NİYAZİ DALYANCI İLE 1978'DEKİ CELAL TALABANİ RÖPORTAJI ÜZERİNE

Söyleşi: Tuba Çameli
27 Mart 2023
Celâl Talabani (solda) ile Niyazi Dalyancı (ortada) 1978'in ekim ayında, çekimlerin son gününde, Kandil Dağı'ndaki karargâhta. Fotoğraflar: Türk Haberler Ajansı / THA
SATIRBAŞLARI

Celȃl Talabani (Mam Celȃl) aktif siyasetin içinde olsaydı, Irak Kürdistanı 2010’lardaki gibi bir kaosa sürüklenir miydi? 1992’de Talabani’nin “Kürt meselesinin çözüm noktası” ilan ettiği Kerkük Haşdi Şabi milislerine terk edilir miydi? Bugün bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz. Çünkü Irak’ın ilk Kürt cumhurbaşkanı Mam Celȃl 3 Ekim 2017’de, 84 yaşında yaşamını yitirdi. Yaşamı boyunca, Türkiye basınından pek çok gazeteci kendisiyle görüşmüştü. Ancak, Türkiye basın tarihinin Celȃl Talabani ile ilk televizyon söyleşisini Niyazi Dalyancı yapmıştı.

Kürt Koridorunda ismiyle dünya medyasında yer bulan, ancak Türkiye’de yayınlanmayan Ekim 1978 tarihli söyleşi, Türk Haberler Ajansı (THA) imzasını taşıyor. Söyleşi, THA tarafından kurulan bir haber ekibi –Güneydoğu temsilcisi Ekrem Sunar, televizyon yönetmeni ve kameraman Bedri Kayabal, sesçi New Yorklu Bob Meyer ve muhabir Niyazi Dalyancı– tarafından yapılmıştı. Bu röportajdan 39 yıl sonra, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti genel sekreter yardımcılığı görevini yürüten gazeteci Niyazi Dalyancı’nın kapısını çalmış, “Mam Celȃl”in Kandil Dağları’ndaki küçük karargâhında gerçekleştirilen söyleşi üzerine konuşmuştuk.   

THA’nın bir diğer işlevi de UPI’ın (United Press International) temsilcisi olarak dünyaya haber ve görüntü sağlamaktı. Talabani söyleşisi Kürt Koridorunda adıyla İngiltere’de ITN, Almanya’da NDR, İsveç televizyonu gibi Avrupa’daki bazı kanallarda yayınlandı. Ancak, 1979’da Türkiye’de Şerafettin Elçi olayı patlak verdi: Ecevit kabinesinde Bayındırlık Bakanı olan Elçi’nin bir ziyaretçisiyle Kürtçe konuştuğu “ihbar” edilmişti. Elçi “Ne var bunda? Ben Kürdüm, Türkiye’de Kürtler de var. Ama Misak-ı Milli sınırlarına saygılıyım” deyince de kızılca kıyamet kopmuştu. Bunun üzerine, yazılı söyleşiyi satın alan Günaydın gazetesi “Mam Celȃl” söyleşisini yayınlamadı. Buna karşın, yurtdışında gösterilen Kürt Koridorunda belgeseli, 1979’da Sedat Simavi Ödülleri’nde Kitle Haberleşmesi dalında birincilik ödülünü aldı. –Tuba Çameli

Söyleşiyi yaptığınız yıllarda bölgedeki siyasi arka plan nasıldı? Talabani söyleşisi niçin gündeme geldi? Kürt coğrafyası hakkında konuşmak için neden bir başka siyasi aktörü değil de Celȃl Talabani’yi seçtiniz?

Niyazi Dalyancı: İran Şahı Rıza Pehlevi ile fiili biçimde Irak’ı yöneten Saddam Hüseyin arasında, 6 Mart 1975’te Cezayir’de OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) zirvesinde, koşulları arasında İran’ın Irak’taki Kürt hareketine desteğini çekmesi de bulunan bir antlaşma imzalanmıştı. Irak’taki Kürt hareketinin tek temsilcisi Molla Mustafa Barzani, İran’ın desteğinden yoksun kalınca, Saddam’a karşı verdiği mücadeleyi sona erdirerek Irak’ı terk etmişti. Sağlığı bozulunca 1976’da ABD’ye gitmişti, tedavisi sürüyordu. 1979’da da öldü. Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP / Partîya Demokrata Kurdistan) başına oğlu Mesud Barzani[1] geçmiş, bir zamanlar birlikte oldukları Celȃl Talabani ile yolları ayrılmakla kalmamış, çatışmaya[2] başlamışlardı.

Celâl Talabani 1978’de Saddam’ın ordusuna İran sınırının karşısındaki Kandil dağlarındaki karargâhta başkaldırmıştı. Talabani ile yapılacak bir TV röportajının tüm riskleri göze almaya değer bir gazetecilik olayı olduğunu düşündük. O yıllarda Türk basınında Kürt sözcüğünü ağza almak her babayiğidin harcı değildi.

Önemli bir diğer gelişme de, 1 Haziran 1975’te Talabani ve çevresindekilerin Şam’da, bir bildiriyle Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB / Yekîtîya Niştimanîya Kurdistan) kuruluşunu ilan etmeleriydi. KYB çeşitli grupları bir araya getiren şemsiye bir örgüt; başlıca bileşenleri Marksist-Leninist illegal örgüt olan Komala ve Talabani’nin 1964’ten beri dostu olan Ali Askeri önderliğindeki Kürdistan Sosyalist Hareketi’dir. Kuruluş bildirisi, Irak’taki Kürt başkaldırısının yenilgisinin “feodal, aşiretçi, sağcı, burjuva ve teslimiyetçi Kürt önderliğinden” kaynaklandığını vurguluyor, Irak’ta Kürtlerin özerk bir yönetime kavuşmaları ve bütün ülkede demokrasinin egemen olması için “Saddam’ın kana susamış diktatörlük rejimini devirmek amacıyla tüm ilerici güçlere çağrı” yapıyordu. Bunun üzerine Talabani de, Saddam’ın ordusuna İran sınırının karşısındaki Kandil Dağları’ndaki karargâhta başkaldırıyordu.

