FAZIL SAY’LA ROLL OVER MOZART

Söyleşi: Yücel Göktürk
10 Ocak 2019
SATIRBAŞLARI

“Geçen sayıda zikretmiştik, Mozart Yılı dolayısıyla Fazıl Say’ın kapısını çalmış, kapı zilinden cep telefonuna, reklam cıngılından film müziğine her yerde karşımıza çıkan, herkesin bildiği, kimsenin akıl erdiremediği Hüdaverdi’yi bizzat yorumcusundan dinleyelim demiştik. Cebimizde on şarkı vardı, ama frekanslar tutmadı, ‘blind test’ namlı körebemiz akamete uğradı. Mozart Yılı kapsamında Patara adlı eserini çaldığı Viyana konserinden sonra, Say’la tekrar buluştuk, münakaşaya kurban giden temalarda gezindik, ilk oturumdaki akışa sadık kalarak ‘Roll over Mozart’ yaptık.”
Roll’un Mart 2006 sayısında, Fazıl Say’la yaptığımız söyleşiyi böyle sunmuştuk. Bugünlerde, bu defa siyasal sebeplerle, Mozart yeniden Türkiye gündeminin başköşesinde. Cumhurbaşkanı Mozart dinlemeye gitmeli mi, gitmemeli mi? Fazıl Say’ın daveti ne anlama geliyor? Soru çok, yorum gani. Peki, kim bu Mozart? Fazıl Say gibi dünyaca ünlü bir Mozart yorumcusu ona nasıl bakıyor? Klasik müzikçi olmayan sanatçılar ve popüler kültür Mozart fenomeniyle nasıl bir ilişki kuruyor, kurabilir? Aradan bir düzine sene geçti, ama o gün konuşulanlar büyük ölçüde tazeliğini koruyor. 2006’ya, “Mozart Yılı” dolayısıyla Fazıl Say ile yaptığımız söyleşiye zaplıyoruz.

 

 

LIVERPOOL – REAL MADRID: MOZART DUYGUSU

(John Peel’in “FabricLive.07” albümünden orijinal Intro’yu ve Soledad Brothers’ın Break’em On Down’ını dinletiyoruz.)

Fazıl Say: Ben futbolu çok severim. Şampiyonlar Ligi maçı anlatıyordu spiker anladığım kadarıyla…

Liverpool – Real Madrid maçı.

Bitime sekiz dakika kala Liverpool gol attı ve şampiyon oldu. Altında niye müzik var, anlamadım.

Bu BBC’nin ünlü DJ’i John Peel’ın yaptığı bir derleme albümün intro’su. Oscar Wilde “futbol işçi sınıfının balesidir” demiş [1] ama, tribünlerle birlikte düşünüldüğünde opera daha yerinde bir benzetme olur herhalde.

Tabii. Operanın konuları olan güç gösterisi, dram, ihanet falan, hepsi var futbolda. Bale de zaten operanın içinde bir kavram, opera baleyi de içeren bir durum.

Michael Nyman diye bir klasikçi var, Queens Park Rangers takımı için bir marş besteledi. Bir klasikçinin bir futbol takımına beste yapması nasıl geliyor size?

Hiç fena fikir değil. Neden olmasın?

Hangi takımı tutuyorsunuz?

Fenerbahçe.

Fenerbahçe’ye marş bestelemek ister miydiniz?

İsterim tabii. Ama basit herkesin aklında kalan bir melodi olması lâzım. Çok az hareketli bir parça olması lâzım. Şarkı gibi. Öyle bir projem var zaten, Fenerbahçe’yle ilgili bir şov hazırlama fikri… Ama tribünü içine katacak mıyız, emin değilim. Tribün şarkısı yazmak çok da kolay bir iş değil. Sen güzel oldu dersin, tribün ayak uydurmaz, uyduramaz. Ayrıca akustik problem var. Boş bir statta tribüne git, elini çırp, karşı taraf 15 saniye o sesi tutar. Konser salonunda bu üç saniyedir, kilisede beş saniyedir. Kötü salonlarda bir buçuk iki saniyedir, üçse iyi salondur, üç buçuksa sesin biraz karışma ihtimali başlar. Aya İrini dört-beş saniye, ama bir stadyum 15 saniye. Yani akustiği düşünerek beste yapmak lâzım… Başlayalım mı söyleşiye?

Başladık zaten.

Mozart konuşmayacak mıydık?

John Peel’ın albümünün intro’sunu dinletmemizin sebebi, bunun bize verdiği duyguyla Mozart’ın verdiği duygunun benzeşmesi. Bir futbolsever ve bir Mozart yorumcusu olarak sizde nasıl bir duygu uyandıracağını merak etmiştik…

Bence yanlış yerden girdin, Real Madrid maçının spikeriyle Mozart arasındaki bağlantı, olabilecek en uzak bağlantı. Oradan gelmek istiyorsan yolun uzun. Ama senin kararın, senin ruh halin…

Yol uzun da olsa, en kitlesel olan ve o kitleselliğin içinde en müzikal olan bir yerden başlıyoruz. Kırk bin kişi birlikte şarkı söylüyor, bu Mozart’ı çok heyecanlandırırdı herhalde.

Kırk bin kişi birlikte şarkı söylüyor, ama şarkı altı milyon yıldır var. Neandertal insanların en eskileri bile ağaca tokmak vurup ritm tutarak bağırıyor. Klasik müzikse dört yüzyıldır var ve apayrı bir şey.

Belki Mozart da Rapid Wien için beste yapmak isterdi…

Viyana Mozart’ı biliyor, Viyana’da Rapid Wien maçına giden insan Mozart’la içiçe. Zor olan yer Madrid. Real Madrid taraftarıyla Mozart’ın ilişkisi ne? Fenerbahçe taraftarıyla Mozart’ın ilişkisi ne? Real Madrid taraftarına illâ Mozart’ı sevdireceğim diye bir şey de yok.

Yok tabii.

Siz Mozart dinliyor musunuz?

Ara sıra, denk geldiğinde.

