JEOTERMAL ENERJİ SANTRALLERİ VE “KARON’UN PUSULASI”

Söyleşi: Asu Aksoy
9 Kasım 2022
"Karon’un Pusulası", video karesi, 2022
SATIRBAŞLARI

Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet başlığını taşıyan, küratörlüğünü Didem Yazıcı, Peter Sit ve Burcu Çimen’in üstlendiği güncel sanat sergisi 2 Ocak 2023’e dek Yapı Kredi Kültür Sanat Galerisi’nde izleyicilerle buluşuyor.   

15 Eylül’de açılan sergide yer alan işlerden biri, Aslı Uludağ’ın Büyük Menderes, Denizli ve Gediz grabenlerindeki jeotermal enerji santrallerinin (JES) yol açtığı doğa tahribatını ve bu santrallere karşı verilen mücadeleyi konu alan çalışması.

Türkiye’de jeotermal enerji ve çevresel etkilerinin kamuoyunda konuşulmaya başlaması 1980’li yıllara gidiyor. İlk büyük JES 1984’te, Denizli-Kızıldere’de kuruluyor. 2007’de, 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu çıkarılıyor. Bu kanunun ve 2008’de jeotermal enerji üretiminin özelleştirilmesinin ardından, Büyük Menderes grabeninde jeotermal santrallerinin sayısı büyük bir hızla artmaya başlıyor. Bugün Aydın-Denizli sahasında kırkın üstünde JES ve bunların açtığı yüzlerce sondaj kuyusu yer alıyor. 2020’de Gazete Duvar’da yayınlanan Murat Yüksel imzalı yazının başlığı “Aydın’ın korona virüsü jeotermaller”! 

Aslı Uludağ’ın Büyük Menderes yöresindeki jeotermal santrallerle ilgili ilk sanat işi 2020’de, 5. İstanbul Tasarım Bienali’nin Kara ve Deniz Kütüphanesi’nde sergilenen “Üretken bir Mitolojinin Maddeleşmesi”ydi. İki sene sonra, Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet sergisindeki işi “Karon’un Pusulası” başlığını taşıyor.

Birinci sergisinde santrallerin sebep olduğu çevresel şiddete karşı mücadele eden Kızılcaköylü kadınların, zeytin ve incir yetiştiricilerinin ve avukatlarının argümanlarını, başvurdukları mücadele araçlarını ele alan Uludağ, “Karon’un Pusulası”nda, yürüttüğü araştırma ve saha çalışmasının ışığında, yer üstünü parçalayıcı tahripkâr güçlere karşı yürütülen mücadelelerde yeraltının akışkan ve ilişkisel varlığından nasıl yararlanılabileceğine odaklanıyor.

Uludağ yerin altının sunduğu potansiyellerin antik çağlardan günümüze nasıl yer üstüne çıkarak insanların tahayyüllerini ve pratiklerini şekillendirdiğini izliyor ve bizleri, tıpkı bir okyanus gibi, yeraltına hâkim olan bütünleşik ve akışkanlar ortamının yer üstünde ortaya çıkarabileceği ortaklaştırıcı imkânları keşfetmeye davet ediyor.  

Yerin altından akışkanları yer üstüne çıkarmaya dayalı bu sökücü faaliyetin tüm yaşayanları ile çevre üzerindeki etkisinin ne olduğunu, “yenilenebilir” ve “çevreye zararı en az enerji kaynağı” olarak sunulan bu teknolojinin nasıl bir doğa tahribatına yol açtığını, JES’lerin yayılmasına karşı verilen mücadeleyi ve meseleye bir sanatçı olarak bakışını dinlemek üzere Aslı Uludağ’a bağlanıyoruz. (A.A.)

“Karon’un Pusulası”, yerleştirme görüntüsü, 2022

Jeotermal enerji konusuna nereden, nasıl ilgi duydunuz?

