Yıllara yayılan Ermeni soykırımının en önemli ayağı 1915 tehciriydi. Anadolu topraklarından, yurtlarından sürülen yüzbinlerce Ermeniden sağ kalan aşuglar başlarına gelen felaketi destanlarla anlattı. Halep’in baraka mahallelerinde, hanlarında zorla şehirleşmek zorunda bırakılanların gündelik hayatını, yaşadıkları toplumsal dönüşümü 1920-1946 arasının Ermeni destanlarına odaklanan Ermeni Evine Figan Kuruldu kitabının yazarı sosyolog Ayhan Aktar’dan dinliyoruz.
Ermeni Evine Figan Kuruldu – 1915 Destanları ve Halep’te, soykırımdan sağ kalan ve Halep yöresinde hayata tutunan âşıkların destanlarının izini sürüyorsunuz. Halk sanatçılarının söylediği destanları inceleme fikri nasıl oluştu?
Ayhan Aktar: Yaklaşık 25 seneden beri Türkiye’deki gayrimüslimlerin devletle ilişkileri konusunda kafa yoruyorum. Bu konudaki ilk makalelerimi 1996’da yazmaya başladım. Belli bir konuda uzmanlaştığınızda bir çevreniz de oluşuyor. Üzerinde çalıştığınız konuyu bilenler “bak şöyle bir şey var, ilgini çeker mi?” derler. Sahaf dostum Püzant Akbaş 12 sene evvel Ermeni harfleriyle Türkçe yazılmış 15 sayfalık bir broşür vermiş, “Bu bir destan, bir gün bana uğra, sana okurum” demişti. Destanı bir dosyaya koydum ve on sene unuttum. (gülüyor) İki sene önce kütüphanemi düzenlerken Püzant’ın verdiği destan tekrar ortaya çıktı. “Püzant’a gideyim de okusun” dedim. Püzant destanı okumaya başlayınca ikimiz de durgunlaştık, üzerimize bir kasvet çöktü. Elimizdeki destan Mennuş İmanyan’ın Antep Destanı’ydı. “Püzant bu çok müthiş bir şey, dünyada bundan kimsenin haberi yok herhalde” dedim. Püzant “Destan Halep’te basılmış. Bana tesadüfen fotokopisi geldi. Bende iki destan daha var, onları da okuyalım” dedi. O okuyordu, ben yazıyordum. Destanlarda bazı Ermenice terimler geçiyordu. Püzant’a sorarak dipnotlar ekliyordum. İlk başta destanlarla ilgili bir makale yazmayı düşünüyordum…
Kitapta 15 destan var, diğer destanlara nasıl ulaştınız?
Bu konuda önemli bir bibliyografya var: Hasmik Stepanyan’ın Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası. Bibliyografyada bizim elimizdekilerin dışında bazı destanların varlığını keşfettim. O günlerde tarihçi arkadaşım Hilmar Kaiser de Erivan’daki Milli Kütüphane’de araştırma yapıyordu. İstanbul’a geldiğinde ona “bu destanları bulabilir misin?” diye sordum. Bizim Hilmar arşiv ve kütüphane faresidir, “bulurum” dedi. Bir ay içinde bu destanları buldu. Hilmar’ın gönderdiği destanları Püzant’la okumaya başladık ve iş makale boyutunu aştı. Kitap yapmaya karar verdik.
Ermeni destanlarını ilk dinlediğinizde ilginizi çeken, bunları kitaba dönüştürme arzusu uyandıran ne olmuştu?
1915’le ilgili çok nitelikli çalışmalar var. Taner Akçam’ın, Raymond Kévorkian’ın ve Ronald Suny’nin çalışmalarından 1915’te nerede ne yaşandığını artık neredeyse köy köy biliyoruz. Soykırım araştırmalarıyla ilgilenen tarihçiler genellikle katliamlarla veya hukuki terim ile konuşursak “cinayet mahalli” ile ilgilenirler. Etnik ve dini özelliklerinden dolayı toplu katliama, soykırıma maruz kalan grupların yaşadıklarını, katliamın ardındaki nedenleri anlamaya çalışırlar. Peki, katliamdan kurtulanlara yani ölmeyenlere, ama yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan koparılanlara ne oldu? Bu insanlar nereye yerleşti? Dünyanın dört bir tarafına nasıl dağıldılar? Otuz sene önceki deyimle “teneke” mahallelerde, kamplarda yaşarken ne iş yapıyorlardı? Ne yer, ne içerlerdi? Bu tür sorulara soykırım araştırmaları disiplini içinde cevap vermeye çalışan azdır. Ermeni destanlarında bu soruların cevapları vardı. Destanları okuyunca, Antep’in, Urfa’nın, Maraş’ın köylerinden yollara düşüp katliamdan kurtularak Halep’e yerleşenlerin duygularını anlayabiliyoruz. Soykırım araştırmalarıyla uğraşan bazı araştırmacılarda “Ermeniler Halep’e gittiklerinde kurtuldular” diye özetlenebilecek yaygın bir görüş vardır. Halbuki kazın ayağı öyle değil. Ermeniler gittikleri yerlerde hayata tutunmaya çalışıyorlar, doğru. Ama bambaşka bir dram başlıyor.
Soykırım araştırmalarıyla ilgilenen tarihçiler genellikle katliamlarla veya hukuki terimle “cinayet mahalli” ile ilgilenir. Peki, katliamdan kurtulanlara, yani ölmeyenlere, ama yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan koparılanlara ne oldu? Ermeni destanlarında bu soruların cevapları vardı.
