NEOLİBERALİZMDEN NEOFAŞİZME –II

Söyleşi: Özay Göztepe
17 Temmuz 2022
Robin Rhode, Black Friday, 2016
SATIRBAŞLARI

Sermaye ve Emperyalizm: Kuram, Tarih ve Günümüz isimli kitabınızda[1], Lenin’in tartıştığı dönemdeki emperyalizmin oligarşik niteliklerinin bugünkünden bazı farklılıklarının olduğunu söylüyorsunuz. O farklılıklar ve onların siyasal yönetim biçimlerine etkileri neler?

Prabhat Patnaik

Prabhat Patnaik: Lenin, her biri etki alanını genişletmekle meşgul, dolayısıyla diğerleriyle yoğun bir emperyalistler arası rekabet içinde sıkışıp kalmış olan ve bu rekabetin pençesinde savaşlara sürüklenen metropol ülkelerin finans kapitallerinin ulus bazlı ve ulus-devlet destekli olduğu bir zamandan bahsediyordu. Bugün ise elimizde serbest küresel hareketliliğe ket vuracağı için dünyanın birbirine rakip alanlara ayrılmasını istemeyen, herhangi bir ulus-devletle bağlantılı olmayan, küreselleşmiş veya uluslararası bir finans kapital var. Bu yüzden, aralarında Karl Kautsky’nin de betimlediği türden bir barış sağlandığı için değil, doğrudan doğruya dramatis personae –oyundaki karakterler– değiştiği için, metropol ülkeler arasındaki emperyalistler-içi rekabetin sesini duymazdan geliyoruz.

Bu büyük sonuçlar doğurdu. Lenin’in de belirttiği üzere, Sovyetler Birliği farklı metropoliten güçlerin rekabeti nedeniyle varlık kazanabildi ve bu varlığı sürdürebildi. Fakat günümüzde bu rekabetin elimine edilmesi neoliberal kapitalizmin prangalarından kurtulmayı da bir o kadar zorlaştırıyor. Buna niyetlenen ülkelerin karşılaştığı olağan dönüşümsel zorlukların yanı sıra, diğer ülkeleri aynı yolu izlemeye zorlayan metropol ülkelerin uyguladığı yaptırımlar da mevcut. Hal böyleyken neoliberalizmden mustarip sınıflar, ondan kopmaya uğraşırken bile daha fazla zarar görür hale geliyor. Bunun devrimci praksis üzerinde zayıflatıcı bir etkisi bulunuyor.

Ama başka bir etkisi daha söz konusu. Neoliberal kapitalizmin müzmin krizi, kazançların toplumun her kesimine daha fazla oranda “dağılacağı” vaadinin kulağa daha az inandırıcı gelmesine sebep olmuştu; bu yüzden sosyal destek için alternatif bir dayanak ihtiyacı oluştu. Bu nedenle, neoliberal kapitalizm krizin bu dönemi boyunca, iktidarını/toplumsal desteğini kaybetmemek adına yüzünü gitgide daha fazla neofaşizme çevirdi. Neofaşizm terimini kullanmayı tercih ediyorum, çünkü “popülizm”, “otoritarizm” ve “diktatörlük” gibi terimler herhangi bir sınıf içeriği ifade etmiyor. Zira bu terimler, “neofaşizm”in yükselişindeki neoliberal bağlantıyı muğlaklaştırmayı, yani uluslararası finans kapitalle bütünleşmiş her ülkedeki büyük sermayenin “neofaşizm”in doğuşunda oynadığı rolü örtbas etmeyi ve ekonomi politiğini görmezden gelerek ona tamamıyla politik bir nitelik atfetmeyi amaçlıyor.

Neofaşizm terimini kullanmayı tercih ediyorum, çünkü “popülizm”, “otoritarizm” ve “diktatörlük” gibi terimler bir sınıf içeriği ifade etmiyor. Zira bu terimler “neofaşizm”in yükselişindeki neoliberal bağlantıyı muğlaklaştırmayı, uluslararası finans kapitalle bütünleşmiş büyük sermayenin “neofaşizm”in doğuşunda oynadığı rolü örtbas etmeyi amaçlıyor.