Aslı Uludağ: Üç sene önce Hollanda’daki su altı yapılarını yüksek lisans tezim için araştırıyordum. Hidroponik topraksız seralardan başlamıştım ve gördüm ki toprak ıslahının tarihi, kanallar, meteoroloji, hepsi birbirine bağlanıyor. Toprağın altı mekanik olarak birbirine bağlı. Hollanda’da jeotermal enerjiye ilgi Paris Antlaşması’yla beraber başlıyor, 2050’ye kadar ihtiyacımız olan enerjinin dörtte birini jeotermal enerjiden sağlayacağız diyorlar. Mevcut yeraltı bilgilerine dayanarak jeotermal enerjisi çalışmalarını başlatıyorlar. Oradayken jeotermal santralleri gördüm, ama konu orada kaldı. Yeni kuruldukları için etkileri belli değildi, direniş yoktu, ne olduğu belli değildi ve benim için jeotermal enerji konusu bir soru işareti olarak kaldı. Sonra bir arkadaşım Aydın’daki jeotermal enerji santrallerine (JES) karşı direnişten bahsetti. O sırada Londra’daydım, Aydın’ı bilmiyordum, daha önce gitmemişim, dışardan birisiyim, dolayısıyla bölgedeki direnişin videolarını izleyerek başladım araştırmaya. Aydın’da eskiden beri jeotermal enerji konusunda çalışma var. Kısa bir tarihçesini verecek olursam, Türkiye’de jeotermal enerji araştırma ve haritalama projesi 1960’larda başlıyor, Avrupa destekli bir proje bu ve Aydın Germencik ve Buharkent Türkiye’nin ana jeotermal enerji sahası olarak belirleniyor. Buharkent’te devlet tarafından işletilen bir test santrali açılıyor. Çevre köylere ısı veriyor, kısa süreli bir santral. 1980’li yıllarda, Aydın ve Büyük Menderes graben bölgesinde santral yapılaşması başlıyor. 2008’de jeotermal enerji özelleştiriliyor ve ondan sonra JES’lerde çılgın bir patlama oluyor. En son Aydın-Denizli kısmını içine alan bölgede 44, Manisa taraflarında16 JES ve bunların açtığı yüzlerce sondaj kuyusu vardı.

Jeotermal enerji üretimi nasıl bir şey, hiç bilmeyenlere nasıl anlatırsınız?

Kâğıt üstündeki modele göre şöyle bir şey olması lâzım: Derin yeraltında, dünyanın merkezi tarafından ısıtılmış akışkanlar var, çok sıcak akışkanlar bunlar, normalde çok derinde bulunuyorlar. İçinde çeşitli kimyasalların olduğu bir akışkan. İnanılmaz sıcak olduğu için etrafındaki kimyasalları da içinde eritiyor. Dünyanın bazı bölgelerinde, özellikle fay çatlakları tarafından yerin şekillendiği bölgelerde bu akışkanlar yüzeye doğru basınç farkı yüzünden yaklaşıyorlar. Aydın, Manisa ve Denizli böyle yerler, bunlar grabenler. Graben jeolojik bir yapı. İki birbirine paralel fay çizgisi yeri üç parçaya bölüyor, ortadaki parça desteksiz olduğu için çöküyor. Aynı zamanda tek bir tane fay olmuyor, çatallaşmış etrafında farklı faylar oluyor. Bu bölgede, çöküntü olduğu için yerin altı yüzeye yakın oluyor. Yerin kendisi zaten hareket ediyor, fay çatlaklarının içinden termal sular geçiyor, hem yatay hem dikey hareketlilik var, mineraller dağılıyor etrafa.

İlk başta, şirketler JES’ler için “sürdürülebilir enerji bu” diyorlar, “istihdam imkânı yaratıyor” diyorlar, “ülkenin enerji ihtiyacını temiz bir şekilde karşılıyoruz” diyorlar. Sonra bir noktada, incir ağaçlarında garip şeyler olmaya başlıyor.

Bunun gibi bölgeler jeotermal enerji santralleri için uygun olarak belirleniyor. Bir jeotermal enerji santrali sondaj kuyusu kazıyor. Mesela Aydın’da kazılan sondaj kuyuları yerin bir ila bir buçuk kilometre derinine iniyorlar. Bayağı yakın yüzeye. Bir-bir buçuk kilometre derinde 200 derece jeotermal akışkana varılıyor. Hollanda’yla karşılaştırınca, orada iki kilometrede sadece 80 dereceye ulaşılıyor. Santral sondaj kuyusundan bu akışkanı yüzeye çıkarıyor, santrale gönderiyor, santralde de bu akışkan, ısı üretilecekse “heat exchanger”dan, elektrik üretilecekse türbinden geçiriliyor. Bunu yaptıktan sonra, sürdürülebilirlik açısından önemli nokta, bu akışkanın buradan hiçbir şekilde dışarı çıkarılmadan aynen gerisin geriye yerin altına gönderilmesi, akifere basılması lâzım. Bu akışkan çok sıcak olduğundan içinde yer altındaki kimyasallar var. Bunlar ağır metaller, yüzeye salarsanız etkileri zehirli. O yüzden akışkanın geri basılması gerekiyor. Aynı zamanda, sürdürülebilirlik demek döngüyü tamamlamak demek. Jeotermal akiferin içindeki akışkanın da bitmemesi gerekir. Yani mantık şu: Biz bunu çıkartacağız, ısısını alacağız, aşağıya geri yollayacağız ve onu tekrardan ısınınca çıkartacağız.