 

“MOZART IN EGYPT”: HANGİ MOZART?

Nesini dinliyorsunuz?

“Best of Mozart” türünden şeyler. Ya da uyarlamalar, “Mozart In Egypt” mesela.

Biliyorum onu, beğendiğim bir albümdür. Bir “cross over” denemesi, başarılı denemelerden biri. Birincisini çok beğendim, ikincisi de iyi, ama tam olarak dinleyemedim daha. Mozart aslında bir teori, biz de teorisyeniz, Mozart yorumcularıyız. Biz “Mozart In Egypt”la uğraşmıyoruz, Mozart’ın kendisiyle uğraşıyoruz.

Kitabınızda (Uçak Notları) pop kültürü üzerine yaptığınız saptamalardan söz edelim mi biraz?

Etmeyelim. Mozart dinlemeyi konuşmuyor muyduk?

Evet, ama Mozart bir yandan da pop değil mi?

Popüler, ama pop değil.

Bu çok önemli bir ayrım. Kapı zilinizin Mozart çalması pop olduğunu düşündürüyor, ama popüler demek daha doğru gibi. Belki de tam tersi söylenebilir: Pop, ama popüler değil.

Peki, başlayalım artık söyleşiye.

Başladık zaten.

Biraz uzaktan başladınız siz. Benim dünyamdan yola çıkarsanız, beni daha çok konuşturursunuz. Bir de benim popla ilgili düşüncelerim sabit fikir şeyler. Biz klasikçiler etik olarak öyleyizdir, bulunduğumuz yere emek vererek geliyoruz çünkü. Pop camiasının yüzde 98’i, bir anda bir medya desteğiyle parlayan insanlar. Türkiye’den bahsetmiyorum sadece, dünyada da öyle. Biz klasikçiler içinse çalışma, yetenek ve bunları birleştirmek önemli. 1950’lerden itibaren para ile kültürün ayrılığı dolayısıyla, ortaya çıkan pop ve müzisyen olmayanların popçu olması, klasikçilerin etiğine ters. Spice Girls mesela, bir medya roketi yapıyorsun, 35 milyon satıyor. “Medya mı, müzik mi?” tartışması ortaya çıkıyor. Paradan ayrılmış olan yanı kayboluyor. Dünya satış rakamlarına bakarsan, klasik müziğin oranı yüzde 4, popun yüzde 93 falan. Arada caz, etnik müzikler, her biri yüzde birer, ikişer porsiyondan. Yirmi yıl önce yüzde 20’lik bir porsiyon bu. Bence bu rakamlar çok dramatik. 1970’lerde, genel müzik piyasasının yüzde 20’sine sahip olan bir şey yüzde 4’e düşüyor. Yani yüz insandan dördü Mozart satın alıyor. Mozart’a asansörde, TV’de rastlıyor, o başka mesele. Mozart’la olan bir diyalog değil o.

Evet, o rakamlar maalesef çok dramatik, ama Mozart’ın “popülaritesi” sokaktaki insana klasik müziğin kapısını aralıyor, onunla ilişki kurmasını sağlıyor. 2006 Mozart yılı, demin sözünü ettiğiniz tabloda bir kıpırdanma yaratabilir belki.

Kafayı kırmazlarsa olabilir. Viyana’da 13 Ocak’ta havaalanına indim, taksiye bindim, şoför radyoyu açtı, Mozart üzerine bir tartışma var. “Öf ya” dedi adam, sıkıldı yani. Daha ayın 13’ü, daha 352 gün var. 13 günde milleti baymışlar Mozart’la. (gülüyor) Viyana belediyesi 30 milyon euro’luk bir bütçe ayırdı Mozart yılı etkinliklerine. Baymazlarsa, dediğiniz kıpırdanmayı başarabilirler.

Kitabınızda “popun iyisi var, kötüsü var, klasiğin de öyle” diyorsunuz…

Ama Mozart çok ayrı bir konu. İyinin, kötünün çok ötesinde bir şeyden konuşmak lâzım. Çok başka bir kategori. Apayrı bir insandan ve apayrı bir işlevi olan bir müzik fabrikasından bahsediyoruz. Mozart’a “tanrısal” denmesinin çok büyük sebepleri var, çok da doğru sebepleri. Mozart’ı pop dünyasından ayrı tutmak daha doğru olur. Çünkü işlev olarak çok farklı. Neyse, siz devam edin.

Bir şarkı dinleyelim, öyle devam edelim.

(Leonard Cohen’in “Waiting For The Miracle”ını çalıyoruz)

 

COHEN, STING, BJÖRK

Sever misiniz Cohen’i?

Az biliyorum, ama bildiklerim iyidir. Şu anda isimleri gelmiyor aklıma. Bunu bilmiyorum ama.

Mozart’lı bir şarkısı bu, “Waiting For The Miracle”. İki dizesi şöyle: “Maestro Mozart diyor ama / Sakız gibi geliyor bana.”

Fuck him! (gülüyor) Ona öyle geliyorsa gelsin. Herkes istediğini söyler. Ben de elektro gitar hakkında hoş şeyler düşünmüyorum. Elektro gitar kulağımdan girip kalbimi vurmuyor. Sağcı parti var, solcu parti var. Adem’le Havva’ya inanan var, Darwin’e inanan var. İnsanlar bu yüzden birbirlerini öldüremez, aslında birbirleriyle tartışamaz da. Adem ve Havva mı, Darwin mi gibi bir konu. Havva’yı savunuyor olsan zor tartışırız. Bu yüzden birbirimize saldırmamızın da anlamı yok, sevmemizin de.