İstanbul hükümeti Ermenileri neden Halep’e doğru sürmeyi tercih ediyor?
Tehcirle ilgili yasal düzenlemeler 1915 Mayıs’ı ve sonrasındaki aylarda yapılıyor. İstanbul hükümeti Suriye’yi yeni yerleşim alanı olarak ilan ediyor. 1915’te, mayısın sonlarında Ermeniler kitleler halinde Suriye’ye doğru akmaya başlıyorlar. O dönemde Suriye denilen yer, bugünkü Suriye’ye ilaveten Lübnan, İsrail, Ürdün’ü de kapsıyor. Suriye’de 4. Ordu Komutanı ve fiilen Suriye Valisi olan Cemal Paşa var. Cemal Paşa’dan tehcir edilen Ermenileri bölgeye yerleştirmesi isteniyor. Bir grup tarihçi Cemal Paşa’nın İstanbul hükümetiyle aynı kanaatte olduğunu, kuzeyden gelen kafilelerin ortadan kaldırılmasını tercih ettiğini ileri sürüyor. Benim de içinde olduğum diğer görüşteki tarihçiler ise Cemal Paşa’nın Ermenilerin bölgeye yerleştirilmesi için elinden geleni yaptığını savunur. Örneğin, Sis/Kozan Katoliğos’u Sahak Efendi ile birlikte davranıyor. Sahak’ın başkanlığında yerel Ermenilerin kurduğu komitelerin yardım faaliyetlerini sürdürebilmesi için onların önünü açıyor. O dönemde Halep Valisi olan Celal Bey ve Halep’teki Mülkiye Başmüfettişi, Kapancızade Hamit Bey de Sahak Efendi’nin başında olduğu komiteye yardım ediyorlar. Sahak Efendi ile Cemal Paşa’nın yazışmaları çok ilginç. Ama şunu da kabul etmek lâzım, işin sonunda Cemal Paşa bir ordu komutanı, Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa’nın emirlerine uymak zorundadır. Merkezde alınan tehcir kararında Cemal Paşa’nın rolü yoktur. Ama bütün bunlar Cemal Paşa’yı İkinci Dünya Savaşı sırasında hikâyesi Spielberg tarafından film yapılan, Yahudileri kurtaran Oscar Schindler türünde bir “kurtarıcı” olarak görmemizi sağlar mı? Sanmıyorum! Ama her şeye rağmen bu çalışma esnasında okuduklarımdan, özellikle Ermeni aydınlarının tanıklıklarından Cemal Paşa’nın farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum. Zaten 1919’da İskenderiye’de Epoca gazetesine bir mülakat veren Katoliğos Sahak Efendi, İtalyan gazetecinin “Cemal Paşa’nın Ermenilere dostça yaklaştığı doğru mu?” sorusuna şöyle cevap verir: “Dostça terimi tam –olarak olup biteni– karşılamıyor. [Ama] Talat ve Enver’den daha merhametli olduğunu söyleyebiliriz.” Bence bu dengeli bir değerlendirme.
Cemal Paşa tehcir sırasında hangi görevlerde bulunuyor, neler yapıyor?
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytin Dağı isimli kitabı Cemal Paşa’nın o dönemini çok iyi anlatır. Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın tam karşısındaki tepe olan Zeytun Dağı’nda bir Alman tarikatına ait hastaneye el konularak 4. Ordu karargâhı kuruluyor. Cemal Paşa 1915 Aralık ayında Suriye Genel Valisi ve 4. Ordu kumandanı olarak Halep ve Şam’a gönderiliyor. Cemal Paşa’nın amacı Ermenileri mümkün olduğu kadar bölgeye dağıtmak ve bölgenin modernleşmesini sağlamak. Bu konuda başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Adana, Maraş ve Antep’ten sürülen Ermeniler bedevi kasabalarına yerleşiyor. Zanaatkâr Ermeniler dükkânlar, imalathaneler, fırınlar açıyor, bazıları belediye hizmetlerinde görev alıyorlar. O kadar yoğun bir Ermeni nüfus sürülüyor ki, Salamiye kasabasının ramazan topçusu bile Ermeni oluyor. Bu bilgileri o dönemde günlük tutmuş olan Ermeni aydınlarının anılarından öğreniyoruz.
1915’te Halep nasıl bir yer? Kaç kişi sürülüyor, nerelere, nasıl yerleştiriliyorlar?
1915’in yaz aylarından itibaren kuzeyden kafileler halinde sürülen Anadolu Ermenileri Suriye’ye giriyor. Batıda Halep ilk durak. Halep’in dışında bekletildikleri kamplar var. Zaten kendini Halep’e atan kurtulmuş sayılıyor. Kampta insanlar sapır sapır dökülüyor. Ermeni araştırmacı Vahram L. Shemmassian’ın verdiği rakamlara göre, Mayıs ile Temmuz 1915 arasında Halep şehrine 6 bin 545 Ermeni gelmiştir. Kesin rakamı bilemiyoruz. Ama tarihçi Raymond Kévorkian’a göre Suriye’ye sürülenlerin toplam sayısı 800 bin civarında. Fakat bu sayıya doğuya, yani Deyr Zor gibi insanların ayakta kalmasının çok zor olduğu yerlere sürülenler de dahildir. Halep’e sürülen Ermeniler önce şehir içindeki boş evlerde, hanlarda yaşıyor. Parası olan ev tutuyor. Daha sonra şehrin biraz dışında teneke mahalleler kuruluyor. Ama sahipli bir arazi olduğu için 1920’lerin sonunda Gökmeydan denilen şehrin biraz dışındaki yerleşim Fransız manda yönetiminin verdiği arazi üzerinde kuruluyor.