Peki, o zaman sorun nerede?

Aydın’da olan durumda, bu akışkanlar geri basılmıyor, çünkü basmamak ekonomik olarak kârlı bir şey. Nehirlere, derelere boşaltılıyor, atmosfere bacalardan buhar olarak veriliyor. Tabii çürük yumurta kokusu oluyor, buhar bir yerlerden çıkıyor, çevrede daha önce olmayan tezahürler meydana geliyor. Bir bakıyorsunuz, derelerden deli gibi buharlar çıkıyor. En sonunda halkı ayaklandıran şey, benim gördüğüm kadarıyla, incirlere olan etkisi. İlk başta bunun sonuçları incirlerde görülmüş. İncirler ve jeotermaller arasında çok özel bir ilişki söz konusu: Bu jeotermal akışkanların içinde çok yüksek bor oranı var. İncirler ve bütün bitkiler bora dayanıklılıkları bakımından üç sınıfa ayrılıyor: Çok hassas, normal ve dayanıklı. Çok hassas kategorisinde incirler var. Öyle olunca incir ilk başta tepki göstermeye başlıyor.

Çevresel şiddete karşı mücadelenin kilitlendiği durum hep şöyle oluyor: Olayla –kaza, boşaltım gibi– onun etkileri hemen art arda gözükmüyor, etkilerinin ortaya çıkması için uzun bir süre geçmesi gerekiyor, o kimyasalların metabolize olması zaman alıyor. Germencik’te insanların bu etkileri görmeleri ve JES’lere karşı mücadele etmeleri çok sonra başlıyor. Orada bir sürü santral var, “bir şey yapmamız lâzım” dediklerinde geç bir nokta oluyor. Bu arada, ilk ayaklanma Germencik’te, 2014-2015’te.

Facebook’ta paylaşılan videolarda sürekli tekrarlayan temalar var: Yerden ve çevreden buharlar çıkması, sarı renk, çürük yumurta kokusu, çatlama gibi. Bunları dört tema başlığı altında toplayıp sahada izlerini takip etmeye başladım.

Aydın’ın köylerinde JES’lere karşı mücadele sürüyor. 2019’da, Aydın’da 110 sahada planlanan JES işletme, kaynak arama ve doğal mineralli su sahası için ihale yapılacağı ortaya çıkınca protestolar yaygınlaşmıştı. Köylüler ağaçların kuruduğunu, incirlerinin çürüdüğünü, kuyularından çektikleri suların sıcak geldiğini, kanser vakalarının arttığını söylüyorlardı.

İlk başta, şirketler JES’ler için “sürdürülebilir enerji bu” diyorlar, “istihdam imkânı yaratıyor” diyorlar, “ülkenin enerji ihtiyacını temiz bir şekilde karşılıyoruz” diyorlar. Sonra bir noktada, incir ağaçlarında garip şeyler olmaya başlıyor. Yaprakların etrafında kahverengi izler görülmeye başlanıyor –bor kirliliğinin göstergesi bu. Ondan sonra incir meyvesi üzerinde bir taç gibi çürümeler başlıyor, çünkü aynı zamanda santrallerin bacalarından atmosfere saldıkları buharın içinde hidrojen sülfür var. Bu asit yağmuru olarak yağıyor ve incirlerde çürüme başlıyor, olamadan düşüyorlar dallarından. Köylüler bunun üzerine hukuki süreç başlatıyorlar. Bölgede halk tarafından açılan davaların büyük bir çoğunluğu, yüzde 85-90 gibi, halkın istediği yönde kazanıldı, ama bu kararlar asla uygulanmadı. Varolan santralleri kapattıramıyorlar bu hukuki süreç sonunda. Belediyenin sorumluluğu olduğu söyleniyor, belediye bunu valiliğe paslıyor, valilik de belediyeye.

Aslı Uludağ

Davalar kazanılsa bile sondaj kuyuları ve yeni santraller açılmaya devam ediyor. 2019’daki ihale teşebbüsü artışın devam ettirilmek istendiğini gösteriyor. Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet sergisinde yer alan işinizde, bölgedeki JES’lerin ve kuyuların dağılımını gösteren bir görsel var, birinci sınıf tarım arazisi olarak değerlendirilen bu bölge gerçekten kuyularla delik deşik edilmiş vaziyette. Bu durum plansız yürüyen bir sürece işaret ediyor gibi.