Kitabınızda “Björk’ün araştırmacı yönünü ve Sting’in ‘içli şarkılarını’ severim” diyorsunuz…

Evet, çok severim. Ben elektronik sound’dan hoşlanmam. Björk ve Sting çok akustiktir, benim kulağıma çok yakındır. Björk’te, Sting’de elektro bir şey varsa da, kolaj olarak vardır, o enteresan. Japon besteci Takamitsu’da falan da “tann” diye bir anda elektro gitar gelir, ama o bir şeyi anlatmak içindir, bir kolajdır. Çağdaş bir ressamın, bir derginin kapağını resmin içine yerleştirmesi gibidir. Elektro gitar sorunlu bir alet, bence duyarlı bir alet değil, sorun orada. “Bence” ama –bütün bunlar çok soyut, kişisel kararlar. Kişisel diyorum ama, klasik müzikle ilgilenenlerin çoğunda benzer bir iç efekt yaratıyor. Elektro piyanoyla akustik piyano arasındaki fark da öyle bir şey yaratıyor. Sintisayzırın duyarsızlığı tahammül edilir gibi değil. Piyano çalmak için, şarkı söylemek için olaya ruh katmak lâzım. Ruh katmak için de bilumum teknik şeylerin üstünde olmak lâzım. Bir düğmeye basarak renk katıyorsak, o renk elektroniğin ulaştırdığı renkse bir yaratıdan bahsetmiyoruz. Ruhun vücudu yenmesinden bahsetmiyoruz. Bu tam bir klasik müzikçi cevabı gibi oldu. Bir ruhsal yaklaşım ve etik denge bulma arayışları…

Tatlı dilli Mozart’ı anlamak için en iyi eser “Sihirli Flüt”. Bir çocuk masalıdır, o flüt de perinin değneği gibidir. Biz müzisyenler için Mozart’ı anlama eseridir. Mozart’’ı anlamak için teatral düşünmek lâzım. Temelde bir sahne sanatları adamıdır.

Sting ve Björk’e dönersek…

Sting klasik müzikçi gibi, Schumann, Chopin gibi bir adam. Björk de, bana sorarsan biraz Ravel, Debussy gibi. Sting bir orkestrasyoncu; sözleri, müziği ve orkestrasyonu yazıyor. Björk’se bir aranjörler ekibiyle birlikte yapıyor şarkılarını. Herhalde dünyada olabilecek en iyi ekiple çalışıyor, bazı albümleri çok, çok başarılı. Ama bir yarım yamalaklık var. Sezen Aksu’yu çok değerli bulmamamın sebebi de bu: Bir işi tek başına yapmak mıdır, bir ekiple yapmak mı? Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Ahmed Arif beraber şiir yazıyor; böyle bir şey mümkün mü? Bu etik mi? (gülüyor) Björk’ün materyalini, zaten iyi olan materyalini bir orkestrasyoncu alıyor, yüzde 70’i hazırsa, yüzde 30’unu koyuyor. Sting’deyse yüzde 100’ü onun.

Yerli pop veya rock’tan sevdikleriniz var mı?

Şebnem Ferah iyi, hoşuma gidiyor. Mor ve Ötesi’ni dinleyebiliyorum. O popüler olan şarkıları güzel. Ama ben rock alıcısı değilim.

Hiphop’çulardan beğendikleriniz var mı?

Eminem’i beğeniyorum. Onu ünlü yapan o şarkı güzel. Ceza da iyi.

Orhan Gencebay?

O müziği hiç dinleyemiyorum. Arabesk sorunum var, sevmem. Filmini de sevmem.

Bir şarkı daha dinleyelim.

Dinlemesek olmaz mı?

(Jethro Tull’ın “Locomotive Breath”ini çalıyoruz.)

 

“SİHİRLİ FLÜT”

Kim bu?

Jethro Tull. Grubun kurucusu lan Anderson rock camiasının en ünlü flütçüsü.

Bilmiyorum. Kusura bakma, hiç duymadım onları.

Ocak ayında Viyana’da düzenlenen Spirits of Mozart (Mozart’ın ruhları) konserinde sahne alanlardan biri de lan Anderson’dı. O konserde bir Bach yorumu çaldı, ama Anderson denince akla flüt geliyor, flüt denince de “Sihirli Flüt”. Mozart’a oradan başlayalım isterseniz…

Mozart’ın yirmi tane operası var, “Sihirli Flüt” bir Alman halk parçasıdır aslında. Ve halk müziğinin klasik müziğe ilk kez uyarlanmasıdır. “Cross over” denilen şey; Adnan Saygun’un, Ulvi Cemal Erkin’in horonları, halayları orkestraya, piyanoya uyarladıkları eserler gibi bir durum yani. Direkt halktan alınma bir eserdir “Sihirli Flüt”. Avusturya halkı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun halkı söz konusu, Alman halkı değil. Mozart’ın enteresan taraflarından biri de, Avusturyalıdan çok İtalyan gibi olması. Haleti ruhiye olarak İtalyan. Operalarının çoğu İtalyanca; Avusturyalı olmasına rağmen Alman dilinde iki-üç operası var.

Nietzsche, Mozart’ın neşesiyle hâlâ içimizdeki çocuğu kıpırdatabildiğini, bir şeyleri filizlendirebildiğini söylüyor. Bugün de bu geçerli. Dünyanın Mozart’ın 250. doğum gününü kutlamasının sebebi de bu.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dendiğinde çok geniş bir coğrafya söz konusu. Osmanlı’nın Avrupa’daki karşılığı gibi adeta, çok çeşitli etnik unsurları barındıran bir yapı. Mozart’ın kulağı da bu etnik seslere açık galiba…

Mozart’ta Macar, Hırvat, Sloven etkisi yok, alaturka var sadece. O da dönemsel bir şey. Mozart’ın doğum yeri Salzburg, Münih’e 120 kilometre. Tam bir Alman şehri. Aslında Viyana da öyle. Macaristan efekti Beethoven’da başlar. Bethoven’da da başlık olarak değildir, genellikle B temalarıdır. Sonatlarının son bölümünde B teması olarak belirir. Bir anda kemanlar çalınan, dans edilen bir Macar restoranına girilmiş gibi olur. Mozart’ta Macar etkisi yok, ama alaturka çok var. Mozart, Osmanlı’nın Viyana kuşatmasına çok daha yakın birisi, 60 yıl falan sonra doğuyor. Beethoven’in Viyana’da yaşamaya başlaması ise Viyana kuşatmasının 100 yıl sonrası. Arada iki jenerasyon var. Beethoven döneminde alaturkanın modası bitiyor zaten. 1800’lerin başında alaturka diye bir şey yok. Mozart’ta çok var: “Saraydan Kız Kaçırma”, keman konçertosunda ziller, “Türk Marşı”nın kendisi… Folktan etkilendiği gibi, mehteranın ritmlerinden etkileniyor.

