IŞİD’İN PARİS KATLİAMLARI YARGI ÖNÜNDE

Georges Salines
13 Kasım 2021
SATIRBAŞLARI

ABSÜRD

6 Aralık 2015’te Lola 29 yaşında olacaktı. Eagles of Death Metal’in Bataclan’da verdiği konserde 13 Kasım Cuma günü teröristler tarafından katledildi. Konseri izleyen 89 seyirci daha aynı yerde öldürüldü, o akşam Paris ve Saint-Denis’deki saldırılarda 130 kişi hayatını kaybetti. Yaklaşık beş yüz kişi yaralandı. Binden fazla kişi travma yaşadı. Bir insan bu katliamın inandığı davayı yücelteceğini nasıl düşünebildi? Kızımın yaşıtı gençler nasıl onu ve onca insanı gülerek, şakalaşarak (tanıkların dile getirdiğine göre) öldürebildi? Aynı zamanda kendilerinin de öleceğini biliyorlardı, ama bu eylemin onları cennete götüreceğine inanıyorlardı herhalde. Kızım bir hiç için öldü, bir illüzyon için, bir delilik için. Çok absürd bu.

Lola acı çekti mi? Lola korktu mu? Ölüm fikriyle barışmak zor, ama ölümün aniden, hızla yakaladığına emin olmak bir teselli olabilirdi. Öldürücü darbenin, yere kapanmış vaziyette dururken katledilen Bataclan kurbanlarının çoğuna olduğu gibi, uzun ve korkulu bekleyişin ardından geldiğini düşünmek ise dehşet verici.

ACI

Lola acı çekti mi? Lola korktu mu? Ölüm fikriyle barışmak zor, ama ölümün aniden, hızla yakaladığına emin olmak bir teselli olabilirdi. Aşırı kan kaybı neticesinde dakikalar süren bir can çekişmeyi tahayyül etmek tüyler ürpertici. Öldürücü darbenin, yere kapanmış vaziyette dururken katledilen Bataclan kurbanlarının çoğuna olduğu gibi, uzun ve korkulu bekleyişin ardından geldiğini düşünmek ise dehşet verici.

Istırabım sonsuz, fakat 2014’te Kabiliye’de Tizi Uzu yakınlarında kaçırılıp kameralar karşısında boğazı kesilen kendi halinde bir yürüyüşçü olan Fransız Hervé Gourdel’in, ya da 22 Kasım 2012’de Suriye’nin kuzeybatısında kaçırıldıktan sonra Cihatçı John lakaplı Mohammed Emwazi tarafından yine kameralar karşısında kafası uçurulan Amerikalı gazeteci James Foley’nin anne-babasının ıstırabı yanında benimki nedir? Ya da Al-Kaide’nin Mağrip birimi tarafından 2011 Kasım’ında Mali’de kaçırılıp 2013 Mart’ında başına sıkılan bir kurşunla katledilen Philippe Verdon veya Kasım 2012’de yine Mali’de Batı Afrika Birlik ve Cihad Hareketi tarafından kaçırılıp Nisan 2014’te öldürülen Gilberto Rodrigues Leal gibi, işkencecilerinin elinde aylar, hatta yıllarca esir kaldıktan sonra öldürülen rehinelerin anne-babaları neler hissetmiştir? Peki, 2006’nın Ocak ayında Paris yakınlarında, Yahudi cemaatinin üyesi olduğu gerekçesiyle kaçırılıp Yusuf Fofana liderliğindeki barbarlar çetesi tarafından zorla alıkonarak üç hafta boyunca işkence gördükten sonra bir yol kenarında can veren 24 yaşındaki gencecik Ilan Halimi’nin anne babası neler hissetmiş olabilir?  

Lola’ya isabet eden kurşunlar bir anda ölümüne sebep olmuş olmalı. Şurası kesin, uzun süre can çekişip acı çekmedi. Muhtemelen hiç acı hissetmedi. Korkacak kadar zamanı oldu mu acaba? Olmadı belki: Edinebildiğim tanıklıklara göre, seyircilerin bir kısmı ilk patlamaları gösterinin bir parçası ve çatapat sesi sanmış. Lola sahne önünde kalabalığın ortasında dans ediyormuş, işitme hasarı yaşamamak için sesi azaltan kulak tıkaçları takıyordu. Ne olup bittiğinin daha farkına varmadan vurulmuş olabilir. Hiçbir zaman bundan emin olamayacağız, fakat Adli Tıp Enstitüsü’nde camın arkasından gördüğümüz ölü halinde de uykudakiyle neredeyse aynı olan güzel yüzünün dinginliği öyle ümit etmemize imkân veriyor. 

Saldırıların birinci yıl dönümünde Paris, St. Martin Kanalı

AHTAPOT

Ahtopot Lola’nın maskotuydu adeta. Çizim defterlerini tombik ahtapotlarla doldururdu. Çok yumuşak bakışlı, çok becerikli (sekiz koluyla yapamayacağı şey yok), çok zeki bir hayvan. Tek kusuru çok kısa ömürlü olması.

ALLAH

Allahuekber (Tanrı büyüktür!) diye bağırıyormuş Bataclan katilleri. Bu nida Batı’da İslâmcı teröristlerin savaş çığlığıyla özdeşleşti, halbuki Doğu’da, gündelik hayatta çeşitli vesilelerle çok sık kullanılan sıradan bir deyiş. Mesela: “Mahmud, ibre nerdeyse sıfıra dayandı, benzinimiz yetmeyecek, yolda kalacağız!” Mahmud ise daha iyimser, varış noktamıza ulaşma şansımız olduğunu düşünüyor, tabii Tanrı’nın yardımıyla ve şöyle karşılık veriyor: “Allahu Ekber!” Sırf kötü ihtimalin hiçbir zaman kesin olmadığını hatırlatmak için. Allah Arapça Tanrı demek, o kadar. İncil’de geçen ve Raphael (Tanrı şifa verir), Samuel (Onun ismi Tanrı’dır) , Israel gibi isimlerdeki El, Eli, Eloi, Elohim ile aynı kökten geliyor… Ayrıca, Mısır, Irak ve Suriye’de anadili Arapça olan Hıristiyanların da Müslümanlar kadar kullandığı bir kelime.