Ortada bir planlama yok. Devlet buraları parsel parsel elinden çıkarıyor, şirketler de alıyor. Aydın bir deney sahasına dönmüş. Şirketlerin kiraladığı bölgeler de mozaik gibi, “o parsel benim, bu parsel senin”, şirketler birbirleriyle kavga ediyor. Her yerden, alttan üstten borular geçiyor, o yüzden planlı, programlı bir süreçten bahsetmiyoruz. Tarlaların dibinde kuyular var, yer delik deşik. Yağmur yağdığında santraller bacalarını açıyor ve sarı bir tortu çöküyor. Yer suyu ısınıyor. Pamukören’de örneğin, bir çiftçi tarlasında kuyu açtığında sıcak su çıkmaya başlamıştı.

“Karon’un Pusulası” başlıklı çalışmanız Aydın ve köylerinde köylüleri dinlemek, sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımları incelemek, sahayı öğrenmek ile geçen uzun bir araştırma sonunda ortaya çıkmış. İlk önce çalışma sonuçlarını, 2020’de “Üretken bir Mitolojinin Maddeleşmesi” adlı işinizde sergilemiştiniz. Yeni çalışmanız “Karon’un Pusulası”nda konuya nasıl yaklaştınız?

Projeye ilk başladığımda sondaj kuyularını haritalamaya başladım. Aydın’daki jeotermal enerji santrallerine karşı örgütlenen yerel direnişin facebook’ta paylaştığı videoları indirip bir arşiv yapma düşüncem vardı. Çevre tahribatıyla ilgili kanıt ortaya çıkarma üzerine odaklanmıştım. Bölgedeki insanların çektikleri videoları izliyordum, kadınlar ağlıyor, jandarmayla karşı karşıya gelinen yerler var; inanılmaz bir aciliyet hissi uyandırıyordu seyrettiklerim. Aciliyet hissi karşısında harekete geçmemiz, kanıt oluşturmamız lâzım düşüncesinden hareket ediyordum.

Halk davalar açıyor ve çoğunu da kazanıyor. Ancak, var olan santraller bu davalarla kapatılamıyor. Süreç yeni ÇED süreçlerine itiraz etmek şeklinde ilerliyor. Yeni ÇED süreci başlamış olan bir santral için ÇED pozitif kararı verildiği zaman itiraz için otuz gün vakit oluyor ve halkın yapabildiği itiraz davası açmak.

Mahkemede halk kazansa bile, şirket aynı santral için kuyunun yerini değiştiriyor, yeni bir ÇED süreci başlatabiliyor. Bunu engellemek mümkün değil, bu davaların sonu gelmiyor. Yargı üzerinden yürütülen mücadele sürdürülebilir değil.

ÇED süreçlerini takip etmek, davaları açmak inanılmaz vakit ve emek, aynı zamanda para istiyor. İnsanlar tarlaya gidiyorlar, çalışıyorlar, boş durmuyorlar. Her dava açıldığında para ödenmesi lâzım, takibi lâzım, aynı zamanda inanılmaz duygusal bir durum. Kazanabildik mi, kazanamadık mı… Seneler süren davalardan bahsediyoruz. Kaldı ki, mahkemede halk kazansa bile şirket aynı santral için kuyunun yerini değiştiriyor, bunun üzerine yeni bir ÇED süreci başlatabiliyor. Bunu engellemek mümkün değil, bu davaların sonu gelmiyor. Özellikle Germencik’te bitmedi davalar. Yargı üzerinden yürütülen mücadele sürdürülebilir değil.

O yüzden ben de istediğim kadar kanıt üreteyim, tünelin ucunda bir umut ışığı göremedim. Bir taraftan haritaya yeni bilgileri eklemeye devam ediyorum. Yeni santrallerin bazıları tepelerde olduğu için yol hizasından bakıldığında görülmeyebiliyor, bunları uydu görüntülerinden takip ediyorum, haritaya işliyorum.

Projenin şimdiki aşamasına, “Karon’un Pusulası”na nasıl vardığıma gelince, facebook’ta JES’lerin etkileriyle ilgili paylaşılan videolarda tekerrür eden temalar vardı. Çevresel şiddetin kendisini belirgin ve hissedilir kılma halleri çok spesifik. Toprakta bir değişim olduğu zaman o değişikliği hemen anlayamıyoruz, onu anlamak için bir aracı gerekiyor. O aracı bazen incir ağacı, bazen farklı duyumsamalar oluyor. O mekânın hissinde bir değişiklik oluyor –estetik bir şeyden de bahsediyorum, duyumsama ve bundan bir anlam çıkarma olarak anlarsak estetiği. Paylaşılan videolarda, demin dediğim gibi, sürekli tekrarlayan temalar var: Yerden ve çevreden buharlar çıkması, sarı renk, çürük yumurta kokusu, çatlama gibi. Bunları dört tema başlığı altında toplayıp sahada izlerini takip etmeye başladım. Önce videolar sahamdı, sonra oradaki insanlarla ilişki kurdum, o noktada saha çalışması değişti, Aydın’a ve çevreye gitmeye başladım.

