BİR ZAMANLAR İSTANBUL: SAZLI SÖZLÜ KAHVEHANELER

Ahmet Eken
2 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI

Malûm, kentsel dönüşüm furyasıyla birlikte her yer yeni nesil kahvehane doldu. Öyle ki, “kahvehane” deyince kızabilirler bile. Halbuki İstanbul yüzyıllar boyunca benzer eğilimlere sahne olmuş, şehir içinde toplanıp sosyalleşme, halk edebiyatının gelişimi, canlı müzik icrası ve daha nice sosyokültürel etkinlik ta Kanuni’den beri bu kahvehaneler sayesinde mümkün olmuştu. Depremlerden esrarkeşlere, ev içi şiddetten iş cinayetlerine destanlar ve maniler eşliğinde İstanbul’un kahvehane tarihine kısa bir bakış… Halk kültürüne gönül vermiş iki yazarın, Osman Cemal Kaygılı ve Tahir Alangu’nun rehberliğinde…
İngiliz oryantalist ressam John Frederick Lewis’in tasviriyle 19. yüzyıl başlarında İstanbul’da bir kahvehane

İçecek olarak kahvenin yaşamımıza girmesinin sonuçlarından bir tanesi de yeni bir mekânın ortaya çıkması olmuş. 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Müslüman tüccarların İstanbul’a getirdiği kahve önceleri dar bir çevrede tüketilse de, yüzyılın ikinci yarısında yaygın olarak tüketilmeye başlanmış. Gerçi arada bir farklı gerekçelerle yasaklanmış, ama gerek kahve ticareti yapan tüccarların baskısı, gerekse halkın tepkisi sonucu kahve yeniden özgürlüğüne kavuşmuş.

Kahvehanelerin ne zamandan bu yana faaliyet gösterdiği konusuna gelince, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde yayınlanan makalesinde Ekrem Işın şu bilgiyi veriyor: “İstanbul’da kahvehanelerin açılması, Kanuni döneminin sonlarına rastlar… Yaz ve kış mevsimlerinde sürekli faaliyet gösteren kapalı mekân türündeki kahvehaneler, mahalle, esnaf, yeniçeri, tulumbacı, âşık ve semai kahvehaneleri olarak bilinen en geniş grubu oluştururlar. Tanzimat sonrasında gündelik hayata giren kıraathaneler de bu gruba dahildir. Açık mekân türünü meydana getiren kahvehaneler ise İstanbul’un sahilinde ve manzaraya hâkim tepelerinde kurulup yalnızca yaz aylarında faaliyet gösteren işletmelerdir.”

19. yüzyıldan itibaren âşık kahvehaneleriyle özdeşleşen yeniçeri kahvehanelerinde, şehir hayatının gündeminin âşıkların dilinden buraları dolduran kalabalığa aktarıldığını görüyoruz.

Süreç içerisinde bazı kahvehaneler kültürel faaliyetlerin merkezi olmaya başlamış. Örneğin, Suriçi’ndeki esnaf kahvelerinden biri Karagöz sanatçılarının toplandığı bir yer haline gelmiş. 17. yüzyılın ortalarından itibaren gündelik hayata katılan yeniçeri kahvehaneleri, daha sonra tulumbacı kahvehanelerini ortaya çıkaran sürecin başlangıcı olmuş. Bu kahvehaneler özellikle Ramazan aylarında semai kahvehanelerine dönüşmüş. Âşık kahvehaneleri de denilen ve saz şairlerinin toplandıkları bu mekânlar, 19. yüzyıl semai kahveleri olarak varlıklarını sürdürmüşler.