Canım sevgili kızım. Severdin sana verdiğimiz ismi, bu müzikal iki heceyi. Bir yarış arabası ve su perisi ismi. Jacques Demy’nin bir filminin, Kinks’in bir şarkısının, Manet’nin bir tablosunun adı. Mavi Melek’in ismi. 

“Şayet Tanrı varsa, umarım iyi de bir mazereti vardır.” Woody Allen’ın bu sözü çok ayağa düştü, ama içinde bulunduğumuz şartlara iyi denk düşüyor. “Bir gün karşılaşırsanız Tanrı’ya ne derdiniz?” sorusunu Amin Maalouf Madam Roland’a atıfla şöyle cevaplıyor: “Ona şunu derdim: Ey Tanrım senin adına ne cinayetler işleniyor!

Tanrı, Allah, Yehova… Kendimi bildim bileli varlığına inanmadım. Din olgusu üzerine düşündükçe, eleştirel ya da dini vaaz eden, kutsal metinleri ya da ladinî metinleri okudukça Tanrı’nın varlığı daha da inanılmaz geldi. Çok sayıda inançlı zeki insan tanıdım, onları dinledim, onlara saygı duydum, ama hiçbir zaman onları tam anlamıyla anlayamadım. Evrenin yaratıcısı olarak Tanrı hiçbir şeyi açıklamıyor, zira Onu yaratanın kim olduğunu bilmiyoruz. Dualar aracılığıyla şahsi bir rabıta kurulabilen bir Tanrı; bu da bana olsa olsa çocuk masalları kadar inanılır geliyor. Hem kâinatı yaratmaya muktedir hem de bizim ufak tefek işlerimizle ilgilenen bir varlık ise daha da inanılmaz. Tanrı’dan söz eden kimi düşünürler inanan büyük çoğunluğun Tanrı olarak adlandırdığından bambaşka bir anlamda kullanıyor bu sözcüğü; kozmik bilinemezlik (Evrenin esrarı Tanrı) gibi, ya da insana özgünlüğünü veren ve ona moral, ahlaki kılavuzluk yapan bir tür içsel Tanrı (Tanrı’ya iman Tanrı’dır) gibi. Ama sıradan anlamıyla Tanrı yoktur, ve şahsen böyle olması içimi rahatlatıyor, çünkü eğer olsaydı, namussuzun önde gideni olurdu.

ALTMIŞ İKİ

Ménilmontant Bulvarı’ndan, Repos sokağı tarafındaki ana kapıdan girin Père-Lachaise’e. Hemen sola dönün. Père-Lachaise metro istasyonuna daha yakın, fakat olağanüstü hal nedeniyle çoğunlukla kapalı duran (teröristler ölüleri katletmeye kalkarsa diye mi?) diğer girişe doğru duvar boyunca yürüyün. 61. kısmın bitiminde, sağa Luzarraga sokağına sapın. Soldaki ilk yolun sonuna kadar gidin. İki mezar arasındaki geçitten sola kıvrılın. Geldiniz işte. Père-Lachaise Mezarlığı’nın 62. kısmında istirahat ediyor Lola. 1982’de Cannes’da Altın Palmiye’yi alan harikulade film Yol’un yazarı Kürt sinemacı Yılmaz Güney’in yakınında. Yukarı doğru biraz daha devam ederseniz, Bataclan kurbanlarından bir diğerinin, Armelle Pumir Antievic’in mezarı çıkar karşınıza.

BATACLAN

4 Mart 2016. Bataclan’ın sahibi Jérôme Langlet saldırıdan sağ kurtulanların ve kurbanların ailelerinin bir tefekkür anı yaşayabilmeleri için küçük gruplar halinde olay yerine gelmelerine izin verdi. Biz (Emmanuelle [Lola’nın annesi], Lola’nın erkek arkadaşı Mallory, ev arkadaşı Agathe ve ben) bu vesileyle orada görevlendirilen psikologların kahve ve rahatlatma tekliflerini geri çevirip dosdoğru salona girdik. Sahne önü çukurunu çevreleyen parmaklığa dirseğimi dayayıp barın önünde duruyorum. Kısa süre önce başlayan tadilat için tamamen boşaltılmış çıplak mekân önümde uzanıyor. Küçücük; konserlerden hafızamda kalandan çok daha küçük, boşluk yüzünden belki de. Kızımın sahnenin önünde, hafif solda yere düştüğü noktayla aramda sadece birkaç metre var. Çukurun iki yanında, kanatlarda bacaklarını kaldırmış kankan yapan dansçılar resmedilmiş duvarlara. Bataclan’ın rock konserlerine değil de İkinci İmparatorluk’un kaygısız eğlencelerine ev sahipliği yaptığı, Paulus ve Aristid Bruant döneminde bir müzikhol mabedi olmazdan öncesine ait hatıralar. Anlaşılan, Buffalo Bill de burada gösteri yapmış. Eğer öyleyse, cihatçı katiller bu mekâna giren ilk silah manyakları değilmiş. Yine de hakkını yemeyelim, Paris’e geldiğinde, ihtiyar Billy Cody herhalde sadece mantar tabancası taşıyordu ve Yerlilerle bizonları katletmeyi bırakalı epey bir zaman geçmişti. Sahnenin solunda, üzerinde İmdat Çıkışı yazan bir kapı. Kaç kişi buradan çıktı acaba? Agathe sessizce ağlıyor kollarımda. Küçük Lola’m son nefesini burada verdi.

Allahuekber diye bağırıyormuş Bataclan katilleri. Bu nida Batı’da İslâmcı teröristlerin savaş çığlığıyla özdeşleşti, halbuki Doğu’da, gündelik hayatta çeşitli vesilelerle çok sık kullanılan sıradan bir deyiş…“Şayet Tanrı varsa, umarım iyi de bir mazereti vardır.” Woody Allen’ın bu sözü içinde bulunduğumuz şartlara iyi denk düşüyor. Sıradan anlamıyla Tanrı yoktur ve böyle olması içimi rahatlatıyor, çünkü olsaydı, namussuzun önde gideni olurdu.