Saha çalışmanız nasıl değişti?

Bu bölgede jeoloji ve coğrafya ile ilgili yazılmış kaynaklara, görsellere bakmaya başladım. Saham genişledi, zamanda da genişlemeden bahsediyorum. Geriye gittim ve “coğrafyacıların atası” diye bilinen antik çağ coğrafyacısı Strabon’u okumaya başladım. Strabon’un Geographika (Coğrafya) adlı eserinde bu video araştırmamdan ortaya çıkardığım dört temaya benzer temalar var mı diye bakmaya başladım.

İnsanlar JES’lerin başlarına neler açacağını bilmiyor, bilmeleri çok vakit alıyor ve çok geç oluyor bildiklerinde. Gerçi Kızılcaköy kadınları bu bilgileri aktarmaya çalıştılar. Kızılcaköy kadınları her yere gittiler. Ankara’ya, Meclis’e bile gittiler.

Büyük Menderes bölgesinde jeolojik yapı yüzünden farklı spesifik noktalarda kendiliğinden bu temalara rastlanıyor. Onları aramaya başladım. Strabon Akharaka diye bir yerden bahsediyor, Nysa antik şehrinin (Aydın-Sultanhisar) yanında küçük bir yerleşim bölgesi Akharaka. Şu an Salavatlı köyünün kuzeyinde kalıyor biraz. Burada bir tapınak var, yanında da Charonium diye bir mağara. Hasta insanlar rahiplerle beraber bu tapınak kompleksinin yakınında yaşıyor. Rahipler kendileri hastaların adına mağarada yatıyorlar günlerce ya da hastaları mağaraya yatırıyorlar, aç susuz. Orada gördükleri rüyalardan sağaltma yöntemleri geliştiriyorlar. Bunu okuyunca buraya bakmam lâzım diye düşündüm. Çünkü yer altına açılan farklı deliklere bakıyorum. Sondaj deliği değil de, farklı ne tür delikler var? Charonium adlı mağara da bunlardan biri.

Elimde Strabon’un Akharaka’yı anlattığı metinle gittim, tapınak küçücük bir yer, dağınık da. Bir tabela var, başka bir şey yok. Mağarayı aradım epey, ama bulamadım. Brian Sewell’in South from Ephesus: Travels through Aegean Turkey başlıklı kitabında “Nysa’ya gidecekseniz gidin, ama Akharaka’ya gitmeye hiç uğraşmayın, özellikle o mağarayı aramayın, zaten o mağarada sihirli bir şey yok. Mağaranın yanında Sarı Su diye bir dere var, Sarı Su çürük yumurta kokuyor, sülfür çıkışları var o bölgede” diyordu.

O mağaradan da sülfür gazı çıkıyordu herhalde, mağaraya girenler sülfür gazına maruz kalıyorlardı. Rüyaların sebebi buydu. Ben de Sarı Su’yu aramaya başladım. Tekrar alana gittiğimde sorduğum bir kişi beni oradaki bir caminin yanındaki yalağa yönlendirdi; yağmur yağınca yalağa sarı su gelir, tepesindeki ahır da sapsarı olurmuş eskiden. Yalak kuruydu gittiğimde.

Sarı Su’yu ararken, bir taraftan da Nysa’nın kazı başkanı ile yazışıyordum, ondan bölgede birkaç gaz çıkış noktası tespit ettiğini ve yerli halkın bunlara “kokar” dediğini öğrendim. Bir gün yine aranırken Sarı Su’yu, oradan geçen biri iki incir ağacını gösterdi, su aralarından geçermiş, tam da tapınak yolunun ortasında, ama kururmuş. Kokarları sorduğumda, kuru dere yatağından yukarı doğru yürüdüğümüzde bir yığma duvara geldik. Duvarda kare bir delik. Bu delikten bir zamanlar dağlardan gelen ve bir kokuyla karışarak akan su varmış; üç küp arasında aktararak içilebilir hale getirirlermiş. Bu da bir yerel sağaltma yöntemi, mağarada bir zamanlar uygulandığı gibi. Aynı jeolojik yapı tarafından ortaya çıkarılmış dünyalar bunlar. Civarında JES’ler açılınca bu su artık akmaz olmuş. Beş santral var buralarda ve dere kurumuş. Dere yatağında sarı sarı kurumuş oluşumlar görebiliyorsunuz.

“Karon’un Pusulası” sizi yeni sorulara yönlendirdi mi?

