BİR OKUR OLARAK PATTI SMITH

31 Aralık 2020
SATIRBAŞLARI

Patti Smith 30 Aralık’ta 74 mum üfledi. Onca yıldır ışık saçıyor. 2021’e girerken “kitap kurdu” vasfından da feyz almakta isabet var. Neler okuyor, kimlere vurgun, hangi eserlerin izini sürüyor… New York Times’dan naklen…
Annie Leibovitz’in objektifinden Patti Smith


Şu an başucunuzda hangi kitaplar var?

Patti Smith: Başucumda dört kitap var, üçünü bitirmek üzereyim. İlki, Pier Paolo Pasolini’nin Aziz Pavlus’a modern bir bakış getirdiği çekilmemiş bir filmin senaryosu. İkincisi, Ghost In The Shell: Five New Short Stories, manga ve anime serisinden ilham alan “cool” öyküler. Ondan sonra Anthony Alofsin’in Wright and New York kitabı var, mimar Frank Lloyd Wright ile New York arasındaki ilişkinin ve şehrin East Village bölgesinin bohem kültürünün kökenlerinin izini sürüyor. Yakında turneye çıkıyorum, Meksikalı yazar Yuri Herrera’nın henüz kapağını kaldıramadığım Dünyanın Sonunu Önceleyen İşaretler’ini de keyifle yanıma alacağım.

Okuduğunuz son enfes kitap neydi?

Son dönemde iki kısa ve bağımlılık yaratan esere vuruldum. İlki, yine Yuri Herrera’nın Krallığın İşleri romanı. Yazı stili hiç kimseninkine benzemiyor, dile çok özgün bir yaklaşımı ve şairane bir argosu var. Yukio Mishima’nın Yıldız romanı ise şaşırtıcı derecede modern ve son derece görsel bir mücevher, çok ilginç bir film olabilir. İki kitap da büyüleyiciydi, sanki alternatif bir gökyüzünden ellerime süzüldüler.

Jean Genet’nin Hırsızın Günlüğü erken dönem hevesimle uyuşan bir türü, “otobiyografik-kurgu”yu önüme getirmişti. Çoluk Çocuk’u yazarken kendimi Genet’nin rehberliğinde hırsızın ayak izlerini takip ederken buldum.

İdeal okuma ortamınızı tarif eder misiniz; ne zaman, nerede, nasıl?

Her zaman ve her yerde okurum, terasımda, gürültülü bir kafede ya da tur otobüsümdeki ranzada. Mühim olan ortam değil, kitabın kendisi. Tarihin farklı dönemlerinde maceralar yaşayan çizgi film karakteri Gumby gibiyim, bir kitabın dünyasına girerim, kendimi başka her şeye kapatıp geçici bir süre orada yaşarım. Eğer araştırma yapmıyorsam, sadece sevdiğim kitapları bitiririm. Fazla oyalanmam, kendimi teslim edip etmeyeceğimi hızlı bir şekilde anlarım. Günün birinde seveceğime emin olduğum kitaplar da var. Örneğin, Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ına başlamam seneler aldı, ama başladığım anda tutuldum, iyileştirici bir atmosferin etrafımı sarmasına izin verdim. Ne okuyacağımı bilmiyorsam, kütüphanemin önünde durur ve hangi kitabın beni çağırdığını hissetmeye çalışırım. Frankenştayn ve Boncuk Oyunu gibi klasikleri tekrar okumak için ise bir teknik geliştirdim. Onları başucumda tutup rastgele açıyorum ve oradan okumaya başlıyorum. Birkaç gece boyunca bunu tekrarlayıp her seferinde yeni bir yerden başlıyorum, ta ki kitabı farklı açılardan üç boyutlu bir şekilde tecrübe ettiğimi hissedene dek.

Kimsenin duymadığı favori kitabınız ne?

Claire Lenoir. Tam adı The Mysterious Case of the Discreet and Scientific Woman Claire Lenoir (Gizli ve Bilimsel Kadın Claire Lenoir’ın Esrarengiz Öyküsü). Aşk aracılığıyla tekrar hayata dönmenin olasılığına dair bir öykü. Yazarı Auguste Villiers de l’Isle-Adam. Onu bana 1974’te Tom Verlaine vermişti. Okumayı bir kenara bırakın, o kitaptan haberdar olan tek bir kişiyle tanışmadım. Bendeki kopya çok eski, ufalanmaya namzet kalitesiz bir kâğıda basılmış, gri kartonlarla birbirine tutturulmuş. Çok uzun zaman önce korumak için bir kumaşa sarmıştım, hâlâ arada bir bakıyorum, bazen biraz okuyorum, genelde şöyle bir göz atıp geri koyuyorum.


