YÖNETMEN TUFAN TAŞTAN’LA SEN BEN LENİN

Söyleşi: Yiğit Atılgan, Ayşegül Oğuz
6 Aralık 2021
SATIRBAŞLARI

Lenin heykelinin Akçakoca’da kıyıya vurması öyküsünü Hoşgeldin Lenin belgeselinden biliyoruz. Siz bu hikâyeden nasıl haberdar oldunuz? Barış Bıçakçı’yla kafa kafaya verip bu gerçek hikâyeyi film yapmaya nasıl karar verdiniz?

Tufan Taştan: Bu hikâyeyi ilk duyuşumuz 2005 ya da 2006’ydı. Lenin heykelinin kıyıya tam ne zaman vurduğuna dair net bir bilgimiz yok. Akçakoca’ya gidip konuyu araştırırken dinlediklerimiz 1993-94’ü işaret ediyordu. Haber o dönem basına pek yansımasa da 2000’lerin başından itibaren tekrar gündeme gelmiş. Bunun nedeni 2002 seçimi sonrası yeni belediye başkanının heykeli kasabanın meydanına dikmeye karar vermesi. Biz heykelden bu sayede haberdar olduk ve durum bize çok ilginç geldi. Mucizevi bir olay, aşağı yukarı bir metre boyunda ağaçtan yapılmış bir büst yüzerek Karadeniz’i geçiyor. Heykelin Odesa kıyılarından denize atıldığı söyleniyor. Senaryoya 2015’in Kasım’ında başladık, o esnada Altyazı dergisi çevresinden arkadaşlarımızın Hoşgeldin Lenin belgeseline koyulduğunu duyduk. Biz senaryonun ilk taslağını oluşturduğumuzda onlar kurgularının kabasını bitiriyordu. Bizim filmimizin daha sonra uzun bir yazım ve çekim süreci oldu.

Tufan Taştan Sen Ben Lenin setinde…

Belgeselde gördüğümüz Akçakocalı bazı kişiler Sen Ben Lenin’de kurmaca karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Odesa’dan Akçakoca’ya suda sürüklenirken burnunu kaybeden Lenin heykeline Laz burnu yapan marangoz onlardan biri.

Aslında bizim Barış’la 2015’te yazdığımız senaryo bugün ortaya çıkan filmin senaryosu değil. Sizin izlediğiniz film ilk senaryonun devam filmi gibi. Senaryonun ilk halinde Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, heykelin Karadeniz’i geçişi ve kimin heykeli olduğunun tanınması, meydana dikilmesi ve başbakanın açılışa gelmesiyle film bitiyordu. Bir kasaba filmiydi, geniş kadrolu, bol mekânlı, prodüksiyon olarak büyük bir filmdi. Orada kurduğumuz dünya daha farklıydı, Cumayol diye kendi dünyası olan bir kasabaydı. Akçakoca’yla birebir bağlantı kurmaktansa önce senaryomuzu bitirip sonra gerçek dünyayla yüzleşmeyi tercih ettik. Senaryo bittiğinde Tanıl Bora’nın mihmandarlığında Akçakoca’ya gittik. Maalesef belediye heykeli göstermedi bize. Sanırım biraz da çürümüş. Heykelin burnunu tamir eden bir marangozdan bahsetmişlerdi, o marangozu hiç tanımadan senaryoyu yazmıştık. Kendisiyle iletişime geçince çok şaşırdık, bilmeden gerçeğe çok yakın diyaloglar yazmışız, hatta bazı cümlelere çok güldük. Siyasetle ya da başka bir şeyle alakası olmayan bir adam, marangozdan öte sanatçı biriydi. İkinci senaryoyu yazarken artık marangozu tanıdığımız için daha fazla detay ekledik. Başka bir örnek de belgeseldeki gerçek belediye başkanıyla senaryomuzdaki başkan karakterinin birbiriyle benzerliğiydi. Benzerlikleri yakalamak, ama gerçeklikle kurmaca arasında bir denge kurabilmek bizim için önemliydi.