Bu mağaradan sonra civardaki yeni mağaraları araştırmaya başladım. Magnezya’da öyle bir mağaradan bahsediliyor. Bu mağaranın rahipleri ağaçları köklerinden söker, kayalardan atlarlarmış. Strabon yazmış yine.

Denizli’yi de sahama kattım, bu bölgenin jeolojisini anlamak için çok kritik bir yer. Pamukkale’nin hemen arkasında da Plutonium mağarası var. Aynı zamanda kaplıcaları da kattım. Jeotermal enerji santralleri ve jeolojiye dayalı pratikleri içeri alan bölgelere yoğunlaşmış durumdayım. Yeraltı nasıl bir yer, yüzeyde yeraltını hissedebilir miyiz, bunları soruyorum. Çünkü göremediğimiz bir yer yeraltı, bizden çok uzak. Yeraltının yer üstüne çıkartmış olduğu izleri ve pratikleri anlayabilirsek yeraltını anlamaya yaklaşmış oluruz. Yeraltının perspektifinden yüzeye bakabilir miyiz? Yüzeyde, bu kadar çok santralin olduğu bir yerde sınırlar arası, farklı yerler arası bilgi akışı çok önemli. İnsanlar JES’lerin başlarına neler açacağını bilmiyor, bilmeleri çok vakit alıyor ve çok geç oluyor bildiklerinde. Gerçi Kızılcaköy kadınları bu bilgileri direniş çadırlarının açılacağı yerlere giderek aktarmaya çalıştılar. Kızılcaköy kadınları her yere gittiler. Ankara’ya, Meclis’e bile gittiler.

Kızılcaköy ve çevre köylerde halk JES’lere karşı yıllardır direniyor. Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel

Sergideki işinizin ismini neden “Karon’un Pusulası” koydunuz?

Önce Karon’u açıklamak gerekir. CharoniumAkharaka’daki bahsettiğim mağara– adını yeraltı kayıkçısı Karon’dan alıyor. Karon ölü ruhları yüzeyden alıp Acheron ve Styx nehirleri üzerinden yeraltı tanrısı Hades’in dünyasına götüren mitolojik karakter. Bu araştırma projesinde şu an odaklandığım nokta yüzey ve derin yeraltı arasında farklı ilişki ağları düşünmek, “yer”i topolojik açıdan ele almak, yani yerin hareketliliğini ve bağlantı noktalarını kullanarak yüzeyde bir delikten girip yeraltından geçerek farklı bir delikten çıkabilmek.

Bu yaklaşımın bu proje için hem jeopolitik hem de jeontolojik açıdan önemi var. Jeopolitik açıdan düşünüldüğünde bu yaklaşım mekânların, olayların, şeylerin yakınlığını Öklidyen geometrinin bitişikliği üzerinden değil, topolojinin ilişkisel yakınlığı üzerinden düşünmemizi sağlıyor. Bu, hem iktidarın araziye çağımızda gelişmekte olan farklı hükmetme biçimlerini ele almamı sağlıyor, hem de buna karşı sınırlararası direniş alanları açıyor.

Bu çalışmamda yeni bir sürdürülebilirlik tanımı düşünebilir miyiz diye soruyorum. Sürdürülebilirliği kalkınmadan ayırabilir miyiz? Graben bölgesindeki özgün jeolojik durum yüzeye bir sürü potansiyeller tanıyor. Gerçekleşmemiş potansiyellere nasıl yer bırakabiliriz?

Jeontolojik açıdan ise bu yöntem sürdürülebilirlik kavramını sorgulamamı ve tekrardan düşünmemi sağlıyor. Canlı ve canlı olmayan varlıklar arasında bir hiyerarşi kurmaya devam eden, canlı varlıkları cansız varlıklardan bağımsız ve otonom, cansız varlıkları ise sınırları sabit, tanımları tekil ve sermayeleştirmeye müsait düşünen bir sürdürülebilirlik yerine sistemsel ve ölçeklerarası işleyen, varlıkların birbirlerine katlandıkları, döküldükleri, sızdıkları noktaları ön plana alan bir sürdürülebilirlik düşünebilir miyiz? Burada “yaşam dolu yüzey” ve “yaşam dışı yeraltı” arasında, biyoloji ve jeoloji arasında seyreden Karon’a geri dönüyorum. Yaşam ve yaşam dışı varlıklar arasında gidip gelen, içimizi dışımıza katlayan, ciğerlerimizle atmosferi, midemizle metalleri iç içe geçiren geçirgen yüzey ve derin yeraltı arasındaki harekette sürdürülebilirliği sağlayacak pusulayı, pusulaları doğurabilecek ya da bu pusulanın, pusulaların ta kendisi olan bu başka mantık ne olabilir? 