19. yüzyıldan itibaren âşık kahvehaneleriyle özdeşleşen yeniçeri kahvehanelerinde, şehir hayatının gündeminin âşıkların dilinden buraları dolduran kalabalığa aktarıldığını görüyoruz. Bu, Yeniçeri Ocağı kapatıldıktan (1826) sonra da devam etmiş. Ekrem Işın’ın yazısına dönecek olursak…

“Çemberlitaş civarında Tavukpazarı’ndaki âşık kahvehaneleri bu mekânların son örnekleri olmuştur. Saz şairlerinin kendi kahvehaneleri dışında, özellikle yeniçeri kahvehanelerinde, destan, mani ve koşma okumaları genel kural olmakla birlikte, her yeniçeri kahvehanesinin kadrosunda Ayvansaray Loncası’ndan alınma hanendeler, Kıpti ya da Rum kökenli köçekler ve meddahların bulunması kuralı 1826’ya kadar bozulmamıştır. [Köçek oynatma geleneği ocağın kaldırılmasıyla son bulmuş.] Daha sonra bu mirası sürdüren semai kahvehanelerinde böyle bir geleneğin izine rastlanmamaktadır.”

Illustrated London News dergisinin 21 Nisan 1877 tarihli “Constantinople” ekinin kapağında kahvehane

 

Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından sonra İstanbul’un kültür hayatına giren çalgılı kahvehaneler, Ramazan aylarında özel olarak dekore edilip sazlı sözlü eğlenceler için hazırlanıyor ve halktan büyük ilgi görüyorlar. Programlı eğlence anlayışı ve Tanzimat’la birlikte semai kahvehanelerine de giren bir Batı geleneğiyle birlikte, II. Abdülhamit döneminden (1876-1909) itibaren, buralarda alafranga müzik sesleri de yükseliyor. Ancak, asıl program, okunan manilerle başlayıp destanlarla devam ediyor. Işın’ın ifadesiyle, “sıradan insanın gündelik hayatına ilişkin sorunlar bu mani ve destanların temel konularını oluşturuyor”.

Böylesi mekânlar ve burada yapılan edebiyat ve müzik 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar az çok değişikliklerle devam edebilmiş, ancak sonra tarihe karışmışlar. Bu arada bu kahvehanelerin son yıllarını görebilmiş, öncesini görenlerle tanışmış bazı yazarlar, gördüklerini ve duyduklarını kâğıda geçirmişler ve konu tamamıyla karanlıklara gömülmemiş.

Makine arasında kalıp parçalanan Akif’in destanı

Elimde konuyla ilgili hazırlanmış iki inceleme var. Osman Cemal Kaygılı’nın İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri (1937) ve Tahir Alangu’nun Çalgılı Kahvelerdeki Külhanbeyi Edebiyatı ve Nümuneleri (1943). Söze onlardan öğrendiklerimi aktararak devam edeceğim.

Çalgılı kahvelerde gece önce maniyle başlıyor, fakat ondan öncesi de var: Müzik. Kaygılı anlatıyor: “… bir klarnet, bir çığırtma denilen ince tahta düdük, bir çifte nâra, bir darbuka, bir zilli maşadan ibaret olan çalgılı kahve [“orkestrası”] en önce bir marş çalardı ve bu marş ekseriyetle alafranga marşlardan biri idi… Bu marştan sonra ya bir polka, ya ayarında bir iki şey çalınıp nihavent makamında kıvrak ve alafrangaya yakın şarkılara geçilir, daha sonra çiftetelli gibi oyun havaları, alaturka bazı halk şarkıları çalınıp söylenir, bunların arkasından da kahve her taraftan gelen misafirlerle tamamiyle yükü[nü] alınca mani havasıyla manilere başlanırdı.”

II. Abdülhamit döneminden itibaren, buralarda alafranga müzik sesleri de yükseliyor. Ancak, asıl program, okunan manilerle başlayıp destanlarla devam ediyor. Işın’ın ifadesiyle, “sıradan insanın gündelik hayatına ilişkin sorunlar bu mani ve destanların temel konularını oluşturuyor.”

Bazen yarım, bazen bir saat süren mani faslı, alaylar, atışmalar, birbirini bastırmalar, hicvetmeler ve kahkahalar arasında geçtikten sonra sözü manzum türlerin diğer üstadları alıyor ve sırasıyla koşmalar, semailer, divanlar, yıldızlar ve destanlar söyleniyor.

