BİRGÜL OĞUZ’LA İSTASYON VE HAH ÜZERİNE

Söyleşi: Şeyda Ayan
23 Ekim 2021
Birgül Oğuz (Fotoğraf: Thomas Langdon)
SATIRBAŞLARI

İstasyon ikinci kitabın Hah’tan sekiz yıl sonra, 2020 sonunda yayınlandı. Hah öykü kitabı olarak anıldı, ama novella desek yanlış olmaz herhalde. İstasyon’a ise gönül rahatlığıyla diyebiliyoruz. Çetrefil bir tür novella. Sen nasıl tanımlarsın? İstasyon novella olmak zorunda mıydı? 

Birgül Oğuz: Hah öykü tekniğinde yazılmış bir novellaydı, parçalar halindeydi, bu parçalar hem birbirinden bağımsız okunabiliyordu hem birbirinin karanlıkta kalmış yanlarına ışık düşürüyordu. Şimdi dönüp baktığımda metnin neden öyle değil de böyle örgütlendiğini daha iyi anlıyorum ve bunu çok dürüstçe buluyorum. Hah yasla ve zamanın yasa müdahalesiyle, yani yasın evreleriyle ilgili bir metindi. Her evre bir gerçekliği temsil ediyordu; bir önceki evrenin gerçekliğinden tamamen çıkmış, onu neredeyse unutmuş ve bir sonraki evreden bihaber. Bu parçalar birbirlerini tamamlamıyordu, ama yan yana geldiklerinde onları ayla gibi sarmalayan ruh halini işaret ediyordu; değişken, özetlenemez, herkes için genel geçer bir anlama indirgenemez olan yası.

Metinlerin içerikleriyle türleri arasında zorunluluk ilişkisi göremiyorum. Daha çok, dinamik bir ilişki görüyorum. Yani içerik, yazın türünü belirliyor ve değiştiriyor ve yazın türünün de onu belirleyip değiştirmesine izin veriyor. İstasyon’da anlatmak istediğim hikâye çok basitti, karmaşık bir olay örgüsü yoktu ve odaklanmak istediğim tek şey oydu; hikâyemi çevreleyen dünyayla, hikâyemin bağlamıyla ve başka hikâyelerle ilişkisiyle ilgilenmiyordum. Kısacası bir roman yazmayacağımı biliyordum. Ama bir öykü yazmayacağım da ortadaydı, çünkü ucunu bucağını sadece sezebildiğim bir derinliğe uzun dalışlar yapmak istiyordum; kesitlere, susarak sezdirmeye, hikâyemi hacimli boşluklarla ve çarpıcı geçişlerle anlatmaya hiç ilgi duymuyordum. Uzun dalışlar istiyordum, bu dalışlar ruhsallığın loş sularında, acelesiz gerçekleşsin istiyordum. Odağımı kaybetmeden derinleşmek istiyordum. Novella ihtiyaç duyduğum alanı verdi bana. Sınırları geniş, ama belirgindi, kaybolmama izin vermiyordu, ketumluğa ve gevezeliğe de izin vermiyordu, bana kendimi güvende hissettiriyordu.

Ruh halleri misafirler gibi, gelirler ve bir süreliğine yerleşirler, yerleştikleri yeri etkiler ve oradan etkilenirler, sonra da giderler. Kaldı ki, hiçbir şey mutlak ve değişmez değil. Şeyleri mutlak ve değişmez sanmamıza yol açan, onların bize sunuluş biçimi.

Ne kadar zamanda yazıldı kitap? Başlangıca ulaşma süreci ve sonrası nasıldı?

Üç yılda yazdım. İlk bir buçuk yıl başlangıca ulaşmak için çabalamakla geçti. Sevimsiz bir süreçti, üst üste bir sürü cansız metin ürettim, kişiliğimin ketleyici yanları birkaç ay içinde iyice güçlendi, bu da her şeyi iyice çekilmez hale getirdi. Oysa hikâye zihnimde daha en baştan canlı ve netti, yani hikâyeyi, yazmanın tetiklediği ve çoğalttığı çağrışımlarla adım adım oluşturmadım, onu daha en baştan bir çerçeve, çoktan ulaşılmış bir başlangıç gibi hissettim. Ama sonuç olarak duygularım beni haksız çıkardı. O bir buçuk yılda asıl aradığım hikâyeye giriş yolları değil, metnin sesiydi. Burada “ses”ten kastım sadece “anlatıcı ses” değil. İstasyon’un anlatıcı sesi birinci tekil kişi olarak konuşan, hikâye dünyasında yaşayan, hikâye dünyasından etkilenen ve aynı zamanda o dünyayı etkileyen Deniz’in sesi. Yüklemlerin ardındaki “ben”, belli bir hayat öyküsü, belli karakter özellikleri, belli bir sözcük ve duyarlık haznesi olan, başlı başına bir şahıs olan Deniz. Ama benim bir buçuk yıl boyunca aradığım “ses” sadece bu “anlatan şahsın sesi” değildi. Daha çok bir ruh halinin sesini arıyordum. O ruh halini ele alınabilir, duyulabilir ve üzerine konuşulabilir hale getirmek istiyordum. Onu dışıma çıkarmak ve böylece ona mesafe alabilmek istiyordum. Bazen sözcüklerin ifade edemeyeceği bir ruhsallığı sözcüklerle ifade etmeye çalıştığım duygusuna kapılıyorum. Aynı anda rüya görüp onu anlatmaya çalışmak gibi, “anlamak” kısmını atlayarak. Oysa rüyayı uyanıklığın mantığına uydurmaya kalkıştığın anda rüya kaçıp gidiyor. 

Neden bilmiyorum, ama beni her gün yazı masasına oturtan “baskı” o kadar güçlüydü ki çabalamayı bırakmadım ve derken bir sabah İstasyon’un ilk bölümünü yazıverdim. O bölümde kaynağını tespit edemediğim, dolayısıyla tam anlamıyla teşhis edemediğim, ama bir insanın hayatına durduk yere el koyabilecek, aniden ortaya çıkıp onun bütün düzenini dağıtabilecek kadar güçlü bir ruh halinin anlatımı, daha doğrusu onun bir resmi var. İstasyon’un kalan kısmı o ruh halini tanımak ve anlamak ve onu dönüştürmek umuduyla yazıldı. Bir bakıma, dönüşüp dönüşmeyeceğini anlamak için yazıldı. Yani dönüşememesi gibi bir ihtimal de vardı. Ve bu aşırı ciddiye aldığım bir şeydi.