Santraller farklı noktalarda açılmaya devam ediyor bu arada.

Farklı noktalar arasındaki ilişkiyi kuvvetlendirmemiz gerekiyor ve ben de bunu yerin altını bilerek yapabileceğimizi düşünüyorum. Aydın dedik, incir merkezi. Ama Manisa’ya baktığımızda, Sarıgöl’e mesela, orada yeni bir santral kurmaya çalışıyorlar. Sarıgöl üzümün merkezi. Biri incirle uğraşıyor, biri üzümle. Dünyalar farklı, doğaya bakış farklı. Yeraltının yer üstündeki belirtileri, burayı jeotermal enerji sahası yapan özellikler ise bütün buralarda benzer. Farklı yerlerde yeraltı ve yüzey ilişkisinden doğan farklı pratikler nedir, bunların dünyaları nedir, yeraltı hayalleri nedir? Yeryüzünde her şey o kadar akışkan değil, spesifik pratikler, farklı mitler, bilme biçimleri söz konusu. Buna karşın farklı bölgeler arasında hem hikâyelerle hem fiziki belirtilerle ilişki kurmak mümkün, benim de projemin merkezinde bu var.

Yer üstünde JES’lerin mantığı coğrafyayı parçalıyor. Piyasa düzeninin yol açtığı bir parçalanma bu. Yerin altı birbirine bağlı çalışan akışkanlıklar dünyası, buna karşılık santral mantığı bunun üzerine birbiriyle yarışan sondaj kuyuları ile yerin üstünü parçalayıcı, birbirinden kopartıcı bir etki yaratıyor.  

Devletin bu coğrafyayı kendisi için kullanılabilir yapma yöntemi diyorum buna. Genel olarak devletin çevreyle ilişki kurma, çevreye müdahale etmesinde spesifik bir mantık var: Kapitalist çevre düzeni mantığı. Zaten ilk adımı çevreyi sabitlemek, yeri sabitlemek. Yeri parsel parsel çizip kesip ondan bir şey üretiyorsan ve bunun sürdürülebilir olduğunu düşünüyorsan eğer, orasının sabit bir şey olduğunu ve senin müdahaleni kaldıracağını düşünüyorsun. Kâğıt üzerinde soyut bir şeye dönüyor.

O yüzden bu çalışmamda yeni bir sürdürülebilirlik tanımı düşünebilir miyiz diye soruyorum. Sürdürülebilirliği kalkınmadan ayırabilir miyiz? Graben bölgesindeki özgün jeolojik durum yüzeye bir sürü potansiyeller tanıyor, bunların bazıları gerçekleşmiş, bazıları gerçekleşmemiş. Jeotermal enerji, verimli toprak, iyileştirici sağaltıcı toprak, bu potansiyeller dünyalarımızı oluşturuyor. Bu farklı dünyaların bir arada yaşaması sürdürülebilirliğin ön planı olabilir mi ve gerçekleşmemiş potansiyellere nasıl yer bırakabiliriz?

Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? Sanatçı olarak bu konuya hem masabaşı hem sahada araştırma odaklı bakıyorsunuz ve bu da sizi güncel ekonomi-politik dinamiklerle karşı karşıya getiriyor.

Akademiye dönme isteğimin sebebi bu. Bu projeyi yaparken çok fazla cümle kurmak gerekiyor. Ama bunun yeri sanat değil. Sanat alan açıyor, spekülatif atlamaları yapabildiğim bir imkân yaratıyor. Yeni çalışmamda mitolojiye geçerken orada bazı bilimsel olarak kabul edilmeyecek boşluklar var, sanatta bu ilişkileri kurabiliyorum, boşlukları bırakabiliyorum. Hayal etme meselesi, farklı dünyaları hayal etme, bunlar sanatsal tarafta kalıyor. Akademide de tez yazdığımda çeşitli savlar ortaya koyabilirim, bu şekilde de bilgi üretilebilir.

Bazen ikisinin arasındaki geçişler net olmayabiliyor. Sergideki işte yer alan videoda farklı yerlerden görüntüler var, bunların nereden ve ne zaman olduğunu yazayım mı diye çok düşündüm –daha veri odaklı olması, insanların anlamasını kolaylaştırması için. Harita aslında kolay bir harita değil. Alıştığımız gibi, her yerde her yerin ismi yazmıyor. Kuzey çizgisi yok, ölçeği yok, lejandı parçalanıp üzerine atılmış gibi bir harita.

Benim baktığım şey bir şiddet olayı, bunun üzerinden bir proje geliştiriyorum ve bunu yaparak bir sorumluluk alıyorum. Olan olayları alıp bir sanat malzemesi olarak kullanamam. Sanat yeni alanlar açsa da başımı alıp gidemem, beni tutan bir şey var. Oradaki insanlarla arkadaşlıklarım var, onlara karşı sorumluluklarım var.

