BERLİN YAHUDİ MÜZESİ’NDEN İZLENİMLER

Özgür Amed
21 Aralık 2019
SATIRBAŞLARI
“Çok az müze Berlin Yahudi Müzesi kadar sarsıcı olabilir. Çünkü, ziyaretçinin yakasına yapışarak onu soykırımın anlatılamayan, tanıksız, tekinsiz boşluğunda asılı tutup hatırlamanın sınırlarını zorluyor.” Her yerinde sanat ve edebiyat atıfları olan, sadece geçmişe değil, geleceğe de bakan, dünyada “hafıza mekânları”nın önemli örneklerinden Berlin Yahudi Müzesi’nde bir gezinti…


Geçen yıl bu aylarda, Amsterdam’da hafıza mekânları çalışması için bulunuyordum. Çalışacağım kurum şehrin merkezi olan Dam meydanından birkaç sokak gerideki “Castrum Peregrini” idi. Herengracht 401’deki bu binaya girdiğimde duvara asılı bir söz karşıladı beni: “We are what we remember” (Ne hatırlıyorsak, oyuz)

Zamanın düz-çizgisel akmadığı, dar koridorları gibi kıvrıla kıvrıla bazen ileri, bazen geri döndüğü bu helezonik mekân, geçmiş-gelecek ve şimdi üzerine inşa edilmişti.
Hatırlama/k karmaşık ve çok boyutlu bir konu. Walter Benjamin, Tarih Tezleri’nde “…mutluluk imgemiz ayrılmaz bir biçimde kurtarma ve kurtarılma imgemizle birliktedir” diyor. Geçmişi bir enkaz olarak kodlayan Benjamin’in geçmişin gerçekleşmemiş umutlarının ve bu geçmiş içindeki silik hakikatlerin kurtarılabileceğine inancı vardı. Kurtardığımız oranda mutluluk imgemiz çalışacaktı!

Bu bağlamda, hafıza mekânları “kurtarma” imgesi ile yakından ilintili ve bu kurtarmanın bir yolu da kanımca hatırlamaktır. Hatırlananın kurtarılabilir olduğuna dair şu an yüzlerce hafıza mekânı var. Alanında pek çok ilke ve yaklaşık 125 yıllık bir geçmişe sahip olan Viyana Yahudi Müzesi bu yönü ile aklıma ilk gelenlerden. Bu müze karşılaşmanın, yüzleşmenin ve anlamanın önemli mekânlarından biri kabul ediliyor. İçine girdiğinizde geçmişi, acıyı, belleği, anıyı yaşatmaya dair geliştirilen yol ve yöntem konusundaki zengin literatür insanı sarsıyor.

Benjamin’in Tek Yön’ü

Ancak, çok az müze Berlin Yahudi Müzesi (Jüdisches Museum Berlin) kadar sarsıcı olabilir. Hafıza, soykırım ve holokost ile ilgili pek çok yeri görme şansım oldu, fakat geçtiğimiz kasım ayının soğuk bir gününde kendimi attığım bu müzeden çıkarken pek çok düşüncem de orada kaldı. Deyim yerindeyse, sarsılarak çıktım… Çünkü bu müze, ziyaretçinin yakasına yapışarak onu soykırımın anlatılamayan, tanıksız, tekinsiz boşluğunda asılı tutup hatırlamanın sınırlarını zorluyor.

Bu müze sadece geçmişi temsil etmiyor, geleceği de ediyor. En azından tasarlarken Libeskind bunu ilke edinmiş, çünkü savaş öncesinde Berlin’de yaşam bir bütündü ve iç içeydi. O halde gelecekte de böyle olmalıydı…

Bu müze Berlin duvarı yıkıldıktan sonra hayata geçen ilk önemli yapılardan biri olarak biliniyor. İki ayrı binadan oluşuyor. İlki, Almanca “Kollegienhaus” denen ve 18. yüzyılda inşa edilmiş bir mahkeme binası. Diğer yapı ise müze için inşa edilen ve açılan bir yarışma sonucu Daniel Libeskind tarafından tasarlanmış yeni bir bina. Eski mahkeme binası olan yerden girip yeni binaya öyle geçiyorsunuz. Libeskind binayı dekonstrüktivizm akımına sadık kalarak tasarlamış. Bu tasarıdan kısaca bahsetmek gerek, çünkü dışı ve içi birbirinden bağımsız değil. Mesele dışarıdan başlıyor…

Üstten bakıldığında binanın zigzag yapısı daha net görülüyor. Bu formda oluşunun hikâyesi ise şöyle: Libeskind, savaş öncesi döneme ait bir Berlin haritasını önüne alıyor ve bu haritada 60 yeri işaretliyor. İşaretlediği yerler farklı iş alanlarından Alman ve Yahudilerin adresleri. Daha sonra yerleri çizgilerle birleştiriyor. İşaretli 60 yer olmasının sebebi Walter Benjamin’in Tek Yön kitabındaki 60 bölüme gönderme.

