Dag Solstad nihayet Türkçede. 1960’lardan bugüne yazdığı otuz kitabı yirmi dile çevrilen birçok ödül sahibi Norveçli edebiyatçı Dag Solstad’ın Türkçe yayınlanan ilk romanı Mahcubiyet ve Haysiyet’in sayfaları arasında bir gezintiye çıkıyoruz. Her durak edebiyat öğretmeni Elias Rukla’yı biraz daha yakın kılıyor…
1941 doğumlu Dag Solstad, Norveç’in en ünlü yazarlarından biri, İskandinav edebiyatının yüzaklarından. 1965’te yayınlanan öykü kitabı Spiraller’le ilk büyük çıkışını yapan Solstad, Norveç Eleştirmenler Ödülü’nü üç kez kazanan yegâne yazar. Çeviri eserlerin payının yüzde 4’lerde kaldığı İngiltere’de de üç kez Bağımsız Yabancı Roman Ödülü’ne aday gösterilmesi oldukça önemli.
Dag Solstad ülkesinde aykırı ses çıkaranlardan biri olarak görülmesine rağmen her zaman saygı görmüş ve kıymeti bilinmiş bir yazar. 2006’da Afganistan Savaşı’yla ilgili yazdığı romanı Armand V.’nin öneminden ilk olarak Dışişleri Bakanı bahsetmiş.
Ailesinin tarihiyle ilgili bir roman yazdığında bu kez kurmaca-gerçek ayrımının nasıl yapılması gerektiğiyle ilgili tartışmalara yol açmış, ki bu tartışmaları Solstad’ı sık sık öven Norveçli Karl Ove Knausgaard yazdığı Kavgam serisiyle sonraları tekrar alevlendirdi diyebiliriz. Onu öven ya da örnek aldığını söyleyen yazar pek çok: Peter Handke, aynı zamanda çevirmeni olan Haruki Murakami, onun romanlarıyla Norveççe öğrendiğini söyleyen Lydia Davis, ilk başta öne çıkanlar.
Yağmurlu bir ekim sabahı, yıllardır yaptığı gibi Ibsen’in Yaban Ördeği’ni anlatacak Norveç Dili ve Edebiyatı öğretmeni. Akşam içkiyi biraz fazla kaçırdığı için mutsuz, hatta aksi. Yaptığı işin çok sıkıcı olduğunun, Norveç klasiklerinin bu çocuklara hiçbir şey katmadığının farkında, ama işi bu.
Paris Review’a verdiği bir röportajda yazar olma sebebini tek bir şeye bağlıyor: Knut Hamsun’u okumak. Hamsun’un yazdığı her şeyi bir anda okuyan Solstad tek bir amaca yöneliyor: Yazdıklarının okuyanlarda Hamsun’un ona yaptığı etkiyi bırakması.
Mahcubiyet ve Haysiyet’le ilk kez Türkçeye çevrilen yazarı okumak için geç bile kaldık denebilir. Bu romandan başka ses getirmiş ve çevrilmesini umduğumuz başka eserleri de var elbette. 1999’da yayımlanan T. Singer adlı romanı şehirden kasabaya göç eden bir kütüphanecinin içsel sorgulamalarını konu ediniyor. Yer yer Mahcubiyet ve Haysiyet’le benzerlik taşıdığını düşündüğüm bu romanı Jaguar Yayınları 2019 planına almış, çok sevindim.
Bunun dışında Savaş. 1940, adıyla bile merakı cezbeden 11. Roman 18. Kitap, doğum tarihi olan 16 Temmuz 1941 merak ettiğim romanları arasında diyebilirim. Yabancı yazarlara ödenen teliflerin bile sorun yarattığı bugünlerde bu farklı yazarı daha iyi tanımayı ummaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok.