“Sihirli Flüt”ün Mozart külliyatı içindeki yeri, önemi ne?

Tatlı dilli Mozart’ı anlamak için en iyi eser “Sihirli Flüt”. Bir çocuk masalıdır, o flüt de perinin değneği gibidir. Biz müzisyenler için Mozart’ı anlama eseridir. Mozart’’ı anlamak için teatral düşünmek, şarkı düşünmek lâzım. Temelde bir opera bestecisi, bir sahne sanatları adamıdır.

O konuya girmeden önce bir parça dinleyelim.

Şu elektro gitar zımbırtısını n’olur bir daha koymayalım. Elektro gitardan nefret ediyorum, bana kaba geliyor, duyarsız geliyor. Sesler arasındaki homojenite, kalbi es geçen bir homojenite. Kulak, beyin, ruh bağlantıma hitap etmiyor.

Merak etmeyin, elektro gitar yok bunda.

(Milos Forman’ın “Amadeus”unun başlangıç bölümündeki Salieri-papaz diyalogunu dinletiyoruz.)

 

AMADEUS: ONU HERKES BİLİR

Oyundan mı bu?

Filmden. Başlangıçtaki sahne.

Filmden mi konuşalım?

Hem filmden, hem Mozart’tan. Salieri genç papaza kendi eserlerinden ikisini çalıyor, papaz ikisini de bilmiyor. Ardından Mozart çalıyor, papaz “bunu biliyorum” diyor ve melodiyi mırıldanmaya başlıyor. Bu çok genel bir durum değil mi? Klasik müzikle hiç ilgisi olmayanlar da Mozart’ı biliyor.

Biliyor mu gerçekten? Avrupa’da dediğiniz gibi büyük ölçüde, ama Türkiye’de bilen kalmadı galiba. Bizim jenerasyon çocukluğundan hatırlar, radyoda çalınırdı çünkü. Bu jenerasyona asansör müziği, otel lobisi, televizyon reklamı olarak yansıyor, onun ötesine geçmiyor, bir fon müziği olarak kalıyor. Avrupa’da da Mozart’ın meşhur temaları reklam müziği, dizi ve film müziği olarak kullanılıyor. Örneğin, piyano konçertosunun meşhur ikinci bölümü, 21. Konçerto’nun ikinci bölümünden bahsediyorum, hâlâ otellerde, garlarda, havaalanlarında çalınan meşhur bir melodidir. Ama Avrupa’da ondan ibaret değil Mozart, kültürün bir parçası. Türkiye’deyse, orada burada çalındığında ne kadar tanınıyor, hissediliyor? Klasik müzik olarak mı algılanıyor sadece? Klasik müzik derken içine 1500 besteciyle, 15 bin tane enstrümantalisti, solisti koyuyorsun, o artık pazarlanan bir sepet mi, yoksa onun içindeki Mozart, Beethoven, Bach, Chopin diye ayırmaca da var mı hâlâ? Bu bir sorun.

Avrupa’da da Mozart’ın meşhur temaları reklam müziği, dizi ve film müziği olarak kullanılıyor. Örneğin, 21. Konçerto’nun ikinci bölümü hâlâ otellerde, garlarda, havaalanlarında çalınan meşhur bir melodidir.

Fakat diğer bestecilerden farklı olarak Mozart’ın melodileri çok geniş kitlelerce biliniyor, insanlar hemen ayırt edebiliyor…

Popülerliğinin çok geniş olduğu doğru. Hayatında her büyük besteciden toplam beş saat klasik müzik dinlemiş olan birisi Mozart’ı ebediyen diğerlerinden ayırır. Ama, Mozart’ın çok başka özellikleri, onu diğerlerinden farklı kılan özellikleri var.

Neler onlar?

Birincisi, bir müzik fabrikası olması. Diğerleri öyle değil, yakınına bile yaklaşamıyor. Mozart 35 yıl yaşıyor. Beş yaşında ilk bestesini yapıyor, on yaşına kadar 15-20 bestesi var. 35 yaşında öldüğünde 650 bestesi var. 20 kocaman opera, 40 küsur senfoni. Senfonilerin her biri yarımşar saat. 40 küsur konçertonun her biri yarımşar saat. 100 küsur sonat, her biri yarımşar saat. Akıl almaz bir şey. Denilir ki, bir kopist haftanın beş günü, günde 6-7 saat Mozart’ın notalarını kopya etse, ancak 20 yılda tamamlayabilir Mozart külliyatını. Mozart’ın 10 yaşından 35 yaşına kadar, 650 eserinin 630’unu verdiği düşünülürse, 25 yılda –10 yaşından 20 yaşına kadar hâlâ çocuktu aslında– akıllara durgunluk veren bir sürat söz konusu… Beethoven öyle değil. İnsan gibi. Sonatını yollar yayınevine, iki gün sonra beş notalık bir ek gönderir. Kendisiyle de, besteleriyle de sürekli uğraşan bir adam. 57 yaşında 118 eseri var, ama Beethoven koskoca Beethoven. Mozart’sa akıp duran bir nehir gibi. Bin sayfalık bir fizik kitabından bahsediyoruz Mozart dediğimizde. Anlatmak zor. Darwin öyle değil ama. Darwin’i yarım dakikada açıklayabilirsiniz, sosyal bir şey çünkü. Konuşmamız gereken “Mozart In Egypt” ya da “Amadeus” filmi değil. Çünkü Mozart çalarken kafamızda “Amadeus” filminin beş katı şeyler dönüyor. Onlar ilginç asıl.

Neler dönüyor kafanızda Mozart çalarken?