THA ekibi olarak, Talabani ile yapılacak bir TV röportajının tüm riskleri göze almaya değer bir gazetecilik olayı olduğunu düşündük. O yıllarda Türk basınında Kürt sözcüğünü bile ağza almak her babayiğidin harcı değildi. 1978’in mart ya da nisan ayında ilişki kuruldu. Ekim ayında, Talabani’nin bizi karargâhında kabul edeceğine ve oraya nasıl ulaşacağımıza dair bilgi geldi. Talabani’ye soru sormaktan çok onun dediklerini dinleyecek, onu ve hareketini tanımaya çalışacak, gördüklerimiz ve duyduklarımızdan soru üretecektik.

Bugünden bakarak 1978-79’un hareketli bir dönem olduğu söylenebilir. Talabani’ye bağlı Ali Askeri ile Dr. Halid Said komutasındaki güçler nisan ayında Hakkari’nin güneyinde, Türkiye sınırları içinde yerel aşiretler ve KDP tarafından pusuya düşürülmüştü. Ali Askeri ile Dr. Said öldürülmüştü.  PKK’nın da bizim yola çıktığımız dönemde, 1978’in kasım ayında kurulduğunu daha sonra öğrenecektik. 1979’da ise Saddam Irak yönetimini bütünüyle ele geçirecekti. Talabani’nin karargâhı İran sınırına yakındı, İran üzerinden geçmemiz gerekiyordu ve İran da karışıktı. Şah Rıza Pehlevi birkaç hafta sonra tahtını bırakıp kaçacak (16 Ocak 1979), Ayetullah Humeyni ise 1 Şubat 1979’da Paris’ten muzaffer bir milli kahraman gibi Tahran’a gelecekti. Sekiz yıl sürecek olan İran-Irak savaşı kapıdaydı.

Niyazi Dalyancı (1943 – 25 Mart 2023)

Yolcuğunuz nasıl geçti, neler yaşadınız?

Ekim ayının ortalarıydı. Dağlara yolculuğumuz Van, Hakkari üzerinden başladı. Birkaç evden, devlete ait bir-iki binadan oluşan Yüksekova’dan Esendere (Bajirge) sınır kapısına inip oradan İran’a geçtik. Akşam vakti, o dönem adı Rızaiye, şimdilerde Urmiye olan sınır kentinde geceledik. Ertesi gün, talimatlara uygun olarak, Diji Mergever köyünde kahveci Sisu’yu bulduk. Burada öğrendik Talabani’ye Mam Celȃl dendiğini; sevgi dolu bir lakap, Celȃl Amca

Sisu’nun sağladığı  bir pikapla yola çıkıp Irak sınırı boyunca güneye, Serdeşt kentine doğru yol aldık. Sınır noktasında Yukarı Beviran köyünde Molla Abbas’ın evinde geceledik. Molla Abbas evde yoktu, karısı vardı. Kaç-göç âdeti yok tabii. Hatırlıyorum, hurmaya yumurta kırarak akşam yemeği hazırladı bize. Sonra köylüler geldi ve bize rehberlik edecek olan Abdo’yu tanıttılar. Abdo’ya kaç kez Mam Celȃl’in bulunduğu dağa gidip geldiğini sorduk, yolun üzerinde İran ve Irak askerlerinin olup olmadığını, karakolları falan…

Sabah alacakaranlıkta, başta Abdo, ardında tek sıra halinde biz, “dağların gölgeli yamaçlarından” başladık yürüyüşe. Dağlar, tepeler aşıyoruz, tepelerin ardında İran ileri karakolları var. Tüm gün yürüdük. Sarp kayalıkları tırmandık. Tepemizde İran helikopteri dolanıyor. Neyse ki kameraların ve film kutularının olduğu çantalarımız bizden önce katır üstünde yola çıktı.

Celâl Talabani: “Türk hükümetleri ile iyi ilişkileri olan Kürt aşiretleri bizimle hep çatışmıştır. Ecevit’e saygımız vardır. Kendisi iktidara geldiğinde devrimcileri genel af ilân ederek hapishanelerden kurtaran demokrat bir kişidir.”

Mam Celȃl’in müfrezesi ile ne zaman ve nasıl karşılaştınız?

İran helikopterini gördüğümüz tepeden indikten sonra girdiğimiz ormanlık bölgede gerçekleşti bu karşılaşma. Müfrezenin komutanı 40 yaşlarında, beli tabancalı bir peşmerge.[3] Taşlık bir inişten sonra, ortasında suların aktığı bir vadiye vardık. Biraz yukarıda tek katlı kerpiç evler, kadınlar, çocuklar var. Köyün 300 metre kadar yukarısında, Mam Celȃl’in üç çadırdan kurulu karargâhı, daha doğrusu “makar”ı. Her peşmerge birliğine makar deniyor. Peşmergeler eğitimde ve dağdan komut sesleri geliyor.  Mam Celȃl ortalıkta yok. Bizi 22 yaşındaki Azad karşılıyor. İstanbul Türkçesiyle konuşarak Türkiye’yi bildiğini söylüyor. Çay içerken sohbet ediyoruz. “Barzani (Molla Mustafa) emperyalistlerin elinde oyuncak olmuştur… Barzani’nin oğlu İdris[4] Kürt halkının canı, kanı pahasına topladığı paraları şimdi İran’da şarkıcı kadınlarla yiyor… Bugün hareketimizin Marksist-Leninist ilkeler ışığında yeniden düzenlenmesi hareketimize güç katmıştır” diyor. Bağdat’tan istihbarat aldıklarını, bugünlerde buraları bombalayabileceklerini öğreniyoruz.

Onu nerede beklediniz  ve karşılaşmanız nasıl oldu?