Lenin heykelinin Türkiye’ye gelmesi gerçek, ama heykel dikilmiyor. Bunu yapmamızın nedeni muhafazakâr bir belediye bu heykeli kasaba meydanına dikerse ne olacağını merak etmemizdi. Aklımızda Lenin’in mi kasabayı yoksa kasabanın mı Lenin’i değiştireceğine dair sorular vardı, Barış’la beni motive eden de bu soruların peşinde kendi gerçeğimizi yaratma arzusuydu.

Filminiz tiyatronun anlatımı ve olanaklarıyla ortaya çıkmış bir kurmaca, filmin diline nasıl karar verdiniz?

Önce işin teknik boyutundan ziyade hissi boyutundan bahsedeyim. Üzerinde üç-dört yıldır uğraştığımız bir hikâye vardı, gerçekten yola çıkan ve kendi gerçeğini ortaya çıkaran bir hikâye. Lenin heykelinin Türkiye’ye gelmesi gerçek, ama heykel dikilmiyor. Bunu yapmamızın nedeni de muhafazakâr bir belediye bu heykeli kasaba meydanına dikerse ne olacağını merak etmemizdi. Aklımızda Lenin’in mi kasabayı yoksa kasabanın mı Lenin’i değiştireceğine dair sorular vardı. Barış’la beni motive eden bu soruların peşinde kendi gerçeğimizi yaratma arzusuydu. İlk senaryo ortaya çıktı, ama işin maddi boyutunu çözemediğimiz için bir karar vermek zorunda kaldık. Ya işi rafa kaldıracaktık ya da filmi başka bir formda çekecektik. Bu esnada ikinci fikir imdadımıza yetişti. Bu versiyonu düşük bir bütçeyle, on iki gün gibi kısa bir sürede çekebildik. Oynayan herkes filme yüreğini koydu. Kendimizi sınırladığımız şeyler vardı, mesela kısa sürede çekmek için mekânları sınırlandırmamız gerekiyordu. Dengeyi kurmak için oyuncu sayısını artırıp öykünün kendisine ağırlık verdik. İlk senaryoda omurga farklıydı, polisiye unsuru yoktu. Tiyatro mevzusuna gelirsek, tam olarak katılmıyorum. Evet, ben tiyatro kökenliyim, bundan da besleniyorum. Ancak, sinemada mekân azaldığında her şey bize sanki tiyatro sahnesi gibi görünür. Mekânı tek bir yerle sınırladık ve çekimleri İstanbul’da bir okulu stüdyoya çevirerek yaptık. Bunun dışındaki her şey, örneğin baştaki araba sahnesi, pencereden gördüğümüz sahneler ve filmin finali bilgisayarda CGI olarak tasarlandı. Bunlar benim için sinemayı sahneden ayıran şeyler. Sinema sahne üzerinde kurduğum bir hikâyeyi canlandırabilmemi ve gerçek olarak seyirciye aktarabilmemi sağlıyor. Ama elbette filmin diyalog ve metin üzerinden akan bir yapısı olduğu için tiyatroyla bağlantı kurulması doğal. Fakat bence bu film öznelinde sinemayı tiyatrodan ayıran temel şey kurgu.

Karakterlerin tavır ve davranışları üzerinden çok tanıdık, Türkiyeli bir resim çıkıyor. Burada didaktik olma gibi bir tehlike de var; tiyatroyu hatırlatan bu üslûpla bir mücadeleniz oldu mu?

Çok konuşan metinlerin didaktik olma gibi bir sıkıntısı elbette olabilir. Sen Ben Lenin tamamen kurgu üzerinden ilerleyen bir film, kurgu da sinemanın en büyük gücü. Burada iki zamanlı bir yapı kurmaya çalıştık. Biri polislerin takip ettiği zaman, diğeri de hikâyenin zaman çizgisi. Bunları harmanlamak için epey uğraştık. Tiyatrodan farklı olarak kurgu teknikleriyle zamanda atlayabileceğimiz için teknik anlamda hikâyenin zamanına da uydurmuş oluyoruz, bu bir yanıyla bizi rahatlattı. Filmi yaparken elimizde çekilmemiş de olsa başka bir film vardı, aynı karakterleri alıp “Heykel çalındı, şimdi ne yapıyoruz?” diye sorduk. Bir sorunun etrafında Lenin’e dayanan, ama onu anlatmayan bir film, Lenin’le kurduğumuz ilişki temelde kasabalıları anlatmak için öyküyü taşıyan bir araç.