İncecik bir kitap Mahcubiyet ve Haysiyet. Dag Solstad’la tanıştığımız roman. 1994’te yayınlanan ve o günleri anlatan roman aslında günümüze de gayet uygun. İnsanın yaşadığı çağa yabancılaşması, yalnızlaşması edebiyatın temel konularından biri ne de olsa.
Elias düşündükçe, biz onun düşüncelerini öğrendikçe kitabın en başındaki duygusuz, itici, empati kuramayan ya da kurmak istemeyen Elias’ı anlamaya başlıyoruz.
Kısacık bir roman olduğu için anlatıcı hiç vakit kaybetmeden konuya giriyor: “İşin aslını söylemek gerekirse, biraz içkiye düşkün, ellisini geçmiş bir lise öğretmeniydi, her sabah birlikte kahvaltı ettiği hafif toplu bir karısı vardı.”
Bu ilk cümledeki her sıfat, her özellik tek tek önümüze açılacak. Evet, yağmurlu bir ekim sabahı okula gidip yıllardır yaptığı gibi Henrik Ibsen’in Yaban Ördeği adlı oyununu anlatacak Norveç Dili ve Edebiyatı öğretmeni. Akşam içkiyi biraz fazla kaçırdığı için mutsuz, hatta aksi. Yaptığı işin çok sıkıcı olduğunun, Norveç klasiklerinin bu çocuklara hiçbir şey katmadığının farkında, ama işi bu. Sık sık tekrarladığı gibi, bunun için devlet tarafından görevlendirilmiş, yapacak bir şey yok.
Dersle ilgilenmeyen öğrencilerini uyarmaya bile korkuyor, çünkü devir “on sene önceki” gibi değil. “Bu nedenle de kendi gözünde mükemmel olan ders verme yöntemiyle öğrencileri biraz kızdırabilirdi, ama ‘Dayanamıyoruz artık’ diyerek ayaklanmalarına yol açacak provokasyonlara asla girişmezdi. Öğrencilerin ayağa kalkarak sıralara vurmalarından ve kendilerine saygı gösterilmesini talep etmelerinden korkuyordu, o takdirde çaresiz kalacaktı. Son tahlilde ve mevcut şartlar dikkate alındığında, hiç kuşkusuz haklı olanlar öğrencilerdi, haksız olansa kendisiydi.”
Bezgin öğretmenin şemsiyesi
Norveçli meslektaşımın iki ders saati boyunca Yaban Ördeği’ndeki Dr. Relling’in rolünü anlatma çabasını, anlatamamasını, karşısındaki öğrencilerin sıkıntısını, öğrenciler sıkıldıkça öğretmenin bunu fark edip daha rahatsız oluşunu, çalan teneffüs zilinden sonra daha cümlesini tamamlamadan kulağına walkmen’ini takıp giden öğrencilerin ardından duyduğu kırgınlığı neredeyse kendim ders yapıyormuşçasına hissettim.
Ama bu arada, öğretmenin bu umursamazlığı, müfredat bizdeki aynı sıkıcılıkta olsa da –buna da şaşırdığımı belirtmeliyim– bir biçimde öğrencileri katarak ders işleme yolu aramaması, “dersimi yapar çeker giderim” kafası, burnu büyüklüğü de sinir bozucuydu. Dag Solstad’ın kahramanını olabildiğince itici bir biçimde okurlara sunduğuna şüphe yok.
Ders bitip de oh dediğimizde ise romanı değiştirecek doruk noktası yaşanıyor. Akşamdan kalma, huzursuz, sinirli ve bezgin öğretmen açılmayan şemsiyesine sinirlenip öğrencilerin gözü önünde onu paramparça etmekle kalmıyor, kendisine şaşkınlıkla bakan bir kız öğrenciye sinkaflı küfür edip çekip gidiyor.
