Geçtiğimiz hafta sonu Macaristan’da yapılan seçimlerde Viktor Orbán ve seçim koalisyonu, muhalefetin kurduğu “6’lı ittifak”a 18 puan fark atarak yüzde 53’le parlamentoda mutlak çoğunluğu etti. Macaristan küresel finansal kriz sonrası yükselen yeni otoriter dalganın önemli bileşenlerinden biri. Bu nedenle pek çok araştırmacının takip ettiği bir örnek.
Ancak, Türkiye’de son Macaristan seçimlerinin daha yaygın bir şekilde izlenip tartışılmasının temel nedeni, Türkiye’deki resmi muhalefetin liberal kanaat teknisyenlerinin Macaristan’daki muhalefet ittifakını Türkiye’deki muhalefete bir model olarak sunmuş olmaları.
2008 sonrasında bizzat krizi yaratan politikaların krizden çıkış için uygulanması neoliberal modelin sorgulanmasını beraberinde getirdi. Piyasa reformlarının demokratikleşmeyle ele ele gideceği yönündeki 1990 model propaganda malzemelerinin yaldızları birer birer döküldü.
Bu kesim açısından karşımızda büyük bir entelektüel fiyasko var. Ancak bu, liberal kanaat teknisyenleri için çok büyük bir sorun yaratmayacaktır. Bu sefer iki ülkenin benzemediğine ya da Macaristan muhalefetinin yaptığı teknik hatalara odaklanan tespitler dolaşıma sokulabilir. Zira, şimdiye kadar en yaygın olarak dile getirilen argüman Macaristan’daki 6’lı ittifak’ın yanlış aday nedeniyle kaybettiği.
Bu yazıda bu sığ analiz çerçevesinin ötesine geçerek yükselen küresel otoriter dalganın temel dinamiklerine işaret ettikten sonra Macaristan’a odaklanacağım.
Küresel otoriter dalga
2008 küresel finansal krizi sonrasında bizzat krizi yaratan politikaların krizden çıkış için bir formül olarak uygulanması dünyanın pek çok yerinde geniş toplum kesimlerinin mevcut siyasal sisteme ve yerleşik partilere olan güvenini aşındırdı. Uzmanlara olan inanç da zayıfladı. Teknokratların itibarı geriledi. Zira bu uzmanlar ve teknokratlar merkez bankalarının bağımsızlığı, enflasyon hedeflemesi sistemi ya da emek piyasasının esnekleştirilmesi gibi gelir dağılımı adaletini daha da bozan reformları tasarlayan ve uygulayanlardı.
Mevcut müesses nizama, partilerine ve uzmanlarına olan güvensizlik küresel ekonomide yaşanan yeni gelişmelerle daha da perçinlendi. 2000’lerin başında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesi sonrası oluşan “Çin şoku” pek çok ülkede çalışanlar için ücret baskılaması ve sanayisizleşme süreçlerinin tetiklenmesi anlamına geliyordu.
2010’lu yıllarda neoliberalizmin krizi milliyetçi-muhafazakâr sağ tarafından bir iktidar projesine dönüştürüldü. Günümüzde farklı ülkelerde görülen otoriter konsolidasyon projeleri arasındaki temel benzerlik budur.
Son olarak, teknolojik gelişmelerin hızlanması ve özellikle düşük vasıflı ve tekrara dayanan işlerin otomasyonu ve hatta robotik çözümlerin devreye sokulması, 2008 krizine orta yaşlarının başında yakalanmış bir jenerasyon için gelecek kaygısının daha da artması anlamına geliyordu.
Tüm bu süreç 2008 krizine kadar uygulanan neoliberal modelin sorgulanmasını beraberinde getirdi. Piyasa reformlarının demokratikleşmeyle ele ele gideceği yönündeki 1990 model propaganda malzemelerinin yaldızları birer birer döküldü. Özelleştirmeler, tarımsal destek programlarının kaldırılması, eğitimin, sağlığın, ulaşımın metalaştırılması, emeklilik yaşının uzaması, ücretlerin baskılanması ve gelir dağılımındaki dramatik bozulmalar geniş toplum kesimlerini mevcut müesses nizamın çözümlerinden uzaklaştırdı. Dolayısıyla, 2008 krizi önemli bir dönüm noktasıydı.