BOŞLUK

Düşüncelerimde, hayatımda karımın, oğullarımın, kızımın arkadaşlarının bakışlarında hep bu eksiklik, bu oyuk, Lola’nın gidişiyle evrende açılan boşlukla dolu bu baloncuk var. Hayatın her ayrıntısında görülebilen ve görüntüyü berbat eden bir boşluk. “Kadınların Albertine’le benzerlikleri, Albertine’de olup da onlarda eksik olan şeyleri bana daha fazla hissettiriyordu; bu da her şey demekti ve Albertine öldüğüne göre de, artık hiç var olmayacaktı.” Marcel Proust Albertine Kayıp’ta böyle diyordu. Çok sayıda yaslı ebeveynle tanıştım. Hepsinde bir yerde benzer bir oyuk vardı. Kimileri bunu taşımakta zorlanıyordu, oyuk büyüyor, şişiyor, her şeyi yutuyor, zihni, dirayeti, hayatı içine çekiyordu. Kimileri bunu herdaim pimi çekilmiş bir el bombasına, bir savaş silahına, kızgınlıklarını, mücadelelerini, kimi zaman belki nefretlerini besleyen bir yakıta dönüştürüyordu. Kimileriyse (çoğunluk olduğunu ümit ediyorum) nihayetinde bu kara deliği bir yaranın kabuğu içine iyi kötü kapatabiliyor. Boşluk herdaim orada, ama tamlık hissi onun etrafında yeniden örülebilir. Kabuk elbette çok kırılgan, her an yarılabilir. “Bazen, gün batımında otele dönerken, eski Albertine’in, benim için görünmez olduğu halde, benliğimin derinliklerine, adeta içsel bir Venedik’in, duvarları kurşunla kaplı zindanlarına hapsedilmiş olduğunu hissediyordum; bazen bir olay, bu hapishanenin katı duvarlarını kaydırıyor ve geçmişi, ince bir aralıktan görmemi sağlıyordu” diye yazıyordu yine Marcel Proust. Böyle bir hadise olduğunda, acı uyanıyor, göz yaşları çoğu zaman geri geliyor. O zaman içerdeki kabuğu sabırla yeniden inşa etmek ya da kapağı tekrar mühürlemek için üzerine kurşun dökmek gerekiyor.

BOWIE

David Bowie 11 Ocak 2016’da öldü. Lola’nın en sevdiği şarkıcıydı. Père-Lachaise’deki törende Life on Mars ve Space Oddity bize refakat etti. Ve ânında, huzursuzluk dağıldı. Hemen her zaman olduğu gibi yine en hızlı ve en iyi Julie [Lola’nın yakın arkadaşı] ifade etti: “Lola, oraya durup dururken gittiğine hayatta inandıramazsın beni. Hayır hayır hayır, bu kadar da olmaz ki kızım. Ölüyorsun ve hoop idolün de ölüveriyor”. Virginie [Lola’nın başka bir arkadaşı) yakın tarihli diğer kayıplara (başta Motörhead’in basçısı Lemmy Kilmister olmak üzere) sözü getirerek konuşmayı devraldı. “Şu aralar orada nasıl bir festival düzenliyor bilmiyorum, ama tek tek şöhretleri yanına almasına bir son vermek gerekecek bir aşamada…” Mizah, hüzne karşı her zaman en iyi silah.

CİHAD

Cihad yoluna çıkmış kimi beyinsizler ve Müslüman olmayanların büyük çoğunluğu için bu sözcüğün anlamı dinî savaş, hatta son yıllarda, terörist saldırı sanılıyor. Halbuki Arapça kelime anlamı gayret, çaba. Tüm imanlı Müslümanların ödevi sayılan “büyük cihad” kişinin kendi üzerinde hakimiyetini, kendi güdülerinin denetimini sağlayarak daha iyi bir insan olma çabası. Savaşçı biçimiyse “küçük cihad”. Kıymeti daha düşük. Amacıysa esasında savunma. Meşru liderlerin çağrısıyla ilan edilir. Tüm Müslümanları kapsamaz. Fakat günümüzün kana susamış cihadçıları tüm bu kavramların için boşaltmış durumda. Kendi dinlerinin ilkelerini eğip bükmekten çekinmiyorlar. Hatta Fransız Basın Ajansı’na (AFP) yansıyan bir haberde polisin sorguladığı genç bir cihadçı açıkça şöyle diyordu: “Kur’an hiç umrumda değil. Benim için önemli olan cihad.” Olivier Roy’nın günümüzdeki hareketlere dair yorumunun daha iyi bir kanıtı olamazdı herhalde: “Bugünkü hareket İslâmın radikalleşmesi değil, radikalizmin İslâmlaşmasıdır.”

HAKİKAT

Bir gün tüm hakikati öğrenebilecek miyiz? Bilimle bu kadar içli dışlı olunca bunun mümkün olduğuna inanmak zor: Hakikat bir hedeftir, bir arayış, ona yaklaştıkça uzaklaşan bir ufuk çizgisi. Ama bu arayıştan vazgeçmeyecek kadar da bilim kafalıyım. Her zaman hakikate doğru yürüyerek insanlık kendini gerçekleştiriyor. Peşinde olduğumuz hakikatse tek değil. Bir yakınını kaybedenler için, olanları hatırlayamayan yaralılar için ilk amaç tam olarak ne olduğunu bilmek. Başıma ne geldi? Evladımın başına ne geldi? Kimi ebeveynler bu ihtiyacı duymuyor. Dehşet ve acı veren ayrıntılar üzerinde durmaktan kaçınıyorlar (adli tıp ve polis raporları duygusallığa ve incitici olmama özenine kesinlikle yer vermeyen bir dille kaleme alınıyor ve bakması hiç kolay olmayan fotoğraflar içeriyor). Birçok kişi sunulan olgularla zihninde oluşturduğu belki kurgusal, ama daha katlanılır bir yoruma inanmayı tercih ediyor. Bense, çocuğunu kaybeden diğer pek çok anne baba gibi, kızımın nasıl öldüğünü tam olarak bilmek, bu konuda toplanabilmiş her şeyi görmek istiyordum.