Küreselleşmiş finans kapitalle yüzleşen ulus-devletin etkileri tam olarak burada ortaya çıkıyor. Faşizmin 1930’larda başardığının aksine, günümüz neofaşist rejimleri dahi, kendi ekonomilerinde yaşanan krizi hafifletemiyor. Japonya 1931’de, faşist rejim hükümetinin hatırı sayılır bir miktarda borç alarak finanse ettiği askerileşme hamlesiyle, kendisini Büyük Buhran’dan kurtaran ilk ülke olmuştu. Almanya da aynı şekilde, Nazilerin yüklü miktarda harcama yaptığı, hükümetin borçlanmasıyla finanse edilen askerileşme hareketiyle bunu 1933’te başarmıştı. Finans kapitalin bütçe açığına sık sık karşı çıkması, faşistlere olan aşırı yakınlığı nedeniyle artık son bulmuştu. Ayrıca, ülkelerindeki neredeyse herkese istihdam sağlanması, insanlar savaşın çirkin yüzüyle tanışmadan önce, faşistlere belli bir düzeyde popülarite ve toplumsal destek sağlamıştı.

Bugün, uluslararası finans kapital bir ulus-devletle karşı karşıya olduğundan –finansal bir sermaye akışını tetikleme korkusuyla– biçare rakibinin diktasına boyun eğmek zorunda kalıyor; finans kapitalin bütçe açığına (ve vergi uygulayan kapitalistlere, ki bu ekonomiyi başarılı bir şekilde canlandırarak hükümet harcamalarını finanse etmenin mümkün tek diğer yolu) karşı olması, hükümet harcamasının krizi alt etmesini engelliyor. Bu da demek oluyor ki, neofaşizmin işsizlik sorununu çözmesi, insanlara geçici olarak bile rahat bir nefes aldıramıyor. Bu yüzden, seçimle gitmesi mümkün olsa bile, neoliberalizm ayakta olduğu sürece neofaşizm gerçek anlamda yok olmayacaktır. Ayrıca, bu uğurda bir savaş çıkarılsa bile bu kaide değişmeyecektir. Dolayısıyla, neoliberalizmin ötesine geçilene kadar varlığını sürdürecek olan neoliberal kriz döneminde de neofaşizm, muhtemelen, bir kenarda var olmaya devam edecektir.

Neoliberal dönemde sermayenin nüfuz etme süreci, sadece iktisadi değil, toplumsal, siyasal, sınıfsal ve kültürel anlamda da birçok tahribata yol açtı. Başta azgelişmiş ülkelerdekiler olmak üzere, neoliberalizmin yarattığı tahribatlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Benim aklıma neoliberalizmin en sınıfa özgü özelliği olan, çalışan insanlar, yani işçiler, çiftçiler, sanatçılar, zanaatkârlar, balıkçılar giderek büyüyen mutlak birsefalet haline sürüklenirken şehirlerde yaşayan tüm orta sınıfın gayet güzel fayda sağlaması ve güçlü bir destekçi olması geliyor. Bunun en azından üç etkisi var: Birincisi, sömürgecilikle mücadele veya büyümenin dirigiste[2] (güdümlü ekonomi) aşamasında belirgin olmayan, üçüncü dünya ülkesinin kendisinde neden olduğu boşluk –sokaktaki insandan bihaber olan yalnızca büyük kapitalistler değil, orta sınıfın bir kısmı da bu gruba dahil.

Baskılanan, dışlanan grupları hakir görmek üst-orta sınıfın ayırıcı özelliği haline geliyor ve bu, kamuoyu oluşturma araçları üzerindeki kontrolleri aracılığıyla iyice yayılıyor. Bu “ötekileştirme”nin neoliberalizm ve neofaşizm arasında ittifak oluşturması üst-orta sınıfın neofaşizmi desteklemesine sebep oluyor.