Liberal muhalefetin yanılgısı
Bu kritik dönüm noktası sonrası neden solun değil de sağın yükseldiği sorusu önemli. Farklı yanıtlar verilebilir, her ülkenin kendine has sorunları öne çıkabilir. Ancak, geçen hafta Hindistan özelinde özetlediğim süreç daha genel bir temel mekanizmaya da işaret ediyor:
“Piyasa reformlarını uygulayanlar ya iktidardan gidiyor ya da reformlardan uzaklaşıyor. Dahası, bu reformlar solu ve onun tarihsel tabanını atomize ettiği için neoliberal politikaların oluşturduğu hoşnutsuzluk milliyetçi-muhafazakâr güçler tarafından örgütleniyor.”
Bir başka ifadeyle, 2010’lu yıllarda neoliberalizmin krizi, solun bir alternatif olarak mevcut olmadığı bir ortamda, milliyetçi-muhafazakâr sağ tarafından bir iktidar projesine dönüştürüldü. Günümüzde farklı ülkelerde görülen otoriter konsolidasyon projeleri arasındaki temel benzerlik budur.
Bir başka benzerlik, solun yokluğunda otoriter post-neoliberal seçeneklerin karşısına çıkan liberallerin yaşadığı acizlik. Zira, liberallerin öne çıkardığı rüşvetle mücadele, kurallı piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü gibi temalar, aynı zamanda özelleştirme, esnek çalışma biçimlerinin hayata geçmesi, ücret artışlarının sınırlanması, daha geç yaşta emeklilik, sosyal yardımların sınırlanması ve gelir dağılımı adaletsizliklerinin daha da perçinlenmesi anlamına geldiğinden çalışan sınıflar ve yoksullar için bir tercih olmaktan çıkmakta. Yani, liberal muhalefetin demokratikleşme projesi olarak sunduğu program bizzat demokrasinin içini boşaltan bir işlev görmekte. Bunun rağbet görmemesi şaşırtıcı olmasa gerek.
Otoriter post-neoliberalizm
Macaristan seçimleri bu mekanizmanın somut görünümü olarak ele alınabilir. Liberal muhalefetin Orbán iktidarının yoksullara yönelik hazırladığı sosyal destek ve istihdam programlarıyla dalga geçerek küçümsemesi ve bir vaat olarak 2010 öncesi dönemi, yani hukukun üstünlüğünün sağlandığı, ancak neoliberal piyasa reformlarına devam edildiği bir yönetimi savunması, kaybının en başta gelen nedeniydi.
Liberal muhalefetin demokratikleşme projesi bizzat demokrasinin içini boşaltan bir işlev görmekte. Bunun rağbet görmemesi şaşırtıcı olmasa gerek. Liberal muhalefet, tıpkı Polonya’da olduğu gibi, Macaristan’da da milliyetçi-muhafazakâr iktidar karşısında aynı yollardan giderek benzer şekilde kaybetti.
Orbán yönetimi ocak ayından beri un, şeker, yağ ve beyaz et gibi ürünlerde fiyat kontrolleri uygulanması yanında, emeklilere bir maaş fazladan destek verilmesi ve asgari ücretin yükseltilmesi gibi önlemleri yürürlüğe koymaktan geri durmadı. Ancak, bu politikalar bir seçim ekonomisinden ibaret değil. 2010 sonrasında asgari ücretin sistematik olarak artırılmasıyla, 2018 yılında 1989’dan beri ilk kez asgari ücret asgari geçim seviyesinin üzerine çıktı.
İstihdam yaratma ve ücretlerin artışına dayalı ekonomi politikasına aileyi merkezine alan ve çok çocuklu aileleri teşvik eden muhafazakâr refah politikaları eşlik etti. Orbán’ın otoriter projesi yabancı ve göçmen düşmanlığı, LGBTQ+’lara karşı sistematik propaganda, kendine bağlı bir sermaye grubu yaratma, yolsuzlukların bir istisnadan ziyade sistematik bir kaynak dağıtım mekanizmasına dönüştürülmesi, medya üzerinde baskı ve kamu kaynaklarının seçimlerde eşitsiz bir şekilde kullanılması, Türkiye’den de aşina olduğumuz otoriter politikaların örnekleri.
Liberal muhalefet, tıpkı Polonya’da olduğu gibi, Macaristan’da da milliyetçi-muhafazakâr iktidar karşısında aynı yollardan giderek benzer şekilde kaybetti. Sırada Türkiye’nin olup olmadığı liberal muhalefet dışındaki toplumsal demokrasi güçlerinin adımlarına bağlı olacak.