Hiç değişmeyen bir gerçeği var Mozart çalmanın, en zor ve en önemli yanıdır: Mozart çalan insanın zen yapıp şarkı söylemesi lâzım. Piyano çalıyorsan, piyano çalmayı unut. Unut ve Mozart’ın melodilerini şarkı olarak söyle. O kadar hayvanlaşmak ve o kadar inanmak lâzım ki, içerideki hayvanın söylediği o şarkı her yeri kaplasın. Elleri, kollan piyanoyu da kaplasın ve tuşlara basmak yerine hakikaten şarkı doğmaya başlasın etrafta. Mozart bir güneş, anlatabiliyor muyum? Artı, o şarkıyı bir kültür haline getirmek gibi bir durum da söz konusu. Mozart aslen bir opera bestecisi, enstrümantalistten ziyade. İnsanları konuşturuyor, diyaloglar üst üste biniyor. Bir Mozart sonatı çalmak, bir opera yapıyormuş gibi olmalı. Bu çok güzel, ama çok zor, çok fantastik çünkü. Bunu yapabiliyorsan, iyi bir Mozart yorumcususun demektir. Zaten bir insan Mozart’ı ya iyi çalabilir ya hiç çalamaz.

 

REVOLUTION NO. 9: DOSTOYEVSKİ Mİ, KAFKA MI?

Beatles’la aranız nasıl?

Severim.

“Revolution No. 9”ı dinletmek istiyorduk…

N’olur dinlemeyelim.

Sevdiğiniz Beatles şarkıları hangileri?

“Yellow Submarine”i severim, “Yesterday”i çok severim… “Obladi-Oblada” da güzel. “Revolution No. 9”ı hatırlamadım.

Rock’çular arasında, “Beatles mı, Rolling Stones mu” diye kadim bir soru var…

Bence “Elvis mi, Beatles mı” diye sormalı.

Elvis mi, Beatles mı?

İkisini de seviyorum. Beatles’ı daha içsel buluyorum, iç dünya zenginliği olarak… Elvis’i de enerji yoğunluğu olarak görüyorum. Klasikçiler arasında da “Bach mı, Beethoven mı” sorusu vardır. Bach daha ruhanîdir. Ama iç zenginliği korkunç, içeride saraylar var. Beethoven enerjidir. Bunlardan birini daha çok seviyorum diye bir şey yok. Bu, “Dostoyevski mi, Kafka mı?” gibi bir soru.

Hayatında her büyük besteciden toplam beş saat klasik müzik dinlemiş olan birisi Mozart’ı ebediyen diğerlerinden ayırır.

Yine de cevaba göre bir halet-i ruhiye resmi çıkabiliyor. Aynı minvalde “Mozart mı, Beethoven mı?” diye sorarsak…

Felsefî olarak çok yanlış yaparız.

“Bach ruhanî, Beethoven enerji” dediniz. Mozart’ı nasıl tanımlarsınız?

Mozart’ı Mozart olarak anlamlandırabiliriz. Bach ruhanî ve dinî demek, sadece öyle demek değil. Beethoven da sadece kendisiyle kavga eden, Viyana’da piyanosunu kıran deli adam değil. Beethoven’in fevkalâde aşk hasreti olan bir eseri var. Mozart’ın da var. Mozart’ın Beethoven gibi aykırılık yapmaya çalıştığı eserler var. Mesela çatal seslerle ilgili bir kuarteti vardır. Ama o da pat diye çıkıyor adamdan.

Mozart’ı Bach’dan, Beethoven’dan, söz konusu anlamda ayırt eden özelliği ne sizce?

Sevgi dolu diğerlerinin yanında. Öbürleri enerji dolu, ruhanîlik dolu. Mozart’ta kalp atışı sevgisi var, çocuk gibi. Zaten çocuk ruhludur. Nietzsche, Mozart’ın neşesiyle hâlâ içimizdeki çocuğu kıpırdatabildiğini, bir şeyleri filizlendirebildiğini söylüyor. Bugün de bu geçerli. Dünyanın Mozart’ın 250. doğum gününü kutlamasının sebebi de bu: Sevgi ruhlu ve biraz da çocuk ruhlu olması. 

 

“ROLL OVER BEETHOVEN”

Size dinletmek istediğimiz parçalardan biri de Chuck Berry’nin “Roll Over Beethoven”iydi. Wagner, “Tanrıya, Mozart’a ve Beethoven’a inanıyorum” diyor. Biraz Beethoven’dan bahsedelim, onu Mozart’tan ayıran özellikler neler?