Berlin Yahudi Müzesi’nin havadan görünüşü

Libeskind bu tasarının her yerinde edebiyat ve sanat atıfları yapıyor; bu durum aynı zamanda bir eleştiri konusu olarak da önüne sürekli gelmiş. Üstten bakıldığında görülen zigzaglara binanın dış cephesindeki şekiller eşlik ediyor. Dış cepheye 1005 pencere ekli ve bu pencerelerin hepsi kırık hatlar. Bu kırık hatlar, binaya bakana Yahudi tarihinin ve kimliğinin kırılmalardan ibaret olduğunu anlatıyor.

Dış cepheye bakıldığında rastgele çizikler atılmış hissi veriyor. Bir düzensizliğe davet adeta, yaklaştıkça yarayı daha da gösterecek bir hasta gibi müze. Dış yüzeydeki her boşluk, her yara Yahudi tarihine ait bir kayba, kırılmaya gönderme. Dış yüzey tamamen çinko ile kaplı. Çinko da bilinçli bir tercih. Kırılgan bir metal olan çinkonun sağlık ve bağışıklık açısından önemine dikkat çekiyor.

“Tarihin derinliklerine iniş”

Müzeye geçmek için önce iki binayı birbirine bağlayan bir yeraltı yolundan inmek zorundasınız. Libeskind bu geçişi “tarihin derinliklerine iniş” olarak tarif ediyor. Işığı düşürülmüş beyaz bantlar eşliğinde inince aşağıda başka bir dünya karşılıyor sizi. Bu başka dünyanın adı “Between the lines”, yani “Çizgiler arası”. Libeskind’in kopukluk, boşluk ve bellek üzerine kurduğu projesine verdiği ad bu ve sebebini bir röportajda şöyle anlatıyor:

“Çünkü bu, iki ayrı düşünme, örgütlenme ve ilişki çizgisi etrafına kurulan bir proje. Biri, düz ama pek çok parçaya ayrılmış bir çizgi, diğeri eğri ama belirsiz devam eden bir çizgi. Bu iki çizgi, sınırlı fakat belli bir diyalog üzerinden mimari ve programlı olarak gelişir. Dolayısıyla, aynı zamanda dağılırlar, birbirinden koparlar ve ayrılmış görünürler. Bu sayede, bu müzenin ve mimarinin içinden geçen bir boşluğu, süreksiz bir boşluğu açığa çıkarırlar.”

Müzede üç ana bölüm var: Süreklilik Merdiveni, Sürgün ve Göç Bahçesi ve Soykırım Kulesi. Bu üç ana bölümün farklı amaçları var ve hepsi yaşamsal deneyimlere tekabül ediyor.

Aşağı indiğinizde önünüzde uzun ve farklı yönlere açılan koridorlar beliriyor. Bu koridorların duvarlarında şehir isimleri sıralanmış. Tarih boyunca Yahudilerin dağıldığı ve gittiği yerleri mimliyor! Bu koridorlar arasında kayboluyorsunuz. Biraz zaman geçtikten sonra nerede olduğunuzu, nereden geldiğinizi unutuyorsunuz ve kafanız karışıyor. Müzenin ilk etkisi “tereddüt ve yönsüzlük” ile böyle başlıyor…

Soykırım Kulesi

Müzede esas olarak üç ana bölüm var: Süreklilik Merdiveni (Stair of Continuity), Sürgün ve Göç Bahçesi (Garden of Exile and Emigration) ve Soykırım Kulesi (Holokost Tower).

Bu üç ana bölümün farklı amaçları var ve hepsi de yaşamsal deneyimlere tekabül ediyor. Üç bölümün kesiştiği yol, yukarıdaki görselde de görüleceği üzere, müzeyi ziyaret eden kişi burada hangi yola girerse girsin, peşini bırakmayacak bir deneyimle karşılaşmasını amaçlıyor. Yani, merdivenlerle süreklilik, göç bahçesi ile sürgün ve son kısımda da soykırım gerçeği var.

Ölümün boşluğu

Soykırım kulesinden, yani ölümün boşluğundan başlayalım… Giriş yaptığınız yerden biraz ilerleyip ilk sağ yaptığınızda uzunca bir yol sizi karşılıyor. Bu yolun sonunda siyah bir kapı ve az ışığa sahip bir yer var. Yanına gitmeyene kadar kapı olup olmadığını anlamazsınız.

Kapıyı yavaşça itekleyince bir boşluk karşılıyor sizi. Karanlık bir boşluk. Bir hücreyi andıran iç hacim, piramit şeklinde ve yirmi metre kadar uzayan beton duvarlarla tamamlanıyor. Sadece en üst tarafta küçük bir yarık var, oradan dışarının ışığı giriyor. Bu bölümün temel özelliği dışarıdan gelen sesleri duyuyor olmanız. İç atmosfer korkutucu, bir an önce çıkmak istiyorsunuz. Çünkü garip bir ortam, soğuk, kasvet, beton, karanlık ve arkanızda kapanmış bir kapı… Üstteki ışık umudu simgeliyor. Kulenin kendisi ise soykırım sırasında ölüme ve yalnızlığa terk edilişi, baskı ve endişeyi anlatıyor.

