Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminin beşinci haftasını geride bıraktık. Bu yazıyı kaleme alırken henüz sonuçları belli olmasa da geçtiğimiz haftaki en önemli gelişmelerden biri tarafların İstanbul’daki görüşmeleriydi.
Sıcak savaş gündemi dışında önemli gelişmelerden biri, Rusya’nın hasım olarak gördüğü ülkelere yaptığı gaz ve petrol ihracatı için kendi para birimi rublenin kullanılmasını şart koşacağını açıklamasıydı. Özellikle Avrupa ülkelerini kapsayan bu önlem fiili olarak ekonomik yaptırımların işlemez hale gelmesi anlamına geliyor. Zira, Avrupa ülkelerinin Rusya’dan yaptığı ithalatı ruble ile ödeyebilmesi için önce buna yetecek kadar ruble bulmaları gerekecek. Bunun anlamı Avrupa’nın Rusya’ya euro sağlaması demek.
Almanya bunun kabul edilemez olduğu belirtti. Şimdilik bu konunun nasıl çözüleceği netleşmedi, ancak bu hamleyle gaz sevkiyatının durması dahil, çok dramatik gelişmeler tetiklenebilir. Bu önlemin kısmi olarak da olsa hayata geçmesi durumundaysa Batı’nın Rusya’ya karşı açtığı ekonomik savaş önemli ölçüde anlamsızlaşacak.
Rusya’nın hasım olarak gördüğü ülkelere yaptığı gaz ve petrol ihracatı için kendi para birimi rublenin kullanılmasını şart koşacağını açıklaması çok dramatik gelişmeleri tetikleyebilir.
Geçtiğimiz haftanın bir başka önemli gelişmesi, NATO liderlerinin toplantısı ve özellikle ABD başkanı Biden’ın Polonya’da yaptığı konuşmaydı. Biden burada bir kere daha “demokrasilere karşı otokrasiler” çerçevesini öne sürse de, fiiliyatta ABD ve müttefiklerinin uyguladığı ekonomik yaptırımların bir türlü yaygınlaşamaması Batılı gözlemcilerin canını sıkıyor. Hatta pek çok Afrika ülkesinin ABD ve Avrupa kampında yer almamasına şaşıran gözlemciler mevcut.
Savaş etrafındaki küresel gündemin son önemli başlığı Hindistan’ın Rusya ile yeni anlaşmalar imzalamanın eşiğine gelmesiydi. Bu haftaki yazımda Hindistan’a ve küresel milliyetçi-muhafazakâr dalganın önemli bileşenlerinden biri olan Modi yönetimine odaklanarak, ABD’nin çizdiği “demokrasi-otokrasi” ekseninin altının boş olduğuna işaret edeceğim.
Stratejik tarafsızlık
Bilindiği gibi, Hindistan Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle ilgili Birleşmiş Milletler oylamasında çekimser kalan az sayıda ülkeden biriydi. Her ne kadar Beyaz Saray sözcüleri Hindistan’ı “tarihin yanlış tarafında durmakla” eleştirse de Hindistan’ın Rusya’dan aldığı petrol mart ayında 2021 ortalamasının dört katına çıkmış durumda.
Sadece petrol değil, silah ticareti de önemli. ABD’den sonra en büyük ikinci silah ihracatçısı olan (dünyanın toplam silah ihracatının kabaca yüzde 20’si) Rusya’nın son beş yıl içindeki ihracatının yüzde 23’ünü Hindistan’a yaptığı biliniyor. Bunlar arasında Türkiye’de yakından bildiğimiz S-400 füze sistemi de var.
Rusya-Çin-Hindistan üçlüsü mü?
Bu sıraladıklarımdan Rusya, Çin ve Hindistan’dan oluşan bir Batı karşıtı ittifak oluştuğu çıkmamalı, en azından kısa vadede. Hindistan’ın pozisyonu daha ziyade Türkiye’den alışık olduğumuz denge siyaseti izlemeye çalışmaktan ibaret.
Zira, ABD yönetiminin esas tehdit olarak algıladığı Çin’e karşı Asya’daki en büyük ortağı halen Hindistan. Tersinden bakarsak, halen dünyanın en büyük tüketim kapasitesinin bulunduğu ABD pazarına erişim, Hindistan kapitalizmi için anahtar niteliğinde.
BM oylamasında çekimser kalan Hindistan’ın Rusya’dan aldığı petrol mart ayında 2021 ortalamasının dört katına çıkmış durumda. En büyük ikinci silah ihracatçısı olan Rusya’nın son beş yıl içindeki silah ihracatının yüzde 23’ü Hindistan’a.