“Ermeniler Halep’e gittiklerinde kurtuldular” diye özetlenebilecek yaygın bir görüş vardır. Halbuki kazın ayağı öyle değil. Ermeniler gittikleri yerlerde hayata tutunmaya çalışıyorlar, doğru. Ama bambaşka bir dram başlıyor.
Ermeniler nasıl koşullarda Halep’e geliyor?
Ermeni ozan Hagop Bdğuni 1915’ten 1929’a kadar Ermeni Milletin Felaketinin Destanı’nda “Yalın ayak diyar diyar dolandık / Çirkefli sulardan içtik içtik bulandık” diyor. Halep’e ilk dalga 1915’te Antep, Adana, Maraş gibi yakın yerlerden geliyor. Antep ile Halep arası 60-70 kilometrelik bir mesafe, bir hafta-on gün yürüyerek geldiklerini söyleyebiliriz. Adana’nın Kozan ilçesinden gelen Kilikya Katoliğos’u Sahak Efendi Halep’e vardığında yerel Ermenilerle birlikte Halep Ermeni Yardım Komitesi’ni kuruyor. Halep’in yerel Ermenileri yeni gelen Ermenilere kol kanat geriyor. Komitenin kurulma sürecinde Vali Mehmet Celal Bey gibi bazı Osmanlı bürokratları da Ermenilere yardımcı oluyor. Daha sonra tehcire karşı çıkan Vali Mehmet Celal Bey Halep’ten Konya’ya sürülüyor. Konya’da çok zor durumda kaldığı için istifa edip memuriyetten ayrılıyor. Yardım komitesinin para toplayabilmesi için makbuzlar basılıyor, resmi izinler çıkartılıyor. Bunlar Cemal Paşa ve diğer yöneticilerin İstanbul hükümetiyle aynı doğrultuda davranmadığını gösteren ipuçları. 10 sene sonra bu konulara el atacak araştırmacılar daha ayrıntılı hikâyeler anlatabilir. Elimizdeki malzeme şimdilik bu.
Halep Ermeni Yardım Komitesi’nde Halep’in yerel Ermenilerinden dikkatinizi çeken isimler oldu mu?
Yardım komitesinde Halep’teki Baron Otel çok önemli bir konumda. Baron Otel Halep’in en iyi oteli. Otelin güzel bir binası, odalarında banyo ve kalorifer tertibatı, kaliteli bir lokantası ve oyun salonu var. Otelin bir kısmını Cemal Paşa karargâh olarak kullandığından telgraf hattı da var. Baron Otel’i Mazlumyan biraderler işletiyor. Mazlumyan’lar varlıklı olduklarından yardım komitesinin önemli kişilerinden. Osmanlı memurları Halep’te gidecek başka bir yer olmadığından Baron Otel’de yiyip içerlermiş. Bu nedenle Osmanlı bürokratlarının Mazlumyan biraderlerle iyi ilişkileri var. Mazlumyan’lar memurlarla yakın ilişkileri sayesinde sorunlarını rahatça çözüyorlar. Mazlumyan’lar Osmanlı yerel yöneticilerini rüşvete bağlayan kişiler olarak sivriliyor. Irak’ın güneyindeki Necid bölgesinde istihbarat subayı ve Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Binbaşı Aziz Bey bu durumu Teşkilat-ı Mahsusa yöneticilerine ihbar ediyor. Kitaba yazdığım giriş bölümünde bu ihbar mektubunu veriyorum. Bunun üzerine Mazlumyan’ların sürülmesine karar veriliyor. Celal Paşa Mazlumyan’ları Zahle’ye sürüyor. Zahle Lübnan’ın güzel bir kasabası, yaylada bir sayfiye yeri diyebiliriz. 1918’de mütarekeden sonra, Mazlumyan biraderler Halep’e dönüp tekrar otelin başına geçiyorlar. Otelde resepsiyonist olarak çalışan Aram Andonian, The Memoirs of Naim Bey başlıklı kitabında Baron Otel’de yaşananları çok iyi anlatır.
Mazlumyan’ların nüfuzu ve rüşvet ağı Halep’e tehcir edilen Ermenilerin hayatında ne gibi kolaylıklar sağlıyor?
Mazlumyan’lar bazı Ermeni yazar ve gazetecilerin Deyr Zor’a sürülmesini engelleyebiliyor. Tehcir sırasında en büyük korkulardan biri de Halep’in doğusuna yollanmak. Deyr Zor eskilerin deyimiyle yer demir gök bakır, ot bitmeyen korkunç bir yer. Bugün de zaten IŞİD’in egemenliğinde. Öte yandan, Halep’te de yaşamak kolay değil.
Adana, Maraş ve Antep’ten Halep ve Şam’a doğru sürülen Ermeniler bedevi kasabalarına yerleşiyor. Zanaatkâr Ermeniler dükkânlar, imalathaneler, fırınlar açıyor, bazıları belediye hizmetlerinde görev alıyor. O kadar yoğun bir Ermeni nüfus sürülüyor ki, Salamiye kasabasının ramazan topçusu bile Ermeni.
Neden?
