KÜRESELLEŞME SORGULANIYOR –IV  

Ümit Akçay
21 Mayıs 2022
Yinka Shonibare
SATIRBAŞLARI

Küreselleşme olarak adlandırılan sürecin ardında sermayenin 1970’li yıllardaki krize karşı çözüm olarak geliştirdiği uluslararasılaşma stratejilerinin olduğunu geçtiğimiz haftalarda belirtmiştim. Bu stratejilerin iki odağı vardı: Biri sendikaların gücünü kırmak, diğeri de devletin yeniden yapılandırılması. İlkine daha önce değindiğim için, “Küreselleşme sorgulanıyor” dizisinin dördüncü bölümünde küreselleşme sürecinde devletin yeniden yapılandırılmasına odaklanacağım.

Eski devletin tasfiyesi

1980’li yıllarda gerek Batılı kapitalist ülkelerde gerekse küresel Güney’de neoliberallerin hedefi eski devletin tasfiyesiydi. ABD ve Avrupa’da işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda elde edilen kazanımların kurumsallaşmasıyla oluşan refah devleti hedefe konmuştu. Küresel Güney’de ise ithal ikameci sanayileşme stratejisine eşlik eden “karma ekonomi” modelindeki devlet topun ağzındaydı. Elbette amaçlanan kişi hak ve hürriyetlerini genişleterek devleti sınırlandıran bir adım değildi, amaç belirli bir devlet biçiminin tasfiyesiydi.

Sermayenin mekânı ile ulus-devletlerin egemenlik alanı örtüşmemeye başladığında, yani çokuluslu firmalar birden fazla ülkede faaliyet göstermeye başladığında ya da para sermaye hareketleri serbestleştirildiğinde yeni çelişkiler ortaya çıktı. Zira, birikim döngülerinin ulusal pazarda tamamlandığı dönemdeki devletin işlevleriyle uluslararasılaşma sürecinde devletin işlevleri farklılaşacaktı

Tasfiye edilen, sağlık, eğitim, barınma ve ulaşım gibi temel hizmet alanlarını meta ilişkisinin dışında tanımlamaya olanak sağlayan bir devletti. Bu hizmet alanlarının sermaye birikimine açılması, yani özelleştirmeler, ancak önceki devlet müdahalesi biçiminin değişmesiyle mümkün oldu.

Özelleştirmelere ek olarak, yapılan değişikliklerin listesine baktığımızda, eski devletin tasfiyesi gündeminin sermayenin uluslararasılaşması sürecinin doğrultusunda şekillendirildiğini görebiliriz:

1) Dış ticaretteki gümrük duvarları ve tarifelerin kaldırılması, yani ticari sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi yönündeki adımlar;

2) Fiyat kontrollerinin kaldırılması, faizlerin serbest bırakılması ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, yani para sermayenin uluslararasılaşması yönündeki adımlar;

3) Sendikaların güçlerinin kırılması yanında hukuki ve siyasal sistemi yabancı sermaye dostu olarak yeniden düzenleyecek önlemler, yani üretken sermayenin uluslararasılaşması için hayata geçirilen uygulamalar.

Washington Uzlaşısı olarak adlandırılan bu paket, 1980’li ve 1990’lı yıllarda iktidara gelen hemen hemen tüm merkez sağ ve sol partilerin iktisadi ve sosyal programını oluşturdu. Küresel Güney’de IMF programlarının ve bu çerçevede verilen koşullu kredilerin temel çerçevesi yine bu uzlaşı tarafından çizilmişti. Son olarak 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla eski Sovyet coğrafyasını dünya piyasalarına eklemlemek için uygulanan “Şok Terapi” önlemleri eski devletin tasfiyesinin en uç örneği olarak görülebilir.

Mekânsal örtüşmezlik tartışması

Sermayenin uluslararasılaşması süreciyle beraber devlet müdahalesindeki bu değişim ilginç bazı yeni sorunları ortaya çıkardı. Bretton Woods döneminde sermayenin mekânı ile ulus-devletlerin mekânı büyük ölçüde birbiriyle örtüşüyordu. Her ne kadar üretken sermayenin uluslararası hareketi mümkün olsa da para sermaye hareketleri kısıtlanmıştı ve ithal ikameci/içe yönelik birikim modelleri sonucunda sermayenin döngüsü büyük ölçüde ulusal pazarlarda tamamlanıyordu.

Devletin ekonomik işlevleri ulus-üstü kurumlara devredilirken, ulus-devletler artık anlamlı bir ekonomik analiz birimi olmaktan çıkarken, devletlerin siyasi işlevlerini sürdürmesi mümkün değildir. Zira, devletin ekonomik ve siyasi işlevleri birbirinden ayrılamaz.

Sermayenin mekânı ile ulus-devletlerin egemenlik alanı örtüşmemeye başladığında, yani çokuluslu firmalar birden fazla ülkede faaliyet göstermeye başladığında, ya da para sermaye hareketleri serbestleştirildiğinde yeni bazı çelişkiler ortaya çıktı. Zira, birikim döngülerinin büyük ölçüde ulusal pazarda tamamlandığı dönemde devletin yerine getirdiği işlevlerle, uluslararasılaşma sürecinde devletin işlevleri farklılaşacaktı. Mekânsal örtüşmezlik (territorial non-coincidence) sorununun kökeninde sermayenin uluslararasılaşması sürecinde sermaye birikiminin yeniden üretiminin sorumluluğunun kim tarafından üstleneceği konusu yatıyor.  

