Sizden önce söyleşi için randevulaştığımız diğer eş başkanınız Esin Çelik, bazı HDP’li yöneticilerle birlikte 14 Şubat günü gözaltına alındı. Sonra ne oldu?
Nesim Özkan: Eşbaşkanımız Esin Çelik katıldığı etkinlikler, basın açıklamaları gerekçe gösterilerek gözaltına alınmıştı. Aynı operasyonda gözaltına alınanların sayısı 11’di. Bir kişi tutuklandı, Esin arkadaşımız dahil 10 kişi adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Maalesef bu tür olaylar artık sıradanlaşmış durumda.
Hapiste bir yakınınız olduğu için mi Marmara Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Dayanışma Derneği’nde (Matuhay-Der) çalışıyorsunuz?
Hayır. Ben dokuz yıl hapis yattım, 2015’te çıktım. Hapishane koşullarını da, bu koşulların düzeltilmesi gerektiğini de biliyorum.
Dokuz yıllık mahpusluk, sağlık açısından üzerinizde ne tür izler bıraktı?
Gırtlak kanseri başlangıç aşamasındayken hapisten çıktığım için dışarıda tedavi olabildim. Ama sesimin çok boğuk çıktığının farkındasınızdır, ses tellerimde kalıcı hasarlar meydana geldi. Ayrıca tansiyon sorunu var, birkaç defa anjiyo oldum. Kendi sorunlarımı çok anlatmayayım, ama hapisten çıktıktan sonra iki-üç yıl epey sıkıntı yaşadım.
Son günlerde cezaevlerinden çok daha fazla ölüm haberleri geliyor. Ayrıca, işkence, kötü muamele, baskı ve tecrite dair şikâyetler artmış durumda. Siz dernek olarak ne gibi bilgilere sahipsiniz?
Özellikle pandemiden bu yana, cezaevlerinde hak ihlâllerinin had safhaya vardığını gösteren çok sayıda bilgi ve şikâyetler geliyor bize. Özellikle mahpus yakınlarının, ailelerinin yaptıkları görüşmelerden elde ettikleri bilgiler ışığında söylüyorum bunu. Sürgünler esnasında hem cezaevleri giriş-çıkışlarında yapılan çıplak arama, hem de iki cezaevi arasındaki yolculukta jandarma tarafından uygulanan işkence yaygınlaşmış durumda. Mahpusları soyup “otur-kalk” yaptırmalar, çıplak aramalar, ahlâk dışı uygulamalar yaygınlaşıyor. “İstediğimizi yapar, istediğimizi yaptırırız” yaklaşımı egemen.
Hasta mahpusların tedavi haklarının ellerinden alındığını, sağlığa erişimlerinin kısıtlandığını herkes biliyor. Diyelim ki, sağlığa erişimleri mümkün kılındı, yine de bir hastanın hapishane koşullarında iyileşmesi mümkün değil. Çünkü insanlar dışarıdaki hastalıklarını hapishaneye taşımıyor, hapishanelerdeki ağır koşullarda hastalanıyor.
Mahpusların ailelerine aktardıklarına göre, insanın midesini bulandıran uygulamalar da var. Kış ortamında İstanbul’dan Anadolu’daki bir hapishaneye sürgün edilen üç genç mahpusun yolda indirildiğini, karların içinde, soğukta işkence yapıldığını biliyoruz. Hatta çocuklardan birinin kulak zarını patlatmışlar. Bu sadece küçük bir örnek. Buna benzer sayısız olay her gün yaşanıyor.
Bu üç genç siyasi mahpus muydu?
Evet, siyasi mahpuslar. Kar yağışının olduğu ocak ayı sonunda, Silivri’den başka bir hapishaneye götürülürken yapılıyor bu işkence. Bazı hapishanelerde, özellikle Şakran ve Bakırköy’de kadınlara yönelik ilave baskılar var. Ayrıca, haber vermeden odalarını değiştirme, hücrelerin erkek gardiyanlar tarafından aranması gibi işkence olmayan, ama mahpusları rahatsız eden uygulamalar da yaygın.
2015’te hapisten çıktığınızı söylediniz, şu an duyduklarınızla yedi yıl önce gördükleriniz arasında mukayese yapıyor musunuz? 2015’ten önce hapishanelerin durumu nasıldı?