Mam Celȃl’in çadırına alıyorlar bizi. Çadırda sohbeti sürdürürken, Azad, “Sizin için tavuk kesiyoruz. Her öğün tavuk yediğimizi sanmayın” diyor. Üç çadırdan oluşan kampın ortasında taşlardan yapılmış ocak var. Tavuklar orada pişiyor. Tavuk, pilav, çorba ve yufka ekmeğinden oluşan akşam yemeğini yiyoruz. Gece saat 11’e doğru çadırın dışında bir hareket oluyor. Çadıra elinde evrak çantasıyla birisi giriyor; onu şişmanca, güler yüzlü, bıyıklı, puşili birisi izliyor. Bize İngilizce “hoşgeldiniz” dedikten sonra geç kaldığı için özür dilemesinden onun Mam Celȃl olduğunu anlıyoruz. İkiye katlanmış bir battaniyeden oluşan yatağına bağdaş kurup oturuyor. Puşisini çıkarıp geleneksel Kürt takkesini giyiyor, gözlüklerini takıyor. Hep güler yüzlü. Bir paket bisküvi çıkarıp çay yapılmasını söylüyor muhafızlarına. Sonra hepimize birer paket Rothmans sigarası veriyor.

Celâl Talabani çadırında, kütüphanesinin önünde

Çadırın içi nasıldı, biraz anlatır mısınız?

Çadır dört metreye iki metre büyüklüğünde. Girişin tam karşısında Mam Celȃl’in kitaplığı. Kitaplıkta Arapça harflerle yazılmış Kürtçe kitaplar. Marksist yazının klasikleriyle Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi, tümü Kürtçe. Bağdat’ta basılmış. Kitaplıkta çerçeve içinde iki küçük oğlan çocuğu, oğulları Kubad[5] ile Bafel’in[6] renkli resimleri var. Çadırın sol yanında Mam Celȃl’in yatağı, sağ tarafta ise Barzani’den ayrılıp Talabani’ye katılan Dr. Mahmud Osman’ın yatağı. Onların ayakucunda ise biz yatacağız. İlk gece Mam Celȃl ile sohbet gecenin bir buçuğuna kadar sürüyor. Yatma vakti geldiğinde, köşede yığılı naylon torbalar içindeki battaniyelere işaret ediyor. “Şanslısınız. Bunlar Irak’tan yeni gelecek kadrolar için. İstediğiniz kadar alın, rahat edin” diyor. Deliksiz bir uyku çekiyoruz.

İlk gece neler konuştunuz?

Yolculuğumuzun nasıl geçtiğini soruyor. Yedi saatlik yürüyüşümüzü anlatıyoruz. Daha sonra siyasi konulara geçiyoruz, sohbet havasındayız. Daha sözün başında, Irak’taki Kürt hareketinin Türkiye ile hiçbir ilişkisi olmadığını vurguluyor:

Bu hareket yalnızca Kürtlere özgü bir hareket de değildir. Aramızda Türkmenler, Araplar da var. Irak’ta halka karşı bir hükümet iş başındadır. Bizim davamız bu hükümetledir. Irak’ta yalnızca Irak kuvvetleri ile çarpışıyoruz. Kimi zaman da Türkiye’de hem Barzani taraftarları, hem de bizimle çatışan Kürt aşiretleri ve MİT ile mücadele etmek zorundayız. Bu arada Türk hükümetleri ile iyi ilişkileri olan Kürt aşiretleri bizimle hep çatışmıştır. Ecevit’e saygımız vardır. Kendisi iktidara geldiğinde devrimcileri genel af ilân ederek hapishanelerden kurtaran demokrat bir kişidir.”

Türkiye konusunda konuşurken dikkatli, ancak espri yapmaktan da geri kalmıyor: “Türkiye’ye devrim ihraç etmek gibi bir şeref bize ait olamaz. Türkler dışarıdan müdahaleyle rejimlerini değiştirecek bir ulus değildir. Biz Irak’ta demokratik bir yönetim kurabilirsek, olsa olsa Türkiye’ye yumurta ihraç ederiz.”

Gene de anlattıklarında Türkiye’ye karşı bir burukluk sezmemek elde değil. Türkiye sınırları içinde Jirkî aşireti ve Barzani peşmergeleriyle giriştikleri çatışmalarda, Dr. Halid Said ve Ali Askeri ile onlara bağlı grupların katledildiğini anlatıyor. “140’tan fazla insanın öldüğü çatışmalarda Türk helikopterlerinin ve askerlerinin olayları yalnızca izlemekle yetindiklerini, Jirkî aşiretinin elinde yirmi kadar tutsak olduğunu” söylüyor Mam Celȃl.

“Yola çıkarken Talabani’nin kişiliği konusundaki bilgilerimiz hayli üstünkörüydü. Hukuk okuduğunu, Fransızca ve İngilizce bildiğini biliyorduk. Aşiret reisi olan Barzanilere göre daha şehirli ve aydın bir kişiyle karşılaşacağımızı düşünüyorduk. Dağların tepesinde, güç koşullar altında Mam Celȃl’in iyimserliği, esprileri, her zaman gülen yüzü bizi şaşırttı.”

1978’e kadar Türkiye’ye hiç gelmiş mi? Türkiye’den kimleri tanımış?

Mam Celȃl üç kez başka kimliklerle Türkiye’den gelip geçtiğini söylüyor. İlk kez 1955’te gelmiş. 1957’de İstanbul’da iki gün kalmış. 1977 Mayıs ayında ise Suriye pasaportu ve başka bir adla İstanbul ve Ankara’dan geçerek Sovyetler Birliği’ne gitmiş. Hatırlayabildiği kadarıyla İstanbul’da Ortaköy’de, Ankara’da da otobüs terminaline yakın bir otelde konaklamış. Sahte kimlik ve pasaportları nasıl tedarik ettiğini soruyoruz. Artık alıştığımız esprileriyle yanıtlıyor: “Bizim Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Matbaası işbirliği yapıyorlar. Her türlü pasaport ve kimlik belgesi buralardan geliyor.”