Bütün ansiklopedilerde, Bach, Mozart ve Beethoven klasik müziğin tanrıları olarak geçer. Diğerleri “dahi besteciler”, ama bu üçü tanrı. Bu neredeyse tabudur klasik müzikte. Bu “tanrı”lar içinde en zor anlaşılan Beethoven’dir. Bach bir şekilde her forma girebiliyor, Bach çalarken uçuyorsun. Elektro gitarlarla füg yaparsın. Bach sistemlerin içine oturabilir, Mozart oturamıyor kolay kolay. Ama Mozart çok kolay anlaşılıyor, eğer şarkı söylüyorsan tabii. Beethoven’ınsa kimi sayfaları cidden anlaşılmıyor. Cazcı Keith Jarrett gibi, başını alıp gitmiş. Kendisinden dinlersen anlarsın, ama hiçbir kayıt yok. 1804’te yazılmış sonatın hiçbir açıklaması yok. O notalar niye o kadar uçuşuyor, bir anda müzik niye kopuyor, niye bir anda geri dönüyor? Sadece “biraz yavaşlayın”, “biraz hafifletin” gibi kısa açıklamalar var notaların üzerinde. Özellikle son üç sonatı Beethoven’in yaşlılık devrindedir, onları çalmadım hâlâ. Anlamıyorum çünkü. Arkadaşlarla çok konuşuyoruz bunu. Konserlerinde, yazdığı sonatları çalan bir adam değil Beethoven. Çıkıyor ve emprovizasyon yapıyor. Bugünün Keith Jarrett’ı gibi bir adam. Piyano çalışının da Keith Jarrett gibi olduğunu tahmin ediyorum. Bağırıp çağıran, kızan, canı sıkılıp giden bir adam… “Üç büyük tanrı” diyorduk ya, gerisi Schubert, Schumann, Chopin, Çaykovski, Liszt, Brahms, Wagner, Debussy, Ravel, Mendelssohn, Haydn, Haendel diye gidiyor. Yirmi-otuz kişilik büyük bir liste. Ondan sonra 250 kişilik bir B listesi geliyor. Ama “dördüncü tanrı kim” diye tartışılır hep. O dördüncü Wagner bence. Ha, faşist mi faşist, doğru. Öyle iğrenç bir tarafı var tabii, ama bütün dahilerde bir asosyallik oluyor, Wagner’inki de öyle tezahür etmiş. Beethoven da yaşam tarzı olarak korkunç agresif, kavgacı bir adam. Bach da öyle, çok dobra. Bach’ın müzik yapma sebebi, Tanrı’ya olan ödevini yerine getirmek. Bach 2000 eser yazmıştır, kalan 1000… Kayıp, 500 mü 1000 mi, o daha kesinleşmedi, ama kalan 1000 eseri var. Mozart’tan biraz daha fazla, ama yaşı iki katı, 65’inde ölüyor. Kiliseye gidiyor her sabah, bir memur gibi akşama kadar beste yapıyor. İşi Allah’a hizmet. “Dünya yaşamı tamamen fani, bana ne” diyor, “cennete nasıl giderim”i düşünen bir adam. Ama kiliseye girdiğinde kendini kaptırıyor, belli ki uçuyor kendine göre ve muhteşem şeyler çıkarıyor.

Bir kopist haftanın beş günü, günde 6-7 saat Mozart’ın notalarını kopya etse, ancak 20 yılda tamamlayabilir Mozart külliyatını. Mozart’ın 10 yaşından 35 yaşına kadar, 650 eserinin 630’unu verdiği düşünülürse, akıllara durgunluk veren bir sürat söz konusu.

Bu “üç tanrı” içinde en politik olan Beethoven, öyle değil mi?

Dönemi dolayısıyla öyle. Mozart, 1791’de, Fransız ihtilâlinden iki yıl sonra ölüyor. İhtilâlin etkilerinin Avusturya’da henüz çok hissedilmediği bir dönemin insanı. Beethoven’ınsa bütün gençliği Fransız ihtilâlinin atmosferinde geçiyor. Son üç-dört yıldır çok sevmeye başladım Beethoven’i. Hayatım Mozart’la geçti. Beethoven’i çok anlamazdım, ilk anlamayan da ben değilim. Franz Liszt, Beethoven’in öğrencisinin öğrencisiydi. O da söylerdi, “Beethoven’i anlamak çok zor” diye. Beethoven’da demin bahsettiğim emprovizato hali var. En son sonatlarında yavaş yavaş notalar yayılır pedalın üstünde. Havada uçarken bir anda sert akorlar gelir. Beethoven’in hayatında hiç evliliği olmadı. 55 yaşında bir öğrencisine âşık oluyor. Tam da sağırlığının arttığı ve ölümüne çok yakın dönemlerde. O güzellik ve aşk cenneti içinde bir anda rüya biter, gerçek başlar: “55 yaşındayım, bu aşkın oluru yok.” Dramatik akorlara bir anda o yüzden gelmiş olabilir. “Şurada genç bir kızı düşünür gibi çalın”, öbür ölçüde “şimdi bu aşkın olmayacağını hissederek çalın” gibi bir açıklama yok. Sadece notalar var. Gel de anla.

Bach mı, Beethoven mi?” sorusunun “Kafka mı, Dostoyevski mi?” gibi bir soru olduğunu söylemiştiniz. Beethoven edebiyat dünyasından kimleri çağrıştırıyor size?

Beethoven deyince benim aklıma Goethe gelir. Beethoven’in edebiyattaki karşılığı Goethe’dir. İkisi dosttur zaten. Dostoyevski denince de Çaykovski gelir aklıma. İki durumda da aynı ülke durumları var tabii.

Mozart denince kim geliyor aklınıza?

O narinlikte, öyle bir yaşam şarkısı, yaşam türküsü ve çocuk ruhunu bulunduran edebiyat pek bilmiyorum. Nâzım Hikmet, Beethoven gibi bir tip. Mozart’ın edebiyatta bir karşılığı yok galiba.

 

“SARAYDAN KIZ KAÇIRMA”

Kitabınızda Filistinli yönetmen François Abou Salem’in “Saraydan Kız Kaçırma” yorumunu çok beğendiğinizi söylüyorsunuz. Neydi o yorumun özelliği?

“Mozart In Egypt” gibi “cross over” değil bir kere. Normal orkestra içine tambur, kanun, darbuka gibi Osmanlı enstrümanlarını monte etmişler. Melodik olarak Mozart’a bağlı kalıyorlar. O çalışmada Kudsi Ergüner de vardı. Mozart parçaları arasında neyle taksim yaptırmışlardı Kudsi’ye. O yorumun daha sosyal kritik bir politik bakışı vardı. Hoşuma gitmişti, zaten herkesin hoşuna gitmişti.

“Saraydan Kız Kaçırma”yı anlamak için Avusturya’daki alaturka olayından başlamak lâzım. Alaturka denen stil, bir rokoko stili aslında. 150’ye yakın eser var o stilde. Katiyen Osmanlı musikisi gibi bir yaklaşım yok. Direkt mehterden almışlar alaturka ritmini.

Nasıl bir bakış o?