Sonra dedim ki: “Hayır, bu bir sanat sergisi. Burada insanların benim söylediğim spesifik bir şeyi anlamaları değil ön planda olan. Çektiğim görüntüler, insanların topladığı görüntüler arasındaki ilişkileri görsel bir estetik üzerinden birbirine bağlayacağım ve orada bırakacağım.” Videonun başı sonu yok, elimdeki materyaller “buraya koy” diye zaten kendini belli ediyor.

Sanatsal olarak böyle bir yol izliyorum. Sahadaki hareketim de bu, tezahürleri takip etme meselesi. Tabii önden araştırarak gidiyorum, okumalar yapıyorum, ama bu metodolojinin gelişmesi bile rastlantısal oldu. Bir şeylere rastlıyorum, duyuları takip ederek sezgisel davranıyorum. Yeni araştırmacı sanat pratiğinde bilimsel bir ifadeyle anlatma isteği de ortaya çıkıyor.

Benim baktığım şey bir şiddet olayı, bunun üzerinden bir proje geliştiriyorum ve bunu yaparak bir sorumluluk alıyorum. Üzerimde bir sorumluluk var. Olan olayları alıp bir sanat malzemesi olarak kullanamam. Sanat yeni alanlar açsa da ben başımı alıp gidemem, beni tutan bir şey var. Oradaki insanlarla arkadaşlıklarım var, onlara karşı sorumluluklarım var.

Sanatçı ve sorumluluk, etik bir pozisyon almak, incelediğin konuya ihtimamla yaklaşmak; bu soruların üzerinde ayrıca durmak lâzım. Böyle bir sorumluluk hissini yaşamak nasıl bir durum?

Beni yalnız hissettirmeyen bir durum. Sanat alanında insan kendisini yalnız hissedebiliyor. Ben burada yolumu kaybediyorum, olmayabiliyor. Sonra, ha evet, orada dostlarım var, bunları yapmamın bir nedeni var diyorum. Aydın’a gitmeyi çok seviyorum bu yüzden.

ZEYL

“Bekleyen rezerv” olarak doğa

Aslı Uludağ’la yaptığımız bu söyleşiden sonra, Adalar Müzesi’nde düzenlenen “Felsefelogos –Felsefe Söyleşileri” programının (14 Mayıs–1 Ekim) bu sezonki son konuşmasını yapan Dr. Seval Bulutoğlu’nun söyledikleri bu küçük notun ilhamı oldu.

“Adalı Felsefecimiz Macit Gökberk ve Teknik Sorunu” başlıklı konuşmasında Bulutoğlu, teknik ve teknoloji kavramlarını aydınlanma ve ilerleme fikrine bağlı felsefecilerin nasıl gördüklerinden alıp Husserl, Heidegger ve ardından Foucault’ya uzanan eleştirel felsefecilerin söylediklerine getirdi.

Seval Bulutoğlu’nun Martin Heidegger’in “The Question Concerning Technology” başlıklı meşhur makalesinde ileri sürdüğü önermelere ilişkin yaptığı hatırlatmalar önemliydi. Büyük Menderes grabeninde Aslı Uludağ’ın karşı karşıya geldiği JES’ler tam da Heidegger’in bahsettiği “modern teknoloji”nin bir tezahürü.

Modern teknolojinin ortaya çıkardığı şey bir meydan okumadır [Herausfordern]” diyor Heidegger, “doğadan sökülecek ve saklanacak enerjiyi vermesi üzerine makûl olmayan bir talepte bulunmakDoğanın enerjisine yönelik bu meydan okuma iki bakımdan bir sökme eylemidir [Fördern]. Söküm, çözer ve ortaya çıkarır. Söküm her zaman işin başından itibaren başka amacın elde edilmesine yöneliktir, mesela, en az masrafla en fazla hasılanın sağlanması.

Bu meydan okumada, Heidegger’e göre, her şey her yerde “bekleyen rezerv” olarak konumlandırılır. Ren nehrine yapılan hidroelektrik santrali örneğinde, aslında santral nehre yapılmaz, nehir santrale enerji sağlamak üzere bir su birikimi olarak görülür ve öyle şekillendirilir. Su enerjisi sağlayan bir kaynaktır Ren –bekleyen rezerv. Heidegger argümanını insanın da bu bekleyen rezervin bir parçası haline gelip gelmediğini tartışarak ilerletir. Bu tartışmayı açmak için ise ayrı bir yazı gerekiyor. (A.A.)

^