Maaş yalanları, türlü yollarla grev kırıcılığı, işçilerin karar mekanizmalarından dışlanması ve sonuç: Kadıköy Belediyesi çalışanı 2300 işçinin 15 Şubat’ı 16’sına bağlayan gece başlayan grevi 18 Şubat’ta işveren ve sendika eliyle sonlandırıldı. Ama, hikâye bitmedi. Kadıköy deneyimini ceplerine koyan işçiler şimdi Maltepe Belediyesi’nde grevde. Sırada Ataşehir, Kartal ve Beşiktaş var. Kadıköy Belediyesi grevi nasıl başladı, nasıl sonlandırıldı? İşçilerin talepleri nelerdi? Bu grev deneyimi emek hareketine ne diyor? Ne yapmalı? DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası üyesi ve 2019’daki şube yönetimi seçimine Mor Liste ile giren işçi temsilcileri Nazan Çam ve Ayşecan Ay’ı dinliyoruz.
Kadıköy Belediyesi’ndeki grevinizin gizli saklı bir anlaşmayla oldubittiye getirilip sonlandırılması üzerine ne hissettiniz?
Ayşecan Ay: Hayatım boyunca örgütlülük fikri çok uzak geldi bana, ne zaman ki bugün artık omuz omuza durduğum arkadaşlarımla tanıştım, o zaman “tamam” dedim ve örgütlendim. Sendika üyesi oldum. Bu ilk örgütlülüğüm, ilk grevimdi. Kendi sendikam tarafından ihanete uğradığımı görünce süngüm düştü haliyle, büyük hayal kırıklığına uğradım. Fakat mücadeleye devam edeceğim tabii ki. Bu daha başlangıç.
Nazan Çam: Ben her şeye rağmen huzursuz değilim. Örgütlü olduğumuz sendikaya üye işçilerle yürüttüğümüz mücadele iyi bir deneyim oldu. Bu süreçteki deneyimi cebimize koyup, yola devam etmenin daha doğru olduğu kanaatindeyim.
İmzalanan sözleşme işçinin çıkarına mı sizce?
Çam: Taban ücretin geçmesi, zamların olması önemli, ama biraz daha sahayı yokladıktan sonra bu soruya net cevap verebiliriz. Şu an zamla ilgili tepkiler var. Ancak, toplu sözleşme mantığının oturması anlamında iyi bir sözleşme olarak görüyorum. Nihayetinde, pek çok idari maddenin geçtiği bir toplu sözleşmeden bahsediyoruz. Her türlü kazanımın önünde saygıyla eğilirim, hepsi çok kıymetlidir ve kazanımdır.
Ay: İçeriğinden bağımsız olarak, sözleşmenin imzalanma şekli bile onu gayrimeşru kılıyor. Yasal olabilir, ama meşru değil. İşçinin iradesinin çiğnendiği bir toplu iş sözleşmesi (TİS) kesinlikle meşru değildir. 10 bin lira maaş ya da yüzde 50 zam alsaydık da meşru bir sözleşme olamayacaktı. Maddi olarak zaten büyük kazanımlar elde eden bir TİS değil, ama idari maddelerin çok kötü olmadığını düşünüyorum. Fakat dediğim gibi, burada önemli olan içeriğinden ziyade TİS sürecinin sonlandırılma şekliydi.
Sendika genel merkezinin sürece dahil olmasına izin vermeyi bizim hatamız olarak görmekte zorlanıyorum. Benim bir üyesi olarak, üyelerinin çıkarlarını savunma iddiasındaki bir örgüte güvenmemden daha doğal ne olabilir? Benim güvenmemin hata olmasından ziyade onun ihanet etmesi suç.
Grev ve TİS süreci nasıl sonlandırıldı, işçiler karar mekanizmalarından nasıl dışlandı? Öngörüyor muydunuz bunun olacağını?