Yıllarca mezarda tutulan insanlara iki mezar arasındaki farkı sorduğunuzda ne kadar zorlanırsa, biz de mukayese yaparken o kadar zorlanırız. Biz F Tipi’nde de kaldık ve oralara rahatlıkla tabut diyebiliriz. F Tipi’nde kalmak, tabutta yaşam mücadelesi vermek gibi. Sadece gökyüzünü görebildiğiniz, bedensel olarak da doğru-dürüst hareket edemeyeceğiniz kadar dar bir alandan bahsediyoruz. Fakat özellikle pandemiyle birlikte bu tabutun daha da daraltıldığını söyleyebiliriz.
Böylesi fiziki koşullar hasta mahpuslar açısından daha ağır, ama tedaviye erişimleri de çok zor. Dernek olarak hasta mahpuslar konusundaki malûmatınız nedir?
Hasta mahpusların tedavi haklarının bile ellerinden alındığını, sağlığa erişimlerinin kısıtlandığını herkes biliyor. Ama diyelim ki, sağlığa erişimleri mümkün kılındı, yine de bir hastanın hapishane koşullarında iyileşmesi mümkün değil. Çünkü insanlar dışarıdaki hastalıklarını hapishaneye taşımıyor, hapishanelerdeki ağır koşullarda hastalanıyor.
Dernek olarak aileleriyle iletişim halinde olduğunuz kaç hasta mahpus var?
İHD verilerine göre, 591’i ağır olmak üzere 1.564 hasta tutsak var. Bizim dernek olarak yakınlarına ulaştığımız hasta tutsak sayısı ise 189. Bunların 38’i ağır hasta ve derhal tahliye edilmeleri gerekiyor. Mesela, 26 yıldır hapiste tutulan 83 yaşındaki Mehmet Emin Özkan yürüyemiyor. Aysel Tuğluk tek başına gündelik hayatını sürdüremiyor. Ayrıca Tuğluk hakkında Adli Tıp Kurumu’nun verdiği siyasi rapor aileleri son derece endişelendirdi. Bizim eriştiğimiz ailelerin hepsi diken üstünde. Sabahtan akşama kadar kötü haber mi gelecek diye bekliyorlar. Hasta mahpuslara yapıldığı kadar onların yakınlarına, ailelerine de işkence yapılıyor. Son iki ay içinde 10 tutsağın cenazesi çıktı hapishanelerden ve bu konuda hiçbir kurum herhangi bir açıklama bile yapmadı. Ayrıca, hapisten çıkarılan bazı cenazeler abluka içinde defnediliyor, ailelerin son kez çocuklarını görmelerine bile izin verilmiyor.
Hasta tutsak sayısı 189. Bunların 38’i ağır hasta ve derhal tahliye edilmeleri gerekiyor. Mesela, 26 yıldır hapiste tutulan 83 yaşındaki Mehmet Emin Özkan yürüyemiyor. Aysel Tuğluk tek başına gündelik hayatını sürdüremiyor.
Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi’nde 19 Aralık’ta şüpheli bir şekilde yaşamını yitiren Vedat Çem Erkmen’in cenazesi mesela, polis eşliğinde İstanbul’dan Kars’a getirildi. Digor’a bağlı Dağpınar beldesinde polis ablukasında defnedildi. 1980’lerde cezaevlerinde uygulanan vahşetin yöntemleri değişmiş olabilir ama anlayış, zihniyet, mahpusa yaklaşım değişmemiştir. 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’ndeki yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın zihniyeti şu anda uygulanıyor yani.
Siyasi partilerle de görüşüyorsunuz. Muhalefet hapishanelerdeki uygulamalara karşı nasıl bir yaklaşım içinde?
Urfa’da Şenyaşar ailesinin uzun zamandır sürdürdüğü bir eylem var. Son dönemde Diyarbakır, Van, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde de anneler adalet talebiyle ortaya çıkıyor. Annelerin gözyaşlarının rengi aynıdır ve istedikleri tek şey çocuklarının o hapishanelerden canlı çıkması. Sivil toplum örgütleri bu konuda belli bir tutuma sahip. Ama muhalefet partilerinde, buna sol partiler, CHP ve HDP dahil, topyekûn bir karşı duruş göremiyoruz. Her partiden bazı kişiler biraz da kendi inisiyatifleriyle farkındalık yaratmaya çalışıyor, basın açıklamalarına katılıyor ama bu, iktidarın tutumunu değiştirmeye yetmiyor. Bazı siyasetçiler desteğe geldiğinde anneler onlara, “hapisteki sizin çocuğunuz olsaydı ne yapardınız” diye soruyor. CHP’li bazı siyasetçiler, “iktidarda olsak bunlar olmaz” diye yanıt veriyor. Anneleri üzüyor bu yaklaşım. Yani bu ihlâllerin bitmesi için sizin iktidara gelmenizi mi bekleyeceğiz? Tutsak yakınlarının yalnız bırakıldığını söyleyebilirim.