Andrew Wyeth’ın bir suluboyasına müdahaleyle İstasyon için yapılmış kapak resmi çalışması, Emine Bora 

Niye öyle bir “aşırı ciddiye alma” vardı?

Çünkü edebiyatın gücüne inanıyorum ve bu gücü sorun ediyorum. Yazarların neyi anlatıp anlatmayacaklarının önünde hiçbir engel yok. Kurmacanın ve belâgatın tüm olanaklarını seferber edip istedikleri meseleyi istedikleri biçimde anlatırlar, anlattıklarının başkaları için de bir önemi ve anlamı olduğunu varsayarlar, bu varsayım olmadan da kolay kolay yazmazlar. Yani özünde hiç de masum bir eylem değil yazmak, otoriter çünkü, dolayısıyla sürekli sorgulanması gerekiyor. Neyin anlatıldığı kadar neyin anlatılmadığı da önemli. 

İstasyon’da öne çıkardığım, mesele ettiğim, anlamak istediğim ruh hali, hiç sahip olmadığı bir şeyi özleyen, o şeyi kendine veremediği ve başkalarından da talep edemediği için kendine eziyet eden birinin ruh haliydi. Çok boğucu bir ruh hali bu, orada uzun süre kalmak hiç iyi değil. Hikâyemde de daha en baştan bu ruh halinden çıkış arzusu var; hatta hikâyeyi başlatan, her şeyi tetikleyen, bu arzu; kendini çok iyi ifade edemeyen çünkü istemsiz bir arzu bu. Yani, neredeyse dürtü gibi, çıkış dürtüsü, ama nereye?

Edebiyatta bu tür soruları yanıtsız bırakmak, en iyi ihtimalle, sorunun yanıtı olmadığını ima etmektir. Dönüşüm arzusuna rağmen dönüşümün gerçekleşmemesi, dönüşüm imkânının olmadığını ima etmektir.  Oysa bu gerçeği yansıtmıyor, çünkü ruh halleri misafirler gibi, gelirler ve bir süreliğine yerleşirler, yerleştikleri yeri etkiler ve oradan etkilenirler, sonra da giderler. Kaldı ki, hiçbir şey mutlak ve değişmez değil. Şeyleri mutlak ve değişmez sanmamıza yol açan, onların bize sunuluş biçimi. Edebiyatın gücünü sorun etmem bu yüzden.

Esas yaratıcılık dönüşüm imkânlarını hayal edebilmekte. Hayal edemeyebilirdim, çabalarım boşa çıkabilirdi, takatim yetmeyebilirdi. Bu ihtimali sürekli ensemde hissettim, İstasyon’un sekizinci bölümünü yazıncaya kadar. Sonra rahatladım. 

Deniz bir başkasının huzurunda yalnız kalabilmeyi deneyimliyor. Bir başkasının huzurunda yalnız kalabilmek bir başkasıyla gerçek anlamda birlikte olmakla aynı şey değil mi? Bunu nadiren deneyimleyebildiğimizi düşünüyorum.

Pandemi günlerine de denk geldi mi yazım aşaması?

Evet, ilk kapanma başladığında İstasyon’u yarılamak üzereydim. Şimdi o ani değişikliğin metni de etkilediğini düşünüyorum. O günlerde çok uzun kır yürüyüşleri yapmaya başladım.  Rüzgâr, çalılar, ışık beni sarhoş ediyordu. Bazen eve döndüğümde yürüyüşün tek bir ânını olsun doğru dürüst anımsayamıyordum. İzlenimler vardı, ama duygularım her şeyi yoğun bir pus gibi örtüyordu.  Dalıp gitmişim ve sonra birden anımsayamadığım bir rüyadan güçlü bir hayret duygusuyla uyanmışım gibi hissediyordum. Bana göre, İstasyon’un kalbi olan Güneyada bölümünü o günlerde yazdım. Oysa Deniz’in çocukluğuyla ilgili bir bölüm yazmayı düşünmüyordum, hatta yazmamakta kararlı bile sayılırdım. Ama hikâyede bir sapma oldu. Çok güçlü bir sapmaydı. Direnmedim. 

İstasyon bir adada geçiyor. Her ne kadar İstanbul adalarını çağrıştırsa da, başkent sınırlarında bir yerde olduğumuzu anlıyoruz. Deniz, “bölümlerin içinin boşaltıldığı, kadroların hızla değiştirildiği” akademiden sendikalı olduğu için atılmış bir edebiyat hocası. Boğucu, politik atmosferin tanık olduğumuz örnekleri kitapta, ama “orası” burası değil bir yandan da. Okuyucuyu “hiçbir yer” çağrışımıyla, coğrafyaya yabancılaştırarak başlamaktaki muradın neydi?

İstasyon’u yazarken güncel siyasetin boğuculuğunu, saldığı endişe ve korkuyu çok canlı hissediyordum. Ama Türkiye’nin korkunç gündemini doğruca metne sokamazdım, gündemden bir de benim söz etmeme hiç gerek yoktu, kaldı ki bu işi kıvırabileceğimi de hiç düşünmedim. Meselenin bana göre özüne, tek tek her insan için üzerine düşünülebilir, anlaşılabilir, dönüştürülebilir olan özüne odaklanmam gerektiğine karar verdim ve dikkatimi buna verdim: Geleceksizlik nedir diye sordum, evsizlik nedir, uyandırdığı korkuyu başka bir duyguya dönüştürmek mümkün mü? Sorunun hakkını verebilmek için de hikâyeyi sarmalayan siyasi atmosferi olabildiğince soyutladım. Türkiye gündemini insanlara saldığı birkaç duyguya indirgedim. Hiçbir yer çağrışımlarını güçlendirdim. İstasyon’daki evi gelip geçen herkesi misafire dönüştüren bir geçicilik mekânı olarak tasarladım. Geleceğe dair her şeyin askıya alındığı, belirsizliklerle dolu bir dünya kurdum. Deniz’i güncel siyasete hemen hemen tamamen kayıtsız bir karakter haline getirdim. Boğucu ve öngörülemez siyasi havayı hikâyenin art alanına attım. Böylece herhangi bir sosyolojik sonuca varmak kaygısı duymadan, tüm dikkatimi kitabımın ve kahramanım Deniz’in ruh haline, oradaki dönüşümlere verebildim.