Ay: Ben açıkçası daha en başta greve çıkacağımızı düşünmüyordum. Bir belediyede greve çıkılması pek sık görülen bir şey değil. Gerçi bunu öngöremeyen yalnızca ben değildim sanırım. Çeşitli koşullar bir araya geldi ve işçi haklarını alma kararlılığıyla kenetlendi. Şube de yukarıdan gelen uyarılara rağmen, buradan aldığı cesaretle “grev” dedi. Bu tabii benim yorumum. İlk gün dezenformasyon nedeniyle halktan çok kötü tepkiler aldık. Biz kamuoyunu doğru bilgilendirmekle uğraşırken genel merkez intikal etti. “Bundan sonrasında müzakereyi başkanla doğrudan biz yürüteceğiz, ama sakın endişelenmeyin, işçinin veya siz temsilcilerin onaylamadığı hiçbir şeyin altına imza atmayacağız” dediler. Üzerine basa basa dediler bunu. Hatta hatırlıyorum, tuhaf gelmişti o kadar vurgulamaları. Bu sözlerine uymayacakları için tam da o kadar vurgulamışlar meğer. Aradan yirmi dört saat geçmemişti ki, “istesek de istemesek de” sözleşmenin o haliyle imzalanacağını duyduk. Belki de çoktan imzalanmıştı bile. Bu kadarını, bu kadar hızlı olmasını öngörmüyordum. Grev boyunca ne konfederasyondan ne sendikadan çıt çıkmıştı zaten. Bilmiyorum, yapacakları en kötü şey sessiz kalmak zannediyordum herhalde. Yani “biz DİSK olarak ‘asgari ücret 3.800 lira olmalı’ dedik, ama siz bize bakmayın, lütfen rahatsız olmayın”.
Şu anda Maltepe Belediyesi işçileri Kadıköy’deki deneyimle grevdeler. Oradaki durumu izleyebiliyor musunuz?
Çam: Maltepe Belediyesi işçilerinin grevini selamlıyoruz, yalnız değiller. Sık sık grev alanına gidiyoruz, alandaki işçilere deneyimlerimizi anlatıyoruz. İşçi arkadaşlarımız kararlılıkla grevlerine sahip çıkıyor.
Maltepe’de, devamında grev hazırlığı yapan Ataşehir, Kartal ve Beşiktaş’ta sendika genel merkezi Kadıköy’dekine benzer bir hamle yapar mı? Oradaki işçilere uyarınız, bir mesajınız var mı?
Çam: Genel merkezin bu süreçte nasıl bir yöntem izleyeceği konusunda bir öngörüde bulunmak zor. Sendika yönetimi mutlaka ve mutlaka işveren ve genel merkezle yapılacak tüm görüşmelerde temsilcileri sürece dahil etmeli. Süreci şeffaf olarak işçiyle birlikte yürütmeliler.
Kadıköy’de “ilk özgür toplu iş sözleşmesi” vurgusunu sendikadan da, işçilerden de sıkça duyduk. Ancak sonunda, işçinin karar süreçlerinden dışlandığını da gördük. Bu noktaya nasıl gelindiğini daha iyi anlamak için biraz geriye sararsak, 2019’un aralık ayındaki sendika şube yönetimi seçimlerinde sizler sendikanın ataerkil yapısına dikkat çekmek için Mor Liste ile seçime gitmiştiniz. Hem o seçim sürecini ve Mor Liste’yi hem de tabandan gelişen karar alma süreçlerini anlatır mısınız?
Çam: Mor Liste aslında hep dilimizde olan işçi komiteleri ya da bir türlü pratiğe dökemediğimiz taban örgütlenmesi gibi temel kavramları hayata geçirmeyi amaçlıyordu. Sendika içerisindeki erkek egemen, ataerkil düzene karşı yola çıktık. Erkek egemen anlayışın hâkim olduğu, kadınların yönetim kademelerinden dışlandığı listelerin var olduğu bir seçimde, biz salt kadınlardan oluşan bir listeyle seçime girdik. O seçim bizim için çok önemliydi, çünkü farkındalık yaratıp, sendika içinde kadınların ne durumda olduğunu, neden yönetimde yer alamadığını herkesin sorgulamasını istiyorduk. Ama hikâye böyle başlasa da Mor Liste kadınların sendika içindeki konumlarıyla sınırlı olmayan bir anlayışı, işçi örgütlenmesine, delege seçimlerine, tüzüğe yönelik eleştirileri içerisinde barındıran bir anlayışı temsil ediyordu. Delege pazarlıklarının olduğu bir seçim yaşadık. Bu seçimde sadece yedi oy alabilsek de yine de mutlu olduk, çünkü kadın delege sayısı çok azdı ve yedi oy da değerliydi. Bizim anlayışımızı benimseyen erkeklerden de destek almıştık. Devamla yapmamız gereken şeyin ne olması gerektiğini tartıştık. Önümüzde temsilci seçimleri vardı. Biz de demokratik bir sistemle yol almayı önümüze koyduk ve kadın arkadaşlarımızı temsilciler meclisinde yer almaları için ikna etmeye çalıştık. Birlikte yürüdüğümüz birçok kadın arkadaşımız temsilciler meclisine girdi. Temsilcilik seçimlerinin ardından yapılan yetki başvurusu sonrasında da TİS süreci başlıyor zaten. Ama karşımıza pandemi çıktı. Pandemi süreci belediye işçileri için çok zordu, sendikanın kısık sesle dile getirdiği sorunlar, hatta uzun bir süre hiç söylemediği şeyler bizi derinden sarsıyordu.