İkinci olarak, neoliberalizm emperyalizm destekli olduğundan, yalnızca büyük şehirler değil, orta sınıfın bu kısmı da emperyalizm sempatizanı konumunda. Dirigiste rejiminin, yalnızca çokuluslu şirketlerin ekonomiye girmesini sonuna kadar destekleyen ekonomi politikasında değil –kamu sektörüne ait varlıkların bu çokuluslu kurumlara satılmasını destekleme noktasına kadar– örneğin Filistin mücadelesini bırakmayı, İsrail’i ve elbette ABD’yi savunmayı öne sürecek dış politikanın belirlenmesinde bile pozisyonlarının yer değiştirmesini savunuyor. Michal Kalecki –bence yerinde bir tabir değil ama– “orta düzey rejimler” adını verdiği sömürgecilik-sonrası dirigiste rejimlerinin iki ana özelliğinin devlet kapitalizmi ve bağlantısızlık olduğunu ifade etmişti. Neoliberalizmde değiştirilmesi istenen de tam olarak bu politikalar; kamuoyu oluşumunu kontrol ettiklerinden ötürü büyük bir sosyal etki gücüne sahip olan orta sınıfın büyük bir kısmı böyle bir değişimin destekçisi.

Üçüncüsü, yalnızca büyük şehirler ve çalışan insanlar arasında değil, üst-orta sınıf ve çalışan insanlar arasında da giderek büyüyen bir boşluğu ifade eden, neoliberalizmden gelen ekonomik eşitsizlikteki artış, oldukça doğal bir şekilde, orta sınıfın toplumdaki görece ayrıcalıklı konumlarıyla değil de ileri düzey becerileri sayesinde kazanım elde etmeleriyle birlikte makûl bir görünüm kazanıyor; buradan da fakirleşenlerin daha zayıf becerileri olan kişiler olması gerektiği anlamına ulaşılıyor.

Baskılanan, dışlanan grupları hakir görmek, üst-orta sınıfın ayırıcı özelliği haline geliyor ve bu, kamuoyu oluşturma araçları üzerindeki kontrolleri aracılığıyla iyice yayılıyor. Bu “ötekileştirme”nin neoliberalizm ve neofaşizm arasında ittifak oluşturması üst-orta sınıfın neofaşizmi desteklemesine sebep oluyor. Üçüncü dünya ülkelerinin yaşadığı bu parçalanma bana kalırsa neoliberalizmden en büyük kültürel-ideolojik kopuş konumunda.

Kontrol edilemeyen büyük sanayilerin zalimce doğaya verdiği zararın karşısında tüm dünyada küresel iklim karşıtı örgütlenme hızla büyüyor. Joe Biden’ı destekleyenler (solda altta), Trump “projesi” Meksika-ABD sınırını bölen 34 kilometre uzunluğundaki duvar 

2008’de başlayan ve halen devam eden küresel ekonomik krizi ve iktisadi, toplumsal, ekolojik yaşamda yaptığı yıkımları göz önünde aldığınızda, neoliberalizmin sonunun geldiğini düşünüyor musunuz? Yoksa mevcut kapitalist sistem, neoliberalizm bu krizleri çözebilecek seçenekleri üretme kapasitesine sahip mi? Tarih, özellikle “ilkel birikimin sürekliliği” ve “kapitalizmin meta-dışı alanlara nüfuzuyla kendi sonunu hazırladığı” tezlerinde Rosa Luxemburg’u haklı mı çıkarıyor?

Bence neoliberalizm kendisini bir çıkmaz sokakta buldu. İlkel sermaye birikimini serbest bırakınca, milyonlarca köylü ve küçük üreticiyi, kapitalist sektörün işsizler kervanına dahil olmaya itti. Diğer yandan, ticaret serbestisi yoluyla farklı ülkelerdeki kapitalist üreticiler arasında, genellikle işgücünün yer değiştirmesine yönelik yeni teknolojilerin tanıtılmasıyla alâkalı bir mücadele başlattı. Bir önceki dirigiste rejimin kontrolü altında olan bu mücadeleden şu anlam çıkar: Yüksek GDP (gayri safi yurtiçi hasıla) büyüme oranları gözlemlenen üçüncü dünya ülkelerinde bile iş verimliliğinin büyüme oranı o kadar yüksektir ki, istihdam oranındaki artış dirigiste rejime kıyasla ağır kalır ve işgücünün doğal büyüme oranının bile altına düşer. Sonuç olarak, tüm üçüncü dünyadaki işgücü ordusu rezervinin nispi büyüklüğünde bir genişleme gözlemlenir, bu da ülke bazında ve tüm dünya genelinde ekonomik fazla payında bir artışa sebep olarak iş verimliliğinin hızla arttığı bir ortamda, ücret oranını sabit tutar. Bu, eşitsizliğin artmasının temel sebebidir ve karşılık olarak, tüketimin pari passau (eşit derecede)artışını önleyerek aşırı üretime meyledilmesine sebep olur.  