Ada ve Güneyada başka kurgusal adaları da getiriyor akla. Huxley’nin Ada’sı, More’un Ütopya’sı, Golding’in Sineklerin Tanrısı… Anakaradan kopmuş olmak daha iyi, daha güzel bir toplumsal tahayyüle ya da hapishane yalıtılmışlığına, sıkışmışlık hissine de kapı açabiliyor. Bir deney-gözlem mekânına kolayca dönüşebiliyor ada. Deniz’in ve hikâyenin yapılandırılmasında ada fikrinin nasıl etkileri oldu? Çünkü Deniz biraz da onun sayesinde gözlemeye, gözetmeye mecbur kalıyor gibi. Onun umursamaz, ilgilenmez, görmez haliyle uğraşıyor sanki ada, ne dersin?

Edebiyatta ada pek çok anlama gelebiliyor, öyle çok çağrışımı ve öyle güçlü bir kanonu var ki, insan korkuyor biraz ada hikâyesi yazmaktan.  Ada anlatılarına oldum olası ilgi duydum ve hep temkinli yaklaştım onlara. Çünkü ada, insan doğası üzerine alabildiğine ahkâm kesebileceğiniz süper steril bir alan olarak çok fazla kullanılmış, özcü çağrışımlara çok açık. Bu yüzden adanın Deniz üzerinde hem abluka hem gönüllü inziva etkisi yaratması benim için elzemdi. Adanın anakaraya, yani başkente çok yakın olması gerektiğine böyle karar verdim. Çünkü ada hayatının dayattığı mahrumiyetlerin rahatça aşılabilir mahrumiyetler olmasını istiyordum.  Sınırlar hem çok belirgin olmalıydı hem de onları aşmak çok kolay olmalıydı. Böylece adayı sosyal laboratuvar işlevi gören kapalı bir mikrokozmos olmaktan uzaklaştırdım, herhangi bir yerleşim yerine dönüştürdüm, ada olmasından kaynaklanan coğrafi sınırlarını hikâyemi saran canlı ve güçlü bir çerçeve haline getirdim, adanın kapsayıcılığını sonuna dek kullandım. Adaların anakaradan kopuk olması, adalıların kendi aralarında bazen gereğinden fazla sık dokulu bağlar kurmasına neden olabiliyor. Bir adada yaşıyorsanız adanın sadece içinde değil, etrafında da ne olduğundan, mesela rüzgârın hangi yönden estiğinden, geçip giden balık ve kuş sürülerinden bile bir şekilde haberdar oluyorsunuz. Deniz adaya geldikten bir süre sonra bir sürü insanın bakışını üstünde hissetti; çok ilginç biri olduğu için değildi bu, olaylar küçücük bir adada geçtiği içindi. Bu bakışlar, zamanla, onun etrafına pelerin gibi sardığı umursamazlığını, dokunulmazlığını delip geçti. Böylece dışarıdan nasıl göründüğünü aslında hiç bilmediğini anlamak zorunda kaldı. Bu da hikâyenin önemli dönüm noktalarından biriydi.

Andrew Wyeth, Master Bedroom (1965)

İzlenimci bir metin diyebilir miyiz İstasyon’a? Deniz’i anlamak ya da Deniz’in anlamasını sağlamak için mecburi rota mıydı izlenimcilik? Aran nasıl bu akımla?

İstasyon’u yazarken değil, ama yazdıktan kısa süre sonra izlenimcilik üzerine düşünmeye ve yazmaya başladım. O sıralarda okuduğum bir-iki metnin de etkisi oldu bunda herhalde, ama bence bir yandan da İstasyon’daki resimselliği başka bir ışık altında yeniden anlamaya çalışıyordum. İstasyon’a tam anlamıyla izlenimci bir metin diyemem, ama izlenimcileri hatırlatan yanları var.

Bana göre, izlenimci bir metnin odağında “gölgelere gömülmüş, titrek ışıklarla dolu, her şeyin iç içe geçtiği bir dünyada görmek nedir?” sorusu olmalı. Bu da beni ister istemez “Bilmek nedir? İnsan neyi bilebilir? Doğru bilgi var mıdır?” gibi felsefi sorulara gönderiyor hemen. Mesela Conrad’ın Karanlığın Yüreği tam anlamıyla izlenimci bir metin. Hikâye dünyası da metnin dili de gölgelere bürünmüş, karanlığın yüreğinde hakikatle dehşet veren bir saklambaç –belki de körebe– başlamış.

İstasyon’un da odaklarından biri “görmek”, ama soruları geleneksel anlamda izlenimci sorular değil, çünkü İstasyon’da görmeyi kuşkulu, çetrefil bir mesele haline getiren şey gölgelere bürünmüş, ne idüğü belirsiz dünya değil, o dünyaya bakan şahsın kendi ruhsallığından dünyaya yansıyanlar. Deniz bir manzaraya baktığında o manzara da dönüp Deniz’e bakıyor, Deniz’in bakışı manzaranın canlı bir parçası haline geliyor ve manzarayı dönüştürüyor, onu Deniz’in ruhsallığının bir uzantısı haline getiriyor.

Çocukluğu bir hayret duygusuyla ilişkilendirdiğimi fark ettim. Ama illa şaşırmayla, garipsemeyle canlanan bir hayret değil bu. Her şeyde bir başkalık görüyor, onu bir şeye benzetmeden, farklarını bir hiyerarşiye indirgemeden, hayretle bakıyor. Yaş ilerledikçe o görme biçimi başka bir şeye dönüşüyor.