Film Türkiye panoramasında, solcu-sağcı karşıtlığı bağlamında nereye düşüyor?

Lenin’i anlatmadığımızı söylemem bununla alakalı. Filmin toplamında anlattığı Ahmet Abi hikâyesi bir yanıyla Lenin’in fikriyatına dayanıyor. Bu öykü Lenin’in ya da ondan sonraki siyasal mücadelenin, yani bir direnme biçiminin yerelde, bir kasabada vücut bulmuş hali olarak tanımlanabilir. Bu da insan üzerinden bir hesaplaşmaya dönüşür. Fikir elbette Lenin’in fikrine dayanıyor. Lenin’in heykeliyle alakası var mı? Elbette. Ama buradaki taşıyıcı unsur kasabanın kendi hikâyesi. Evrensel bir figürün gelişiyle başlayan hikâye başka bir evrensel meseleye dönüşüyor. Lenin’in kasabayı gerçekten değiştirip değiştiremeyeceği sorusunu gündemde tuttuk. Eğer bu heykel oturduğum mahalleye CHP’li bir belediye tarafından dikilseydi ben ne yapardım diye çok sordum. Belki Lenin heykeli önünde düğün fotoğrafı çektirmeye başlayacaklar, belki çaput bağlayacaklar. Bunları düşündüğünde gülmeye başlıyorsun. Orada gülümseten şey bir anda karabasan gibi bir şeye dönüşüyor. Tamamen anlamını yitiriyor, içi boşaltılan bir şeye dönüşüyor. Çünkü hâkim düzen bu.

Hayalim seyirciye “komünizmi hayal ettim” cümlesini kurdurmaktı. Aklımızda Brechtyen bir sinema vardı, izleyicinin filmden çıkınca bir anlam yaratmasını istedik. Brehctyen sinemayı daha gerçekçi bulurum, seyircinin filme girip çıkması ve katarsis yaşaması o filmin bitmesi anlamına gelir. Filmdeki bir karakterle özdeşlik kurduysa bile filme yabancılaşsın istedik.

Filmdeki karakterden biri kasabanın Lenin’i değiştirdiğini söylüyor. Biraz bu imgeden bahsedelim. Batı yazınınca çarpıtılan, hatta Lenin’in günümüzdeki popülistlerin öncüsü olduğuna dair imal edilen bir imge var; tabii bunun tersi de mevcut. Sizce bugünden bakınca Lenin nasıl görünüyor?

O döneme belli bir konjonktürden baktığımda Lenin’in güzel bir insan olduğunu söyleyebilirim. Doğru bir yerde konumlandığı ve tavır aldığı, doğru bir işin fitilini ateşlediği malûm. Dünya tarihi için inanılmaz bir şey. Tabii ki bu Lenin’e dair her şeyi sahiplendiğim anlamına gelmiyor. Sonuç olarak, bugün dünyadaki her şeyin değişmiş olduğunu görüyoruz. Filmi daha genç kuşaktan müzisyen bir arkadaşıma izlettiğimde ona Lenin’in neyi çağrıştırdığını sordum. “Abi, Batman gibi” diye cevap verdi. Buradan da anlaşıldığı gibi, artık başka bir dünyadayız. Z kuşağına indiğimizde onlar Batman’i de bilmiyor, olay Lenin’i bırakın Batman’den bile çıkmış, yeni kuşak için bambaşka bir yere gitmiş. Ben Lenin’i birey olmaktan çok, o dönemdeki değişimde öncü bir figür olarak görüyorum. Lenin bir birey değil, bir fikir haline geliyor. Sosyalizmin vücut bulduğu ilk deneyimi yaratanlardan. Marx’ın kurduğu yapının, bizim ondan öğrendiğimiz, ekonomik ve politik sistemin altyapısını oluşturan şeylerin sokakta nasıl vücut bulacağına ve bu hayalimizin nasıl bir yürütme biçimine dönüşebileceğine dair bir şeyler öğreniyoruz. Yani sosyalizmin hayalden nasıl gerçeğe dönüşeceğine dair şeyler. Bu yüzden de saygı duyuyorum. Lenin bir hayali gerçek kıldı. Sonrasında düştü, kalktı, tökezledi, derken yenildi. Bu, uzun yıllara yayıldı. Bir hayalin gerçek olmasıyla mutlu oluyorsunuz, bunun eksikliklerinden dolayı üzülüyorsunuz. Her şeyi o hayalden beklemiyor ve devrimci kalmaya devam ediyorsunuz.