İçeriğinden bağımsız olarak, sözleşmenin imzalanma şekli bile onu gayrimeşru kılıyor. Yasal olabilir, ama işçinin iradesinin çiğnendiği bir toplu iş sözleşmesi kesinlikle meşru değildir. 10 bin lira maaş ya da yüzde 50 zam alsaydık da meşru bir sözleşme olamayacaktı.
Pandemi döneminde kulak tıkanan sorunlar nelerdi? Pandemi süreci grevin taşlarını döşeyen şeylerden biri oldu mu?
Ay: Pandemi nedeniyle kısa çalışmaya girdiğimizde gelirimizde ciddi bir düşüş oldu, ama bence pandeminin işçi üzerinde bıraktığı daha derin etki, salt işgücü olarak görüldüğü, onun dışında yaşamının bir değer taşımadığı gerçeğiyle yüzleşmekti. Kendi imkânlarımızla kendimizi korumaya çalışarak işe gitmeye ve çalışmaya devam ettik. Mesela, #EvdeKal sloganı bende müthiş bir öfke yaratıyordu, hâlâ yaratıyor. Bana kalırsa, dışarıda ölümcül bir salgın kol gezerken evde kalabilenler ve evde kalamayanlar ayrımının netleşmesi işçinin sınıf bilincini güçlendirdi. Aynı gemide filan olmadığımız gün gibi aşikârdı.
Çam: Biz sendikalıyız, ama kısa çalışma ödeneğine başvuruluyor, bu ödeneğin bizi kurtaracağına dair cümleler kuruluyordu. Yine asgari ücret belirlenmesi sırasında “şunun altına düşmeyiz, bu kırmızı çizgimiz” sözleri dillendirilirken, dayatılan çok düşük ücretler için “tamam o zaman, ne yapalım” deniyordu. Bunlarla da bitmiyor; evden ve esnek çalışma şartlarında çalıştırılıyor, maaşlarımızda ciddi sıkıntılar yaşıyorduk. Böyle olunca işçi yavaş yavaş “ben sendikalıyım, niye kısa çalışmadayım, niçin yol-yemek paramız kesiliyor” demeye, bunları sorgulamaya başladı. Aslında bugünkü öfkenin temeli de pandemi sürecinde olup bitenlerden kaynaklanıyor.
Tüm bunlar olurken biz TİS için yetki başvurusunda bulunduk. Bakanlık yetki verdi. Temmuz 2020’de başlayan TİS süreci pandemiye denk geldiği için görüşmeler eylüle sarktı. Biz TİS görüşmelerinin canlı yayınlanması ve bütün işçilerin bu süreçten haberdar olması gerektiğini söyledik. Bunun çok anlamlı ve demokratik bir talep olduğunu düşünüyorum. Ancak, tabii ki reddedildi talebimiz. Yine de bizler TİS taslağının hazırlanması sürecinde temsilciler meclisinde yer alan arkadaşlar olarak, işçilerle bağlantı halinde hazırladık sözleşmeyi.
Nasıl bir sözleşmeden bahsediyoruz, idari maddelerde neler vardı?
Çam: Yıllarca taşeronda çalışan işçilerin bütün sorunlarını dahil edebileceğimiz, idari maddeleri oldukça önemli bir sözleşme hazırlayalım istedik. Tabii ki bunlarla sınırlı kalmadık, TİS taslağı önümüze geldiğinde toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı maddelerle ilgili yoğun bir çalışma yaptık. Kadınların taleplerini ayrıca hem şubeye hem de genel merkeze sunmak üzere hazırladık.