Yani, mesele bir nesneyi görmeye ve bilmeye dair felsefi sorulardan uzaklaşıp sanki daha psişik bir ton kazanıyor, biz de manzaranın kendisi hakkında değil, ona bakan kişi hakkında bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz. Deniz’in kendisini anlaması ve dönüştürmesinde bu yansıtmaların çok önemli olduğunu düşündüm hep. Gördüklerini dile getirmek konusunda muazzam bir çalışkanlığı vardı, tabii çok güçlü bir dil haznesi de vardı, böylece içini dışarıya bir şekilde yansıtabildi, o çağrışım deryasında günlerce yüzdü ve bir noktada bunları duymazlıktan, görmezlikten gelemedi.

Kendimden çok eminmişim gibi konuşuyorum, ama bir bakıma hiç değilim. Çünkü izlenimcilerin de aynen Deniz gibi yaptığı, kendi ruhsallıklarını ve değişken ruh hallerini resmettikleri manzaraya yansıttıkları söylenebilir. Aksini nasıl iddia edebiliriz ki zaten, neye dayanarak? İzlenimi yansıtmadan ayıran nedir? Gölgelere bürünmüş olan dışarısı mı içerisi mi? Fark eder mi? Peki, diyelim ki Deniz izlenimciydi, etrafıyla kurduğu ilişki tam olarak buydu, bu, İstasyon’u izlenimci bir metin yapar mı yine de?

İstasyon’u yazdıktan kısa süre sonra izlenimcilik üzerine düşünmeye ve yazmaya başladım, o sıralarda okuduğum bir-iki metnin de etkisi oldu bunda” dedin. Hangi metinler onlar?

Biri, Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam (Monokl, 2020) serisinin son cildi. Romanın ikinci kısmı büyük ölçüde deneme formundaydı, orada resim üzerine de çok hoş pasajlar vardı. Ama beni esas çarpan yazarın hikâye arasında ani ve zarif sapmalarla gerçekliğin resimsel temsilleri üzerine düşündüğü pasajlardı. İzlenimcilere ve onların estetik buluşlarına özel bir dikkati vardı.

Diğeri, Daniel Arasse’nin Yakın Bakış: Resim Okumaları (Metis, 2015, 2020) adlı kitabı. İzlenimcilerle ilgili bir metin yoktu bu kitapta. Ama resimlere daha yakından bakmak ve onları daha iyi anlamak için duyduğum iştahı epey kabarttı.

Kurmaca bir metinde, ani bir kırılmayla zamanda geri dönüş yapıp kahramanın çocukluğuna dair bir şeyler anlattığınızda, ister istemez dikkatler oraya çekiliyor, bazen de tüm soruların yanıtı oradaymış gibi oluyor –ki en korktuğum şey.

Sakince izleyerek akan metin devrimci bir arkadaşlık ilişkisini de kolaylaştırıyor. Deniz ve Arkadaş’ın arasındaki dostluk, insan merkezli bakıştan neredeyse tamamen sıyrılmış. Bir köpek ve bir insanın dostluğu demeye bile çekiniyoruz, çünkü dostluktan anladığımız da homosantrik halden azade değil.  Deniz şöyle diyor bir yerde: “O beni görüyordu, ben de onu görüyor muydum?” Arkadaş’tan bahsedelim mi biraz?

Biraz zorlanıyorum aslında Arkadaş’tan bahsetmekte, herhalde hikâyenin tek konuşmayanı o olduğu için. Konuşmayan, konuşulana da kayıtsız kalan bir varlık hakkında başka insanlarla konuşmanın suçluluğunu da duyuyorum. Tabii bir de hayvanla insan arasında hiçbir sözcüğe indirgenemez olan, sadece ima edilebilen “başkalık” var. Ki alıntıladığın o cümlenin iması buydu belki. Arkadaş için dünya bir başkalık, bir haslıktı (otantisite), Arkadaş her şeyi bir haslık olarak görüyordu, Deniz’i de tabii. Deniz içinse dünya kendi ruhsallığının uzantısıydı. Kendinden ayrıştırabildiği, dolayısıyla mesafe alıp bakabildiği ve görebildiği bir dünya yoktu etrafında –hiç değilse hikâyenin ilk kısmında. İşte Arkadaş’la o bakışma, Deniz’in dünyada yalnız olmadığını, orada başkalarıyla birlikte, onlardan etkilenerek ve onları etkileyerek yaşadığını ima ettiği için önemli, çünkü orada sadece Deniz bakmıyor, bir başkası da Deniz’e bakıyor ve Deniz bu bakışın farkında. Böylece ışık biraz da Deniz’in üzerine düşmüş oluyor. Deniz böylece bir başkasının huzurunda yalnız kalabilmeyi deneyimliyor. Bir başkasının huzurunda yalnız kalabilmek bir başkasıyla gerçek anlamda birlikte olmakla aynı şey değil mi? Hiç de azımsanacak bir şey değil, bunu nadiren deneyimleyebildiğimizi düşünüyorum. Arkadaş insan değil köpek olduğu için bu daha kolay gerçekleşiyor, ama etkisi de bir o kadar fazla, çünkü her şey çok net.

Bir de Elif var. Deniz’in ilişki kurmakta zorlandığı, Arkadaş’ın ise kolaylıkla kurabildiği, “istasyon ev”e sığınmış bir kız çocuğu. Arkadaş ve Elif’te başka bir dünyadan olma hali var. Yetişkinlerde olmayan, çocuklara ve hayvanlara has görme ve ilişki kurma biçimleri hakkında neler söylemek istersin?

Bu soru üzerine düşünürken, çocukluğu sürekli bir hayret duygusu ve açıklıkla ilişkilendirdiğimi fark ettim. Ama illa şaşırmayla, garipsemeyle canlanan bir hayret değil bu. Bildikleriyle bilmediklerini, daha önce gördükleriyle görmediklerini, kendine benzeyenle benzemeyeni kıyaslayarak varmıyor her zaman hayrete. Her şeyde bir başkalık görüyor, onu bir şeye benzetmeden, farklarını bir hiyerarşiye indirgemeden, hayretle bakıyor. Çocukluğun erken dönemleri, hatta bebeklik böyle belki. Yaş ilerledikçe o görme biçimi başka bir şeye dönüşüyor. Hayatları boyunca hayret duygusunu kaybetmeyen ya da epey çaba gösterip o duyguyu kendilerinde yeniden canlandıran insanlar da var.