Bu eli kanlı sersemler hakkında yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt ettim. Uzun süre isimlerini özellikle görmezden geldim. Fakat zamanla bu dramın sorumluları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istedim. Bu gençler birer canavar ya da hayvan değil. Arendt’in dediği gibi, en büyük kötülükler en sıradan alçakların başının altından çıkabiliyor

Bu en ince ayrıntısına, en mahremine kadar, ya da isterseniz egoistçe diyebileceğiniz, bilme ihtiyacını bir kere giderdikten sonra, hakikat arayışı devam ediyor.

– Suçlulara dair hakikat. 13 Kasım’da tam olarak ne oldu? Bu trajedinin doğrudan aktörleri kimlerdi? Kim neyi yaptı? Ne zaman? Nerede? Nasıl? Katiller kimdi? Nereden geliyorlardı? Kişisel hikâyeleri ne? Kim onları yönlendirdi? Şu anda hapishanede ya da ölü olmayanlar nerede? Yakalanıp yargılanacaklar mı?

– Cihadçı ağlarla ilgili polis eylem ve istihbaratına dair hakikat. Katiller Fransa’ya nasıl girebildi? Niçin tespit edilip tutuklanmadılar? Bu fiyaskoda Belçikalı, Fransız Avrupalıların sorumlulukları neler?

– Saldırı mahallerinin çevresindeki güvenliğe dair hakikat. Bataclan niçin daha iyi korunmamıştı? Sokaklarda gayet anlamsız ve gülünç gözüken devriyeler için onca çaba harcanırken, belli başlı muhtemel hedefleri korumak için görünen o ki niçin bu kadar az şey yapılmış?

– Saldırı sonrasına dair hakikat. Bataclan’a müdahale niçin bu kadar geç yapıldı? Yaralılara yönelik yardım zamanında, etkili ve koordineli miydi? Sağ kurtulan onca kişi niçin ilgilenilmeden kendi başlarına evlerine dönmek zorunda kaldı? Acil yardım telefonu 13 Kasım’ı 14 Kasım’a bağlayan gece boyunca niçin ulaşılamaz durumdaydı? Ölülerin ve bazı yaralıların kimlik tespiti niçin o kadar uzun sürdü? Yakınlarından haber alamayan aileler niçin hiçbir destek almadan kendileri telefon başında ya da bizzat giderek tek tek hastane ve adli tıp merkezlerinde kayıplarını aramak zorunda kaldı? Vefatların bildirimi niçin bu kadar kötü biçimde yapıldı?

– Kötülüğün köklerine dair hakikat. Bazı Fransız gençlerin yaşıtları başka gençlerin canını almaya ve aynı anda kendi hayatlarını da kaybetmeye ikna olmaları nasıl açıklanabilir? Etkili bir önleyici çalışma mümkün değil miydi?

– Bu köklerin filizlendiği zemine dair hakikat. Dünyamızda ne yanlış gidiyor da buraya vardık?

13 Kasım 2015 saldırılarından birkaç gün sonra Bataclan’ın önü

KATİLLER

Bu eli kanlı sersemler hakkında yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt ettim. Uzun süre isimlerini özellikle görmezden geldim. Bu sayede sonraki hayatımın bir parçası olmamışlardı. Fakat zamanla bu dramın sorumluları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istedim. Kızımı ve daha birçok kişiyi öldüren bu gençler birer canavar ya da hayvan değil: Her zaman olduğu gibi bu vahşetin sorumluları da birer insan. Hannah Arendt’in dediği gibi en büyük kötülükler en sıradan alçakların başının altından çıkabiliyor. Evet, onlara bu metinde yer vermek insanlıklarını kabul etmek anlamına geliyor. Fakat insan olduklarını kabul etmek, bağışlamak demek değil. Onları bu ölümcül yola sürükleyen şeyler üzerine kafa yormaya kapı açmak sadece.

Samy Aminour 28 yaşında, Bataclan saldırganlarından. 21:59’da kendini ilk havaya uçuran terörist. 1987 Paris doğumlu. Kuzey banliyölerinden Drancy’de, pek de dindar olmayan Kabil kökenli bir ailenin çocuğu. Lisenin edebiyat bölümünden mezun. 2011’de Paris yakınlarında bir hatta otobüs şoförlüğü yapmaya başlamış. O dönemde radikalleşmiş, 2012’de istifa etmiş. Aynı yıl, Yemen’e gitmeye çalışırken gözaltına alınmış ve denetimli serbest bırakılmış. 2013’te Suriye’ye gitmiş; babası Azzedine de onu geri getirmek için peşinden. Membiç’te bulmuş oğlunu, IŞİD’i terk edip Fransa’ya dönmeye ikna edememiş. Aminour Suriye’de yine Paris civarından gelen Kahina’yla evlenmiş. Kahina’nın Samy’le çalıştığı banliyö otobüsünde tanıştığı söyleniyor. Samy Suriye’ye gittikten sonra Kahina onunla internet üzerinden bağlantıyı sürdürmüş. 2014’te lise sonda okulu bırakıp evlenmek için Suriye’ye gitmiş. Kahina polisin ele geçirdiği e-mail’lerde Fransa’daki arkadaşlarına IŞİD’deki yaşam koşullarından duyduğu memnuniyeti, kocasıyla ne kadar gururlandığını ve sevincini anlatıyor, Fransa topraklarında yeni saldırılar olacağının müjdesini veriyordu.