Buna HDP de dahil mi?
Elbette belli bir duyarlılıkları var, ama mesela Aysel Tuğluk gibi iki dönem milletvekilliği yapmış, parti eş genel başkanlığı yürütmüş bir siyasetçi için HDP’nin tüm vekillerinin aynı oranda ve yeteri kadar çaba sarfetmediklerini söylemeliyim. Açıkçası, tutsak yakınlarının rolünü yeterince yerine getirmeyen HDP’ye yönelik sitemleri var. Tamam, şartlar çok zor, ama tüm vekilleri Meclis’te adalet talebiyle bir oturma eylemi de mi yapamıyor? Biz dernek olarak bunu kendilerine önerdik de. Ama maalesef bir şey çıkmadı.
Siz hapisteyken tanıştığınız ve hâlâ içeride olan hasta mahpus var mı?
Çok sevdiğim bir arkadaşım, 70 yaşındaki Mehmet Ali Çelebi 28 yıldır tutukluydu ve 25 Ağustos 2021’de Ankara Sincan Cezaevi’nden sağlık durumunun ağırlaşması üzerine tahliye edilmişti. Hapisteyken kendisiyle aynı hürede kalmıştım. Hem kanserdi hem de felç olmuştu. Tahliye edilince hapishane idaresi ailesini arıyor, “gelin, Mehmet Ali Çelebi’yi bıraktık” diyor. Ailesi İstanbul’dan gelene kadar saatlerce, tek başına, hasta haliyle dışarıda kalıyor. Sonra İHD’den bir avukatın haberi oluyor, gidip alıyor.
Tahliye edilince görüştünüz mü?
İstanbul’a geldiğinde çok kısa süre görebildim kendisini. Ertesi gün de vefat etti. Eğer Mehmet Ali arkadaşımız gerçek bir tedavi görseydi, şu anda aramızda olacaktı. Ama hapishane koşulları onu aramızdan aldı. Cezaevindeki bir hasta mahpusun doktora, hastaneye gitmesi ayları alabiliyor. Mahpus önce hapishane idaresine yanıtı ne zaman alınacağı belli olmayan bir dilekçe yazıyor. Olumlu yanıt alınınca, hasta mahpus önce revire gönderiliyor. Revirden sonra hastaneye götürülmesi tamamen keyfi bir süreç. Kimi zaman ring aracının arızalı, kimi zaman götürecek asker olmadığı söylenebiliyor. Tüm bu süreç haftaları, ayları alıyor ve dolayısıyla erken teşhis, erken tedavi mahpuslar için mümkün olmuyor. Hasta mahpus hapisten canlı çıksa bile ömrünün sonuna kadar yakasını bırakmayacak hasarlarla uğraşıyor.
Hastane sürecinde neler yaşanıyor?
Hasta ile hekim arasında da bir hukuk, bir etik vardır, ama mahpuslar için bu da söz konusu değil. Askerler orada olduğu sürece doktorlar mahpusların kelepçelerini açmıyor ve kelepçeli tedavi yapıyor. Bazı siyasi mahpuslar aylarca hastaneye götürülmeyi beklerken, kelepçeli muayene dayatmasına karşı çıktıkları için tedavi edilmeden hapishaneye geri gönderiliyor. Benim dayanması güç bir diş sorunum vardı ve Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi Köroğlu Ünitesi’nde dişimi çektiklerinde bile kelepçeliydim. Bana Endoskopi yapıldığında da kelepçeyle bağlanmıştım. Bir hasta hekimle yalnız kalıp derdini anlatamıyor, muayene esnasında bile başında askerler duruyorsa, elleri kelepçeliyse, bunun 12 Eylül’den bir farkı olabilir mi? Pek çok hasta mahpus, uzun bir prosedürden sonra hastaneye götürülüyor, kelepçeli tutulmayı kabul etmediği için tedavi edilmiyor, hapishaneye getiriliyor ve iki yıldır da, pandemi gerekçesiyle hastaneden döndükten sonra iki hafta tek başına bir hücrede tutuluyor. Peki, o hastayla beraber hastaneye gitmiş olan asker ve gardiyanlar neden döndüğünde iki hafta karantinada kalmıyor?