Deniz’in annesinin hayaletinin, hatıralarının belirmesi Elif’in ortaya çıkmasından sonra oluyor. Okuyucu hemen Elif ve Deniz’in çocukluğu arasında bir şeyler dokumaya başlıyor. Ne dersin bu okumaya?

Evet, kurmaca bir metinde, ani bir kırılmayla zamanda geri dönüş yapıp kahramanın çocukluğuna dair bir şeyler anlattığınızda, ister istemez dikkatler oraya çekiliyor, bazen de tüm soruların yanıtı oradaymış gibi oluyor –ki en korktuğum şey. Elif ve Deniz’in çocukluğu arasında birtakım paralellikler kurmak mümkün tabii, ikisi de 11-12 yaşlarında, ikisi de yalnız ve etraflarında tamamen güvenebilecekleri bir dünya kuracak anneyi bekliyor. Ama kişilikleri, aile hikâyeleri, yalnızlıkla, güvenle ve anneleriyle kurdukları ilişki o kadar farklı ki. Zaten bana işin özü aralarındaki paralellik değil, farkmış gibi geliyor. Deniz’in ruhsallığını muazzam bir güçle hareketlendiren bir şey vardı Elif’te ve Deniz bu şeyi “yokluğundan” tanıyordu. 

Toplumun annelik normlarına uymayan bir anne karşımızdaki. “Beni azat edin” diyor ailesine. Bir annenin ağzından çıkınca ne güçlü ve sarsıcı olmuş bu cümle… Deniz kısacık, ama tertemiz anlatıyor onu bir yerde: “Yeterince iyi bir anne değildi, yeterince kötü de değildi, kaldı ki nasıl göründüğünden bir çocuk kadar habersizdi, ama mesele bu da değildi. Acı olan, ona iyi gelen şeyler arasında benim olmamamdı.” Annelik meselesi kitabın sessiz temalarından birine bağlanıyor zihnimizde, bakım ve gözetme etiği. Anne çocuğuna “yeterince iyi” bakamıyor mu sorusunu, kadınların birbirlerine nasıl da güzel baktıklarıyla aynı anda düşündürüyor kitap. “Ada’daki ve hikâyedeki herkes mi kadındı” diye hayretle sorduk kitabı bitirdiğimizde, ki neredeyse öyle. Aralarındaysa rahatsız etmeden, patronluk taslamadan, hatta fark ettirmeden süregiden bir bakım, gözetme, kollama var, değil mi? Bilinçle mi, yoksa sezgiyle mi çıktı bunlar kaleminden? Mesele böyle bir dişil durum olunca, ikisini birbirinden ayırmak mümkün mü?

Sezgiyle çıktılar, çıktıkları gibi de fark ettim onları –çünkü çok yavaş ve maalesef aşırılığa varan bir dikkatle yazan biriyim–, sonra o farkındalıklar sezgilerime yön vermeye başladı, böyle böyle, sayfa yüzeyine çekip çıkardığım hemen her şey aslında zaten çoktan bildiğim, ama ancak şimdi anımsayabildiğim şeyler gibi yeniden bilincimin bir parçası haline geldiler. Yazmak çok ilginç bir deneyim. Yazdıkça değişiyorsunuz ve yazınız da değişiyor, ama sonra dönüp dolaşıp yine sizi değiştiriyor. Yani sezgiyle bilinci birbirinden ayırmak herhalde pek mümkün değil.

Hikâyedeki hemen herkes kadın ve aralarında hiç de ideal olmayan, ama tam da bu yüzden bana çok iyileştirici gelen bir gözetme-denetleme ilişkisi var. Birbirleri için bir nevi “kurucu dışarısı” oluyorlar. Birbirlerini sırtlanarak değil, güçlendirerek kurtarıyorlar. Aralarında kendiliğinden gelişen dinamikleri müdahale etmeden seyredebilmeyi başardığımda, benzer bir ilişkinin benimle yazdığım metin arasında da kurulabileceğini hissettim ve duygudan tıkanacak gibi oldum. Bilmiyorum bu dediklerim bir anlama geliyor mu, biraz zorlanıyorum, daha uzatmayayım. 

Geleceğin belirsizliğini üstlenebildiğimizde, korku ve kötümserlik yerini kaygı ve umuda bırakmaya başlıyor. Durumun vahametini kabul etmeyen biri neden daha iyi bir gelecek umut etmeye başlasın ki? Şu da var: Tüm umutların suya düşmesi bile total umutsuzluktan yeğdir.

Deniz eski bir arkadaşının, Nihal’in çağrısıyla, açık tutulması gereken “istasyon ev”e göz kulak olmak için geliyor adaya. Sığınma evi, örgüt evi, komün evi gibi bir ev, ama “istasyon” demişsin. Burada da aklımıza ev ve kamusal alan kaynaşması düşüyor. Evin ev olmayan, kamusal, açık alanlardan birinin ismiyle anılması ferahlatıcı geliyor. Hangi saikle “istasyon ev” demeyi tercih ettin oraya? Ev mefhumu da irdelenebilir mefhumlar arasına girmiş olabilir mi sence İstasyon’da?

2017 yazında İstasyon’un ana hikâyesini kurgularken çok da üzerine düşünmeden “istasyon ev” dedim o eve.  Senin de söylediğin gibi, orası aynı zamanda bir sığınma evi, örgüt evi, komün evi. Ev sahibi dahil herkesin misafir olduğu, geçiciliğin çok hissedildiği ve eşyayla kurulan ilişki başta olmak üzere, tüm ilişkileri belirleyen bir yer. Hikâyemin evsizliği ve geleceksizlik duygusunu bir imkâna dönüştürmesini gerçekten de çok istiyordum. Evin yerine durak, yerleşmenin yerine duraklama, özel alan yerine ortak alan bu nedenle geçti. Yerleşik düzende güvenlik içinde yaşamanın kaybı, sınırlı bir süreliğine de olsa duraklamaktan başka yapacak hiçbir şeyi olmamak hemen hemen herkesi kırılganlaştırır ve duyarlı bir seyirciye dönüştürür. Dönüşümler de böyle kırılganlık anlarında başlıyor bence. 