Bütün diğer zorlukların yanı sıra, 1916’da çekirge istilası ve tifüs salgını patlak veriyor. Çekirgeler ekinlere zarar verince çok ciddi bir kıtlık meydana geliyor. Müttefik donanmasının uyguladığı ambargodan dolayı Beyrut limanına gemilerin yiyecek maddesi getirmesine de izin verilmiyor. Cemal Paşa ambargoyu delmek ve gıda maddelerinin girişine izin almak için çok uğraşıyor, ama başaramıyor. Sadece ahali değil, Osmanlı ordusu da kıtlıktan etkileniyor. Doğu’da Kut’ül Ammare kahramanı olarak bilinen Halil Paşa merkeze yazdığı telgraflarda “Arpa bulamadığımız için atlarımız ölüyor” der. Musul’da astsubay olan Nurettin Peker hatıratında insanların sokakta yürürken açlıktan düşüp öldüklerini anlatır. Falih Rıfkı’nın Zeytin Dağı’ında çok hazin bir bölüm vardır. Cemal Paşa Beyrut’a gittiğinde Beyrut’un zenginleri bir ziyafet verir. Genç bir subay olarak Falih Rıfkı da oradadır. Cemal Paşa bir saat sonra masadan ayrılır. Güzel içki ve yemek bulan Falih Rıfkı ve arkadaşları sabaha kadar yiyip içerler. Sabah arka sokaklardan kaldıkları otele dönerken çöp toplayan arabaların açlıktan ölen insanların cesetleriyle dolu olduğunu görürler. Falih Rıfkı birkaç saat önce Zahle rakılarını içip harika mezelerle donatılmış bir masadan kalktıklarını düşününce çok utanır.
Kıtlık döneminde tehcir edilen Ermeniler nasıl hayatta kalıyor?
Tehcir edilmiş Ermeniler iki misli bedel ödüyor. Cemal Paşa kaput bezi denen bez üretilen imalathaneler kurduruyor. Bu imalathanelerde Ermeniler boğaz tokluğuna çalışıyorlar. Bugünden bakınca bu korkunç bir şey, ama kıtlıkta boğaz tokluğuna çalışmak bir bakıma ayakta kalma mücadelesi. 1918’de Osmanlı ordusu çekildikten sonra, imalathanelere yiyecek veren sistem ortadan kalkıyor. İngiliz ordusu da yiyecek vermiyor. Buralarda çalışan Ermeniler açlığa mahkûm oluyor. Çok hazin şeyler yaşanıyor. Yerleşim denen şey hiç kolay olmuyor. Korkunç bir dönem bu.
Tehcir ve savaş Halep’i, Ermeni toplumunu nasıl dönüştürüyor?
O zamanlar, Halep demiryolu sayesinde ulaşım ve idari bakımdan gelişmiş bir yer olduğu için askerî açıdan da önemli. Halep’te çok sayıda bekâr asker yaşıyor. Savaş sırasında hayatta kalabilmek için bazı Ermeni kadınlar seks işçiliği yapmaya başlıyor. 6. Ordu Dicle nehrinin doğusundadır. Subaylar “bir izin koparsak da kendimizi Halep’e atsak” çabasındalar. Irak cephesinde yedek subay olan Abidin Efendi günlüğüne izin almadan Halep’e gittiğini ve orada Matmazel Lulu’nun kollarında mesut bir gece geçirdiğini yazar. Zamanla Halep’te lokantalar, müzikholler ve pansiyonlar açılıyor. Savaş sırasında Halep fuhuş merkezine dönüşüyor. Osmanlı komutanları da durumun farkında. Cemal Paşa hem Şam’da hem de Halep’te zührevi hastalıklar hastanesi açmak için çaba harcıyor. Refik Halit Karay Bir Sürgün isimli kitabında Halep’in savaşta Osmanlı parasıyla kalkındığını anlatır.
Savaş sırasında seks işçiliği yapmak zorunda kalan kadınların varlığı Ermeni toplumunda nasıl karşılanıyor?
Bu durum savaş sonrasında büyük bir çatışmanın konusu oluyor. Konu sadece seks işçiliği yapmış kadınlarla da sınırlı değil. Gayrimeşru çocuklar doğurmuş, Müslüman Türk veya Arap ailelerine ikinci eş olarak gitmiş kadınların savaştan sonra Ermeni toplumuna kabul edilip edilmeyeceği büyük bir tartışma yaratıyor. Muhafazakâr Ermeniler “O kadınlar topluluğumuzdan çıkmıştır, geri dönemezler” diyor. Daha liberal olan Ermeniler ise “Korkunç şeyler yaşandı. Bu kadınlar çaresiz olduklarından günahkâr oldular. Onlar yine de Ermenidir” diyor. Müslüman ailelere cariye veya hizmetçi olarak giden bazı Ermeni kadınlar “beni artık kabul etmezler” diyerek hayatlarının geri kalanını Müslüman olarak geçiriyor. Akademisyen Vahe Taşçıyan Halep’te kalmayı başarmış Khoren Tavityan’dan naklen çok önemli bir hikâye anlatır. Khoren Tavityan Halep’in en namlı seks işçisinin Zeytunlu olduğunu öğrenir. Khoren de Zeytunludur. Bir türlü durumu kabullenemez. Memleketinin namusunu temizlemek için bir arkadaşıyla kadını öldürmeye karar verirler. Khoren arkadaşıyla seks işçisi kadının evine gider. Kadın annesiyle birlikte yaşıyormuş. Khoren kadının annesini tanır, Zeytun’dan komşusunun karısıdır. Anne sürgünde ailenin erkeklerinin Fırat nehri kıyısında öldürüldüğünü, kendilerinin de ganimet olarak alıkonduklarını anlatır. Khoren kadınları öldürmekten vazgeçer. Birbirlerine başlarından geçeni anlatıp ağlarlar. Katliamın biraz ötesine gittiğinizde çok derin dramlarla karşılaşıyorsunuz.