İşte hiç beklemediğimiz bu patlamadan sonra ne yapacağını şaşırmış bir öğretmen var karşımızda. Artık adını, kim olduğunu öğrendiğimiz, ama nereye gideceğini bile bilmeyen… “Kendini toplumsal yaşamına veda etmek anlamına gelen bu utanç verici duruma sokmuş bulunan Elias Rukla, eşi için endişelenmekteydi, başına gelen bu çöküntünün başka bir şekilde sonuçlanacağını hayal edemezdi, etse bile bu bir şeyi değiştirmezdi, çünkü önerilen çözümlere kesinlikle hayır diyeceği belliydi. Eşinin ismi Eva Linde’ydi.”
Dag Solstad tanıştığımızda hiç sevmediğimiz Elias Rukla hakkındaki düşüncelerimizi yavaş yavaş değiştiriyor. Bunu öyle ustalıkla yapıyor ki, nasıl olduğunu anlamadan son satırlarda artık üzüldüğümüz bir karakterle karşı karşıya kalıyoruz.
Elias Rukla’nın meseleleri
Elias’ın patlaması sonrası yaşamını yavaş yavaş öğreniyoruz. 1960’lı yılların sonuna denk gelen öğrenciliğini, en yakın arkadaşı felsefe öğrencisi Johan Corneliussen’i, gençliğini, heyecanı, ateşli tartışmalarını…
Elias geçmişi düşündükçe onu rahatsız eden şeyler de bir bir çıkıyor ortaya. Önceleri Johan’ın karısı olan Eva’yla birlikteliği, beraberce geçirilen yirmi yıla rağmen Eva’nın kendisiyle niçin evlendiğini bir türlü anlayamaması, ondan bir kere bile duymadığı “seni seviyorum” cümlesi içten içe ruhunu kemirip durmuş. Bunlar Elias’ın kişisel meseleleri, bir de ‘68 kuşağı olup da değişen, dönüşen dünyaya ayak uyduramamak gibi bir meselesi var ki, aslında en can yakıcı olan da bu. Ev ve araba taksitlerinden başka bir şeyle ilgilenmeyen öğretmenler, edebiyata, sanata gittikçe az yer ayıran gazeteler, pop ikonlarından başka bir şeyle ilgilenmemeye başlayan toplum, ekonomik eşitsizlikler, yapılan haksızlıklar, Norveç’in görünmeyen yüzü…
Böylelikle Elias düşündükçe, biz onun düşüncelerini öğrendikçe kitabın en başındaki duygusuz, itici, empati kuramayan ya da kurmak istemeyen Elias’ı anlamaya başlıyoruz. Üvey kızı Camilla’ya verdiği “Öğretmen olma!” öğüdü bile –ki bugünlerde ben de soran herkese içim kan ağlayarak bu öğüdü veriyorum– onu yaralamış: “… ‘Lise öğretmeni olma, kendini okula hapsetme’ demişti ona. ‘İlle de olmak istiyorsan, başka bir iş yapmaya üşendiğin için öğretmen ol. Sana bunu çok ciddi söylüyorum’ demişti üvey kızı yüksek öğrenime başlamak üzere evden ayrılırken. Elias kendini yenik hissediyordu.”
Özellikle son cümle bir taş gibi oturuyor yüreğimize. Dag Solstad tanıştığımızda hiç sevmediğimiz Elias Rukla hakkındaki düşüncelerimizi yavaş yavaş değiştiriyor. Bunu öyle ustalıkla yapıyor ki, nasıl olduğunu anlamadan son satırlarda artık üzüldüğümüz, anladığımız ve “Sen bir de 2000’li yılları gör Elias!” dediğimiz bir karakterle karşı karşıya kalıyoruz.
Mahcubiyet ve Haysiyet, tek parçadan oluşan, kısa ama okura çok da kolay bir okuma sunmayan, bol tekrarlı, mesafeli bir dille yazılmış bir roman. Çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen de bu dili bize oldukça başarılı bir biçimde hissettiriyor. Umarım yayınevleri Solstad’ın başka eserleriyle de yakın zamanda buluşturur bizi.