Hasta mahpusların önemli bir kısmı 1990’lardan beri hapiste, değil mi?
Evet. 1990’ların DGM’leri tarafından verilen cezalarla sayısız insan ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Hasta mahpus Mehmet Emin Özkan 26 yıldır içeride. 28 yıl hapis yatan Mehmet Ali Çelebi’nin dosyasını aynı hücrede kaldığımızda okumuştum. Uydurma delillerle doluydu. O dönemin demokratik eylemlerine katılmasıydı tek suçu. Gerisi hep üstüne yapıştırılmış suçlardı. Ama diyelim ki bu cezaların hepsi haklı ve bu insanlar suç işledikleri için hapiste. Yine de onu hapiste ölüme terk edemezsiniz. Onun hastaneye, sağlığa, sağlıklı beslenmeye erişimini engelleyemezsiniz. Bir değil, iki değil, on, yirmi, otuz yıl beton duvarların içinde, beton zeminin üstünde hangi canlı ayakta kalabilir? Hangi insan kalıcı sağlık sorunları yaşamadan buradan kurtulabilir ki? Bu insanlar, bu koşullarda hapisten çıkabilse bile, dışarıda hayatta kalabileceği süre, tıpkı Mehmet Ali Çelebi’de olduğu gibi, birkaç ayı geçmez.
Ailelerin gönderdiği hiçbir şey zamanında teslim edilmiyor; para hariç! Çünkü hapishane aynı zamanda bir işletme. Elektrik parasını bir ay yatırmadığında, o beton duvarlar içinde elektriksiz bırakılıyorsun. Nasıl ki para kazanmak için bir iş yeri açıyorsun, iktidar açısından cezaevleri öyle. Üstelik orada satılanlar dışarıdakilere göre çok pahalı.
Hapishanelerde yeni bir açlık grevi eylemi gündemde mi?
Bugün içeriden bir grevle bu sürece müdahale edilmesi çok zor. Zaten koşullar çok ağır ve eskisi gibi topluca bir koğuşta bulunmuyor kimse. Hapishanelerde son zamanlarda yapılan ve sonlandırılan açlık grevleri de aslında sivil topluma ve muhalefete yönelik bir sitemin ifadesiydi. Mahpuslar, “bizim cezaevlerindeki tek direniş gücümüz kendi bedenimizdir ve biz bedenimizi açlığa yatırıyoruz” diyor. Eğer dışarıda bir kamuoyu oluşturulamazsa hem mahpuslar kaderine terk oluyor hem de aileler yalnız kalıyor. 2012’deki açlık grevi sırasında cezaevindeydim. O açlık grevi 68 gün sürdü, ama daha 30. günde ciddi bir kamuoyu oluşmuştu. Sivil toplum örgütlerinden siyasi partilere ve sendikalara kadar bütün demokrasi güçleri o sese ses vermişti. Sonuçta devlet de baskıcı uygulamalarından geri adım atmak zorunda kalmıştı.
O dönemki talepleriniz nelerdi?
Mahkemelerde anadilimizde kendimizi savunmak, hapishanelerdeki işkence ve tecride son verilmesini istiyorduk. Yoğun kamuoyu baskısı üzerine bu uygulamalardan geri adım atılmıştı. Fakat son dönemki açlık grevlerine bakıldığında, maalesef mahpusların yalnız bırakıldıklarını görüyoruz.
Mahpuslara verilen kitapların sayısının azaltıldığı, mektup haklarının zaman zaman engellendiği biliniyor. Başka ne tür uygulamalar var?
Bazı aileler bize diyor ki, “kışlık elbise gönderiyoruz, ancak ilkbaharda, yazlık elbise yolluyoruz, ancak sonbaharda teslim ediyorlar!” Bazı mektupların üzerini tamamen karalıyor veya birkaç cümlesini bırakıyorlar. Hatta dışarıdan giden bazı mektupları “bu kişi burada bulunmuyor” diyerek iade bile ediyorlar! Ailelerin gönderdiği hiçbir şey zamanında teslim edilmiyor; para hariç!
Neden para hariç?