Nâzım Hikmet’i tanımış: “1955 yılında Varşova’da yapılan Sosyalist Gençlik Festivali’nde o zamana kadar sadece şiirlerinden tanıdığım Nâzım Hikmet ile karşılaştım. Ortadoğu sorunları, edebiyat ve politika konularında söyleştik. İnsanı çok etkileyen bir kişiydi Nâzım Hikmet. Şiirlerini okudu. Biz de kendisine geleneksel Kürt giysileri armağan ettik. Bunları giydi ve birlikte resim çektirdik. Ne yazık ki, o resim şimdi bende değil. Varşova’ya gittiğim için bir yıl üniversiteden uzaklaştırma cezası aldım. Bir yıl sonra bir uzaklaştırma cezası daha… Bu sefer İngilizlerin Süveyş’e saldırılarını kınayan bir konuşma yaptığım için…

Yaşam öyküsünü ana hatlarıyla nasıl anlattı?

Yaşım çok gizli bilgi. Sakın yazmayın” diyerek başladı yaşam anlatımına. “1933’te Süleymaniye’ye bağlı bir köyde doğdum. Köyde ilkokulu bitirdim, sonra Kerkük’te ortaokula gittim. Daha sonra Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam ettim ve avukat çıktım. Siyasete daha 17[7] yaşındayken başladım. İlk kez tutuklanmam 1948’de oldu. Gizli faaliyet gösteren KDP’ye üye olmuştum. 1951’de ve 1953’teki kongrelerde KDP’nin Merkez Komite üyeliğine seçildim.” Irak ordusunda da tankçı subay olarak görev yapmış.

Celâl Talabani: “1955 yılında Varşova’da yapılan Sosyalist Gençlik Festivali’nde o zamana kadar sadece şiirlerinden tanıdığım Nâzım Hikmet ile karşılaştım. Ortadoğu sorunları, edebiyat ve politika konularında söyleştik. İnsanı çok etkileyen bir kişiydi Nâzım Hikmet. Şiirlerini okudu. Biz de kendisine geleneksel Kürt giysileri armağan ettik. Bunları giydi ve birlikte resim çektirdik. Ne yazık ki, o resim şimdi bende değil.”

Bu esnada yastığının altından bir polaroid kamera çıkarıp resimlerimizi çekiyor. Lüks lamba ışığında resimler iyi çıkmıyor. “Ben de gazetecilik yaptım. Bu işleri bilirim. Yarın güneş ışığında çekerim, güzel çıkar” diyor. Bu arada polaroid kasetlerinin bomba yapmakta kullanıldığını söylüyor. 1958 yılında Irak’ta Kral Faysal’ı deviren Abdülkerim Kasım darbesinden sonra ülkede görece bir özgürlük havası estiğine değinen Mam Celȃl, “Darbeden sonra yeniden ortaya çıktık. Bu dönemde yaptım gazeteciliği. İngilizce Kurdistan Daily, Arapça  Habat ve Rusça Borba gazetelerinin yazı işlerinde çalıştım” diyor. 

1961’de Eylül Ayaklanması oluyor Irak’ta. O dönemde yeniden gizli çalışmaya başladığını anlatıyor: “Peşmergelere eğitim veren askeri mektebin sorumlusuydum. 1963 yılında Bağdat hükümetiyle müzakerelerde bulunan Kürt delegasyonunun üyesiydim. 1964 yılında Molla Mustafa Barzani ile yaşadığımız anlaşmazlık nedeniyle ayrıldım. 1966 yılında KDP resmen ikiye ayrıldı. Dört yıl sonra ayrılanlar yeniden birleşti. Ben partide çalışmayı bıraktım. 1972 yılında Irak’tan ayrıldım ve iki yıl Kahire’de kaldım. Mısır cumhurbaşkanı (Cemal Abdül) Nâsır Kürt davasının sempatizanlarından biriydi. Kahire’den bir Kürt radyosunun yayın yapmasına izin vermişti. Hatta bu yüzden Türkiye’yle başı derde bile girdi. Bir gün Türkiye büyükelçisi Nâsır’ı ziyaret ederek Kürtçe yayın yapan bu radyonun susturulmasını ister. Nâsır, elçiye ‘Türkiye’de Kürt var mı?’ diye sorar. Elçi, ‘hayır, sadece dağ Türkleri var’ diye cevap verince, Nâsır da ‘Öyleyse siz neden meraklanıyorsunuz? Bırakın Irak dert etsin Kürtçe yayın yapan radyoyu’ diye karşılık verir.”

1970’te Nâsır öldüğünde çok üzüldüğünü söylüyor Mam Celȃl: “Cenazesine gittim. Kahire’deyken Londra, Paris, Cenevre ve diğer Avrupa kentlerini de ziyaret ettim, 1974 ile 1977 arasını Şam’da geçirdim.”

THA ekibi çekimlerde, Celâl Talabani ve Niyazi Dalyancı sol altta söyleşide

Bugünlerde adlarını sık sık duyduğumuz oğullarından, eşinden söz etti mi Talabani?

Mam Celȃl ailesini sevecenlikle, dostlara anlatır gibi anlatıyordu. Yedi yıllık evli olduğunu, karısının adının Hero[8] olduğunu, Kürtçede “yaban gülü” anlamına geldiğini, Iraklı bir Kürt kızı olduğunu, Bağdat Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun olduğunu söyledi. İki oğlundan beş yaşındaki büyüğüne Bafel, küçüğüne Kubat adlarını verdiklerini anlattı. Bafel Kürtçede “şelale” anlamına geliyormuş, Kubat ise İran’da Şah’ın gizli servisi SAVAK tarafından öldürülen yakın bir dostunun adıymış. Bafel Londra’da bir okulda okuyormuş, ama başka bir adla. Hero ile Kubat ise Şam’da yaşıyorlarmış. 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs çıkarması sırasında Mam Celȃl, eşi Hero ve ilk oğlu ile Kıbrıs’ta Baf bölgesindeki dağ köylerinden birinde ucuz bir pansiyonda tatil yapmaktaymış mesela. Sampson darbesini ve peşisıra yaşanan gelişmeleri gözlemlemiş.