Geleceğin belirsizliğini gerçek anlamda üstlenebildiğimizde, korku ve kötümserlik yerini kaygı ve umuda bırakmaya başlıyor. Çünkü geleceğin ne getireceği zaten her zaman belirsizdir ve bu bir bakıma iyi bir şey, sonuçta iyi şeyler de getirebilir. Durumun vahametini kabul etmeyen biri neden daha iyi bir gelecek umut etmeye başlasın ki? Şu da var: Tüm umutların suya düşmesi bile total umutsuzluktan yeğdir.

Yasın kurucu bir duygu olduğunu anlamam için Hah’ı yazmam gerekti. İstasyon’da da yas var. Kaybedilmiş ya da hiç sahip olunmamış bir duygu için yas. Sadece yası tutulduğunda canlanan, kendine başka bir yer, başka bir şekil bulan ve böylece geri gelen çok şey var.

Biraz Hah’tan da bahsedelim mi? İki kitabı birlikte düşünme ihtiyacı ikisinin de yaslandığı yas duygusundan kaynaklandı. Hah’taki belirginlik İstasyon’da yok belki ama, Deniz de bir tür yas yürüyüşünde dersek abartmış olur muyuz? Yas temel kurucu duygulardan biri midir senin için?

Hah yas üzerine değil, yasın içinden konuşan bir metin oldu. Yasla gerçek anlamda ilk sınanışımdı. Anlayamadığım çok şey vardı. Duygudan tıkanmış haldeydim, ruhsallığımı dönüştürmem gerekiyordu. Anlayamadığım şeyler bana baskı yapmaya başladığında ve ben bu baskıya direnemez hale geldiğimde hep yaptığım gibi yazmaya başladım. Böylece nispeten güvenli bir alanda, yazının biraz tanıdık, biraz tekinsiz sularında kendi ruhsallığıma derin dalışlar yapabildim. Böylece karanlık ve biçimsiz oldukları için beni korkutan duygularıma bir ad, bir imge, bir hikâye verdim. Onları dışarıdan görülebilir, üzerine düşünülebilir, başkalarına gösterilebilir hale getirdim. Yasın kurucu bir duygu olduğunu anlamam için Hah’ı yazmam gerekti. Çünkü ancak o zaman kişiliğimi şekillendiren en önemli şeylerden birinin kayba verdiğim tepkiler olduğunu idrak ettim. Her kayıp bir öncekiyle bağlantılıydı. Kaynağa inmek çok zordu ya da zaten bir kaynak yoktu. Kayıplar hayatımın anımsayamadığım dönemlerinde başlıyordu. Yine de geri dönüp bazı şeyleri yeniden, sil baştan inşa etmek, böylece kendini dönüştürmek imkânsız değildi. Yani kaybın geri dönüşsüzlüğünü aşmak için yine yas tutmak gerekiyordu. İstasyon’da da yas var. Kaybedilmiş ya da hiç sahip olunmamış bir duygu için, güven duygusu için yas. Sadece yası tutulduğunda canlanan, kendine nihayet başka bir yer, başka bir şekil bulan ve böylece geri gelen çok şey var. 

Hah’ta bir babanın ani ölümü sonrası yasta olan kız kardeşlere eşlik ediyor okuyucu. Aynı zamanda bir toplumsal yas boyutu da var. “Sene bindokuzyüzeylül”; tarih böyle veriliyor. “Haklıydık, haksız kıldı bizi, haklıydık, haksız kıldı bizi.” Bu cümle İstasyon’da Deniz’in, üniversitelerin boşaltılması sonrasını anlattığı başka bir cümleye gönderiyor bizi: “Yenik düşmüş bir haklılık içindeydik, beceriksiz bir iyilik.” Bu yenik düşmüşlük, haklılık-haksızlık meselesi neler düşündürüyor sana? Yasını tutabildik mi darbenin bizden aldıklarının?

Yasın tutulabilmesi için hiç değilse belli düzeyde bir onarıcı adaletin işlemiş olması gerekirdi. Bu olmadıkça iş iyice zor. Üstelik felâketler dur durak bilmedi. Madımak’la Suruç arasında geçen zaman gerçekten geçti mi?

Brecht’in “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” adlı bir yazısı var, bana kimi yerleri hâlâ güncelliğini koruyormuş gibi gelir. İyilerin iyi, haklıların haklı oldukları için değil, güçsüz oldukları için yenildiklerini söylüyor bu yazının bir yerinde. Bunu söylemenin de cesaret istediğini vurguluyor. Kabul etmesi zor, iyilik ve haklılığın etrafındaki yüceltmelerden vazgeçmeyi gerektiren bir yanı var. Ama güçlenebilmek için de güçsüzlüğü, beceriksizliği kabul etmek gerekiyor. Ayrıca iyilerin iyi oldukları için kovalandığını ve yenildiğini düşünmektense güçsüz ve beceriksiz oldukları için yenildiğini düşünmek daha umut verici.

Türk, sünni, heteroseksüel olmanın tüm nimetlerinden ve imtiyazlarından sorgusuz sualsiz yararlandığımı ancak otuzlarımda fark ettim. Kendi kendime fark etmedim tabii, birileri anlattı, kısmi de olsa bir aydınlanma –“sarsıntı” daha doğru– yaşadım. Kendimi toplumsal adaletsizliğe karşı çok duyarlı sanırdım, bu fikrim sarsıldı, birtakım idealizasyonlardan bu sayede kurtuldum.