“Saraydan Kız Kaçırma”yı anlamak için Avusturya’daki alaturka olayından başlamak lâzım. 1683’teki ikinci Viyana kuşatmasının Avusturyalılar üzerinde çok büyük bir etkisi var. Hâkim duygu korku. Savaşı da zaten tesadüfen kazanıyorlar, Osmanlı tarafında çok büyük hatalar yapılıyor, buna bir de Polonya’nın, Almanya’nın, Fransa’nın yardıma gelmesi eklenince Viyana kurtarılıyor. Osmanlı ordusu Viyana’nın sadece altı kilometre ötesinde, gece boyunca mehteran çalıyor, halk uyuyamamış aylarca. O kadar derin bir izi var ki o korkunun, 1900’lerin başlarında bile kendini hissettirmiş. Alaturka denilen stil, bir rokoko stili aslında. Mozart’tan bir jenerasyon önce başlayan bir Avusturya-İtalyan hikâyesi, 150’ye yakın eser var o stilde. Sadece mehterandan etkilenmişler ama, katiyen Osmanlı musikisi veya folkloru veya Mevlevi müziği gibi bir yaklaşım yok. Direkt mehterden almışlar alaturka ritmini. Şöyle düşün: Yirmi yıl önce bir Amerikan filminde, Sovyetler’den bir kızın kaçırılması gibi, politik bir düşmanlığın arasında bir sempatik aşk hikâyesi ve “onların da iyi kalplileri var” gibi bir çerçeve. Sovyetler’de geçen bir Amerikan avantürü gibi yani. Aslında bir düşman kalesinde geçiyor olay, Filistinli yönetmenin yaptığı da günümüz bakış açısıyla o düşman kalesini göstermek. Aslında burası hâlâ “düşman kalesi” onların gözünde, zira Avusturya Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı.

 

“PATARA”: BİR KİMLİK ARAYIŞI

1 Şubat’ta (2006) Viyana’da, Mozart Yılı kapsamında, özgün eseriniz “Patara”yı çaldınız. “Patara” nasıl karşılandı?

Önce ben nasıl karşıladım, ondan bahsedeyim. “Patara”nın yola çıkışı, Mozart’ın “Türk Marşı” sonatı, ama o meşhur bölümü değil, en başındaki melodi. Viyana Mozart Müzik Komitesi’nin siparişi olan bu besteye çağdaş bir koreograf da eşlik edecekti. Son sözü söyleyen koreograf oluyor tabii. Öyle olunca iş biraz şansa kalıyor. Bana sorarsan, beğenmedim.

Nasıl bir şey yapmıştı?

Çok polemiğe açık, çok avangard bir çalışma. Avangard derken, mesela dans müziğe eşlik etmiyor. Bu baştan işi bozmuş. “O zaman niye Mozart?” diyorsun. Herhangi bir müzik olsun. Mozart’ın bir parçasının hücresel bir temasından yola çıkan etkileşimi dansa dönüştürüp onun varyasyonlarını yaptı. Halbuki müzik tam tersi yöne doğru gelişiyor. Müzik ve dans aynı hücreden çıkıp iki ayrı uca doğru ilerliyor. Çağdaş sanatlarda her şey serbest, ama bu kadar serbestlik de eseri bozuyor. “Patara” üç kişilik bir dans. Batılı Doğu’yu sorguluyor, Doğulu Batı’yı sorguluyor. Belki Batılı Doğulu olmak istiyor, Doğulu Batılı olmak istiyor gibi… Bu kadar çok kimliğin olduğu bir ülkede, bunun altının hakiki bir şekilde çizilmesi lâzımdı, koreografideyse bu hiç yoktu. Öykü, bir kadın ve iki erkek üzerine kurulu. Erkeklerden biri Doğuluyla dost olmaya çalışan bir Batılı, öbürü tam tersi ve kadın bu ikisinden birini tercih edecek. Kadın da Doğulu bir kadın, belki Nişantaşı kadını. Öyle bir kadının içinde bulunduğu kimlik arayışını anlatamadım adama. Halbuki sistem ona göre; piyano, ney ve soprano. Kudüm eşlikte. Ney Doğuluyu, piyano Batılıyı, soprano da kadını temsil ediyor. “Patara”, dans müziği olmaya çok yatkın bir eser. Yatak gibi serilmiş bir eser, gel üstüne yat istediğin gibi. Ama ana fikirden ayrılınca koreografi olmadı. Kişileri ikiye indirmiş. Bire de indirebilir, “15 kişiyle dans ediyorum” da diyebilir. Son sözü söyleyen koreograf.

Size ne tür övgüler, yergiler geldi?

Hep iyi eleştiriler geldi. Ama bu koreografla devam etmeyeceğim yola. İstanbul’da da olacak yakında bir gösteri, ama balesini getirmeyi düşünmüyorum. Balesiz de güzel, insan kafasında canlandırabiliyor öyküyü.

“Patara”nın esin kaynağı neydi, nasıl oluştu?

Patara’da bestelendiği için ismi o oldu. Kaş’la Fethiye arasında bir Likya kenti. Bir dağın altından 4800 kişilik bir amfitiyatro ortaya çıkarıldı, Aspendos’tan biraz daha küçük, ama Aspendos’a benzeyen muhteşem bir yapı. Her taraf kazı, 17 yıldır. Arkeologlar bu 17 yılın çok büyük bir bölümünü –barikatlı filan– savaşarak geçirmişler. Birinci derece sit alanı çünkü. Birileri otel, birileri site yapmak istiyor. Patara plaj olarak, sahil olarak dünyada ilk üçe girebilecek bir yer. Hatta bence en güzeli, en el değmemişi. İki dağın arasında 16 kilometre; bir kilometrelik çölü olan bir kumsal. Orada bir hafta geçirmek çok güzel, kendinle başbaşa kalmaca oluyor. Gökyüzünde sadece samanyolunu değil, galaksileri görüyorsun. Oradaki sükûnet, kafasında Mozart’ı gezdiren bir besteci için ideal. Bir Mozart eseri sipariş edilmiş bir besteci ne yapayım diye düşünüyor. Sonra yavaş yavaş hayatın kendisine dönüyor. Kafasında Mozart olan bir bestecinin kendi kendine yaptığı tartışmalar müziğe dönüşüyor.

“Patara”nın yola çıkışı, Mozart’ın “Türk Marşı” sonatı, ama o meşhur bölümü değil, en başındaki melodi.

Ne gibi iç tartışmalar?