Dolayısıyla, Hindistan-ABD ilişkilerinin bir günde kesilip atılması gibi bir durum söz konusu değil. Diğer yandan, ABD ile ilişkileri sürdürmek, mevcut durumda Rusya’dan çok daha ucuza petrol alma olanağını değerlendirmek için bir engel oluşturmuyor. Hatta bu durumu Hindistan için bir şans olarak görenler de var. Kısacası, bu cephede henüz “hiçbir şey olmasa da kesinlikle bir şeyler oluyor”.
Piyasa reformları sağı yükseltiyor
Devletlerin pozisyonlarına odaklanan bu donuk resmi biraz daha hareketlendirmek için ülke içi dinamiklere bakmak gerekiyor. Zira, herhangi bir uluslararası konjonktür, ancak ülke içi sınıfsal ve kurumsal kırılmalarla somut gelişmelere dönüşebiliyor. Böyle bakarsak, Modi yönetimini iktidara taşıyan koşulları kısaca özetlememiz gerekiyor.
Kongre Partisi’nin 1990’larda uygulamaya başladığı neoliberal reformlar dış ticaretin serbestleştirilmesi, fiyat kontrollerinin ve devlet desteklerinin kaldırılması ve kamu harcamalarının kısılmasından oluşuyordu. Piyasa reformları bir yandan hizmetler sektörüne dinamizm getirse de, diğer yandan mevcut sanayi yapısının aşınmasına neden olduğu için enformel ekonominin daha da konsolide olmasına ve istihdam yaratmayan bir büyüme patikasına neden oldu.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, piyasa reformlarının siyasi sonucu, onu uygulayanların iktidarı kaybetmesiydi. Böylelikle genellikle Türkiye’deki CHP’nin Hindistan’daki muadili olarak görülen Kongre Partisi, yerini yine Türkiye’deki AKP’nin Hindistan muadili olarak görülen Modi’nin BJP’sine bıraktı.
Modi yönetimi, bir yandan kendi bölgesinde Hindistan kökenli sermayenin çıkarlarını gözeten bir bölgesel strateji izlerken, diğer yandan da içeride sert bir sermaye programını giderek artan dozda bir milliyetçilikle uyguluyor.[i]
Neoliberal demokrasi barış getirebilir mi?
Kısacası, karşımızda şöyle bir genel formül beliriyor: Piyasa reformlarını uygulayanlar ya iktidardan gidiyor (başkalarını da ekleyebiliriz, ama şu ikisine değinmiş olayım: Hindistan ve Polonya) ya da reformlardan uzaklaşıyor (Türkiye). Dahası, bu reformlar solu ve onun tarihsel tabanını atomize ettiği için neoliberal politikaların oluşturduğu hoşnutsuzluklar milliyetçi-muhafazakâr güçler tarafından örgütleniyor. Bu tablodan küresel barış çıkabilir mi? Bırakın barışı, çatışmasızlığın çıkabilmesi bile şüpheli.
Piyasa reformlarını uygulayanlar ya iktidardan gidiyor (Hindistan ve Polonya) ya da reformlardan uzaklaşıyor (Türkiye). Dahası, bu reformlar solun tarihsel tabanını atomize ettiği için hoşnutsuzluklar milliyetçi-muhafazakâr güçler tarafından örgütleniyor.
Geçen haftanın yazısını bitirirken içinden geçmekte olduğumuz küresel ara rejimin geniş toplum kesimleri için daha fazla demokrasi, sosyal adalet ve barışla sonuçlanabilmesinin ancak bunları talep eden toplumsal hareketlerin güçlenmesiyle gelebileceğine işaret etmiştim. Hindistan’da pandeminin yarattığı yeni ekonomik yükler altında ezilen milyonlarca köylü ve işçinin geçtiğimiz birkaç yıldır sürdürdüğü mücadele bazı kazanımlar elde etti, hatta geçtiğimiz hafta iki gün süren grevlere 50 milyondan fazla işçi katıldı. Ancak bu eylemler henüz süreci tersine çevirecek ve Modi hükümetini aşındıracak bir güce erişebilmiş değil.
Bu bağlamda Hindistan örneği, ABD’nin kurmaya çalıştığı “demokrasi-otokrasi” ekseninin içinin boş olduğunu gösteriyor. Zira Modi yönetimi 2008 küresel krizi sonrası yükselen küresel milliyetçi-muhafazakâr dalganın önemli bir bileşeni. Görünen o ki, Modi yönetimi güncel savaş konjonktürünü kendi otoriter projesini daha da güçlendirecek bir fırsat olarak görüyor ve adımlarını ona göre atıyor. Bu pozisyon bir yerlerden tanıdık geldi mi?
[i] Konuyla ilgilenenler, Şefika Kumral’ın yakınlarda Globalizations dergisinde çıkan Hindistan deneyimini Türkiye ile karşılaştırmalı olarak ele alan makalesine göz atabilir: https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/14747731.2021.2025294