Saddam’ın ordusuna karşı neden ayaklandıklarını anlattı mı? Baas rejimine ilişkin değerlendirmeleri oldu mu?

Ayaklanmanın nedeni, Talabani’ye göre, Saddam rejiminin silahlı mücadeleden başka bir yol bırakmamasıydı. Irak rejiminin Kürtleri yerlerinden yurtlarından etmek için, Amerikalıların Vietnam’da uyguladıkları “scorched earth”, yani geniş arazileri yakıp kül etme politikası uyguladığını söylüyor: “Örneğin geçen yıl Irak yetkilileri Süleymaniye’de arıcılık yapan Kürt köylerine gelerek arıcılık kooperatifi kuracaklarını söylediler ve Kürtlerden tüm arılarını bir araya toplamalarını istediler. Sonra da tüm kovanları ateşe verdiler. Meyve ağaçlarını, otlakları bile yakıyorlar. Yakılan Kürt köylerinin arazilerinin toplamı 30 bin kilometrekareyi buldu…”

Celâl Talabani: “Bir gün Türkiye büyükelçisi Nâsır’ı ziyaret ederek Kürtçe yayın yapan bu radyonun susturulmasını ister. Nâsır, elçiye ‘Türkiye’de Kürt var mı?’ diye sorar. Elçi, ‘hayır, sadece dağ Türkleri var’ diye cevap verince, Nâsır da ‘Öyleyse siz neden meraklanıyorsunuz? Bırakın Irak dert etsin Kürtçe yayın yapan radyoyu’ diye karşılık verir.”

Mesud Barzani’nin bugün yönetim için talep ettiği toprakların tamamının 70-75 bin kilometrekare olduğunu hesaba katarsak, Saddam Kürtlerin yaşadığı bölgenin yarısını ateşe vermiş demek ki. Mam Celȃl Irak rejiminin, Sünni Kürtler, Şafii Araplar, etnik Türkmenler arasındaki farkları halkı bölmek için körüklediğini de anlattı: “Örneğin Kerkük’ten ilkin Kürtler sürüldü. Şimdi de Türkmenler güney bölgelerine sürülerek asimilasyon politikaları uygulanıyor.” Güneye sürülen ailelerin, İsrail’den örnek alınarak askeri bölgelere yerleştirildiklerini de anlatıyor. “Kürt köylerini boşaltmak için gidenlere 60 dinar maaş, bir Kalaşnikov, bir de tabanca veriyorlar. Boşalan Kürt bölgelerine Mısır’dan getirdikleri 10 bin kadar Arabı yerleştirdiler. Şimdi de Fas’tan Bedevileri getirtmeye uğraşıyorlar.”

Talabani, Saddam’ın asimilasyon politikaları konusunda da espri yapıyor: “1985 yılına kadar bir plan hazırlamışlar. Tüm Türkmenler, Kürtler ve diğer azınlıkları asimilasyon yoluyla Araplaştıracaklarmış. Yani sizin anlayacağınız, Arap olmak için daha altı-yedi yıl bekleyeceğiz.”

Genel olarak verdikleri mücadeleyi değerlendirirken ise şöyle diyor: “Biz gerçekten yalnızız. İlkin coğrafi olarak yalnızız. Dışarıdan aldığımız yardımı buralara, bu dağlara getirme olanaklarımız çok sınırlı. Öte yandan, diğer ülkelerle ilişkilerimiz de içinde bulunduğumuz coğrafi koşullar nedeniyle sınırlı. Ancak, küçük bir halkın, etkin bir biçimde birleştiğinde ve iyi yönetildiğinde başarılı olabileceğini kanıtlamaya çalışıyoruz.” 

Solda Celâl Talabani, sağda Niyazi Dalyancı

İran, Suriye ve Sovyetler Birliği’ni nasıl değerlendiriyordu? Düşmanlarından ve  dostlarından söz etti mi?

Talabani’nin söylediklerinden, son günlerini yaşayan Şah rejiminin Barzani’yi desteklediği anlaşılıyordu: “Barzani yanlısı Kürtlerin de Irak ordusuyla savaştığı havasını yaymak istiyor. On gün önce 51 silahlı Kürt Türkiye üzerinden İran’a getirildi. SAVAK bunları Serdeşt’e yerleştirdi. Ellerindeki silahlara ilaveten beş tane Sovyet yapısı Doçka uçaksavar topu da vardı. Biz bunlardan ikisini ele geçirmeyi başardık. Birisi şu anda bizim karargâhın arkasındaki tepenin üzerinde, diğeri de karşı dağda.” 

Mam Celȃl, bu Kürtlerin bölgede çatışmaya girmektense Irak askerlerine teslim olmayı yeğlediklerini söylüyor. Suriye hükümetiyle iyi ilişkileri olduğunu, ancak “Suriye’de de acı çeken Kürtler bulunduğunu, ama onların davalarına karışamadıklarını” belirtiyor.

Sovyetler’le ilişkimiz yok aslında. Şimdiye dek bizim hareketimiz aleyhinde bir şey yapmadılar, ama Irak hükümetini destekliyorlar. Şu âna  kadar Irak hükümetine bol miktarda silah ve cephane verdiler” derken kitaplıktan bir dosya çıkarıp Irak ordusundaki Sovyet yapımı silah ve savaş araçlarının resimlerini içeren Arapça sayfaları gösteriyor. Irak Komünist Partisi yasal olmasına karşın, Saddam rejiminin partili gençleri astığını söylüyor.