Ismaël Omar Mostefaï 29 yaşında, Bataclan saldırganlarından. Fouad Mohammed-Aggad’ın patlayıcı kemerinin pimini çekmesiyle ölen iki saldırgandan biri. 1985’te Paris’in güneyindeki Courcouronnes’da doğmuş. Babası Mohammed Cezayirli, sonradan Müslüman olan annesi Lucia Fatima ise Portekizli. Meslek lisesinde okumuş. Ufak tefek suçlardan önce çocuk mahkemesi, ardından da Ceza Mahkemesi’nde sekiz kez hüküm giymiş, ama hiç hapse girmemiş. 2007’de ailesiyle Chartres şehrine taşınmış. Bu dönemde Paris banliyösü Créteil’de bir pastanede çalışıyormuş. 2008’de Oran yakınlarında bir köyden Hadica’yla evlenmiş, iki çocuğu olmuş. Lucé camiinde başlayan radikalleşmesi nedeniyle 2010’dan beri istihbarat dosyalarına dahil edilmiş. 2013 sonunda en temel Suriye’ye geçiş yolu olan Türkiye’ye gittiği ve burada birkaç ay kaldığı söyleniyor. Türkiye hükümetinden bir yetkiliye göre, Türkiye aralık 2014 ve haziran 2015’te Mostefaï’ı Fransız yetkililere ihbar etmiş, fakat herhangi bir yanıt almamış.

“Who Killed Davey Moore”da Bob Dylan sorumluluk meselesini muhteşem bir biçimde tasvir ediyor. Boksör Davey Moore rakibinin amansız yumrukları altında can veriyor tabii. Fakat Moore’un ölümünün esas sorumlusu kimdir?

Fouad Mohammed-Aggad 23 yaşında, Bataclan saldırganlarından. 00.23’te yediği iki kurşun sonucu ağır yaralıyken patlayıcı kemerini çalıştırarak kendisini havaya uçurdu. Çocukluğu Strasbourg’un kuzeyindeki Steinseltz köyünde geçmiş. Fas kökenli annesi, iki kız ve bir erkek kardeşiyle (Cezayir kökenli babası daha önce aileyi terk etmiş) dar gelirli aileler için inşa edilen sosyal konutlarda yaşadıkları sekiz bin nüfuslu Wissemburg şehrine taşınmış. Meslek lisesinin ardından çeşitli işlerde çalışmış. Birkaç puan farkla polislik sınavında başarısız olmuş, asker olmak için başvurduğu ordudan reddedilmiş. Kardeşi Karim’in de içinde bulunduğu Rhin Nehri’nin karşı kıyısında, Alman Kehl kasabasındaki bir nargilecide buluşan on kişilik bir grubun üyesiymiş. İnsanî yardım amaçlı olduğunu söyledikleri 2013 yolculuklarını bu kafede planlamışlar. Suriye’ye ailelerinden gizli, Hatay üzerinden geçiş yapmışlar. Strasbourglu bu grubun bazı üyeleri Suriye’deyken öldürülmüş. Karim de dahil, hayatta kalanların hepsi Fransa’ya dönmeye çalışmış. Geride bir tek orada bir Fransızla evlenen ve bir çocuğu olan Fouad kalmış. Fransa’ya dönenlerin hepsi 2014’te yakalanmış ve terör örgütü üyeliği suçlamasıyla tutuklanmış. 2014 nisanında Mohammed-Aggad kardeşlerin annesi Karim’e, Fouad’ın Ramazan ayında şehit olmak istediğini söylediğini anlatmış. Polis Karim Mohammed-Aggad’ın bilgisayarında Fouad’ın 2014’te yolladığı şu mesajı bulmuş: “Fransa’ya dönersem hapse girmek için değil, her şeyi havaya uçurmak için döneceğim. O yüzden dönmem için çok ısrar etmeyin.

Samy Aminour, Ismaël Omar Mostefaï, Fouad Mohammed-Aggad: Kızımı öldüren kızımı öldüren yaylım ateşi bu üçünden biri açtı. Fakat tabii ki o tüm suçluları birbirine bağlayan upuzun zincirin son halkasından başka bir şey değil.

LAZARUS

Look up here, I’m in Heaven

I’ve got scars that can’t be seen

I’ve got drama, can’t be stolen

Everybody knows me now

David Bowie, Lazarus

Bak, burada Cennet’teyim

Yaralarımın izleri görünemez

Dramlarım araklanamaz

Herkes biliyor beni artık

LOLA

Canım sevgili kızım. Severdin sana verdiğimiz ismi, bu müzikal iki heceyi. Bir yarış arabası ve su perisi ismi. Jacques Demy’nin bir filminin, Kinks’in bir şarkısının, Manet’nin bir tablosunun adı. Mavi Melek’in ismi.  

MAĞDUR

14 Kasım’da yeni bir kimlik verildi bana, mağdur kimliği. Ve kısa sürede bu kimliğin bir statü de getirdiğini fark ettim. Başkalarının gözünde, medyanın gözünde, yetkililerin, yönetimin gözünde mağdur birden onu insanlığın geri kalanından ayrıştıran bir değer kazanıyor. Aziz mağdur. 13 Kasım öncesinde de sonrasında da fikirlerim aynıydı, ama birden bire görüşlerimi almak için mikrofonlar tutulur, bakanlar tarafından kabul edilir oldum. Tabii ki bu yeni kudretin tadını çıkarmak için, konuşan ve eyleyen bir mağdur olmak gerekiyor. Suskun mağdur, yakın çevresi içinde adını sanını ifşa etmeden paramparça olmuş hayatını yeniden kurmaya gayret eden sessiz sedasız mağdur medyatik ve politik ortamda daha az değere sahip. Kendi dünyana kapanıp, öfkeden, gürültü, patırtıdan uzak hayatını yeniden kurma gayretini anlıyorum ve saygı duyuyorum. Bir ara, ben de kendimi ve ailemi korumak için bu arzuya kapıldım. 13 Kasım: Kardeşlik ve Hakikat derneğinin başkanlığını üstlenmeyi kabul ederken farklı bir seçim yaptım. Aşırı özgüven, hayalcilik, saflık? Bu tercihi, sınırlı olduğunu bildiğim bir süreliğine bana tanınan bu küçücük etki gücünü kullanarak faydalı olabilme umuduyla yaptım.

