek istediği bir yerde Çin’e karşı duvarlar nasıl örülecek?

Demokrasiyi tartışmak

Beşincisi ve en önemlisi, demokrasi konusu. Ne olduğuna ve nasıl uygulanacağına dair bitmez tükenmez tartışmaların sürdüğü en çetin kavramların başında, küreselleşen popülaritesiyle demokrasi geliyor. Demokrasi dendiğinde gerçekte neden söz ediyoruz? Belli bir yönetim örgütlenmesi ve yapılanması tanımını öneren Platon’un ifade ettiği üzere, herkesin üzerinde uzlaşacağı tek bir anlam vardır, o da cennette saklı olmalıdır.[4]

Devlet ve iktidarı tanımamış toplulukların kendilerini yönetmeleriyle başlayan çerçeve,[5] bugün daha dar ve geniş kulvarda tartışılıyor. Belki de temel sorun hâlâ kendisini demokrasiyle maskeleyen devlet ile devlet olmak isteyen demokrasi arasındaki gerilim. Demokrasi ortak işlerin toplum tarafından yerine getirilmesi ise buna engel olan kim, hangi yapı? Bu fenomenin bir yasası olmalı mı, yoksa hayaleti yeterli mi?

Fransız düşünür Jacques Rancière’in demokrasiyi yönetim biçimi değil de politika düşüncesini iktidar düşüncesinden ayıran bir çeşit özneleşme olarak tarif etmesi[6] şimdi üzerinden düşünüldüğünde bir panzehir olarak görülebilir mi? Hakeza, Rancière’den ilhamla, “eşitsizliğin bağrındaki eşitlik” olarak görüldüğü için mi demokrasi nefreti var? Peki, devletin sönümlenmesi demokrasi için bir reçete olabilir mi? Ya da devletin zararlı yanlarını budama fikri gerçekten sol dünya için gerçekten bir ideoloji sağlayabilir mi?

Bu soruların cevapları siyaset ve uygulama alanlarıyla cevap bulacak. Fakat küresel güçlerin demokrasiyle olan randevuları, bir tercih olarak ona sahip çıkma veya reddetme durumu, geleceği bariz etkileyecek bir durum.[7]

Demokrasiden nefret edenler ile demokrasiden korkanların genel olarak söz sahibi olduğu bugünün sığ ve popülist iktidar prototiplerinde,[8] özgürlük talebinin bağrındaki temel odak olmaya devam eden demokrasi, gelecekte de çok önemli bir turnusol olarak önümüzde duracak. Demokrasiyi bir araç olarak kullanmaya meyilli siyasal yapıların, popülist örneklerde olduğu üzere, demokrasiyi kullanarak faşizmi yaratma süreçleri derslerle dolu.

O halde demokrasi, küresel siyasetin meylini göstereceği çok önemli bir test alanı olmaya devam edecek. Dünyanın savaş alegorisi etrafında şekillendiği, herkesin daha çok silahlanmaya çekildiği, ya kurban ya cellat olmaya itildiği böyle bir atmosferde demokrasiyi yeniden ve özü ile tartışıp herkesin her yere çekebildiği bir görüntüden kurtarmak, burada ısrarcı olmak halklar bahçesine baharı getirebilir.

1. bölüm: Taşlar yeniden dizilirken

2. bölüm: Kasırga sinyalleri


[1] Bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslararası_ilişkiler_teorisi#Realizm

[2] 2009 sonlarında, Ahmet Davutoğlu bu diplomasi türünü şöyle tarif ediyor: “Yani ritmden kasıt, hem uyum olacak hem hareket olacak. Hareket olur, uyum olmazsa, o hareket kaos da çıkarabilir. Gereksiz öne çıkışlar, gereksiz riskler de getirebilir. Ama ritm olur, hareket de olmaz, yerinde sayarsanız, bir sonuç alamazsınız. Uyum da olacak. Ama mükemmel bir uyum olsun deyip hep uyumu beklerseniz hareket de olmaz. Bizim bu kadar hareketli olmamız, uyumla hareketi birleştirme çabası.” (Sabah, 4 Aralık 2009)

[3] BRICS kurulurken dünyadaki düzenle şimdiki düzen bambaşka. Batı demokrasi-otokrasi denklemi kurarken Avrasya hattının sadece bölgesel ve ekonomik işbirlikleriyle yetinmesinin mümkün olmayacağını öngörüyoruz.

[4] Bkz. Devlet, Platon, s. 306:558 (İş Bankası Kültür Yayınları, 2006)

[5] Burada esas olarak Pierre Clastress’in Devlete Karşı Toplum (Ayrıntı Yayınları, 2016) çalışmasını baz alıyoruz. Onu takiben de Rolf Cantzen’in Daha Az Devlet Daha Çok Toplum (Ayrıntı Yayınları, 2021) çalışmasını referans aldık.

[6]Demokrasi, ‘hiç durmadan oligarşik yönetimlerden kamusal hayatı, zenginlikten yaşamlar üzerindeki mutlak kudreti söküp alan eylemi’dir. Demokrasi ‘ne bir yönetim biçimi ne de bir yaşam tarzı’dır; aksine ‘politika düşüncesini iktidar düşüncesinden ayırmayı varsayan siyasal öznelerin özneleşme biçimi’dir. (Demokrasi Nefreti, İletişim Yayınları, 2014)

[7] Üç bölümde de tartışılan ikilemler ve yeni düzen talepleri kastedilmektedir. Popülizm tartışmaları, güncel demokrasi tartışmaları vs.

[8] Güncel bazı örnekler için: Kuzey Ligi (İtalya), Özgürlük Partisi (Hollanda), Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (Birleşik Krallık), Bağımsız Yunanlar (Yunanistan), Fidesz – Macar Yurttaş Birliği (Macaristan), Alternatif (Almanya), Avusturya Özgürlük Partisi (Avusturya), Ulusal Cephe (Fransa), Adalet ve Kalkınma Partisi (Türkiye)

^