Yardım aldıkları kaynaklar Filistin Kurtuluş Hareketi ve Libya: “Ama asıl gücümüz kendi halkımıza güvenimizdir. Bugün başlıca silah ve cephane kaynağımızın Irak’taki Kürt halkı olduğunu söylediğimde inanın bana. Bir zamanlar Kürt devrimini Barzani (Molla Mustafa) yönetirken tam 100 bin peşmerge vardı. Ama Barzani’nin yanlışlıklarından ötürü devrim yenilgiye uğradı. Kürt halkı o zamanlar toprağa gömdüğü silah ve cephaneyi bugün çıkarıp çıkarıp bize veriyor.”

İkinci gün yaptığınız çekim nasıl geçti peki? Yanınızda kimler vardı? Bir günü nasıl geçiriyordu Celâl Talabani?

Sabah çay, haşlanmış yumurta, tulum peyniri ve lavaş ile kahvaltı ediyoruz. Ama Mam Celȃl bize başucunda bir yerden çıkarttığı küçük bir kavanoz baldan da ikram ediyor. Kahvaltıdan sonra peşmergeler ellerinde silahlarıyla Mam Celȃl’in çevresinde toplanıyorlar ve çekim yapıyoruz. Akşam sohbette söylediklerini bu kez daha diplomatik bir dille, akıcı bir İngilizceyle tekrarlıyor. “Öğle yemeğini köyde yiyeceğiz” diyor söyleşiden sonra. Bu arada haberci peşmergeler geliyor art arda. İncecik pelür kâğıtlarına yazılmış, belki yüzlerce kez katlanarak küçücük muskalar haline getirilmiş mesajlar getiriyorlar. Telsiz yok. Mesajların böyle gelip gitmesinin hikmetini tahmin ediyoruz: Hiçbir biçimde “düşmanın” eline geçmeyecek…

Mam Celȃl, Barzani yanlısı Kürtlerin bölgede çatışmaya girmektense Irak askerlerine teslim olmayı yeğlediklerini söylüyor. Suriye hükümetiyle iyi ilişkileri olduğunu, ancak “Suriye’de de acı çeken Kürtler bulunduğunu, ama onların davalarına karışamadıklarını” belirtiyor.

Mam Celȃl bize Ebu Cafer’i tanıtıyor. İnce uzun, genç bir adam. Koltuğunun altında bir klasör var. Ebu Cafer Arap, Irak hava kuvvetlerinde üsteğmenmiş. Kürdistan Birleşik Cephesi’ne katılan ilk Arap subayı olarak övünüyor. “Örgütümüz milliyetçi bir hareket değildir” diyor. 27 yaşındaki Ebu Cafer aynı zamanda ressam. Klasörde karakalemle yapılmış peşmerge portreleri, görkemli dağ manzaraları, ağaçlar, çocuk resimleri var. Mam Celȃl çevresindekileri bize tanıtmaktan haz alıyor anlaşılan. Bir de Selâm Abdullah var. O da Ebu Cafer gibi çok iyi İngilizce konuşuyor. Selâm Kerkük’te öğretmenmiş. Devrimci olduğu ortaya çıkınca yakalanmış. İdam cezasına çarptırılmış Saddam rejimi tarafından. 1977 yılında hapishaneden kaçıp Mam Celȃl’in yanına gelmeyi başarmış. Mam Celȃl de ona “Canlı Şehit” adını takıvermiş. Sakalıyla gizlemeye çalıştığı yüzündeki yaraları, tırnakları sökülen ellerini bize gösteriyor.

O gün çekim yaptığımız, Irak saldırısında terk edilen Şenye köyünde kalabalık bir karargâh var, tepeden tırnağa silahlı 150 peşmerge. Peşmergelerin komutanı Noşirvan Mustafa.[9] KYB’yi oluşturan bileşenlerden Marksist Komala’nın lideri. 35 yaşlarında. Ağır bir Alman aksanıyla konuşuyor İngilizceyi. Mam Celȃl, Noşirvan’ın Viyana Üniversitesinde “Kürt davasının kaynağı ve gelişimi” konulu doktorasını tamamlamak üzereyken gelip savaşa katıldığını söylüyor. Siyasal programlarının ne olduğunu soruyoruz Noşirvan’a. “Şu anda asgari program geçerlidir. Öncelik Kürtlerin özerkliğidir” diye yanıtlıyor.

Talabani ulakların getirdiği haberleri okuyor

Üçüncü gün neler yaşandı? 

Çevredeki köylerde çekim yaptık. Bir kere sinirlendiğini gördük Talabani’nin. Mam Celȃl ile biz önden gidiyorduk, çekim ekibi çekim yapa yapa arkamızdan geliyordu. Açık bir arazideydik. Çekim ekibi bir ara çok geride kaldı. Onların derdi de en iyi görüntüleri yakalamak. Bir söğüt ağacının altında beklerken Mam Celȃl, “Nerede kaldı bu arkadaşlar? Bugünlerde böyle açık arazide beklemek iyi değildir” diye kızdı. Ekip bize yetiştikten sonra yola devam ettik. Yolda gelen giden çok. Tümü Mam Celȃl’i saygıyla selamlıyor, o da tümüne adıyla hitap ederek hal hatır soruyor anladığımız kadarıyla.

Biraz daha ilerledikten sonra Mam Celȃl’in neden sinirlendiğini uygulamalı olarak anladık. İlkin bir helikopter sesi geldi, sonra sağ tarafımızdaki dağların üzerinde göründü. Bu bir Irak helikopteri. Mam Celȃl’in komutuna uyarak çalıların altına yatıyoruz. Muhafız peşmergeler inanılmaz bir çeviklikle çevreye dağılıyorlar, yamaçlara tırmanıyorlar. Dağın tepesinden helikoptere ateş açılıyor. Epey yüksekte olduğundan isabet almıyor. Mam Celȃl yattığı yerden “Bizim çocuklar” diyor, “şimdi kaçırtırlar onu”. Helikopter dağın çevresinde bir tur atıp kayboluyor. Çevre köylerin çoğu Irak askerleri tarafından tahrip edilmiş. Peşmergenin denetiminde hummalı bir yapı çalışması var, çamur ve taşla ev yapıyor köylüler. Kadınlar ve çocuklar dahil herkes çalışıyor. Peşmergeler silahlarını ağaç dallarına asıp yapı faaliyetine katılıyorlar.