Herkesin 21 yaşından önce okumasını tavsiye edeceğiniz kitap ne?

Aklıma Carlo Collodi’nin Pinokyo’su geliyor, zira masumiyet, deneyim, sevda, ihanet, kalp kırıklığı, bağışlayıcılık, dönüşüm ve kefareti içeren bütünlüklü bir döngüsü var. On yedinci yaş günümde bana hediye edilen, çok sevdiğim ve biraz hırpalanmış kopyamı hâlâ saklıyorum.

Bugün hayatta olan ve yazmayı sürdüren kalemlerden hangilerine hayranlık duyuyorsunuz? Romancı, oyun yazarı, eleştirmen, gazeteci ya da şair olabilir…

Kitaplara aşığım, yazarların önünde saygıyla eğiliyorum, aynı zamanda harika çevirmenlerimize de müteşekkirim. Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim’ini elime aldığımdan beri böyle bir eseri ancak Louise Varèse gibi çevirmenlerin bilgiye dayalı adanmışlıkları sayesinde okuyabildiğimin farkındayım. Onlar olmasaydı Patrick Modiano’nun ücra sokaklarında dolanamaz, Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu’nda Joseph Knecht’in usta mertebesine yükselişini izleyemezdim. Günümüzde en beğendiğim çevirmenler Roberto Bolaño’nun 2666 adlı romanını çeviren Natasha Wimmer, Haruki Murakami’nin Zemberek Kuşunun Güncesi ve Ryunosuke Akutagawa’nın Raşomon ve Diğer Öyküler eserlerini çeviren Jar Rubin, Cesar Aira’nın çeşitli eserlerinin şifresini çözen Chris Andrews. Bu üç çevirmen okuma ufkumuzu genişletip zenginleştiriyor, bu gerçek bir lütuf.

Sherlock Holmes’un çıkarsama gücüyle ve Maigret’nin sabrıyla büyülenirdim. Zamanla gönlüm Mickey Spillane’in Mike Hammer karakterinin kurnaz diline kaydı. Son yıllarda Gülen Polis’i yazan Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nün tüm kitaplarını okudum.

Bir yazar olarak gelişiminize en çok etkide bulunan kitap hangisi?

Jean Genet’nin Hırsızın Günlüğü kendi içsel hakikatine sahip çıkmaya dair bir kayıt olma vasfıyla erken dönem hevesimle uyuşan bir türü, “otobiyografik-kurgu”yu

önüme getirmişti. Çoluk Çocuk’u yazarken, doğrulukla bağımı kurduktan sonra, kendimi Genet’nin rehberliğinde hırsızın ayak izlerini takip ederken ve hayat tecrübesi ile hayal gücünü birbiriyle hemhal ederken buldum.

Bir edebi eserde sizi en çok etkileyen şey nedir?

Daha önce hiç tasavvur etmediğim soyut bir yere götürülmek. Okurken yazarın nefesini hissettiğiniz, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i gibi tükenmeyen bir dermana sahip bir öykü dinlemek. Yazarla gözlerinizi aynı görüntüye dikip aynı söze dökülemeyen dili paylaştığınız beklenmedik bir akrabalık hissetmek.

Polisiye dizilere olan sevginizi yazmıştınız. Bu sevgi polisiye romanlar için de geçerli mi? Değilse hangi türleri tercih ediyorsunuz?

Daha çok kurgusal eserler okuyorum, çoğu çeviri. Dedektif öykülerini seviyorum. Vurgunun karanlık bir bulmacanın çözülmesinde olduğu ve detektifin zihninin nasıl çalıştığını gösteren hikâyeleri tercih ediyorum. Gençken Nancy Drew’nun zekâsına hayranlık duyar, Sherlock Holmes’un çıkarsama gücüyle ve Komiser Maigret’nin sabrıyla büyülenirdim. Zamanla gönlüm Mickey Spillane’in Mike Hammer karakterinin kurnaz diline kaydı. Son yıllarda Gülen Polis’i yazan Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nün tüm kitaplarını okudum. Bir de Henning Mankell’in televizyonda Kenneth Branagh tarafından derinlik ve incelikle canlandırılan detektif Kurt Wallander karakterini sevdim.