Gayrimeşru çocuklar doğurmuş, Müslüman Türk veya Arap ailelerine ikinci eş olarak gitmiş kadınların savaştan sonra Ermeni toplumuna kabul edilip edilmeyeceği büyük bir tartışma yaratıyor. Müslüman ailelere cariye veya hizmetçi olarak giden bazı Ermeni kadınlar hayatlarının geri kalanını Müslüman olarak geçiriyor.
Katliamlar, Ermeni Çocuklar ve Yetimler – 1894-1915 makalesinde Nazan Maksudyan 1915 tehciri sırasında kafilelerdeki çocukların devlet memurları ve askerler tarafından alınmasının “serbest” bırakıldığını söylüyor. Bu çocuklar neler yaşıyor Halep’te?
1915’te kervanlar halinde Suriye çöllerine giden Ermeniler için Halep yakınlarındaki Katma kampından sağ çıkmak çok zordur. Kampa gelip “satılık çocuk var mı?” diye soran Arap ve Türk aileler var. Kampta ölümün kesin olduğunu bilen zavallı bir Ermeni ne yapacak? Altı-yedi yaşlarındaki çocuklarını “biz öleceğiz, bari o kurtulsun” düşüncesiyle vermeye başlıyorlar. 2021 yılından bakınca “çocuğunu birkaç liraya satmak” korkunç bir şey! Bugünün ahlaki değer yargılarıyla bu insanları değerlendirmemiz yanlış olur. Hangi şartlarda, kime sattılar? Maalesef o şartlarda çocukların hayatta kalması için tek çıkış yolunun bu olduğuna karar verdiler. Bu durumu anlamaya başladığımızda insanların eylemlerine akıl erdirmeye başlıyoruz. Halide Edip’in başında olduğu Ayntura Yetimhanesi’ni düşünelim. Bu yetimhanede Ermeni ve Kürt çocuklar asimile ediliyor. Doğru, burası kesin. “Asimile olacaklarına ölsünler” denebilir veya “10 yaşında bir çocuk o yetimhanede bile isminin Artin olduğunu, ebeveynlerinin Ermeni olduğunu bilir. Çocuğun kısa sürede asimile olması zordur” da denebilir. 1916 çekirge istilasında sapır sapır insanların öldüğü dönemde Cemal Paşa’nın Kurmay Başkanı Fuat Bey’in sağladığı buğdayla Ayntura yetimhanesinde bu çocukların hayatta kalması hayırlı bir şeydir de diyebilirsiniz. Bu zor bir tartışma. Asimilasyon var, ama o yetimhane kurulmasa kesin öleceklerdi. Bunu söylemek “büyük bir hayır yapıldı” demek değildir. Savaştan sonra misyoner örgütleri bu çocukların ailelerinin bulunması için çaba harcamıştır. Çocukların kaçının ailesi bulunabilmiştir, kaçı hayatına Ermeni olarak devam etmiştir, kaçı Müslümanlaşmıştır, bilmek zor.
Sarkis Çavuş Minasyan Çarliston Velvelesi Oyunlar Zelzelesi destanında “Oyun içün seriyor kanını / Kurban ediyor ruhunı, canını” diyor. Sarkis Çavuş Minasyan burada neden söz ediyor?
Savaş sırasında Halep bir eğlence ve fuhuş merkezi ama, barış gelince ticaret ve üretim merkezine dönüşüyor. Daha önce barakalarda yaşayanlar çalışmaya başlıyor. Kadınlar da çalışma hayatına girerek para kazanmaya, dönemin modalarını takip etmeye başlıyorlar. Urfalı muhafazakâr bir Ermeni olan Hacı Apkar Ketenciyan Düetto Moda İçün diye bir destan yazıyor mesela. Şöyle diyor: “Şu moda illeti pek çok ilerledi. Şimdi sıvacılık (kadınların allık sürmesini kastediyor) kadınlara geçti. Ökçeler yükseldi, gızlar havandı. Yangın kulesine ihtiyaç kalmadı…” Kadınların yüzlerine allık sürmesiyle alay ediyor. “Biz büyük bir felaket yaşadık, modanın sırası mı” diyen destanlar söyleniyor. Zorla kentleşme süreçlerinin yaşandığı yerlerde böyle çatışmalar ortaya çıkar. Aynı dönemde, İstanbul’da da gençler arasında caz müziğin ve batı danslarının yaygınlaşmasından rahatsız olan toplum kesimleri var. Fikret Adil Gardenbar Geceleri isimli kitabında cazın insanın içindeki “ilkel” duyguları ortaya çıkardığını ve modernleşmenin bize yanlış yerden geldiğini anlatır. Kentleşme sırasında Halep’te ve İstanbul’da yaşananları bazı bakımlardan karşılaştırabiliriz. Tabii ki Halep’teki Ermeniler teneke mahallesinde kötü şartlarda yaşıyor. İnsanlar üç-beş kuruş para kazanıyor. Kazandıklarının bir bölümünü makyaj malzemesine ve şık kıyafetlere veriyorlar. Muhafazakâr Ermenileri bu rahatsız ediyor.