Kimlik arayışları. Ben çok sorgulayan biriyim. Yaşadığım çevreyi de, kendimi de. Çok sorgucu birisiyim. Türk halkı zaten sorgucu. Hiçbir ülke Türkiye kadar politika konuşmuyor günlük yaşamında.

Türkiye’yi “Türk halkı”yla tanımlamak kimlik meselesinin önemli bir boyutu değil mi?

İşte o yüzden Patara enteresan. Eskiden Likya’ymış. Likyalılar Yunanlı değil, Yunanlılar birçok şeyi onlardan öğreniyor, lonyası, Doryası… Likyalıların bir demokrasi, bürokrasi sistemi var. 1770’lerde Washington Amerika’yı kurarken Likya’nın şehir demokrasisinden esinlenmiş. Antik şehirlerle, Ege’de hep böyle bir hissiyatım olur. Mesela soprano, sahilde ansızın beliren bir Likya prensesinin sesi gibi gelmeye başlıyor. Antik mod’larda tek sesli şarkılar söylüyor. Türkiye’nin antik kültürel yapısı kimlik arayışına fevkalâde enteresan dersler veriyor. Orada bir Likyalıyım o anda. Hayali bir şekilde uzaklaşıyorsun güncellikten ve çok güzel bakmaya başlıyorsun dünyaya. Anadolu’dan kırk uygarlık geçti. Hiçbiri tamamen yok olmadı. Hepsi birbiriyle bir alışverişte bulunarak ve birbirine miras bırakarak geldi geçti.

 

MOZART – HENDRIX

Söyleşimizin başlarında Mozart’ın halet-i ruhiye bakımından Avusturyalı olmaktan ziyade İtalyan olduğunu söylemiştiniz. Onu biraz açar mısınız?

O dönemde İtalyan kültürü hâkim. Mozart dengeliyor onu aslında. Beethoven’la birlikte klasik müzik tam bir Alman kültürüne dönüşüyor. Mozart bir ara geçiş, İtalya’yla Almanya arasında. İtalyanca müzikli bir dil, İtalyanca şarkı söylemek kolay. Alman dili öyle değil. Dolayısıyla Mozart İtalyanca yazıyor. Prozodide muhteşem başarılı.

Yakın zamanlara kadar, İngilizce dışında bir dilde rock olamayacağına dair bir inanış vardı, tarihin bir döneminde de bütün besteciler “Opera İtalyanca olur” derken Mozart çıkıp “Almanca da olur” dedi ve “Saraydan Kız Kaçırma”yı bütün itirazlara rağmen Almanca yazdı…

Mozart’ın yirmi operası var, ikisi veya üçü Almanca, gerisi İtalyanca. Mesela Çekçe pop dinledin mi hiç? Ben dinledim, olmuyor. Mesela İstiklal Marşı’nın prozodisi, ne düşünüyorsun?

Kötü.

Başarılı değil yani. Marş güzel, kalsın öyle. Ama prozodi problemi var. Konuşma dilimizin bir üslûbu var. Her kelimenin, her dilin ritimleri var. (gazeteden bir spot okuyor) “Medyada kadın erkek…” Dat dada dada datdat diye bir ritmi var bunun. Ama şu cümleyi söylerken cümlenin tamamının ritmini yazıp altına not koymak lâzım. Orada bütün marifet, şarkının içinin öyle olmasına çalışmak. Çok zor. Ama çalışa çalışa kafada natürelleşir, o hataları yapmamaya başlarsın.

İstiklal Marşı’nın bestesini nasıl buluyorsunuz?

İyi buluyorum. Bir dönemin ruhunu yansıtıyor.

Jimi Hendrix’in Amerikan millî marşını yorumladığı bir parçası var “Star Spangled Banner”.

Dinlemedim.

İstiklal Marşı’nı yeniden bestelemeyi aklınızdan geçirdiğiniz oluyor mu? Erkin Koray’ın öyle bir projesi var.

Bu işler zor. Amerika’da olduğu gibi değil. İstiklal Marşı’yla ilgili konuşmak bile zor Türkiye’de. Tabu konu. Rahat konuşamayız.

Elektro gitardan nefret ettiğinizi söylüyorsunuz, Jimi Hendrix hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyoruz.

Aletin sound’unu kişilerle bağdaştırmayalım, kim çalarsa çalsın sevmiyorum.

Hendrix’in bir posteri vardı, siyah Mozart olarak resmedilmişti…

Mahzun Kırmızıgül’ü de Mozart yapabilirsin. Mahzun’un neyi eksik?

Mahzun’un öyle bir posteri yok, Hendrix’in var.

Yapan yapar. Damak tadı meselesi.

Biz de sizin damak tadınızı merak ettik.

Mozart kendisini Hendrix olarak görmek ister miydi? Bir de öyle düşünelim.

Hendrix de istemezdi belki, ama birileri öyle bir paralellik görmüş ve onları buluşturmuş.

Buluşturmuş işte. Ama bu etik bir sorun. Gülben Ergen’le de Mozart’ı buluştur o zaman, bir etik sorun yoksa eğer.

Gülben Ergen’le Hendrix aynı kategori mi?

Mozart’la Hendrix de değil.

İkisi de besteci.

O zaman Mahzun’la Mozart’ı buluşturmakta da sakınca yok. Bu röportaj hoşuma gitmedi.

Sağlık olsun. Umarız okuyanların hoşuna gider.

Sanmam. Okurların kaçta kaçı Hendrix’i, Mozart’ı biliyor ki? “Mozart In Egypt” CD’si Türkiye’de 15-20 kişide var. Gerçekleri konuşalım.

Gerçekler tek boyutlu değil ki.

Değil ama, sizin sandığınız gibi de değil.

Sizin sandığınız gibi de olmayabilir.

O sizin yorumunuz. 

Roll, sayı 105, Mart 2006  

 

[1] Oscar Wilde’a yakıştırılan bu güzel deyişin Britanya’nın ünlü komedi dizisi Till Death Us Do Part’ın efsane kahramanı Art Garrnett’ın sözü olduğu henüz dağarcığımızda değildi.
^