Kütüphanenizi nasıl düzenliyorsunuz?

Susan Sontag bana kütüphanesini göstermişti, çok düzenliydi. Ülkeye göre dizilmiş raflarca kitap, aynı zamanda yazarlarına göre alfabetik sıradaydı. Bu benim yapabileceğim bir şey değil. Kitaplarımın çoğunun nerede olduğunu biliyorum, ama tatbik edilebilir bir mantık çerçevesinde değil. Yine de yakınlığa dayalı bir kast sistemim mevcut. En değerli kitaplarım, annemin kitapları, çocukluk kitaplarım ya da Marcel Schwob’un Çocukların Haçlı Seferi gibi imzalanmış kitaplar yatağımın karşısında duran görüş hizamdaki küçük bir kitap dolabında. Başka bir dolapta sık sık yeniden okuduğum kitaplar var. Gerisi bir sürü kitap rafının olduğu başka bir odada, bazıları da banyo dahil evin çeşitli yerlerine rastgele dağıtılmış durumda. Okuyacak hiçbir şeyin olmadığı bir odada bulunmayı sevmiyorum. Susan’ın sistemini hiçbir zaman kullanmamış olsam da bana verdiği tavsiyeye, daha fazla Alman yazar okuma tavsiyesine uydum. Bu sayede karşıma Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü romanı çıktı. Hep yakınımda tuttuğum bir eser, kelimelerden oluşan müzikal bir sonsuzluk.

Susan Sontag’ın bana verdiği tavsiyeye, daha fazla Alman yazar okuma tavsiyesine uydum. Bu sayede karşıma Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü çıktı. Hep yakınımda tuttuğum bir eser, kelimelerden oluşan müzikal bir sonsuzluk.

Size hediye gelen en güzel kitap hangisi?

Çok fazla var, ama aklıma hemen iki tanesi geldi. Biri, kitabın kendisinden ötürü, diğeri ise açtığı yollar nedeniyle. Robert Mapplethorpe’un 1967’deki tanışmamızdan kısa bir süre sonra hediye ettiği Sylvia Plath’in Ariel’i çok değerli. Diğeri elime 2008’de, tuhaf bir şekilde geçti. Paris’te Cartier Vakfı’nda görsel işlerimin yer alacağı bir sergiye hazırlanıyordum ve bir yerleştirme işi için eski bir Etiyopya battaniyesine ihtiyacım vardı. Arayıp yardım istediğim Miloš isimli dostum harika bir battaniye yolladı. Battaniyenin kıvrımlarında, Alice Harikalar Diyarı’ndaki emirleri anımsatan “Bu kitabı oku” mesajıyla gelen Mihail Bulgakov’un Usta ve Margarita kitabı gizliydi. İlk sayfada ağına düştüm, Bulgakov okuyarak geçirdiğim sene böyle başladı. Kitapta bahsi geçen yerleri ve yazarın Gogol’unkinin birkaç adım ötesinde bulunan mezarını ziyaret etmek için Moskova’ya gittim. Sonra Bulgakov’un şerefine Gogol okuma aylarına girdim, oradan Nabokov’un inceleme kitabı Nikolai Gogol’a, oradan da başka bir favori kitabım olan ve Nabokov’un kelebek tutkusuna odaklanan Nabokov’s Butterflies’a (Nabokov’un Kelebekleri, Brian Boyd-Robert Michael Pyle) sıçradım. Bir battaniyenin içine sarılmış ve samimi bir komutla gelen tek bir roman bunca zihinsel ve fiziksel enerjiyi sarf etmeme önayak oldu.

En sevdiğiniz kurgusal kahraman kim?

Heinrich Böll’ün Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru eserindeki Katharina Blum’u seviyorum. Neden olduğunu söyleyemem, ama çok ilgimi çekiyor, kitabı en az yedi kere okumuş olmama rağmen henüz bu karakteri yerine oturtabilmiş değilim. Kendimi sık sık onun hakkında bir şeyler merak ederken yakalıyorum. Başına buyruk biri. Sokakta yanından geçseniz gözünüze çarpmayacak sıradan bir kız, ancak hayranlık verici bir şekilde kendi başına takılıyor, kendi iradesini kullanıyor, kimi isterse onu seviyor ve kendisini taciz edip küçük düşüren adamı hiçbir pişmanlık hissetmeden soğukkanlı bir şekilde vuruyor.