Bazı destanlarda sınıflar arasındaki çelişki ve çatışma görülebiliyor…
Tehcirden önce doktor veya mühendis olan Ermeniler Halep’te daha kolay iş bulabiliyor. Ama tehcirle Halep’e gelen Ermenilerin ekseriyeti hizmet sektöründe çalışarak para kazanıyor. Destanları yazan Ermeniler genelde köy ve kasabalardan çıkan, sadece dua ve ilahi bilen, günlük dilleri Türkçe olan insanlar. Sığınmacı piramidinin en altındaki ve en geniş tabaka bu insanlardan oluşuyor. Ermeni destanlarını yazan âşıklar da bu tabakadan. Sınıfsal açıdan, bu insanların yeni kentleşmiş bir işçi sınıfı olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Antep destanını yazan Mennuş Hanım evlere temizliğe gidiyor. Okuma-yazmayı çok sonra öğrenmiş biri.
Destanları yazan Ermeni âşıkların hayat hikâyeleri hakkında bilgi toplayabildiniz mi?
Mennuş İmanyan hakkında sınırlı bilgimiz var. Kocası sürekli yakası bağrı açık gezdiğinden “iman tahtası ortada” derlermiş. Kocasından dolayı İmanyan soyadını almış. Mennuş İmanyan Antep sınırları içindeki bir köyde doğmuş. Şair kumaşı olan bir kadın. Hiç okula gitmemiş, çocukken hasta olmuş, hasta yatağında okumayı sökmüş, ama yazamıyor. Şiirlerini başkaları not edermiş. Destanları yazan aşugların çoğu hakkında bilgimiz yok. Belki bazı Ermenice kaynaklarda Hacı Apkar Ketenciyan ve diğerleri hakkında bilgi vardır. Ama ben maalesef Ermenice okuyamıyorum. Hepsinin halk şairi olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişiler bir edebiyat çevresine ait değil. Yalnızlar aslında. Bu insanların unutulmuş olması sosyolojik bir vaka.
Ermeniler için kamplardan sağ çıkmak çok zordur. Kampa gelip “satılık çocuk var mı?” diye soran Arap ve Türk aileler var. Kampta ölümün kesin olduğunu bilen zavallı bir Ermeni ne yapacak? Çocuklarını “biz öleceğiz, bari o kurtulsun” düşüncesiyle vermeye başlıyorlar.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye’ye sürülen Ermenilerin geri dönme girişimi oluyor mu?
1919 ilkbaharında bazı Ermeniler geri dönmeye çalışıyor. Tehcir edilen Ermenilerin geri dönüp malına mülküne sahip çıkmaya çalışması yerel ahali tarafından istenmiyor ve bir çatışma başlıyor. Bizim resmi tarihte Antep Harbi ve Maraş Harbi başlığı altında anlatılan işte bu çatışmadır. İngiliz ordusu bölgedeyken Maraş ve Antep ahalisinin pek sesi çıkmıyor. İngiliz ordusu çekilip Fransız ordusu bölgeye gelince direniş hareketi başlıyor. Çünkü Fransız işgal birliklerinde Ermeni lejyonundan askerler var. Yerel ahali rahatsız oluyor bundan, tabii bir de Suriye’den dönen Ermenilerin mallarını talep etmeleri var. Orası da zurnanın “zırt” dediği yer. Antep harbi çok kanlıdır. Geri dönenler ve 1915 tehciri sırasında bir şekilde Maraş ve Antep’te yaşamını sürdüren Ermeniler tekrar Suriye’ye göçmek zorunda kalıyor. 1921 sonunda çoğunluğu Ermeni 30 bin kişi Suriye topraklarına göç ediyor. Ağustos 1922 ile Temmuz 1924 arasında 39 bin kişi daha Suriye’ye göç ediyor. Göç edenlerin üçte ikisinin Ermeni olduğu tahmin ediliyor. Mennuş İmanyan ve Sarkis Serdaryan yazdıkları destanlarda Antep Harbi’ni anlatır. İmanyan “Tam bir yıl şehre toplar atıldı. Sanırsın hava, güneş tutuldu” der.
1946’da Aşık Nadir Nerhağt (Yurda Dönüş) destanı ve Stalin’e Niyazım isimli destanında “Emir çıktı Sovyet birliğinden, Gelsin Ermeni kardaşlar hariçten, Kurtulsunlar artık gurbetten” diyor. 1946’daki bu destanın ruhu diğerlerinden çok farklılaşıyor, öyle değil mi?
Evet ama, orada da büyük bir trajedi var. Stalin diasporadaki Ermenilere Ermenistan’a dönüşü telkin ediyor. Fransız Manda yönetimi altındaki Suriye’de Ermenileri rahatsız eden bir durum yok, ama Fransızların çekileceğinin ve Suriye’nin bağımsız olacağının da farkındalar. Bu yüzden “Ermenistan’a gidelim” diyorlar. Stalin’in teklifini kabul ediyorlar. Ermeniler iyi niyetlerle vapurlara binip Ermenistan’a gidiyor. Bir vatan edinmek için Ermenistan’a giden Ermeniler orada korkunç şeyler yaşıyor. Son derece soğuk kara ikliminde açıkta kalıyorlar. Milliyetçi Taşnak partisi üyesi olan 2 bin 744 Ermeni Orta Asya’ya sürülüyor. Rejimin yumuşamasından sonra bir kısım Ermeniler geldikleri yerlere geri dönüyor. Bir insan grubunu yerinden oynatmak felakettir. Ölüm ilk başa gelen şey. Hayatta kalanlar ölmekten beter oluyorlar.