Son geceniz biraz korkutucu olmuş galiba…

Şenye köyünün yakınına bir Irak taburunun geldiğini öğreniyoruz Dr. Osman’dan. Mam Celȃl o yüzden bizimle karargâha dönmüyor. Akşam yemeğini Dr. Osman ile yiyoruz. Çaylarımızı içtikten sonra battaniyelerimize sarılıp yatıyoruz. Doktor Mahmud Osman, bir yıl öncesine dek KDP saflarındayken gelip Mam Celȃl’e katılmış. Cepheyi oluşturan öğelerden demokratların lideri. İngilizce ve Fransızca biliyor. Ciddi bir adam. Bizimle o da söyleşiyor. “Kürt halkı dünyada herkesin sırt çevirdiği bir halktır. Irak’tan petrol alan ülkelerin çıkarları Irak’la çatışmamayı gerektirdiğinden Kürtlerin ezilmesine ses çıkartmıyorlar” diyor. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin de Irak rejimini desteklemelerinden, diğer komünist partilerin de ses çıkartmamayı yeğ tuttuklarından yakınıyor. “Oysa Irak’ın Kürt halkına yaptıkları, İsrail’in Araplara yaptıklarından bin beterdir. Şimdiye kadar Irak rejimi bin kadar Kürt köyünü ortadan kaldırdı. Piyadeyi yormamak için helikopterlerle yapıyorlar bu işi. Yirmi-otuz helikopter birden gelip köyleri yarım saat içinde yakıp yıkıyorlar, insanları öldürüyorlar” diyor. Dr. Osman 1967 yılında Birleşmiş Milletler’de 45 ülkenin delegasyonları ile temas kurduğunu, hepsinin anlayış gösterdiğini anlatıyor, “bize acıdıklarını söylediler, ama iş harekete geçmeye geldiğinde hepsi durakladı” diyor.

O gece hava biraz soğuk. Geceyarısı makineli tüfeklerin kesik kesik ateşi, arada bir topların gürlemesiyle uyanıyoruz. Peşmergeler dışarıdaki ateşleri söndürüyorlar alelacele. Dr. Osman el fenerini alıp fırlıyor ve giderken de, “siz merak etmeyin, yatın uyuyun” diyor. Ne mümkün! Sesler çok yakından geliyor. Saat 01.30. On beş dakika sonra Mam Celȃl geliyor, yatağına yöneliyor. Biz “Mam Celȃl, yatıyor musunuz?” diye sormadan edemiyoruz. “Gecenin bu vaktinde ve bu dağ başında yapacak daha iyi bir iş varsa söyleyin, hemen yapalım” diyor gülerek ve battaniyesine sarılıyor. “Ama savaş var dışarda” diyoruz. Yattığı yerden, “Siz bakmayın, silah sesleri bize ninni gibi gelir. Sabaha ne olduğunu öğreniriz. Merak etmeyin, uyumanıza bakın” diyor. Silah sesleri saat 04.00’e kadar sürüyor, sonra kesiliyor.

Sabah kar yağmaya başlamış. Dağlar beyazlanıyor. Kahvaltı ederken peşmergeler katlanmış minicik kâğıt mesajları getiriyorlar. Mam Celȃl okudukça neşeleniyor. Küçük küçük kahkahalar atıyor. Gece altı tane peşmergenin dağın tepesine çıkarak Irak taburunu ateş altına aldığını ve geri çekilmek zorunda bıraktığını anlatıyor. Mam Celȃl kar yağışının şiddetlendiğini, bu tipide helikopterlerin uçamayacaklarını, dolayısıyla bizim güvenli bir biçimde geri dönebileceğimizi söylüyor. Bizi karargâhın önünden peşmergeler ve Dr. Mahmud Osman ile birlikte uğurluyor.

Dönüş yolu nasıldı?

Dönüş yoluna Mam Celȃl’in yanımıza verdiği silahlı peşmerge ve bir katırın üzerindeki eşyalarımızla kar altında başladık. Bu kez dağların yamaçlarından değil, vadilerden geçerek İran sınırına varıyoruz. Kar her yeri kaplamış. Bir dönemeçte İran jandarmalarına yakalanıyoruz. Peşmerge muhafızımız, katır ve eşyalarımızla dağlara vurup gidiyor. Biz onun kadar çevik olamadığımızdan teslim olmak zorunda kalıyoruz.  O bölgelerde Azeri Türkçesi konuşuluyor. Jandarmalar da İran Azerisi. “Ne işlersiniz burda?” diye soruyorlar. Habernigâr, yani gazeteci olduğumuzu söylüyoruz. O gece sınır köyünde muhtara teslim ediliyoruz.

Ertesi gün askeri bir kamyonla Piranşehir’deki hava üssüne götürülüyoruz. Hava soğuk, üstümüz başımız perişan. Hava üssünde salona alınıyoruz. Kaloriferler yanıyor, sehpaların üzerine meyve tabakları konmuş. Yani iyi karşılanıyoruz. Sonra sorgu başlıyor. İran-Irak sınırındaki olayları izlemek için geldiğimizi, ama kar bastırınca geri dönmek zorunda kaldığımızı, kameralarımızı ve eşyalarımızı da bu arada yitirdiğimizi söylüyoruz. İnanmıyorlar tabii. Sertlik yok. “Emel Sayın yahşi, İran’a gelmiştir, biz sevmişizdir” falan derken, “Siz Mam Celȃl’i gördünüz mü?” sorusu geliyor. “Valla billa görmedik, zaten kar bastırınca yolumuzu, eşyalarımızı kaybettik.”