Dolayısıyla, ben resmî ve tanınan bir mağdurum. Konumumu netleştireyim; benimki “dolaylı mağdur, yaslı ebeveyn”. Zira çok geniş bir mağdur sınıflaması söz konusu. Doğrudan mağdurlar: Ölenler, yaralananlar, müdahiller. Dolaylı mağdurlar: Yaslılar, yaralıların aileleri ve yakınları, travma görmüş müdahillerin aileleri ve yakınları… Bu kategorilerin her birinin alt kategorileri de var: Yatarak tedavi gören yaralılar, ayakta tedavi gören yaralılar, hastaneye kaldırılmamış yaralılar, yaslı ebeveynler, yaslı eşler, yaslı kardeşler, yaralıların kardeşleri, yaslı yakınlar, yaralıların yakınları… Bir de birkaç kategorinin bileşimi var: müdahil ve yaslı ebeveynler, müdahil ve yaslı eşler, yaralı ve yaslı ebeveyn, eş ve yakınlar…

En kalabalık ve tanımlanması en zor, dolayısıyla mağdurluk statüsü en muğlak olan müdahil kategorisi. Neredeyse hafiften suçluluk ima eden tuhaf bir kelime. Peki kim tam olarak müdahil? Olaya hangi mesafedeyseniz müdahilsiniz? Bir müdahil mutlaka travmatize (kimileri psikolojik yaralı denmesini tercih ediyor) olmuş mudur? Saldırı mahallinde ne kadar süre geçirmiş olmak gerekiyor müdahil olmak için? Bataclan’dan sağ çıkan biri mutlaka birtakım semptomlar göstermeye, psikiyatra gitmeye, ilaç kullanmaya mecbur mudur hakiki mağdur sayılmak için? Teröristlerin kaldığı dairenin bulunduğu binada yaşayan ve kalabalık komşularından ötürü değil de polis baskını dolayısıyla travmatize olanlar diğerleriyle eşit derecede mağdur mudur? Eğer müdahiller mağdurların proletaryasıysa, bu zavallı komşular proletaryanın da proletaryası.

David Bowie 11 Ocak 2016’da öldü. Lola’nın en sevdiği şarkıcıydı. Père-Lachaise’deki törende Life on Mars ve Space Oddity bize refakat etti. Ve ânında, huzursuzluk dağıldı.

Çeşitli mağdur türlerinin ve alt-türlerinin medyatik değeri zamanla iniş-çıkışlar gösteriyor. İlk başta, müdahiller çok rağbette, çünkü olayın doğrudan tanıkları. Bu aşamada, mikrofonlara konuşabilecek ve gördüklerini anlatabilecek durumda, fiziksel olarak zarar görmemiş, psikolojik olarak da fazla sarsılmamış müdahiller daha değerli. İzleyen günlerde, yas tutanların değeri yükseliyor; gazeteler öldürülen yüz otuz kurbanın portreleriyle dolu. Mikrofonlar ve kameralar acılarını dile getirmeleri ve sevgili kayıplarının anısından bahsetmeleri için ölenlerin ailelerine yöneliyor. İlerleyen haftalarda mağdurlar borsasında iniş-çıkışlar yaşanıyor. Yastakiler, özellikle radyolar ve yazılı basın için sağlam bir kıymet. Fakat televizyonlar için yaslılar biraz yavan kaçıyor; kederli ifadeleri monoton, dolayısıyla görselliğe uygun değil. Kotası yükselişe geçenler yaralılar. Görülebilir (kopmuş kol ya da bacak örneğin, felçten daha iyi), gösterilebilir (yüzdeki kalıcı bir yara, kopmuş penisten daha iyi) ve etkileyecek ciddiyette yaralanmalar tercihe şayan. Kameralar karşısında konuşan yaralıların sayısı epey az, dolayısıyla kanalların konuşmaya ikna ettiklerinin kotası hızla yükseliyor.

Mağdur çarkı feleği böyle dönüyor. Peki daha ne kadar süreyle? Yakında dünyanın hayhuyu 13 Kasım olaylarının üzerini yeni sefaletlerle, dertlerle, avuntularla örtecek. Kurbanlar ve mağdurlar belli zamanlarda hatırlanacak. Sonuncusu da aramızdan ayrılana kadar her 11 Kasım’da madalyalarını kuşanmış halde resmi geçitlerde yürütülen Birinci Dünya Savaşı gazileri gibi, anmalarda tozlu dolaplarından çıkarılacaklar. Ya da benzer bir olay meydana geldiğinde haber kanallarının kesintisiz akışında bir bölümü doldurmak için tepkileri sorulacak. Geri kalan zamanda, dünya kurbanları ve mağdurları unutacak. Fakat yakınlarının yasını tutanlar, yaralılar, travmatize olanlar hayatlarının bundan sonraki her gününde, ölümün içlerinde oyduğu boşluğu, bedensel ve psikolojik yaraları, bu lanet 13 Kasım’ın anısını kendileriyle birlikte taşıyacaklar.

MEZAR

Filmlerde, yakınlarının mezarını ziyarete gidenler, müteveffayı düşünür, kimi zaman onunla konuşur, ağlar, hayatın ve ölümün anlamı üzerine tefekküre dalar. Gerçek dünyada mezarlığa gidenlerse bunların hepsini biraz yapıyor tabii, ama bir de pratik işler var onları çok meşgul eden: temizlemek, sulamak, solmuş çiçekleri atmak… Mezarın somut bir gerçekliği var. Kirleniyor, bozuluyor, başka hiçbir şeyden daha ebedî değil.  

Yaşamaya devam etmek gerekiyor. Yüzeyde hayat değişmemiş gibi… Ama yokluk hep baki, beynin bir kenarına büzüşmüş, hayatın doyasıya tadını çıkarmana mani. Ama yaşıyorum. Yaşamayı seçiyorum. Kendim için ve diğerleri için.

NASIL GİDİYOR?