Aşırı tüketime meyledilmesinin önüne geçmeyi amaçlayan devlet müdahalesi, Keynes’in örneklendirdiği gibi, hem zenginin vergilendirilmesine hem de daha büyük bütçe açıklarına onay vermeyen –devletin toplam talebi canlandırabilecek harcamayı finanse edebilmesinin iki yolu– uluslararası finans kapitalin direnişiyle karşılaştı, ki stagnasyon eğilimi neoliberalizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu eğilim ABD’nin 1990’lardaki “dot-com balonu” ve yine ABD’deki, 2000’lerin başındaki “emlâk balonu” gibi varlık-değer “balonları” oluşturulması yoluyla denetlenebilir. Fakat bu “balonların” patlamasıyla stagnasyon eğilimi ağırlığını yeniden ortaya koyar. Dahası, insanlar bu deneyimden ders çıkarırlar, bu tür “balonların” oluşmasına yol açan coşku hali zamanla yok olur. Böylelikle, “balonlar” şayet hayata geçmeyi başarırlarsa, etkilerini gitgide yitirirler.

Dünya ekonomisinin geldiği nokta şu an bu. Aşırı tüketim eğilimi, neoliberal düzen dahilinde aşılamayacağı ve bu düzen, kapitalizmin en son evresini tanımlayan küreselleşmiş finans kapitalin hakimiyetinden kurtulmadan aşılamayacağı için, bu sistem herhangi bir gelecek vaat etmiyor.

Bu sebeplerden ötürü, neoliberalizm ve neofaşizm arasındaki ittifakın bu krizi bitirebileceğini düşünmüyorum: 1930’lardakinin aksine, bugün finans kapital uluslararasıyken, eyleme geçip krizi sona erdirecek olan devlet, bir ulus-devlettir. Bu temel hakikati neofaşizm bile değiştiremez. Bu da devletin Keynesyen politikalara yönelmesine engel olur.

Birçok burjuvazi sözcüsünün de kabul ettiği üzere, dolar tüm dünyada servet sahipleri tarafından hâlâ “altın değerinde” sayıldığı için Biden’ın tek başına altından kalkabileceği ve ABD ekonomisini yıpratıcı sermaye kaçışlarından koruyacak olan Keynesyenciliği yeniden canlandırma çabası işe yaramayacaktır. Şimdiye kadar saydıklarım en azından üç sebep ediyor. İlk olarak, diğer metropol ülkeler ABD ile aynı konumda değiller ve dolayısıyla “kemer sıkmak” zorundalar. Bu AB örneğinde açıkça görülüyor.

Kapitalizm hüküm sürdüğü sürece iklim krizinin önüne geçilemeyeceği ziyadesiyle gözler önüne serilmiş oldu. İnsanlık öyle bir açmaza girdi ki, gerçek anlamda hayatta kalmak için kapitalizmi defetmesi gerekiyor.