Çünkü hapishane aynı zamanda bir işletme. Elektrik parasını bir ay yatırmadığında, o beton duvarlar içinde elektriksiz bırakılıyorsun. Nasıl ki para kazanmak için bir iş yeri açıyorsun, iktidar açısından cezaevleri öyle. Üstelik orada satılanlar dışarıdakilere göre çok pahalı.
1980’lerde süngerli oda yoktu, şimdi o da var. Ses yalıtımlı, istedikleri şeyi yapabilecekleri bir oda orası. Kamera olmadığı için hiçbir şey kanıtlayamazsın. Cezaevinde baskılar nedeniyle hayatına son veren Garibe Gezer de avukatlarına süngerli odada işkence gördüğünü söylemişti.
Siz F Tipi dışında, önceki cezaevi sisteminde de kaldınız mı?
2005’te, Bayrampaşa Cezaevi henüz kapanmadan orada kalmıştım. 18-20 kişiyle aynı koğuştaydık. O sistemi de gördüm. F Tipi’nde ise üç kişilik hücrenin yaşam alanı, yatma yeri, mutfağı, havalandırması, banyo-tuvaleti toplam 18 metrekare. Bu küçücük alanda üç kişi hayatta kalmak zorunda. Kışın ortasında arıza gerekçesiyle 15-20 gün kaloriferleri kapatabiliyorlar. Yaz sıcağında yine arıza gerekçesiyle suyu kesebiliyorlar. Dilekçe yazıyorsun, “20 gündür suyumuz kesik” diyorsun, dilekçene iki ay sonra “soruşturmaya gerek görülmemiştir” gibi bir yanıt geliyor. Ailenle telefon görüşmesine üstün aranarak götürülüyorsun, yanında iki gardiyanla gidiyorsun, görüşmeni yaparken yanında bekliyorlar, geri getirirken tekrar üst araması yapıyorlar. Açık görüşüne ailen geldiğinde gardiyan tependen ayrılmıyor. Ne konuştuğunu dinliyorlar. Yani her türlü psikolojik baskı yapılıyor. 1980’li yıllarda hapishanelerde süngerli oda yoktu, şimdi o da var.
Nedir süngerli oda?
Ses yalıtımlı, ışıklar kapatılınca zifiri karanlık, kameraların bulunmadığı ve sana istedikleri şeyi yapabilecekleri bir oda orası. Seni soyabilir, sana işkence yapabilir, dayak atabilirler, ama kamera olmadığı için hiçbir şey kanıtlayamazsın. Farklı yöntemlerle işkence yapıyorlar. Karın boşluğuna yumruk atıyorlar mesela, iz çıkmıyor. 1980’lerdeki lağım kuyuları bugün yok, ama süngerli odanın ondan aşağı kalır yanı yok. İşkence eskiye göre çok daha profesyonel yapılıyor, acıyı iz bırakmadan çektiriyorlar.
Siz hiç süngerli odaya sokuldunuz mu?
Hayır, ama beraber kaldığım bir arkadaşımı götürmüşlerdi. Cezaevinin bir köşesinde, kapkaranlık bir yere sokuyorlar. Oraya götüren gardiyan dışında kimsenin senden haberi olamıyor. 9 Aralık 2021’de, Kandıra Kadın Kapalı Cezaevi’nde baskılar nedeniyle hayatına son veren Garibe Gezer de avukatlarına süngerli odada işkence gördüğünü söylemişti.
Cezaevlerinin yükünü sadece hapistekilerin ve onların ailelerinin sırtına bırakırsak, oradan cenazeler çıkmaya devam eder. Aysel Tuğluk oradan sağ çıkmalı ve tedavi görmelidir. Annesinin cenazesini toprağın altından çıkaranların yarattığı travmayı Aysel Tuğluk’un üzerinden ancak toplumsal dayanışma alabilir.
Şu anda, sizin derneğiniz dışında, hapishanelerdeki koşulların düzeltilmesi için mücadele yürüten örgütlü yapılar var mı?
Var tabii, çeşitli kurumlar veya siyasetçiler bu konuda mücadele yürütüyor. Ama az önce dediğim gibi, sınırlı bir mücadele var. Biz de Marmara Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Dayanışma Derneği olarak, birkaçı hariç siyasi partilerle bu konuda görüşmeler yapmaya başladık.
Hangi partileri hariç tuttunuz?
MHP, AKP ve İyi Parti dışındaki tüm siyasi partilerden randevu alıyoruz.
İyi Parti’den neden randevu almadınız?