Sürgün bahçesi

İkinci kısım sürgün bahçesi… Buraya gelen koridoru takip ederek, binadan dışarı çıkmak zorundasınız. Giriş ile çıkışın aynı kapı olması, sürgünün bir çeşit hapishane olmasına vurgu…

Bahçeye girişte dikdörtgen şeklinde, 12 metre uzunluğunda yükselen ve yan yana yerleştirilmiş beton bloklar sizi karşılıyor. Bu betonların içi toprak dolu ve 49 adet. Bu blokların 48’i Berlin’den (İsrail’in kuruluş tarihi 1948’e atfen), tam ortadaki ise Kudüs’ten getirilen toprakla doldurularak göç ve sürgün kavramlarının tersten yorumlanması amaçlanmış. Betonun içindeki topraktan kök salan ağaçlar var. Libeskind, bu bahçeyi, Nazi döneminde kendi evlerini terk etmek zorunda kalan ve başka yerlerde yaşamaya mecbur bırakılan Alman Yahudilerinin anısına yapmış.

Sonsuzluk Merdiveni ve Sürgün Bahçesi

Sonsuzluk merdiveni

Son bölüm ise sonsuzluk merdiveni… Bu merdiveni tırmandığınızda yol boyunca çeşitli detaylar görüyorsunuz. Bir kere merdivenler eşit boyda değil, genişlikleri de öyle… Haliyle adım atmak için bir tempo sahibi olamıyorsunuz, dengeniz bozuluyor ve sendeleyerek, yürüme akışı bozularak gitmek zorunda kalıyorsunuz. Merdiven boyunca ışıklar kararıp aydınlanıyor. Yolun sonunda da çıkışı olmayan, boş bir duvar ile karşılaşıyorsunuz. Libeskind, günlük yaşam telaşını ve bunun sonuçsuz kalışını anlatmak için bu kısmı tasarlamış.

Müzenin en etkileyici kısmı bu merdivenleri tırmanırken sol tarafınızda kalan sergi salonu. Merdivenlerde dengeyi kaybederek varamadığınız duvara giden yolun bir nevi mola yeri. Fakat bu ağır bir mola!

Geçmişin ve geleceğin tarihi

Sergi alanına girerken sesler geliyor, ilk olarak video falan açık, oradan gelen seslerdir diye düşünülüyor. Sese doğru gittikçe merak da artıyor. Sergi salonunun en köşesine sapıldığında karşımıza yepyeni bir mekân çıkıyor. Soykırımda yaşamını yitiren tüm Yahudileri temsilen 10 bin farklı demir suretin tüm zemin boyunca yerleştirilmiş olduğu dar bir alan…

Peki bu farklı ağırlıktaki demirler, farklı yüzlerin üzerinde yürüyünce ne oluyor? Aşağıdaki üçlünün son fotoğrafına bakarsanız yol bir karanlığa doğru gidiyor. Gerçekten karanlık bölgede basılan ve duyulan sesler, insan çığlığını andırıyor. Ürpertiyor… Zaten çıkan sesler ölenlerin çığlığını temsil ediyor. Bedene sıkışmış ve tutulmamış bir yasın sesi bu.

Ziyaretçilere demirlerin üzerine basma ve yürüme izni var. Merakıma yenik düşüp dokunmak istedim ve bir tanesini kaldırdım, son derece ağırdı. Dokunduğumu gören görevli seslenerek bunun yasak olduğunu söyledi.


Bu bölümler dışında başka sergi alanları da mevcut. Buralarda da Yahudilerin günlük ve tarihsel yaşamına dair pek çok şey sergileniyor. Libeskind’e göre, bu müze sadece geçmişi temsil etmiyor, geleceği de ediyor. En azından tasarlarken Libeskind bunu ilke edinmiş, çünkü savaş öncesinde Berlin’de yaşam bir bütündü ve iç içeydi. O halde gelecekte de böyle olmalıydı…

Libeskind, bariz şekilde müzenin içine giren kişiye kontrollü bir gerilim garantisi veriyor. Geçmişin izlerini bugüne yaklaştırıyor ve bunun önemini hissettirmeye çalışıyor. Orada bir tanık olarak duruyorsunuz gibi, fakat tam da Agamben’in ifade ettiği üzere, geride kalanın ne yaparsa yapsın boşluk içeren bir tanıklığı bu!

Libeskind sonuç olarak umutlu. Çizgi, boşluk ve bellek üzerinden anlatmak istediği felaketi parçalayarak, bölerek aktarma çabası bugün halen tartışmalı, hâlâ güncel, hâlâ etkileyici. Özelde Berlin, genelde tüm göç-ölüm alanlarını kapsayan yaşam kesintilerine dair inkâra savaş açan ve bunun unutulmamasını talep eden Libeskind, geçmiş ve geleceğin tarihini birleştirmek istediğini söylüyor. Özetlersek, Berlin Yahudi Müzesi, interaktif tarzı ve yaşattığı deneyimlerle “yıkımı unutmak yıkımın ta kendisidir” demeye getiriyor.

^