Sen Ben Lenin’e hakim olan bir de ses var, o sese dair zihnimizde birçok şey uçuştu; “komünizm heyulası” da onlardan biri.

Orada bir şey var ya da belki de yok. Gerçekten bir fare tıkırtısı olabilir, belki kedi fareyi ya da fare kediyi kovalıyordur. Bunu bilmiyoruz. Ses zamana müdahale eden bir şey, sesin girdiği anlar belirli noktalarda zamanı dağıtıyor. Sesin duyulduğu yerlerde bir şeyler başka bir şeylere dönüyor. Sesi teknik bir unsur olarak kullanırken kırılmalar yaratabilecek daha üretken bir şey olarak kurguladık. Hayalim seyirciye “komünizmi hayal ettim” cümlesini kurdurmaktı. Öte yandan, aklımızda Brechtyen bir sinema vardı, izleyicinin filmden çıkınca başka şeyler düşünmesini ve bir anlam yaratmasını istedik. Brehctyen sinemayı daha gerçekçi bulurum, bir seyircinin filme girip çıkması ve katarsis yaşaması o filmin bitmesi anlamına gelir. Filmdeki bir karakterle özdeşlik kurduysa bile belli bir yerde dursun ve başka bir şeye odaklansın, filme yabancılaşsın istedik. Ses de bunun bir yöntemi. Pencereden gördüğümüz imgeler de CGI olarak tasarlandı. Orada yarattığımız resimlerle Ahmet Abi’ye göndermeler yaptık. Resimlerdeki öyküler Lenin ile Ahmet Abi arasındaki bir şeylere işaret ediyor. Burasını daha açık bıraktık, ama belli duyguları yönlendirmek de istedik. Tıpkı yukarıdan gelen sesin size komünizmi düşündürmesi gibi.

Goodbye Lenin’de dönem değişiyor ve anlatılan çok kişisel bir hikâye, bu sebeple de çok etkileyici. Bizim filmde de bireysel olmakla birlikte işin toplumsal bir boyutu var. Esas olarak Lenin’in fikriyatında beden bulmuş bir Ahmet Abi anlatılıyor. Bu, devlet tarafından kaybedilen bir beden üzerinden yapılıyor. Mevzunun bireyselliğiyle toplumsallığını aynı anda ele almak bizi çok heyecanlandırdı.

Filmdeki öykü hangi zaman diliminde geçiyor? Buna dair çelişkili ipuçları mevcut.