Destanları yazan Ermeniler köy ve kasabalardan çıkan, sadece dua ve ilahi bilen, günlük dilleri Türkçe olan insanlar. Sığınmacı piramidinin en altındaki ve en geniş tabaka bu insanlardan oluşuyor. Antep destanını yazan Mennuş Hanım evlere temizliğe gidiyor. Okuma-yazmayı çok sonra öğrenmiş.
Yayınladığınız destanlar 1920–1946 dönemine ait. 1920’den 1946’ya gelirken destanların tonu ve temaları nasıl değişiyor?
İlk başta yazılan destanlar, yani 1920’lerin başında yayımlananlar daha çok sürgün, katliam temalarını dile getiriyor. Daha sonra ise Halep’e yerleşim ve Ermeni toplumunun kendi içindeki değişimler gündeme geliyor.
Destanlar çekilen çilelerin Birinci Dünya Savaşı’yla bitmediğini çok açıkça gösteriyor…
1912’de başlayıp 1922’de İzmir’de sona eren korkunç bir savaş dönemi var. 1912’de üsteğmen olan bir asker, eğer ölmediyse, İzmir’de binbaşı veya yarbay olarak savaşı tamamlar. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı anlatımına önem verildiği için on yıllık kanlı savaş döneminin son üç senesi daha ciddiye alınır. Oysa 1914-18 arasında Çanakkale’de Seddülbahir muharebelerinde her gün binlerce asker ölüyor! Kahramanlık menkıbelerini saymazsak, Birinci Dünya Savaşı’nın doğru dürüst bir tarihi yazılmadı, bu büyük savaşın yarattığı tahribatı hâlâ tam anlayabilmiş değiliz.
Savaş sırasında ordu içinde Ermeniler yer alıyor mu?
İstiklâl Savaşı sırasında ordunun içindeki Ermenilerin varlığı tartışılması gereken bir konu. İngiliz İmparatorluğu’nda en önemli askeri madalya savaşlarda kahramanlık gösteren askerlere verilen Victoria Cross’tur. Bu madalya İngiliz Milletler Topluluğu içindeki Kanadalılara, İrlandalılara, Hintlilere de verilir. Çanakkale’deki müttefiklere ait bazı mezar taşlarında “V” harfi görürsünüz. Bu, hayatını kaybeden askerin Victoria Cross madalyası aldığı anlamına gelir. Wikipedia’da bile Victoria Cross alan askerlerin listesini bulabilirsiniz. Bizim elimizde İstiklâl Madalyası alan askerlerin bir listesi yok. İstiklâl Madalyası’nın kimlere verildiğini bilmek isteriz, öyle değil mi? İstiklâl Madalyası sadece tüfekle savaşanlara değil, idari açıdan önemli işler yapanlara da verilir. İstanbul’da savaş esnasında Milli Müdafaa grubu içinde çalışan, tren makinistliği yapan gayrimüslimler var. Savaşta trenleri işletmek çok önemli bir iş. Yoksa cepheye askeri mühimmatı yollayamazsınız, açıkçası savaşamazsınız.
İstiklâl Madalyası alan Ermeniler hakkında hiçbir bilgi yok mu?
Ermeni tarihçi Aram Arkun’un dedesi Tokatlı Ermeni bir doktor. Birinci Dünya Savaşı başladığında askere alınıyor. Üniversite mezunu bir cerrahsanız, orduda yüzbaşı rütbesine atanırsınız. Dede, Doğu cephesine gidiyor. Merkezden “Ermenileri geri yollayın” diye bir emir geliyor. Komutanı olan Albay “ne münasebet bu doktor vatanperver biridir” diyerek emre itiraz ediyor, yollamıyor. Cerrah olarak Doğu cephesinde kalıyor ve dört sene savaşıyor. Savaş bitince Tokat’a dönüyor. Ama Tokat’ta bir tek Ermeni kalmamış! Ailesi de rüşvet vererek Samsun’dan İstanbul’a kaçmış. İstanbul’a gidip ailesini buluyor. 1919’da arkadaşları “Toparlan, vatan tehlike altında. Yunan işgali var. Ankara’ya gidiyoruz” diyor. Bu sefer de askeri doktor olarak İstiklal Savaşı’na katılıyor. Kendisine İstiklâl Madalyası ve beratı veriliyor. Savaştan sonra Tokat’a yerleşiyor. İsmini Şevket olarak değiştiriyor, ama herkes onun Ermeni olduğunu biliyor. İstiklâl Madalyalı Ermeni bir doktor olarak Tokat’ta yıllarca çalışıyor. Bunu bana bizzat Aram Arkun anlattı. Ama kaç Ermeni’ye İstiklâl Madalyası verildiğini bilmiyoruz.
Bazı destanlarda Ermeniler başlarına gelene “felaket” diyor? Tehciri ve soykırımı gören Ermeniler için “felaket” ne anlama geliyor?
Soykırım 1948’de icat edilmiş bir kavram. 1948’den önce insanlar başlarına gelenlere “felaket” diyor.
Ermeni Araştırmaları profesörü ve felsefeci Marc Nichanian da “felaket” kelimesini kullanıyor, değil mi?