Ay: Taslakta toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili sıkıntılı yerler hemen göze çarpıyordu. Mesela cinsel tacize bakan disiplin kurulunun ancak beşte ikisi kadındı. “Belediyenin kreşlerinden yararlanacak personele uygulanan indirimler” ibaresi vardı. Onu gördüğümüzde, “ne münasebet, bu ücretsiz hak, neden bunda indirim pazarlığı yapıyoruz” dedik. Taslağı tekrar ele almamız gerektiğini söyledik. Çok sıkı bir literatür taraması yaptık, araştırma raporlarına, akademik makalelere baktık. Sonra diğer işçilerle, kadınlarla konuştuk ve üç katmanlı bir çerçeve oluşturduk. Birincisi, 2020 yazı İstanbul Sözleşmesi tartışmalarının en yoğun olduğu dönemdi ve ondan bağımsız TİS hazırlayamazdık. İkincisi, çalışma koşullarının iyileştirilmesine dairdi; kreş konusu, hamile kadınların doktor izni, regl izni gibi konular. Üçüncüsü ise bu ikisine gerek bırakmayacak, daha nihai çözüme yakın bulduğumuz, eşit temsil meselesiydi. Kadın kotasını ve eşit temsili gündeme getirdik, fakat inanılmaz bir alerjik reaksiyonla karşılaştık.
Nasıl bir reaksiyon?
Ay: Ne zaman toplumsal cinsiyet eşitliğine dair bir söz söylesek, çok ironik bir şekilde, kavramlar tersyüz edilip cinsiyetçilikle suçlanıyorduk. “Cinsiyetçilik yapıyorsunuz, işçi sınıfını bölüyorsunuz” deniliyor. Sanki biz işçi değil, dış kapının mandalıyız. Sendika içindeki ciddi sorunlardan biri de mavi yaka ile beyaz yaka ayrıştırması. “Klavyelerinde ojeli tırnaklarıyla çalışanlar bizim dertlerimizi anlayamazlar” diyorlardı. İşçi sınıfını birleştirmesi gereken bir örgütün bu bölücülüğü yapması kabul edilebilir bir şey değil. Hal böyleyken, Mor Liste deneyiminden sonra şube birdenbire bir kadın komitesi atadı. Kendisine yakın ve rahat çalışabileceği bir komiteydi bu. Tabii ki bize pek sıcakkanlı yaklaşmadılar. TİS taslağında da bu kadın komitesinden bahsedildi. Kayıtlı iş gücünün üçte biri kadın, belediyede de çok ciddi bir kadın çalışan oranı var. Biz “en az sendikanın kadın üyesi oranında, ideal olarak yüzde 50 oranında, bütün karar alma mekanizmalarında temsil edilmek istiyoruz, böyle bir komite ya da komisyonda gettolaştırılmak, marjinalize edilmek istemiyoruz, bütün sürece sizin kadar dahil olmayı hak ediyoruz” dedik. Ama onların istediği, kadınlar 8 Mart’tan 8 Mart’a etkinlikleri organize etsin, onun dışında pek dahil olmasınlar sürece ve erkekler de pos bıyıklarıyla sendikayı bildikleri gibi yönetmeye devam etsin. “Yok öyle yağma” dedik. Çok popüler olmadı bu görüşümüz tabii. Zaten genel merkeze giden taslaktan da bu madde çıkarıldı.
Pandemi nedeniyle gelirimizde ciddi bir düşüş oldu, ama pandeminin işçi üzerinde bıraktığı daha derin etki, salt işgücü olarak görüldüğü, yaşamının bir değer taşımadığı gerçeğiyle yüzleşmekti. Ölümcül bir salgın kol gezerken evde kalabilenler ve evde kalamayanlar ayrımının netleşmesi işçinin sınıf bilincini güçlendirdi.
“İlk özgür toplu iş sözleşmesi” denmesi ne anlama geliyor?
Ay: KHK döneminde imzalanan TİS bir çerçeve sözleşmeydi. Dolayısıyla bu, KHK’nın yasal geçerliliği sona erdikten sonra imzalanan ilk özgür TİS niteliği taşıyacaktı. “Özgür”lüğü üzerine konuşup tartışabilmemizden, müdahil olup değiştirebilmemizden geliyordu. Zaten aldığımız ilk tepkilerden biri, “böyle olmaz, her maddeyi değiştirmişsiniz” oldu. Doğru, gerçekten de üzerinde çok çalışılmış, çok emek sarf edilmiş bir sözleşme hazırladık. “Toplu iş sözleşmesi işçinin anayasasıdır” denir ya, teşbihte hata yokmuş ne yazık ki.