Belirli bir dönem düşünmedik, geçmişte ya da gelecekte geçen bir film algısını özellikle oluşturmadık. Sadece senaryoda bir başbakan var, zira biz yazmaya başladığımızda bu ülkede başbakan vardı. Biz o geçişe adapte olmak istemedik. O geçişin meşru ve devam edebilecek bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Ama bu film, devam edecek ve yaşayacak. Bana göre film, bu zamanlarda geçiyor. Ben filmin zamanını devletin yaşattığı acılar olarak sınırlıyorum. Ne zaman bu acılardan kurtulursak o zaman dilimi değişecek gibi geliyor bana, yoksa hep aynı zamandayız gibi… Kasabada kullanılmayan, tarihi bir belediye binası var. Ankara’dan gelen polisler konuşlanmak için bir alan arıyor ve aslında eskinin içine yerleşiyorlar. Burada güzel olan şey, eski olanın terk ediliyor olması. Biz de bu yüzden 30 yıl öncesinde kalan bir mekâna bilgisayarlı, cep telefonlu, takım elbiseli bir ekibi koymayı tercih ettik. Zaman meselesi bu açıdan net, ama eskiyle yeniyi çarpıştırmaya da özellikle gayret ettim, o karmaşa halini arzuladım. Terk edilen ve eskide kalan bir şeyin değişmemesi ve yeni bir şeyin ona adapte olması meselesinin üzerine gittik.

Filmin zengin oyuncu kadrosunda yer alan isimlerden biri Melis Birkan

Senaryo sürecinde sizin sesinizle Barış Bıçakçı’nın sesi nasıl eşitlendi?

Barış muhteşem biri, dostluğu çok keyifli, birlikte çalışması da çok eğlenceli. Ona “Lenin heykeli dikilseydi ne olurdu?” diye sormuştum, o da film olurdu diye cevap vermişti. “Hadi yazalım o zaman” diyerek işe başladık. Hikâye üzerinde çalışırken aslında yarattığımız kasabanın içinde yaşıyoruz. Elbette bir yerde ortaklaşırken bir yerde ayrı düşüyoruz, zaman geçiyor ve bir dünya kuruyoruz. Bu dünya kurulduktan, yani kasabaya karakterler yazılıp, o karakterler yaşamaya başladıktan sonra, artık zaten “biz” olarak konuşmuyoruz. Artık o karakterlerin yerine geçiyor, hikâyeyi yaşıyoruz. Bu durumu iki kişi yaşamak harika bir deneyim, yazar ve yönetmen açısından geliştirici bir serüven. Monologdan diyaloğa dönüyorsunuz, tartışmalar ve konuşmalarla kurduğunuz dünyanın içinde başka bir şey yaşamaya başlıyorsunuz. Barış’la çalışırken çok şey öğrendim. Birlikte çalışmaya, birlikte yazmaya devam ediyoruz…

Lenin sinemanın tüm sanatların en önemlisi olduğunu söyler. Sinemaya geçişim biraz sancılı oldu. Fizik, uzay bilimleri okudum, dil-tarih derken kendimi tiyatronun içinde buldum. Tiyatro yaparken “salon doldu” diyoruz, ama 300-500 kişi izliyor. “Herhalde Lenin haklı” dedim, sinema yaparak daha geniş kitlelere ulaşmak, derdimi daha çok insanla paylaşmak istedim.

Bu film vesilesiyle Goodbye Lenin yeniden aklımıza düştü. Ulysses’ Gaze filmini de hatırladık. Lenin heykeli ile üzerinden kurulan bu hikâye, son 30-40 yıldır sinemanın bir meselesi. Bu hayalet imgesiyle nasıl hemhal oldunuz?

Aslında hep aklımızda dolaşan bir şeydi. Lenin heykelinden çok, bir sosyalistin yarım kalan düşleriyle alakalı, tamamlanmayan, beceriksizlikle yıkılan bir şeyle ilgili. Bu durumdan nasıl kurtulabilirsiniz ki? Sürekli komünizmin ucundan döndüğümüz ifade edildi. Lenin gerçekten büyük bir şey yaptı ve çok erken öldü. İnandığımız ve durduğumuz yer bizim için yarım kaldı. Birinden severek ayrılmak gibi bir durum, sizde bir hayalet olarak yaşamaya devam ediyor. Verdiğiniz iki örneği de çok severim, biz bunların dışında bir şey kurguladık. Goodbye Lenin’de dönem değişiyor ve anlatılan çok kişisel bir hikâye, bu sebeple de çok etkileyici. Bunu fon yapmadan yazılmış çok yaratıcı bir senaryoydu. Bizim filmde de bireysel olmakla birlikte işin toplumsal boyutu var. Esas olarak, Lenin’in fikriyatında beden bulmuş Ahmet Abi anlatılıyor. Bu, devlet tarafından kaybedilen bir beden üzerinden yapılıyor. Mevzunun bireyselliğiyle toplumsallığını aynı anda ele almak bizi çok heyecanlandırdı. Filmdeki insanlar kişisel sorunları, gündelikleri ve düşünce biçimleriyle birbirinden çok farklı. Bir yanıyla bir kasaba resmi gibi, ama genel anlamıyla bir ülke resmi çizmeye çalıştık. O toplam toplumsal bir acıyla bir yüzleşme oldu.