İkincisi, önceden öneride bulunduğu altyapı harcama planlarında geri adım atmasından anlaşılacağı üzere, ABD’de bile Biden’ın tekliflerine ciddi bir muhalefet söz konusu. Üçüncüsü, bir an için Biden’ın ABD ekonomisini yeniden canlandırabileceğini ve AB’nin de “kemer sıkma” politikasını terk edeceğini varsaysak bile, uluslararası finans kapital üçüncü dünya ülkelerine mali tutuculuğu bırakma izni vermeyecektir. Pandemide bile metropol ülkeler azımsanmayacak büyüklükte kurtarma ve rahatlama paketleri sunmak uğruna ciddi bütçe açıkları yaşamak zorunda kalırken, çoğu üçüncü dünya ülkesi yalnızca cüzi paketler sunmaya itilmişti. Bu ikilik, metropolde düzelme yaşanması halinde yeniden ortaya çıkacaktır.

Rosa Luxemburg’un ilkel birikmenin, kapitalizme hayatı boyunca eşlik edeceğini söylemekte kesinlikle haklı olduğunu düşünüyorum. Ancak, benim ifade ettiğim kapitalizm mekanizmasının kendini bir çıkmazda bulması Rosa Luxemburg’un bahsettiği kendi kendisini metalaştırması sürecinden farklı.  

Kapitalizmin, özellikle pandemiden sonra, sadece insanlığı değil, tüm yaşam formlarını tehdit ettiği, artık daha geniş kesimler tarafından kabul ediliyor. Bu açıdan, önümüzdeki dönem toplumsal muhalefetin devrimci yönelimi sizce hangi kısıt ve olanaklara sahip? 

Pandemiden önce dahi, sürmekte olan kapitalist kriz sebebiyle dünyanın büyük bir kısmındaki çalışan insanların yaşadığı sıkıntıların şiddetli bir şekilde yoğunlaşacağı ortadaydı. Sürekliliğini ve kalıcılığını biraz da Covid-19 aşılarının patent feragatı almasının önüne geçen kapitalizme borçlu olan pandemi de bu sıkıntıların üzerine eklendi. Ek olarak, kapitalizm hüküm sürdüğü sürece iklim krizinin önüne geçilemeyeceği de ziyadesiyle gözler önüne serilmiş oldu. Yani, tüm bu sebeplerden insanlık öyle bir açmaza girdi ki, gerçek anlamda hayatta kalmak için kapitalizmi defetmesi gerekiyor.

Aynı zamanda, işçilerin ve köylülerin küresel olarak koordine edilen bir hareketi olmadığı için, sisteme karşı dünya genelinde eşzamanlı bir şekilde mücadeleyi yükseltmek de mümkün değil. Bir ülkede başlayıp ötekine sıçrayan, fakat bir ülkenin sistemi devirmesiyle ötekinin devirmesi arasında gecikmeler olan bir dizi ulusal isyan serisinden oluşmak zorunda. Sistemi yıkan veya bir nebze de olsa insan haklarını gözeten düzenlemeler kabul ettirebilen her ülke, ister istemez kendisini küresel finansal akımın girdabından koparmak zorunda, ki bu da bir sonraki aşamada ticaret kısıtlamalarını ve diğer tamamlayıcı adımlar atılmasını gerekli kılacaktır.

Tüm bu adımlar metropol güçlerini misilleme yapmaya davet edecek. Buna karşı koyabilmek için, günümüzde bariz bir şekilde emperyalist bir örneğini gördüğümüz küreselleşmeden ayrılan her ülkenin, tüm dünyadaki ilerlemeci hareketleri desteklemesi elzem olacak. Bu desteği sağlamak, ülkenin işçi ve köylülerini, kapitalist sistemin hakimiyetinden kurtulmak üzere devlet gücünü ele geçirmeye hazırlayacağından, düşünme yetisi olan her bireyin sorumluluğu haline gelecek.


[1] Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik, Sermaye ve Emperyalizm: Kuram, Tarih ve Günümüz, Kalkedon Yayınları, 2022

[2] Türkçeye dirijizm şeklinde uyarlanan ve Fransız tarihinde Charles de Gaulle ile ilişkilendirilen dirigiste (Fransızca orijinalinde dirigisme) piyasa ekonomisi, (kapitalizm) ile planlı ekonomi (sosyalizm) arası bir model olarak sunulmuştur. Hükümetin teşvikler yoluyla sektörler üzerinde belirleyici olduğu bu sistem devlet kapitalizmine yakın anlamda kullanılmakta.

^