“Ben de Cumhuriyet Gazetesi’nin üzerine doğdum. Sene bindokuzyüzeylül. Hemen her şey benden önce olmuş. Duydum. Kıçımda, üzerine doğduğum gazetenin kara koca puntolarının izi. Ağzımda, çiğnedikçe büyüyen bir ukde: Bir ihtimal daha varmış ve çok –hem de çok– çok güzelmiş. Onlar anlatmış, ben ellerimi dizlerime koyup oturmuşum. Kıçımdaki izlerden başlamışım üşümeye. Ağzımdaki ukdeye tane tane sütdişi dökmüşüm. Yastığımdan panzer geçmiş, ateşlenip öksürmüşüm. Ben ihtimallerin en güzelini dinleye dinleye olmuşum.” Hah’taki “DE” adlı öykü, darbe sonrası doğan çocukların hislerine tercüman satırlarla başlıyor. 1981 doğumlusun. Nasıl hatıraların var o yıllara dair? Sezgileri epey güçlü çocuklar olabilir mi o birkaç yıl içinde doğan çocuklar, ne dersin?

Anne ve babam kendilerini sosyalist olarak tanımlıyordu, onların siyasi duyarlıklarını ben de benimsedim, onların hayal ettiği gelecekleri ben de hayal ettim, o geleceklerin kaybı için ben de yas tuttum. 80’li yılları süpermarket, taverna müziği, buz pistli alışveriş merkezi, hamburger gibi birtakım nanelerin ülkeye fütursuzca giriş yaptığı, önü alınamaz bir yozlaşma dönemi olarak gördüm. Yaşım küçüktü, ama son derece ciddiydim. “Dök dök ye” sloganının tüylerimizi ürperttiğini, Berlin duvarının yıkılışını ailecek karmakarışık duygularla seyrettiğimizi, pazar sabahları Aşık İhsani ve Kızılordu dinlediğimizi hatırlıyorum. 90’lar çok daha karmaşıktı, tam bir felâket havası vardı, tek tek her olayı hâlâ çok canlı hatırlıyorum, ama İstanbul’da orta sınıf hayatımın içinde göremediğim, anlayamadığım şeyler de çoktu ve onlar hep bir şekilde karanlıkta kalıyordu. Zaten Türkiye’de Türk, sünni, heteroseksüel olmanın tüm nimetlerinden ve imtiyazlarından hayatım boyunca sorgusuz sualsiz, dünyanın en doğal şeyi buymuş gibi yararlandığımı ancak otuzlarımın ortasında fark ettim. Kendi kendime de fark etmedim tabii, birileri zahmet edip tane tane anlattı da ben de kısmi de olsa bir aydınlanma –“sarsıntı” desem daha doğru aslında– yaşadım. Kendimi toplumsal adaletsizliğe karşı oldum olası çok duyarlı biri sanırdım, bu fikrim sarsıldı, birtakım idealizasyonlardan bu sayede kurtuldum, ilkelerimi ve haklılıklarımı kaybettim, imtiyazlarımın çok önemli bir kısmının hâlâ hiç farkında olmadığımı, beklediğim aydınlanmayı belki de hiç yaşayamayacağımı kabul ettim, kırılganlığı ve güvencesizliği başka bir ışık altında görmeye başladım.

Lâfı çok uzattım, soruya geri döneyim: Darbe sonrasında doğan çocukların sezgileri güçlü mü, değil mi, emin değilim, bazılarınınki muhakkak güçlüdür. Toplumsal adaletsizlik söz konusu olduğunda duygulandığım, üzerine düşündüğüm, sezdiğim ve anlamak için çok çaba sarf ettiğim bir sürü şey vardı, hâlâ da var, bu da illa ki doğduğum yılların siyasi duyarlıklarıyla da ilgilidir. Ama her toplumdaki her imtiyazlı gibi ben de bazı şeyleri görmeme, bilmeme, öğrenmeme, onlar için duygulanmama imtiyazımı aktif bir şekilde kullanıyordum. Bu da sezgilerimin gücü konusunda beni şüpheye düşürüyor doğrusu.

Bir ihtilâl daha var” diyerek açılıyor Hah, “bir ihtimal daha var”a nazire. Örsan Öymen’in aynı adlı kitabını da hatırlatıyor bir yandan. İstasyon’daki Deniz’in yine boğucu günlerimizi anlatırken sarf ettiği sözlerle düşünebiliriz bunu; “Öyle ya da böyle, haklı bir öfke içindeydi herkes, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz söyleniyordu, dolayısıyla yeni bir pozisyon almamız gerekiyordu. Bense çok güçsüz olduğumuzu düşünüyordum.” Deniz’de ve birçok kişide olan ihtimallerin artık kaybolduğu inanışına, yenilgilerle gelen siyasi hayal gücü eksikliğine, hem yas tutabilme hem devam edebilme zorunluluğuna edebiyat ne kadar yol gösterici olabilir? Açık derslerinde, söyleşilerinde dert ettiğin sorulardan biri geliyor aklımıza burada, biz de sana soralım: Edebiyat neyi, nasıl dönüştürür?

Son yıllarda daha iyi bir dünya ve gelecek hayal etme, hiç değilse geçmişte hayal edilmiş gelecekleri tahayyül etme gücümüzü tamamen kaybetmediysek de, bu açıdan epey gerilediğimizi düşünüyorum. Geleceksizlik, evsizlik gibi kavramları dilime dolayarak yaklaşmaya çalıştığım mesele biraz da bu.  Edebiyat durumun vahametini tabii ki değiştiremez, ne de bizi sakinleştirecek güven duygusunu bize verebilir.  Ama durumu başka bağlamlarda, yer değiştirmiş olarak, yani mutlak değil, değişebilir bir olgu olarak görebilmemiz için kılavuzluk edebilir. Bize tahayyül gücümüzü, geleceğe müdahil olma gücümüzü hatırlatabilir.

Hah’a birçok yazar ve onlardan alıntılar eşlik ediyor parça aralarında. T. S. Eliot, Barthes, Leyla Erbil, Celan… İstasyon’da ise adları anılmasa da kendilerini hissettiren yazarlar var. Bu edebi külliyatı, 5 Harfliler’deki yazılarından birindeki sözünle birlikte düşünmek gerekiyor galiba: “Edebiyata özgü olan hakikatin sesi…” Nasıl bir ses bu, biraz tarif edebilir misin? Aynı yazı dizisinde “insandan insana geçen ruh durumu” diyorsun edebiyat için.