Derken bizi jandarma eşliğinde Rızaiye’ye gönderiyorlar ve hapishaneye atılıyoruz, ama koğuşun tabanında İran halıları var. Bir de anladığımız kadarıyla sürekli küfreden bir başçavuş. Mahkemeye çıkıyoruz. Yaşlı yargıç ile genç yargıç Farsça uzun bir hukuk tartışmasına girişiyorlar. Raftan kitaplar iniyor. Anladığımız kadarıyla yaşlı yargıç bizden bir an önce kurtulmak istiyor. Ama genç bizim illa ki suçu işlediğimiz yerde, yani Serdeşt’te yargılanmamız gerektiğini savunuyor. Gene silahlı jandarmalar eşliğinde Land Rover’a biniyoruz, gece Serdeşt’e varıyoruz. Bir otel odasına kapatılıyoruz. Jandarma kapıyı dışarıdan kilitliyor ve “özümüz emniyeti” için bu önlemi aldığını söylüyor. Üzerimizdeki giysiler çarşaflardan daha temiz.

Ertesi sabah dadegâh’a, yani mahkemeye çıkıyoruz. Şansımız gülüyor. Yargıç İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Pasaportlarımızı veriyor ve bizi serbest bırakıyor. Bizi getiren jandarmalara üzerimizde kalan paraları vererek bizi geri götürmelerini sağlıyoruz. Rızaiye’den kar altında Esendere’ye geçiyoruz. Kameralarımız ve filmler sanırım Şubat 1979’da Ekrem’e (Sunar) ulaştı, o da İstanbul’a getirdi.


[1] Kürt lider Molla Mustafa’nın oğlu olarak 1946’da doğan Mesud Barzani, bağımsız bir Irak Kürdistanı için mücadele etmeye gençlik yıllarında başladı. Babası Molla Mustafa, II. Dünya Savaşı’nın ardından Barzani’nin doğduğu Mahabad şehrini başkenti olarak ilan ettiği bir Kürt cumhuriyeti kurmuştu. Barzani, Kürdistan Demokrat Partisi’nin liderliğini babasından 1979 yılında devraldı. Ekim ayının başında hayatını kaybeden Celȃl Talabani ile uzun bir süre boyunca rekabet içindeydi. Saddam sonrası IKBY başkanlığını sürdüren Mesud Barzani, 25 Eylül 2017’deki Bağımsızlık Referandumu ardından yaşanan gelişmeler üzerine, 1 Kasım 2017’de, “Dağlarımızın dışında kimse Kürtlerin arkasında durmuyor” diyerek görevini bıraktığını açıkladı.

[2] Celȃl Talabani’nin Molla Barzani ile yaşadığı siyasi çekişme oğul Mesud Barzani ile de sürdü. İki parti arasındaki siyasi mücadele 1992-94 arasında silahlı çatışmaya dönüştü. ABD gözetiminde 1998 Washington Antlaşması’ndan başlayarak Barzani ve Talabani arasında varılan uzlaşı, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yönetsel açıdan paylaşımı ile sürdü. İki partili bu denkleme Goran (Değişim) hareketi de katıldı. 25 Eylül 2017’deki Bağımsızlık Referandumu sonrasında KDP ve KYP’nin ilişkileri yeniden gergin bir dönemine girdi.

[3] Peşmerge, fedai/savaşçı. Saddam sonrası Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Ordusu olarak resmiyet kazandı.

[4] Mesud Barzani’nin kardeşi. 1987’de yaşamını yitirdi, bugün Kürt siyasetinin önemli isimlerinden IKBY başbakanı Neçirvan Barzani’nin babası.

[5] Kubat Talabani, IKBY’de başbakan yardımcılığı görevini yürütüyor.  

[6] Bafel Talabani; KYB içinde etkili isimlerden. 17 Ekim 2017 tarihli haberlerde Celȃl Talabani’nin oğlu Bafel Talabani ile Haşdi Şabi güçleri arasında dokuz maddelik bir anlaşma imzalandığı iddia edildi.  Bafel Talabani’ye Süleymaniye-Kerkük ve Halepçe’den oluşan yeni bir bölge sözünün verildiği ileri sürüldü. France 24’e açıklama yapan Bafel Talabani ise Kerkük’ten taktiksel olarak çekilmek zorunda kaldıklarını dile getirdi ve “bizi bu duruma getiren Kürt liderler hakkında soruşturma açılmasını istiyorum” dedi.

[7] Celȃl Talabani THA’ya verdiği söyleşide siyasi mücadeleye 17 yaşında başladığını söylüyor, ancak farklı kaynaklar Talabani’nin Kürdistan Öğrenciler Birliği saflarında, 13 veya 14 yaşında mücadeleye başladığını ifade ediyorlar.

[8] Hero İbrahim Ahmed, KYB Politbüro üyesi ve KURTSAD TV’nin kurucusu. KYP’nin kurucularından Iraklı Kürt siyasetçi, yazar İbrahim Ahmed‘in kızı. Celȃl Talabani’nin hastalığı süresince Hero Talabani partideki karar alma mekanizmalarında etkili oldu. Referandumda oy kullanmasına karşın, Celȃl Talabani’nin ölümünden hemen sonra referandum sürecinde uluslararası toplumdan gelen itirazlara kulak verilmemesini eleştirerek halkın “bu inadın bedelini ödediğini” belirtti. 

[9] Celȃl Talabani’ye en yakın isimlerden ve KYB içerisindeki Marksist geleneğin öncülerinden biri olan Noşirvan Mustafa KYB’den ayrılarak 2006 yılında Goran Hareketi’ni (Bizûtinewey Gorran) kurdu. 2009 seçimlerinden başlayarak etkili bir muhalefet partisi haline geldi. 19 Mayıs 2017’de ölünce hareketin liderliğine Ömer Seyid Ali getirildi. Hareket, 2009 seçimlerinden başlayarak Irak Kürdistanı’nda etkin, hatta kilit rol üstlendi.

^