Sık sorulan bir soru. Çoğu zaman mekanik bir şekilde soruluyor, sonuçta bir tanıdığa rastlandığında ağızdan çıkan klişelerden biri. Bu tür durumlarda, çoğunlukla, soruyu soran birden kendini toparlıyor: “Özür dilerim ya, aptalca bir soruydu tabii” (kastedilen: “Zavallı dostum, nasıl iyi olabilirsin ki?”). Kimi zaman, soru gerçekten bir cevap alma beklentisiyle soruluyor. Her halükârda, cevap vermek kolay değil. Kötü gidiyor, çok kötü, ama ben uyuyorum (uyku ilaçsız), yemek yiyorum, spor yapıyorum, çalışıyorum, hasta değilim, anılarla başbaşa kalınca kederleniyorum, ama klinik olarak depresyonda değilim. Dünya Sağlık Örgütü sağlıklı olmayı hasta olmamak olarak değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlıyor. Tam iyilik hali açısından bakarsak, durumum bu tanıma uymuyor, muhtemelen de bir daha hiçbir zaman uymayacak. Lola’nın eksikliği her an, haz anlarında bile, zihnimde mevcutken tamlık haline nasıl erişilebilir ki?

NEFRET

Zerresi yok. Hiçbir an bu hissi duymadım. Kızımın canını alan ve aynı esnada kendi hayatlarını da kaybeden bu kötülük saçan sersemlerden nefret edemem. Onları manipüle eden tarikattan elbette hazzetmiyorum, ama bu, tarihini ve jeopolitik bağlamını bildiğim bir olguya dair düşünülmüş, tartılmış entelektüel bir yargı. Bu kötülüğün köklerine dair düşünürken, Fransa da dahil Batılı iktidarların on yıllardır yürüttüğü ve içinde bulunduğumuz durumda büyük payı olan politikaları da çok sert eleştiriyorum. Terörizmi ortadan kaldırmaya katkıda bulunacak her şeyi desteklemeye kararlıyım, ancak buradan somut bir nefret nesnesi tespit etmeye varmıyorum. Acı çektiğini görmeyi dilediğim hiç kimse yok; acı çekmenin erdemine inanmıyorum. Ölümünü görmeyi dilediğim hiç kimse yok; idam cezasına temelden şiddetle karşıyım. Nefret bana göre bir duygu değil.

SORUMLULAR

“Who Killed Davey Moore”da Bob Dylan sorumluluk meselesini muhteşem bir biçimde tasvir ediyor. Boksör Davey Moore rakibinin amansız yumrukları altında can veriyor tabii. Fakat Moore’un ölümünün esas sorumlusu kimdir? Dövüşü durdurmayan hakem, paralarının karşılığında ter ve kan görmek isteyen seyirci, sporcusunun attığı ve yediği her yumruktan komisyon alan menajeri, bahisçiler, gazeteciler her biri sorumluluğu reddediyor: “Not me, not us, it was destiny, it was God’s will…” [Ben değilim, biz değiliz, kaderi buymuş, Tanrı öyle buyurmuş]. 1990’larda, birçok kişinin AIDS veya Hepatit C virüsü kapmasına yol açan kan nakli skandalı sırasında dönemin Fransa sağlık bakanı Georgina Dufoix’nın hazin savunması “sorumlu ama suçsuz” lafını, pek de ciddiye alınmayan bir deyiş olarak literatürümüze soktu. Halbuki sorumluluk ve suçluluk arasındaki ilişki bana göre son derece mühim. Daha önce de söyledim: 13 Kasım saldırılarının suçluları saldırıyı gerçekleştirenler ve azmettirenler. Fakat kızımın ölümünün sorumluluğunu kısmen taşıyanların sayısı çok daha fazla:

– Bataclan’ın güvenliğini gerektiği gibi sağlamayanlar. O salona yönelik daha önce de tehditlerin olduğu basına bile sızmıştı ve Paris’te bir konser salonuna saldırı yapılması bekleniyordu. 19 Ekim’de Palais de Sports’daki Bob Dylan ve 11 Kasım’da Bercy’deki U2 konserlerinin girişinde de seyircinin üzeri bile aranmamış.

– Gerek Belçika’da, gerekse Fransa’da bu cihadçıları belirleyip durdurmayı başaramayanlar.

– Ortadoğu’nun içine düştüğü felaketin oluşmasına katkıda bulunanlar. Bu sorumluların listesi uzun ve bir kısmı eskilerde kaldı. Bu girift tabloya rağmen, François Hollande ve Manuel Valls’ın sorumluluklarını görmezden gelemeyiz. Hem Beşar Esad’a hem de IŞİD’e karşı tamamen savaşçı politikalarını, üstelik son derece gösterişli biçimde yürüttüler. Bu iki hedefin alenî kötülüğü, yöneticilerimizin müdahalelerini özgürlük ve insan hakları savunusu süsüne bürümelerine olanak tanıdı. Fakat diğer yandan Katar, Suudi Arabistan ve Mareşal Sisi’nin Mısır’ı gibi ülkelerin müttefiki, hatta hizmetinde olmayı sürdürerek inandırıcılıklarını yitiriyorlar. Evet, Muhammed Mursî’nin cumhurbaşkanlığı felaketti, ama en azından seçimle gelmişti, Sisi ise iktidarı darbeyle devraldı. Dört hafta sonra Kahire’de toplanan Mursî destekçilerinin üzerine ateş açma emri vererek altı yüz ile bin beş yüz kişinin ölümüne sebep olduğunda (Human Rights Watch’a göre modern Mısır tarihinin en büyük katliamı) insan haklarının beşiği Fransa devleti ne yaptı? Çenesini tuttu ve Putin’e satmak istemediği savaş gemilerini, parasını Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ödediği savaş uçaklarıyla beraber Sisi’ye sattı!

Madem ki yaşıyoruz, hayatın bir anlamı yoksa da hiç değilse bir estetiği olmalı. Hayat güzel olmalı. Bahçeyi ekmek, dünyayı her gün biraz daha çok anlamak lâzım. Harekete geçmek. Gülmek ve güldürmek. Başkalarına iyilik yapmaya çalışmak. Başkalarından almayı kabul etmek. Başkalarına asla kötülük yapmamak.