Hah’ı yazarken yıllar yılı okuduğum metinler, dinlediğim şarkılar sayfa yüzeyine öylece sökün edip duruyordu. Neleri anımsadığıma şaşıp kalıyordum. Dile getirmesi güç duyguları başka metinlerden el alarak ve onlarla birlikte söylemek gibiydi. İhtiyaç duyduğum malzeme sürekli karşıma çıkıyordu. Çok coşkulu, biraz da korkutucuydu. Çünkü denetim bende değildi ve tam olarak neyin içinde olduğumu o kadar da anlayamıyordum. Şimdi meseleyi biraz daha iyi anlıyormuşum gibi geliyor, hiç değilse Proust’un “istemsiz bellek”le neyi kastettiğini daha iyi anladığım kesin. Ama yıllar sonra bu dediklerime bakıp yine gözlerimi bir tarafa devirebilirim tabii.  

Yazının malzemesi bellekte her nasılsa korunmuş, ama neredeyse cansız bir malzeme. Ona hayat üfleyen ve onu unutulmuşluğun içinden çekip çıkaran, ona bir bağlam veren şey ise yazı. Bu yüzden yazarken açığa çıkan hemen hemen her şey bir “yeniden doğum” gibi. Çünkü unutulmuş, dolayısıyla var olmadığını varsaydığımız şeyler arasından çıkıp geliyor. Sadece yazarken değil, okurkenki deneyimimiz de buna yakın: Karşılaştığımız bütün yeni ruh hallerinin eski ruh halleri olduğunu anımsayıp ruhsallığımıza o ruh hallerini ekliyoruz. O ruh halleriyle tanışmıyoruz. Onları tanıyoruz. Bu geri dönüş beni büyülüyor. Bu geri dönüş her gerçekleştiğinde kendimi çok canlı hissediyorum. 

Hah’ı yazarken yıllar yılı okuduğum metinler, dinlediğim şarkılar sökün edip duruyordu. Neleri anımsadığıma şaşıp kalıyordum. Şimdi meseleyi daha iyi anlıyormuşum gibi geliyor, hiç değilse Proust’un “istemsiz bellek”le neyi kastettiğini daha iyi anladığım kesin. Bellekteki cansız malzemeye hayat üfleyen şey yazı. Yazarken açığa çıkan hemen her şey bir “yeniden doğum” gibi.

André Green’in Dominique Edde ile edebiyat üzerine söyleşilerinden oluşan çok sevdiğim, düzenli olarak okuduğum bir kitap var: Yazı ve Ölüm (Metis, 2020). Bu kitapta okuduklarımı bazen sanki onları ben yazmışım gibi çarpıcı bir kesinlikle anlıyorum. Bazen de tek bir cümlesini olsun anlayamıyorum.

“Yazı ve Ruhsal Yaşam” başlıklı ilk söyleşide, alelade bir şey söyler bir edayla şöyle diyor Green: “Bence ruhsallık edebiyatı içine alır, tersi değil.” Yani, edebiyatın nesnesinin ruhsal gerçeklik olduğunu, uğraşının da o ruhsal gerçeklikten dışarıya bir şeyler iletmek olduğunu söylüyor. İşte, bunu da bazen anlıyorum, ama bazen hiç anlamıyorum. İstasyon’u yazarken anlıyordum. Sonra bir ara yine tamamen kavrayışım dışına çıktı. Şimdi yine şekil değiştirerek geri dönüyor.

Hah’ta çok çarpıcı, karnaval gibi bir sahne vardı. Bir 1 Mayıs yürüyüşünü bir çocuğun gözünden görüyorduk. Slogan atan ağızlardan ölüler çıkıyor, sloganlara katılıyor, birbirlerine laf atıyor, ölülüğe alışıp alışmadıklarını soruyorlardı… Hah’ın sonundan altını çizdiğimiz satırları, İstasyon’un sonundaki satırlarla birlikte sormak istedik. Önce Hah:

“Çünkü sanıyorum bir daha asla ölmem ben / Çünkü sanmıyorum kupkuru daldan azgın çiçek fışkırtan zalimin gücü bana yetsin / Çünkü sanıyorum biz pek civoldomazız / Çünkü biz bir civoldodik mi / Biz pis civoldoroz / Ve yapışırız dile dolaşırız bir dünya lekesi olaraktan okunaksız /  Sencileyin bir avuç toz, bencileyin bir avuç kül ama yapışırız  / Ağzını aç  ve dilini öyle bir çıkar ki az biraz ben de yapışayim ki gövereyim / Hadi yapışayim çünkü sanmıyorum beni nisan gövertsin / Nisan beni gövertmez şimdi ister misin bir ihtimal daha / Bir ihtilal umayim mı guquk / Ki o kapı hep açık kalsın / O ağzın.”

Ve İstasyon’un son cümlesi: “biz de Arkadaş’la oturduğumuz yerden kalktık, birlikte, yan yana, uzundur seyrettiğimiz o resmin içine girdik.” İki kitap da sonunda “içine girsek iyi olur” dedirten bir manzara çiziyor bize. Deniz’in annesinin sözünü de kulağa küpe yapmak gerekiyor galiba önce: “Yani dalgınlık edemezsin güzelim.” Önümüzdeki günler nasıl bir manzaraya gebe, neler düşündürüyor sana?

Evet, bir başlangıç, bir yer değiştirme imasıyla bitiyor iki kitap da. Canlılığın devamı için bir dilek. Önümüzdeki günler hayal gücüne ve çalışkanlığa, sebat ve barışıklığa bol bol yer açmamız gereken günler olacakmış gibime geliyor. Ama ara ara dalgınlık etmekte çok da bir sakınca olmaz herhalde, yeter ki anlamla düzenli bir temasımız olsun.

Bu söyleşinin kısa versiyonu 1+1 Express’in 177. sayısında (Eylül-Kasım 2021) yayınlanmıştır.

^