Çünkü bize randevu vermediler. Bütün sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerle cezaevlerindeki durumu anlatmak için bir çalışma başlattık. Geçtiğimiz günlerde Saadet Partisi’ni de ziyaret ettik ve onlar da kendilerine cezaevlerinden çok şikâyet geldiğini söyledi. Gittiğimiz görüşmelere tutsak ailelerini de götürüyoruz ve doğrudan onların yaşananları aktarmasının daha önemli olduğunu düşünüyoruz. Zaten bu tür görüşmeleri yapmamızı isteyen de ailelerdi. Ayrıca, adını vermeyeceğim, ama bazı dost kurumlar, kapılarını çalan annelere kapılarını açmıyor. Anneler gidip oralarda seslerini duyurmak isteyince “bu dönemde bizim için risk olur” yanıtı alıyorlar. O yüzden anneler de mecburen dışarıda, sokaklarda seslerini duyurmaya çalışıyor. Kendisine demokrat, yurtsever, solcu veya özgürlükçü diyen herkesin hapishanelerdeki sese ses olması lâzım.
İnfazları yakıldığı için bırakılmayan 100’ü aşkın insan var. Devletin verdiği cezayı çekmiş, bitirmiş, ama hapishane idaresinin verdiği cezayla hapiste tutuluyor bu insanlar. Bir yönetmelik çıkararak “Cezaevi Gözlem Kurulu” oluşturdular. Bu kurul mahpusların “ıslah olup olmadıklarına” bakıyor ve canı isterse, cezası bitse bile mahpusu hapiste tutuyor.
Bir çiçeğe su vermezsen, solar gider. İnsan da, mücadele de aynen öyledir. Cezaevlerinin yükünü sadece hapistekilerin ve onların ailelerinin sırtına bırakırsak, oradan cenazeler çıkmaya devam eder. Biz de kısa süre üzülür ve bir sonraki cenazeye kadar unuturuz. Aysel Tuğluk oradan sağ çıkmalı ve tedavi görmelidir. Annesinin cenazesini toprağın altından çıkaranların yarattığı travmayı Aysel Tuğluk’un üzerinden ancak toplumsal dayanışma alabilir. Aysel Tuğluk’a bu travmayı atlatması için yardımcı olmuyorsan, dayanışma göstermiyor, mücadele etmiyorsan, sistemle aranda bir fark kalıyor mu?
Ne yapılabilir sizce?
Kimse demiyor ki, büyük bir devrime girişin, büyük bedeller göze alın. Bir köşe yazarının bunu yazması, bir gazetenin bunu haber yapması, bir sivil toplum örgütünün açıklama yapması… Herkes elinden geldiğince duyarlılık gösterse bu az bir şey olmaz. Bakın çok daha büyük bir sorun var. Otuz yıl cezaevinde yatmış, cezaları bitmiş, ama infazları yakıldığı için bırakılmayan 100’ü aşkın insan var.
Neden bırakılmıyorlar?
Devletin verdiği cezayı çekmiş, bitirmiş ama hapishane idaresinin verdiği cezayla, yargısız bir biçimde hapiste tutuluyor bu insanlar. Aralık 2020’de yeni bir yönetmelik çıkararak “Cezaevi Gözlem Kurulu” oluşturdular. Bu kurul mahpusların “ıslah olup olmadıklarına” bakıyor ve canı isterse, cezası bitse bile mahpusu hapiste tutuyor. Buna dayanak olarak da mesala bir açlık grevine katılmasını, bir protestosunu gösteriyorlar. Yahu bunlar demokratik eylemler, bunu gerekçe göstererek cezasını bitirmiş bir mahpusu içeride tutamazsınız. Bu çok korkunç bir uygulama, ama ne yazık ki milyonlarca insanın haberi bile yok. Bu yasa bile değil, bir yönetmelik sadece! Şu anda Bandırma Cezaevi’nde bir mahpus, Aydın Elçi, cezası Kasım 2020’de bitmiş olduğa halde hâlâ bırakılmıyor. Bize başvuran çok sayıda aile var; çocukları önceden haber vermiş, “cezam şu gün bitiyor, beni hapishane önünden alın” demiş. Aile gidiyor, akşama kadar kapıda bekliyor, çocukları çıkmıyor. Avukatlar araştırıyor, neymiş, disiplin cezası varmış, çıkamazmış! Yani Türkiye’de hukuk lastik gibi, devlet istediği yere çekiyor.