Destanlar dışındaki eserlerde hemen her konudan bahsedilirken destanların içeriği hayli hüzünlü; çoğunlukla kabadayılıklar, hazin, feci ölümler, bazen harplerde yaşananlar anlatılıyor. Kaygılı şöyle devam ediyor: “Eski külhanbeylik edebiyatının epik kısmına girebilecek ne kadar böyle vakalar varsa hemen hepsinin bu kahvelerde birer destanı yapılmış ve bunlar kâh hiddetler, tehevvürler, küfürler, naralar kâh da ahlı, oflu göz yaşları içinde yıllarca okunup dinlenmiştir.”

19. yüzyılın sonlarının İstanbul’unu belgeleyen İsveçli fotoğrafçı Guillaume Berggren’in objektifinden bir kahvehane

Çalışmada dönemin bazı meşhur destanlarını ve hakkında verilen bilgileri okuyalım: “‘Çiroz Ali’nin ölüm destanı’, ki bir çeşit mersiyedir. ‘Sandıkçı Şükrü destanı’, ‘Yorgancı Sadık destanı’, ‘Pamukçu İhsan Bey’in destanı’, ‘Komiser Hüsamettin’in destanı’, Feshanede makine arasında kalıp parçalanan ‘Atıf’ın destanı’, ‘Yemen destanı’, ‘Esrarkeşlerin destanı’, ki bu da bir esrarkeşin çok tuhaf, çok gülünç hülyalarını gösteren şathi ve mizahi bir destandır. Sonra daha eskilerden meşhur ‘Zampara destanı’, bir zamparanın başına gelen rezalet ve maskaralıkları tasvir eder. Bunların arasında söylenen bir de ‘Er Avrat destanı’ vardır ki, bu baştan başa evlenme hayatını ve evlenen bir erkeğin yavaş yavaş nasıl kadının hâkimiyeti altına girdiğini gösteren didaktik ve zamanına göre kuvvetli bir eserdir.”

Felsefi-zahidâne düşünceler

Konuyla ilgilenen bir başka yazar, Tahir Alangu, Kaygılı’dan altı yıl sonra yayınlanan incelemesinde, önceki araştırmalara kısaca değindikten sonra elindeki bir kaynağı tanıtıyor: “1939 senesi yazında, Tekirdağı’nda, aslen İstanbullu bir kadının elinde görüp aldığım yazma bir mecmua baştanbaşa külhanbeyi şairlerinin yazılarını ihtiva etmekte idi. Bunların arasında bulunan semai ve divânlardan sarf-ı nazar ederek, destan (3 tane) ve ayaklı manilerin bir kısmını neşrediyoruz.”

Çalışmanın ayaklı mani kısmına değinmeyeceğim ve yazıyı destanlarla sınırlayacağım. Alangu, sadece elindeki mecmua ile yetinmemiş ve çalışmasına daha önce yayınlanmış yedi destan daha katmış. Sonuç olarak tam veya eksik 15 destan okuyoruz. Destanların diline gelince, yazar şöyle diyor: “Bütün örneklerde tulumbacı-külhanbeyi mahsus kelimeler ümit edildiği kadar çok değildir. Destanlar ‘kâtibâne’ bir ağızla, ananevi söylenmişlerdir. İfade oldukça ağırdır… Aşık tarzı şiirde rastlanan divân edebiyatı nüfuzu bilvasıta bu zümre edebiyatına kadar nüfuz etmiştir. Bazı felsefi-zahidâne düşüncelerin kabataslak bir şekilde de olsa bu destanlarda yer bulduğunu görüyoruz.”