Marc Nichanian “İşkenceden geçmiş bir insan işkenceyi anlatmaya kalkarsa dili tutulur. Bu nedenle yaşadıklarını anlatamaz. Soykırım da aynen böyledir” diyor. Soykırım anlatılamadığı için karşımızda ciddi bir sorun var. Nichanian yaşananları ancak edebiyatın anlatabileceğini söylüyor. “Tarihçi kısırdır. Hafızası ve hayalhanesi dardır. Romanla olur bu iş” diyor. Zygmunt Bauman da edebiyat ve sosyolojinin siyam ikizi olduğunu söyler. Bu kardeşlik çok önemli. Yıllardan beri Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Roman başlıklı bir ders veriyorum. Son yıllarda otobiyografi üzerine dersler vermeye başladım. Roman kahramanlarının söyledikleri sosyoloji metinlerinde karşımıza çıkmaz. Bu tamamlayıcılık çok değerli.
1919 ilkbaharında bazı Ermeniler geri dönmeye çalışıyor. Tehcir edilen Ermenilerin geri dönüp malına mülküne sahip çıkmaya çalışması yerel ahali tarafından istenmiyor ve bir çatışma başlıyor. Antep harbi çok kanlıdır.
Soykırım çalışmalarının belgeye odaklanmanın dışında, sözlü tarihi ve halk edebiyatını da kapsamasının nasıl bir önemi var?
Yektan Türkyılmaz soykırım araştırmalarında böyle çalışmalara “yüksek çözünürlüklü fotoğraf elde etmeye çalışmak” diyor. Yüksek çözünürlükten kasıt bireylerin duygu dünyasının açığa çıkmasına izin veren metinleri ortaya çıkarmak. Soykırım araştırmaları denen geniş disiplinde sosyal bilimciler ve tarihçiler şahitlikleri alır ve buradan bir anlatı ortaya çıkarır. Ama, duyguları işin içine katmadığımızda yüksek çözünürlüklü fotoğraf elde edemiyoruz. Devreye edebiyat girdiğinde fotoğrafın detayları biraz daha ortaya çıkıyor. 1915’le ilgili çalışmalarda daha yüksek çözünürlüklü fotoğraflara ihtiyaç var.
İncelediğiniz destanların böyle bir yeteneği var mı sizce?
Köylü ve kasabalı Ermeni âşıkların roman yazabilecek donanımları yok. Ama bin yıllık Ermeni âşık geleneğiyle başlarına geleni anlatıyorlar. TRT Kurdi’de bazı akşamlar dengbejleri izliyorum. Kürtçe bilmememe rağmen anlatılanların acılı bir hikâye olduğunu anlayabiliyorum. Belki de aşktan veya kahramanlıktan bahsediyorlar, bilemiyorum. Ermeni destanlarını da bu geleneğin bir komşusu olarak görmek gerek.
Tuhaf bir malzeme bu. Ermeni harfleriyle Türkçe… Bu destanları Türkiyeli olmayan bir Ermeniye gösterseniz, “bu başka bir dil” der, bir Türke gösterdiğinizde de “bunu okuyamıyorum ben” der. Ermeni, Türk veya Rum, âşıklar aynı mahallenin insanları. Başlarından geçeni benzer edebi formlarla dile getirirler. Bir Osmanlı bürokratı Antep tehciri hakkında rapor yazabilir. Vicdan sahibi biriyse rapora duygusal cümleler ekleyebilir, ama tehcire uğrayanların ne hissettiğini yazamaz. Bilemez çünkü. Tehcir edilenler destan söylemeye başladıklarında bütün hissiyatlarını ortaya koyuyorlar. 1915’le ilgili ayrıntılı anılar bibliyografyasına ihtiyacımız var. 1930’lu, ‘40’lı yıllarda Ermeni toplumunun hayatta kalabilen üyeleri dönemin dergilerinde başlarına geleni Ermenice olarak yazmış. Bunları bir bibliyografya altında toplamak önemli.
Marc Nichanian “İşkenceden geçmiş bir insan işkenceyi anlatmaya kalkarsa dili tutulur. Bu nedenle yaşadıklarını anlatamaz. Soykırım da aynen böyledir” diyor ve yaşananları ancak edebiyatın anlatabileceğini söylüyor. Zygmunt Bauman da edebiyat ve sosyolojinin siyam ikizi olduğunu söyler.
Çekilen onca acıya rağmen, kitabınızdaki destanların dikkat çeken vakur bir dili var…
Halk edebiyatının gücü işte böyle bir şey. Ermeni destanlarında “öldük, bittik” dozu çok az. “Bizim de başımıza bu geldi” diyen kaderci metinler. Başlarına gelen tam bir trajedi, ama olan biteni belli bir mesafeden değerlendiren metinler.
Kitapta da bahsi geçen, 1915’te Ermenilerin tehcir edildiği Deyr Zor, Halep, Idlib günümüzde de sürgünlerin yaşandığı yerler. Bu sürekliliği nasıl yorumluyorsunuz?
İbn-i Haldun’un meşhur sözüdür, “coğrafya kaderdir”. Bu nasıl bir kader ki, 100 sene sonra benzer şeyler tekrar yaşanıyor. Suriye iç savaşından dolayı yaşadıkları yerlerden sürülüp Türkiye’ye göç eden 4,5 milyon insan var. Onlar da bir zamanlar tehcir edilen Ermeniler gibi Türkiye’de asgari ücretin altına çalışıyor, Suriyeli kadınlar ikinci eş olarak alınıyor, Türkiye’deki modaları da muhtemelen takip ediyorlar. Eminim Suriyelilerin içindeki muhafazakârlar da Hacı Apkar Ketenciyan gibi bir moda destanı yazmak isterler. Destan dönemi geçti. Suriyeli göçmenlerin içinden romancılar, sinemacılar çıkacaktır. Bugün yaşananları onlardan öğreneceğiz.