– Sosyal, coğrafî ve kültürel eşitsizlikleri onarmak yerine, ardı arkası kesilmeyen neoliberal politikalar ve popülist söylemlerle daha da vahim hale getirenler. Olivier Roy’nın bir söyleşide dediği gibi: “Devlet olduğu yerden kovulmadı. Devlet elini çekti. Ortak kamusal mekânları, sosyal yardım bürolarını, belediye evlerini kapatırsanız sonra pişman olursunuz. Orta okul ve liselerde gözetmenleri kaldırıp yerlerine abileri koyarsanız gençlerin örnek alabileceği kişileri ortadan kaldırırsınız.” 13 Kasım’ın sorumlusu gözünü kan bürümüş örgütün eleman devşirenleri, müstakbel askerlerini genç müslümanların öfkesinde, yaşadıkları kültürel kopuşta, aşağılanmışlık ve yoksunluk duygularında buluyor. Belki daha da kötüsü kendileri bizatihi terörist olmayan kişileri ya da cihada karışmamış grupları da bu katilleri hoş görmeye, onlara yardım etmeye iten anlayışsızlık ve iletişim kopukluğu.

Tüm bu sorumlulardan beklediğim öz eleştiri ya da özür olmasa da, en azından bir açıklama ve daha önemlisi vatandaşlıktan çıkarma tartışması gibi abes hareketler yerine, ne yapılması gerektiğine dair derinlemesine düşünmeleri.

TAŞITLAR

Polo: Bataclan katillerinin kullandığı araç. Clio: Stade de France katillerinin aracı. Seat: Kafe önünde oturanların katillerinin aracı. Üç küçük otomobil: Katil mütevazi ve göze batmak istemiyor, üstü açık bir Ferrari’yle ya da pembe bir Chevrolet Corvette’le dolaşmaktan kaçınıyor. Bir Alman, bir Fransız, bir İspanyol: Avrupa, Avrupa, Avrupa! 

TRAJEDİ

13 Kasım 2015’te kızımın dünyadaki varlığının alınması, benim için öylesine büyük, öylesine değerli, öylesine önemliydi ki hiçbir şey bu kaybı telafi edemez. Ama, tuhaf bir şekilde, sonraki hayat, önceki hayat eksi Lola’dan ibaret değil. Onu trajediye çeviren yeni bir boyutu var. Kendi halinde bir varoluş birden, ıstırap verici, ama gündelik hayatın bütün sıradanlığını ortadan kaldıran şiddette bir duygusal yoğunluğu yükleniyor. De facto, hayat daha kederli, daha buruk, ama aynı zamanda daha az monoton. Özlü sözün yankısı: Mutlu insanların hikâyesi yoktur, mutsuzların bir hikâyesi var.

Lola, Georges Salines

YAŞAMAK

Yaşamaya devam etmek gerekiyor. Hayat devam ediyor, diyorlar bize iyi niyetle. The Show must go on. Evet, hayat devam ediyor, ama bok gibi bir tadı var. Oysa yüzeyde hayat değişmemiş gibi: yol-iş-uyku, hafta sonu gezmeleri, tatiller. Ama yokluk hep baki, beynin bir kenarına büzüşmüş, hayatın doyasıya tadını çıkarmana mani. Ama yaşıyorum. Yaşamayı seçiyorum. Kendim için ve diğerleri için.

I must be strong

And carry on

‘Cause I know I don’t belong

Here in Heaven

[…]

I’ll find my way

Through night and day

      Eric Clapton, Tears in Heaven

Güçlü olmalıyım

Ve devam etmeliyim

Çünkü buraya, cennete

Ait değilim biliyorum

[…]

Bir yol bulacağım

Geceden gündüze

Çünkü biliyorum

Kalamam burada, cennette

Madem ki yaşıyoruz, hayatın bir anlamı (hiçbir zaman oldu mu bir anlamı?) olmalı, yoksa da hiç değilse bir estetiği. Hayat güzel olmalı. Lakin ancak dolu olduğunda güzel hayat. Bahçeyi ekmek, dünyayı her gün biraz daha çok anlamak lâzım. Harekete geçmek. Gülmek ve güldürmek. Başkalarına iyilik yapmaya çalışmak. Başkalarından almayı kabul etmek. Başkalarına asla kötülük yapmamak. Ölümü beklerken mutlu yaşayalım diyordu merhum Pierre Desproges. Mutlu yaşamak, fazla ihtiraslı, ama kendinle barış içinde yaşamak, o da hiç fena sayılmaz.

Yazmanın benim için her şeyden önce pratik bir amacı vardı: Unutmamak. Önce, günlerce kimi kelimeleri not ettim. Giderek büyüyen, şekilsiz küçük bir yığın oluşturmaya başladı kelimeler. Fırsat doğduğunda ve içimden geldiğinde, bir kelimeyi çekip çıkarıyordum, tozunu alıyor, yokluyor, neyi gizlediğini görmek için anlamının katlarını

YAZMAK

Yazmak kolay değil, ama yine de bana hâlâ büyük ölçüde anlaşılmaz gelen şey hakkında konuşmak yazmaktan daha zor. Yazarken yalnızsın, düşünüyorsun, acele etmeden doğru kelimeyi arıyorsun, cümleleri tartıyorsun. Yazmanın benim için her şeyden önce pratik bir amacı vardı: Unutmamak. Önce, günlerce kimi kelimeleri not ettim. Giderek büyüyen, şekilsiz küçük bir yığın oluşturmaya başladı kelimeler. Pek çok cins isim, bazı özel isimler, birkaç sıfat, kimi kısaltma ve bir-iki sayıyı içeren bir tür sözlük oluştu böylece. Birkaç hafta sonra, ara ara, hayatımda artık iyice kıtlaşan ölü zamanlarda, kaçarken göçerken notlara dönmeye başladım. Özellikle sabahları, bazen akşamları, hafta sonları, öğle yemeği molalarında, fırsat doğduğunda ve içimden geldiğinde, bir kelimeyi çekip çıkarıyordum, tozunu alıyor, yokluyor, neyi gizlediğini görmek için anlamının katlarını aralıyordum. Çoğu zaman, yedekte bekleyenlerden birini çekip almak yerine, gündüz bisikletimin pedalına asılırken ya da koşarken veya gecenin ortası uyanıverdiğimde zihnime düşen yeni bir kelimeyi evirip çeviriyordum.

Derleyen: Siren İdemen, Alican Tayla, Express, sayı 146, Kasım 2016

^