Çam: TİS süreci temsilciler, başkan, işveren ve bir kısım öncü işçiler tarafından takip edilen bir süreç oldu. Bütün işçiler müdürlük toplantılarında bu TİS sürecine dahil oldu bana kalırsa. Bunun önemli bir kazanım olduğunu düşünüyorum. İşçiler “yahu bana burada soruyorlar, ama ben zaten oraya yazdım, neden seçtiğim temsilcilerle görüşmüyorlar” demeye başladı. Bu da çok önemli bir uyanış oldu. Herkes ufaktan belediyenin ana binasında, dış temizlikte gidişatı sorguluyordu. Velhasıl, masaya döndük, masada grevden önceki haftaya kadar sadece idari maddeler görüşüldü. Çok çetin bir mücadele oldu, her şeyi açıklamak zorunda kaldık, temsilcilerin neden masada olması gerektiğini de anlatmak durumunda kaldık. Çünkü demokratik bir sendika anlayışı bunu gerektirir. Şube yönetiminin işçilerin sorunlarına dair her hususa hakim olması mümkün değil. Üç belediye, yedi bin işçiden söz ediyoruz. Beşli şube yönetiminin hepsi erkek. Tabii ki toplumsal cinsiyet konusundaki maddeleri erkeklerin değil, bu maddeleri hazırlayan temsilci kadınların anlatması gerekiyor. Temsilci kendi müdürlüğündeki sorunları direkt işverene anlatacak ki, bu sorunlar o masada tartışılabilsin. Biz de temsilciler olarak bunu yaptık; yemek parasından tutun yol parasına, kreş izninden tutun regl iznine kadar her şeyi tartıştık.
Masada idari maddeler uzun süre, yaklaşık sekiz ay görüşüldü. Ücret maddeleriyle ilgili herhangi bir teklif alınmadı. Hem işveren hem sendika daha düşük alanların maaşları ile ilgili genel bir politika izledi. Oysa belediyenin tamamına yakını yoksulluk sınırının altında maaş alıyor. Dolayısıyla orta sınıf daha da yoksullaştı bu sözleşmeyle. Biz doğal olarak buna itiraz ediyorduk. Sendikanın burada politik bir tavır alıp bu maaşları tartıştırmaması gerekiyor. Ancak, bizim taşeronla birlikte geçişlerimizde insanların maaşları arasında neye göre olduğu belli olmayan çok büyük farklılıklar oluştu. Aslında, 2300 işçinin bini 2800 lira olarak açıklanan asgari ücretin altında maaş alıyor. Çoğunluk da 3100 liranın biraz üzerinde alıyordu. Demek ki Kadıköy’deki her işçi yoksulluk sınırının altında maaş alıyor. Türkiye’nin tamamında bu mücadeleyi verelim, ama Kadıköy’deki durumun gerçekliğini kimsenin kaçırmaması, herkesin bu konuda hassas olması gerekiyor. “5000 lira iyi bir maaş” deyip bu mücadeleyi küçümsemek bana samimi gelmiyor. Bu mücadeleyi o veya bu siyasi partiye karşı bir saldırıya indirgemek isteyenler oldu, daha da olacaktır, bitmez. Keşke o kadar basit olsaydı, fakat “hak, hukuk, adalet” konusunda samimiyseniz bunun parti siyasetine indirgenemeyecek çok temel bir mesele olduğunu bilmeniz gerek. O parti onu demiş, bu parti bunu demiş… Biz diyoruz ki, asgari yaşamak istemiyoruz; insanlık onuruna yaraşır bir hayat sürmek istiyoruz, emeğimizin karşılığını istiyoruz. Hepsi bu. Biz bu konudaki duruşumuzu partilere göre değiştiremeyiz, asıl partiler kendini buna göre doğru konumlandırmalı.
Masada bize gelen en son teklif 3200 lira oldu. Bu, 3200 liranın altında kalan tüm maaşları 3200 liraya çekmek demek. Bir anlamda asgari ücret bu. Üzerine ilk yıl yüzde 8, ikinci yıl yüzde 9 zam veriliyor. Burada kritik olan, 3200 liranın içinde, iki yıl önce yapılan toplu sözleşmede aldığımız 275 liralık seyyanen zammın olması. Genel merkez tarafından imzalanan toplu sözleşme ise şöyle: 275 lira sosyal yardım olarak verilmiş, 3200 liranın içinden çıkarılmış. Zam oranları aynı yani. Ülkede yüzde 14 gibi, kimseye inandırıcı gelmeyen bir yıllık enflasyon oranı açıklanmış. Buna kimsenin inanması mümkün değil, kimse inanmıyor da, enflasyon oranı yüzde 14 değil çünkü. Muhalefetin tamamı enflasyon oranının yüzde 35 ve hatta yüzde 50’ye vurduğundan bahsederken, bize teklif edilen yüzde 7’lik zam samimi değil.