Çocukken nasıl bir okuyucuydunuz? O dönem okuduğunuz kitaplar ve yazarlardan hayatınızda en kalıcı olanlar hangileri?

Kitapları hep çok sevdim. Hatta okumayı öğrenmeden önce bile uyurken içime doğmaları umuduyla yastığımın altına kitaplar yerleştirirdim. Annem sayesinde okumayı okula başlamadan öğrendim. Hastalıklı bir çocuktum, bu sayede iyileşmek için yatakta yatarken günlerce kitap okuma ayrıcalığına sahiptim, geceleri de bir cep feneriyle okurdum. Hayal gücümün yansıması olan ya da onu genişleten harikulâde kitaplardı. Hâlâ birçoğu duruyor. Peter Pan, Flanders Köpeği, Wiggily Amca, Binbir Gece Masalları ve Bahtiyar Prens. Robert Louis Stevenson, Hans Christian Andersen, Lewis Carroll ve L. Frank Baum’u severdim. Bu yazarları defalarca okudum ve okumaya devam ediyorum.

Bir kitabın sizi biriyle yakınlaştırdığı oldu mu? Ya da bir kitap biriyle aranıza girdi mi?

Annemle her zaman iyi anlaşamazdık, ancak kitaplara olan sevgimiz zor dönemlerde bazı şeyleri tamir etmekte faydalı olurdu. Taşınmalarımdan birinde Dinah Maria Mulock Craik’in The Little Lame Prince kitabının çocukluğumda sahip olduğum kopyasını kaybettim. Çok üzüldüm, yenisini bulmak da imkânsızdı. Annem ikimiz arasındaki zor bir açmazın ortasında bana düz kahverengi paket kâğıdıyla kabaca kaplanmış ve selobantla tutturulmuş bir kitap yolladı. İçinden çıkan 1929 basımı The Little Lame Prince kopyasının üzerinde “Sözcüklere ihtiyacımız yok –Annen” yazıyordu. Bir daha birbirimize hiç yabancılaşmadık.

Usta ve Margarita’nın ağına düştüm. Kitapta geçen yerleri ve Bulgakov’un mezarını ziyaret etmek için Moskova’ya gittim. Sonra Bulgakov’un şerefine Gogol okuma aylarına girdim, oradan Nabokov’un inceleme kitabı Nikolai Gogol’a, oradan da Nabokov’un kelebek tutkusuna odaklanan Nabokov’un Kelebekleri’ne sıçradım.

Varsayalım edebi bir akşam yemeği düzenleyeceksiniz. Hangi üç yazarı davet ederdiniz? Hayatta ya da vefat etmiş olabilirler.

Kesinlikle parti düzenleyemezdim, yarısında gidip tuvalete saklanırdım. Onun yerine ardışık üç özel görüşme organize ederdim. Sabah Roberto Bolaño’yu çağırırdım, arkada kısık sesle Glenn Gould’un The Goldberg Variations’ı çalardı. Kahve içer ve günlük rutinine ya da ne konuşmak isterse ona dair sohbet ederdik. Sonra ona 21. yüzyılın edebi sorusunu yöneltirdim: Eğer devamını yazabilecek kadar uzun yaşasaydı 2666 nereye varırdı? Akşamüstü Sylvia Plath konuğum olurdu, bir kadeh Porto şarabı koyar ve Pawel Pawlikowski’nin Soğuk Savaş filmini izlemeyi teklif ederdim. Bence hoşuna giderdi. Sonrasındaysa Ryunosuke Akutagawa’yı gizli bir geçitten içeri alırdım. Sake içer, o gecenin geç saatlerinde ortadan kaybolana kadar birbirimize doğaçlama öyküler anlatırdık.

Bundan sonra ne okumayı planlıyorsunuz?

Finnegan Uyanması’nın kırmızı kumaşla kaplı ve James Joyce tarafından yeşil mürekkeple imzalanmış bir ilk baskısına sahip olma şerefine nailim. Konferans vererek kazandığım parayla Londra’daki bir kitapçıdan satın aldım. Sarıldığı kumaş ipek ve çok eski, onu sıyırıp okumayı planlıyorum. En azından tamamını dikkatle inceleyeceğim. Her sayfayı, tek tek, ağır çekimde. 

New York Times, 5 Eylül 2019
Çeviren: Yiğit Atılgan

^