Filmin sonunda “Mendilimde Kan Sesleri”ni dinlerken filmin kayıp kişisi berber Ahmet Abi’yi de edebi bir imgeye, geçmişte yaşamış bir figüre yaslandırdığınızı öğreniyoruz. Ayrıca terzi karakteri Fatsa’yı, Terzi Fikret’i anımsattı. Bu göndermelerle ülkenin belli bir hafızasına ışık tuttuğunuzu söyleyebilir miyiz?

Edip Cansever’in şiirindeki Ahmet Abi’nin o dönemin devrimcilerinden olduğunu çok kişi bilmiyordur, ben de yeni öğrendim. Edip Cansever’in Ahmet Abi’sini kendimize yakın bulduk. O Ahmet Abi’yi filmdeki Gül ananın kayıp kocası Ahmet Abi’yle özdeşleştirdik. Hikâyemizde Ahmet’i berber yaptık, bir kasabadaydı, kendi halindeydi, güzel adamdı, yakışıklıydı. Mesele onun kimliğinden ziyade bir kasaba berberini alıp kaybeden devletti. O dönem Ahmet Abilerin sayısı çoktu, bir kısmının mezarı bile yok. Bildik bir şeye gönderme yaptık, çünkü burada bir diyalektik mevcut. Kitapları yazanlarla o kitaplarda anlatılanlar aynıdır. İnce Memed gerçekti, Yaşar Kemal de İnce Memed’ten oldu, bizim kurduğumuz yapı da öyle. O yüzden gerçekle bu tür bir bağlantı kurmanın diğer Ahmetler’e bir temas olduğu kanısındayım. Terzi Fikri’ye gelirsek, aynı çağrışımı tabii biz de düşündük, bir Karadeniz kasabası deyince Fatsa deneyimi bizim de aklımızdaydı. Bu küçük şeyleri herkes hissetmeyebilir, ama sözle kurulan bağlantı yaşadığınız hayat ve kendi öykünüzle ilgilidir.

Size sinema yapma motivasyonu veren belli isimler var mı? Gelecekte yapacağınız sinemaya dair nasıl bir tasavvurunuz var?