Destanlardan birkaç örnek verecek olursak, ilk örnek “Destân-ı hareket-i arz”:

“Dinleyin ahvâli baştan, iptidâ
İstanbul şehrinde olan kazâyı
Karalar giymekte ahali hâlâ,
Nice baba yiğit gitti ziyâne.”

diyerek 1894 İstanbul depremini anlatmaya başlayan şair yaşananları ayrıntılı olarak tasvir ediyor:

“Zelzelenin akabinde başladı harik,
Yıkıldı duvarlar, kapandı tarik
Ahali mallarından oldular fâriğ
Hepsinin didesi oldu hicrâne. (…)
Yıkıldı cümle hâneler, hanlar
Kalmadı asla sağlam duvarlar (…)
Yıkıldı Fatih’in âlemi hâlâ
Çıkamaz oldu muzin
[müezzin] ezâne
Yıkıldı Edirnekapı minâresi
Harap olmuştu civarlar kalesi (…)
Zelzeleden çarşı olmuştu harap
Dökülmüş cümle taş ile türap
Burada ezilenler gayet bihesap
Leşleri serdiler cümle meydâne.”

22 dörtlükten oluşan destanın son dizesinde “Gayret et Hâlit işbu destâne” dendiğinden hareketle, destanın nâzımının (muhtemelen) bu isimde bir zat olduğunu söyleyebiliriz.

19. yüzyıl sonundan bir kartpostalda İstanbul kahvehanelerinden biri

Bir başka örnek, “Destân-ı karıların şerr-i belâsı.” Ev içi huzursuzluğun yol açtığı bir facianın öyküsünü okuyoruz. Akşam eve dönen Hacı İbram, bir kez daha asık yüzlü, sürekli homurdanan karısıyla karşılaşır.

“Merâmını söyle” derim, söylemez
Çocuk ağlar, süt verip de dinlemez
Söz söylerim, kulak verip dinlemez
Ben de hırsa geldim, kalktım vurdum şamarı.”

Ancak olay bitmez. Karısı Hacı İbram uyurken yapacağını yapar. Şairi dinleyelim:

“Sedirin üstünde tekrar uyudum
Bir mahvelden sonra yanar duydum
Tutuşturmuş, kaçmış ol yezit karı.”

Üstelik evde su da yoktur. Sonunda Hacı İbram yanarak ölür. Destancı bu olaydan alınacak “dersi” (!) şöyle söylüyor:

“Karı şerri böyle, yarâ-ı sefa
Helâlimden diye, inanmayın hâ
Bunların şerrinden saklasın mevlâ
Olmaz hınzırların piri, pazarı.”

Son yapacağım alıntı, “Destân-ı ecel-i kazâ” olacak. Bir iş kazasının ardından Sedâlı adında biri tarafından nazmedildiği tahmin edilen destandan bazı bölümler okuyalım.

İsmail arkadaşlarıyla beraber taş çıkarmak için Tekirdağ yakınlarındaki Kumbağ’a gider:

“Vardık o mahalle biz sabah erken
Funda demir ettik, mayna yelken.
Böyle taş çıkarmak efkârındayken,
Üçümüz birlikte ettik kararı.” (…)
Bir haylice taş cem ettik tepeden
Dedi arkadaşlar: “İsmail yeter.”
Ecel dolaşmış başımda meğer,
Akla, fikre gelmez, bilmeden ânı.” (…)
Çıkarmağa başladım, küskü elimde
Zihni, Osman dahi durur bir yanda,
Taş yıkılıp kaldım altında
Gayrı kurtulmanın yoktur imkânı.”

Arkadaşlarının kurtarma çabaları sonuç vermeyince İsmail’in cansız bedeni sefineye konulup geri götürülür ve ağıtlar başlar. “Bu ahvâli”, “fikr” eyleyen Sedâlı da “macerây-ı hâli” beyan ederek ölümsüzleştirir.

Artık olmayan, izleri zor bulunan kitaplarda yaşayan bir dünyadan söz ettiğim yazıyı, Osman Cemal Kaygılı’nın yaptığı gibi, Acem İsmail’in bir manisi ile bitirmek istiyorum:

“Adam aman …ka …çalım,
Lâkin bizim kaçmamızdan gelmesin halka çalım.”

^