Sizin talebiniz neydi?
Çam: Maaş farklılıkları sorununu gidermek adına toplu sözleşmeye taban ücreti konmasını istedik. Taban ücreti işçinin günlük alacağı, yevmiye ücretidir. Biz ortalama ücretin üzerine yüzde 20 zam ile 180 lira istemiştik. Bu bir pazarlık, müzakere masası. Nihayetinde, ortak noktada buluşmamız gereken masa ortak noktada buluşamadığımız masa haline dönüştü. Son gün bizden bir teklif istendi, o teklifi sunduk, işveren bir teklif verdi. 81 maddeden 10’u kalmıştı masada artık. Bu on maddede verilen teklifler işçiyi tatmin eden teklifler değildi. İşverenin yaptığı açıklamadan gördüğümüz kadarıyla, “yüzde 38 zam teklif ediyorum, buna temsilciler karşı çıkıyor” demek temsilcileri hedef göstermekti. Temsilciler işlerini yapmak istedi. Bütün işçi arkadaşlarımızın TİS içinde yer alması, şube yönetimi ve temsilcilerin dışında, işçinin de bu sürece dahil olması gerekiyordu. Politik hamle bu olmalıydı. Son gün herkes belediye bahçesinde toplanmaya başladı. Biz görüşmedeyken bizi bırakmayan, hem temsilcisine hem haklarına sahip çıkan bir işçi kitlesi belediye bahçesinde toplanmıştı. Ardından üç günlük grev sürecimiz başladı.
Kadın kotasını ve eşit temsili gündeme getirdik, fakat inanılmaz bir alerjik reaksiyonla karşılaştık. Ne zaman toplumsal cinsiyet eşitliğine dair bir söz söylesek, ironik bir şekilde, kavramlar tersyüz edilip cinsiyetçilikle suçlanıyorduk. “Cinsiyetçilik yapıyorsunuz, işçi sınıfını bölüyorsunuz” deniliyor. Sanki biz işçi değil, dış kapının mandalıyız.
Ücret konusu çok manipüle edildi. Siz de bahsettiniz, işçiye verilen asgari ücret civarında bir rakam olmasına rağmen, sanki bunun iki katı teklif edilmiş gibi yansıtıldı.
Ay: Aylardır reklamı yapılan bir asgari ücret vardı. DİSK Genel-İş’in de işçinin çıkarını değil, esasen bu “her şey dahil” asgari ücreti savunması, işçiyi buna ikna etmesi bekleniyordu. Biz şube yönetimini ileriye doğru zorladık. Karşı taraf dezenformasyonun gücüne güvendi, kamuoyu işverenden yana olacaktı hesapta. İşçi sınıfının sınıf bilinci de yüksek değildi, nasıl olsa kırılırdı. Ayrıca, Kadıköy halkının sosyoekonomik statüsü yüksek, çöplerin birikip kokmasına tahammül edemez diye düşünülmüştür. Fakat düşünüldüğü kadar kolay olmadı, sosyal medya sayesinde rüzgâr hızla tersine dönmeye başlamıştı.
Maaş manipülasyonu grev kırıcı bir unsur olarak mı devreye sokuldu, halk desteğini kırmak mıydı amaç?
Ay: O manipülasyonu grev kırıcılık olarak adlandıramam. Doğru olmadığı çok kısa süre içinde açığa çıkması kaçınılmaz, zaman kazanmaya yönelik bir taktik denebilir ancak. Sendika genel merkezi gelip müdahale edene dek zaman kazanmak, yalanın ortaya çıkmasından daha hayati bir öneme sahipti. Günü kurtardığı doğru, ama orta-uzun vadede iyi bir hamle olmadığı kanaatindeyim.