Bir kavganın içerisindeyiz. Öğrenciyken bazen eyleme gidiyor, bazen gazeteye köşe yazıyor, bazen muhabbet ediyor, bazen taş atıyordum, şimdi de film yapıyorum, sinemayı bu denklemin içinde görüyorum. Sonuçta, temel motivasyonum derdimi anlatmak, paylaşmak. Derdim olduğu sürece motivasyonum değişmeyecek, devamı da böyle gelecektir. Bu ülkede dertlerin yakın gelecekte biteceğini zannetmiyorum. Hangisini nasıl anlatacağım sorusunun içinden çıkmam gerekecek, örneğin bazen gerçek üstüyle daha çok bağ kurmak istiyorum, ama günlük olarak o kadar çok acıyla yüzleşiyoruz ki bu bile zor oluyor. Beni etkileyen isim olarak Lenin’i söyleyebilirim. (gülüyor) Lenin sinemanın tüm sanatların en önemlisi olduğunu söyler. Sinemaya geçişim biraz sancılı oldu. Fizik okudum, uzay bilimleri okudum, dil-tarih derken, kendimi tiyatronun içinde buldum. Tiyatro yapıyoruz, geziyoruz, “salon doldu” diyoruz, ama 300-500 kişi izliyor. “Herhalde Lenin haklı” dedim, daha geniş kitlelere ulaşmak ve derdimi daha çok insanla paylaşmak istedim. Çift ana dal yapmaya başladım, sinemaya hem teorik olarak daldım hem de pratikte kısa filmler çekmeye başladım. Sinema gerçekten en kitlesel sanat. İçinde müziği, tiyatroyu, edebiyatı, güzel sanatları taşıyor, her şey sinemada birleşiyor. Akçakoca’daki ya da bizim kurduğumuz kasabadaki bir derdi Rusya’daki birine ulaştırabilir, Brezilya’daki birinden dönüş alabilirsiniz. Bu açıdan çok evrensel. Çok film izlediğimi söyleyemem, ama çok farklı tarzda film seyrederim. Temel olarak iyi ya da kötü film olduğunu düşünürüm, iyi filmi de zaman geçtikçe yaşamaya devam eden film olarak tanımlarım. Bugün hâlâ yarım asır önceki 12 Öfkeli Adam’ı izliyorsak o çok iyi filmdir. Bir yönetmeni sevmişsem, doğrusuyla yanlışıyla, neyi nasıl yaptığını anlamak için bütün filmlerini izlerim. Ortadoğu sinemasını ve nordik sinemayı yakından takip ediyorum. Öte yandan, Hollywood’daki bazı iyi işleri çok severim. Elbette Uzakdoğu ve Avrupa sinemasını da, mesela Haneke’yi de çok severim.

Türkiye sinemasında 12 Eylül’e dair çok film yapıldı, ama çoğunda darbe filmin sadece fonu oldu. Beynelmilel’i sevmemizin bir sebebi de bu, politik olan filmin fonunda kalmıyor, içine gerçeğine, gündeliğine işliyor. Orada mesele solcular ya da sağcılar değil, birebir insana dönüyor, bu yüzden de izleyenin tüylerini hâlâ diken diken ediyor.

Haneke’yi sizin için özel kılan ne?

Sinema yapmaktaki temel motivasyonum derdimi anlatmak. Haneke burjuva bir aileden gelen, beyaz, eğitimli, zengin bir adam. Bütün filmlerinde yaşadıklarıyla ilgili bir hesaplaşma izliyoruz ve biraz genelleme de olsa burjuvaziyle hesaplaşmasını hep gündelik olan üzerinden yapıyor. Bu etkileyici bir şey. Örneğin Saklı filminin basit bir teması vardır, “Soykırım mutlaka bir halka yapılmaz, komşuna yaptığını hatırla” der. Sinemasındaki şiddet öğeleri ya da kurduğu anlatımsal yapılar benim sinemama çok uzak, ama tüm filmlerinde bir dertle hemhal olmasını takdir edilesi buluyorum.

Sansüre ve maddi olanaksızlıklara rağmen Türkiye’de sol sinemada varlığını güçlü bir şekilde hissettirdi her zaman. Sen Ben Lenin’deki kara komedi Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel’ini de düşürdü aklımıza…

Çekilmeyen ilk senaryomuzu okuyanlardan da duyduk bunu, bir kasaba filmi olduğundan izlediğiniz filme göre daha da yakındı. Bu çok onurlandırıcı bir benzetme. Sırrı Abi’ye hâlâ izletemedim filmi, hikâyeden haberi var, ama henüz filmi görmedi, izleyince ne hissedeceğini merak ediyorum. Benim de Türkiye sinemasında ayrı bir yere konumlandırdığım bir film. Türkiye sinemasında 12 Eylül’e dair çok film yapıldı, ama çoğunda darbe filmin sadece fonu oldu. Beynelmilel’i sevmemizin bir sebebi de bu, politik olan filmin fonunda kalmıyor, içine gerçeğine, gündeliğine işliyor. Orada mesele solcular ya da sağcılar değil, birebir insana dönüyor, bu yüzden de hâlâ tüyleri diken diken ediyor.

^