Bu soruna tarihsel olarak verilen yanıtlardan biri sömürgecilik, diğeri de emperyalizm olmuştur. 1945 sonrasında gelişen ve daha sonra Avrupa Birliği’ne evrilen ekonomik entegrasyonun da mekânsal örtüşmezlik sorununa bir yanıt olarak geliştirildiği ileri sürülebilir. Ancak, devletin ekonomik işlevleri ulus-üstü kurumlara devredilirken, bir başka ifadeyle ulus-devletler artık anlamlı bir ekonomik analiz birimi olmaktan çıkarken, devletlerin siyasi işlevlerini sürdürmeleri mümkün değildir. Zira, Marksist düşünür Nicos Poulantzas’ın 1970’li yıllarda işaret ettiği gibi, devletin ekonomik ve siyasi işlevleri birbirinden ayrılamaz.

Marksist düşünür Nicos Poulantzas (üstte), İmparatorluk’un yazarları Antonio Negri ve Michael Hardt birlikte, Berlin Duvarı yıkılırken… (1989)

Alternatif çözümler

Mekânsal örtüşmezlik sorununa neoliberallerin yanıtı, sermayenin uluslararasılaşması süreci sonucunda sermayenin küresel hareketinin “pürüzsüz” bir şekilde ilerleyeceği tezi, yani ulus-devletin sonunun geldiği iddiası oldu. Bu iddianın tamamlayıcısı olarak kural temelli uluslararası sistemin (rule based international order) kurulması sonucunda “tarihin sonu”nun geldiği ileri sürüldü.

Farklı bir zeminden hareket ederek benzer sonuçlara varan Michael Hardt ve Antonio Negri sermayenin pürüzsüz hareketinin yeni bir “İmparatorluk” ile sonuçlandığını ileri sürmüştü. Tartışmanın diğer tarafındaysa devletlerin küreselleşme sürecinde birer mağdur olarak görülemeyeceğini, hatta küreselleşmenin güçlü devletlerin kendi sermaye gruplarını desteklemeleriyle ivme kazandığını ileri süren devlet-merkezli analizler yer almaktaydı.[1]

Devlet biçimini sınıf mücadelelerinin kurumsallaşmış biçimi ve devlete yansıması olarak görürsek, neoliberal projenin kurduğu devletin otoriter devlet biçimi olduğunu görebiliriz. Otoriter devlet biçiminin en temel özelliği yasama karşısında yürütmenin, yürütme içinde de uzmanlaşmış ekonomik aygıtların öne çıkmasıydı.

1990’larda ve 2000’lerin başında canlı bir şekilde yapılan bu tartışmaya bugünden dönüp bakıldığında, mekânsal örtüşmezlik sorununun her bir devletin sermayenin uluslararası yeniden üretiminin koşullarını içselleştirmesiyle çözüldüğünü görmekteyiz. İçselleştirme mekanizmasına tipik bir örnek olarak merkez bankası bağımsızlığını verebiliriz. Bağımsız merkez bankaları uluslararası yatırımcılara o ülkede belirli bir ekonomi politikası (neoliberal politika seti) uygulandığını sinyallemektedir. Bu uygulamayla devletin kendi iç mimarisi değişmiş ve mekânsal örtüşmezlik sorunu teknokratik yönetişim mekanizmalarıyla çözülmeye çalışılmıştır.

Yeni devlet biçimi

Bir başka ifadeyle, içselleştirme mekanizması oluşturulan teknokratik devlet yapısı, bir türlü yanıt verilemeyen 1980’lerde tasfiye edilen eski devlet yerine ne kurulacağı sorusuna 1990’lardan sonra, 2000’li yıllarda verilen yanıt oldu. Literatürde Post-Washington Uzlaşısı olarak da adlandırılan kurumsal ve siyasi çerçeve 2000’li yıllardaki devlet biçiminin temel belirleyicisi haline geldi. Ancak 2000’lerdeki bu gelişmeyi 1980 dönüşümünün devamı olarak görmek daha isabetli olacaktır.

Devlet biçimini sınıf mücadelelerinin kurumsallaşmış biçimi ve devlete yansıması olarak görürsek, neoliberal projenin kurduğu devletin otoriter devlet biçimi olduğunu görebiliriz. Nicos Poulantzas’ın tanımladığı şekliyle, otoriter devlet biçiminin en temel özelliği yasama karşısında yürütmenin, yürütme içinde de uzmanlaşmış ekonomik aygıtların öne çıkmasıydı. Bunun sonucunda siyasi alanın daraltılması, yani alt sınıfların karar alma süreçlerinden dışlanması hedeflenmekteydi. Bu projenin dünya genelindeki siyasi temsilcisi muhafazakâr sağ oldu.

Kısacası, 1980 sonrası dönemde pek çok ülkede siyasal-iktisadi gündem devletlerin sermayenin kârlılık sorunlarına yanıt olarak geliştirdiği uluslararasılaşma stratejilerine uyum sağlaması için yeniden yapılandırılmaları oldu. Bu dinamik, aynı zamanda güncel tartışmalarda sıklıkla kullanılan “yapısal uyum” politikalarının yükselişindeki arka planı da oluşturmakta.

Önümüzdeki hafta bu serinin son yazısında, bulmacanın farklı parçalarını birleştirdiğimizde karşımıza çıkan resmi betimlemeye çalışacağım.


[1] Bu tartışmanın detaylarını okumak isteyenler için iki metin önerebilirim: Şebnem Oğuz (2012) Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin İnşası, Mesleki Sağlık ve Güvenlik dergisi; Ümit Akçay (2013) Sermayenin Uluslararasılaşması ve Devletin Dönüşümü: Teknokratik Otoritarizmin Yükselişi, Praksis. İlkine şuradan, ikincisine de buradan ulaşabilirsiniz.

^