Tekel direnişine benzer bir direnişe evrilme potansiyeli vardı grevimizin. İlerleyen günlerde Ataşehir, Kartal ve Maltepe belediyelerinin işçileri, Kadıköy halkı, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, sol partiler desteğe geldiğinde orada 10 bin kişi olacaktık. Destek ziyaretleri başlamıştı da. Bunu biz nasıl öngörüyorsak işveren de öngörebiliyordu. Böylesi bir toplumsal desteği arkasına alan bir mücadelenin karşısında kimse çok fazla duramazdı. O yüzden, en baştan, hızla bastırıldı. Şayet bastırılmazsa belediyelerin sınırlarını aşan, çok daha geniş kapsamlı bir sorgulamanın, yan çizilemeyecek bir eleştiri hattının doğmasına yol açacaktı.
Başkaları çeşitli niyetlerle işçinin maaşını tartışırken o anlarda işçi ne diyor, ne tartışıyordu?
Çam: Benim konuştuğum bir park bahçeler işçisi “4900 lira verselerdi, ben niye almayayım” demişti mesela. Bundan daha samimi bir açıklama yok. Yapılan TİSlerde “şu belediye 3800 lira verdi, veriyor” ya da “başkan şu kadar veriyor” deniyor mesela. Bizler sendikalı, örgütlü insanlarız, bana başkan para vermesin, ben onu almak için mücadele edeyim. Sendika bunu gerektirmez mi? Sen Genel-İş olarak, DİSK olarak, “3800 lira benim asgari ücret açıklamam” diyorsan, bunun arkasında durman gerekiyor.
Twitter’da “ben o kadar okudum, ama çöpçü benden çok kazanıyor”, “bunlar şımarık” türünden onlarca yorumun işçiler üzerindeki etkisi nasıl oldu? Bunun da ötesinde, bu gibi yorumlar sınıfsal ilişkiler ve mücadele açısından bize ne gösteriyor?
Ay: Açıkçası ilk tepki tweet’lerden incinmekten ziyade kafa karışıklığı oldu. İlk iş, hummalı bir şekilde hesaba kitaba daldık, bu rakamlar nasıl elde edilmiş diye. Sonrasında, “beğenmiyorlar” denen 5 bin liranın yoksulluk sınırının neredeyse yarısı olduğunu, kaldı ki gerçekte teklif edilenin bunun yanına bile yaklaşmadığını anlattık. İnsanlar kendi yoksulluğundan, kendi yoksunluğundan yanındakini sorumlu tutuyor, kendi değerini de bunun üzerinden ölçüyor. “Ben o kadar okudum, çöpçü benden çok mu kazanacak” diyenler ya iyi okuyamamış ya da okuduğunu anlamamış. Sömürüye boyun eğeceksen, hakkın için mücadele etmeyeceksen hiç okumasaydın keşke, yazık olmuş. Eşitsizliğin, adaletsizliğin ve mutsuzluğunun sebebi yanındaki yörendeki insan, senden az veya çok ama seninle birlikte ezilen insan değil; sebebi görmek için, eğer görmek istiyorsan, daha yukarı bakman gerekiyor. “Bireyler etkisizdir; eyleme, değiştirme kapasitesi yoktur” anlamında demiyorum bunu. Tam aksi. Fakat mesele sınıfsal olduğunda yukarıdaki herkesin nasıl yekpare bir cephe meydana getirdiğini görmek gerekiyor. Öfkenin asıl muhatabı orası. Bu arada küçümsemeye çalıştıkları insan da olmazsa olmaz bir iş yapıyor. Pandemi sürecinde gördük aslında kimlerin işlerinin vazgeçilmez olduğunu, kimlerin hayatı işler kıldığını. İşin güzel yanı, sosyal medyada bu insanlara cevap yazmaya fırsat kalmadan bizimle dayanışan insanların çok daha iyi cevaplar vermeleriydi, görünce mutlu olduk. Derdimizi, hakikati anlatabilmiştik.
“Hak, hukuk, adalet” parti siyasetine indirgenemeyecek temel bir mesele. Biz diyoruz ki, asgari yaşamak istemiyoruz, insanlık onuruna yaraşır bir hayat sürmek istiyoruz, emeğimizin karşılığını istiyoruz. Bu konudaki duruşumuzu partilere göre değiştiremeyiz, partiler kendini buna göre konumlandırmalı.
Grevin sonlandırılmasının ardından neler yaşandı? Aranızdaki tartışmalar nasıl seyretti?
Çam: İstifalar gündeme geldi. Bu kritik bir konu, bence dillendirmek bile yanlış. Çünkü örgütlü mücadele önemli bir mücadele. En kötü örgütlülük örgütsüzlükten iyidir. Bu yüzden temel meselelerimizden biri işçinin sendikadan istifa etmesini engellemek. Şu an örgüt içindeki değişime odaklanıyoruz, demokratikleşme için ne gibi adımlar atılması gerektiğini konuşup tartışıyoruz. Çünkü çok hantal bir yapı var. Biz temsilciler olarak bunu diğer işçi arkadaşlardan daha erken okuyoruz, bu konuda çeşitli politik hamleler yapıyoruz. Bunun için uğraşıyoruz.
Ay: Sendikayı, konfederasyonu içine hapsolduğu nefes almayan bürokratik yapıdan kurtarıp DİSK’e “D” sini geri vermek gerekiyor. O “D”nin içini çok boşalttılar. Oranın yeniden demokratik, devrimci bir kitle örgütü olması gerekiyor.
Sizin bir özeleştiriniz var mı?
Ay: Greve ilişkin bir yazı kaleme aldık. Birçok temsilci arkadaşın onayı da var bu yazıda. Orada özeleştirimizi verdik aslında. Şube yönetimi ve genel merkez ihaleyi birbirine bırakıyor, bu sürece dahil olan bütün aktörler birbirini suçluyor. Biz bu metni oluştururken hem bu süreci ifşa etmek, sürecin bir dökümünü yapmak istedik, hem de kendimizi aklayan bir aktör olmak istemedik. Temsilciler olarak nerede neyi yanlış yaptığımızı anlattık, bizden sonra gelecek olanların aynı hataları yapmaması için bir kayıt düştük.
Gördüğünüz hatalar, eksiklikler neler?
Ay: Grev başladığında, görev dağılımı ve takvimi önceden yapılmış bir grev komitesinin hazır olması gerekiyordu. TİS sürecindeki diğer belediyelerin işçilerini çok geçmeden desteğe çağırmalıydık. Sonuçta, Kadıköy’ün emsal teşkil edeceği biliniyordu, bu hepimizin davasıydı. Hep birlikte daha da güçlü olacaktık. Sendika genel merkezinin sürece dahil olmasına izin vermeyi hata olarak görmekte zorlanıyorum açıkçası. Benim bir üye olarak, üyelerinin çıkarlarını savunma iddiasındaki bir örgüte güvenmemden daha doğal ne olabilir? Benim güvenmemin hata olmasından ziyade onun ihanet etmesi suç.
Çam: Greve giderken grevin temelde bir çerçevesini çizmek lâzım. Sosyal medya çalışması, Kadıköy halkının bilgilendirilmesi, saha çalışması gibi çalışmaları iyi yapmak gerekiyor. Bu tür eksiklikleri konuşuyoruz. Eğer bir grev örgütlenmesi yapılacaksa önce Kadıköy halkına açıklamamız gerekiyordu. Kadıköylülere, “aldığımız maaş insani koşullarda bir maaş değil, bu maaş yoksulluk sınırının altında, belediye bu maaşı karşılamak zorunda ve işçilerin yanında olun”u iyi anlatmak gerekiyordu. İşverenin açıklamalarından önce bizim bunları anlatabilmemiz lâzımdı. Yine alanda işçinin daha aktif hale getirilmesi, iyi bir görev dağılımı yapılmalıydı. Grevin örgütlenme süreciyle ilgili görev tanımlarını iyi belirlemek şarttı.
Bir son söz?
Ay: Süngümüz düştü, hayal kırıklığına uğradık, ama bir yandan da Türkiye direniş ve devrim tarihinin bunun örnekleriyle dolu olduğunu biliyoruz. Biz o tarihi okuyarak büyüdük, şimdi onu yaşıyoruz, ama üstüne de koyuyoruz. Mesele bu deneyimi bir yılgınlık, hayal kırıklığı malzemesi olarak olduğu yerde bırakmamak, onun üstüne koyup devam etmek. Neyi nerede yanlış yaptığımızı, kimin nelerden sorumlu olduğunu, hangi çıkarların savunulduğunu iyi kavramak gerekiyor. Bu ilişkilerin ortaya saçılması bir yandan çok iyi. Ne yapacağız? İşçi komiteleri, işçi meclisleri yoluyla tabanı güçlendireceğiz. Tabanda daha demokratik bir örgütlenme ağı kuracağız, o tüzükler de bu yönde değişecek. O sendikalar, o konfederasyonlar isteseler de, istemeseler de dönüşecekler.