SELAHATTİN DEMİRTAŞ SORUYOR, İKTİSATÇILAR CEVAPLIYOR –II. BÖLÜM

Söyleşi: Selahattin Demirtaş
5 Şubat 2023
Jean-François Le Minh, "Bir Kesinlik Ânında Süpernova", 2021
SATIRBAŞLARI

Her ekonomik krizde yoksullar daha da yoksullaşırken zenginler daha da zenginleşiyor. İçinde olduğumuz krizde de ekonomi göstergelerinde büyüme olmasına rağmen mutfaklarda yangın var. Emeğiyle geçinenler verilerde gösterilen büyümeden ne kadar pay alıyor? Günümüzdeki krizi nasıl tanımlarsınız? Bu krizden çıkış için muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?

Alp Altınörs: Öncelikle, ekonomide “büyüme” verilerinin de tıpkı enflasyon verileri gibi yanlış hesaplandığı gerçeğini belirtmekte yarar var. TÜİK’in enflasyon hesabı, ENAG’ın hesabının yarısından bile azdır. Öyleyse, gerçek büyüme rakamlarına ulaşmak için, TÜİK’in büyüme rakamlarını en az yarısına bölmek gerekmektedir. Bu yapıldığında, 2022’de ekonominin resmen yüzde 3 civarında, gerçekte ise (enflasyon lâyıkıyla indirildiğinde) yüzde 1-1,5 dolaylarında büyüdüğü görülecektir. 2022 sonu ve 2023 başlarında ise Türkiye ekonomisinin, tüm o faiz zorlamalarına rağmen, durgunluğa girmenin eşiğinde olduğu söylenebilir.

Selahattin Demirtaş

2020-22 arasındaki iki yılda, AKP’nin sözde “yeni modeli” altında, sermayenin milli gelirden aldığı pay yüzde 43’ten yüzde 65’e çıkarken emeğin aldığı pay ise yüzde 38’den yüzde 25’e düşmüştür. Bu tam anlamıyla bir bölüşüm şokudur. Cumhuriyet tarihinde bir eşi yoktur. Buna benzer bir bölüşüm şokunu 12 Eylül askeri darbesi yapmıştır, ama 12 Eylül bile bu şoku yedi yıla yaymıştır. Dolayısıyla, bu “büyüme” emekçilerin limon gibi sıkılmasıyla elde edilmiştir. Yeni üretim kapasitelerinin yaratılmasından ziyade, mevcut işgücünün çok daha yoğun çalıştırılmasıyla, yine enflasyon yoluyla yoksuldan zengine servet transferiyle sağlanmıştır. Büyüyen sadece şirket kasaları olmuştur.

Günümüzdeki krizin birçok boyutu var. Bir yanıyla bu, kapitalizmin 2008’den beri aşılmayan küresel krizinin Türkiye’ye yansımasıdır, ama diğer yönüyle de bu kriz “yerli ve milli”dir, AKP iktidarının kendi yandaşı olan çok dar bir zümreyi kayıran politikalarının ürünüdür. Kapitalizmin uluslararası krizinin Türkiye ekonomisine en somut yansıması, 2013’ten bu yana giderek ağırlaşarak süren, ancak son iki yılda tavan yapan kronik döviz kıtlığıdır.

Bu uzun süreli mali kriz TL’nin değer kayıplarında, dolar/avro kurunun yükselişinde, dış ticaret açığının ve cari açığının kontrolden çıkmasından kendisini göstermekte. Ancak, Erdoğan yönetimi bu krizi çözecek ya da en azından hafifletecek adımlar atmak yerine, tam tersine, yangına benzin dökmekte, TL’nin savunma kalkanlarını indirmekte, bunu da sözüm ona “cari açığı kapatmak üzere ihracatı teşvik edecek” bir para politikası olarak takdim etmekte.

Erdoğan’ın izlediği politikayı Osmanlı sultanlarının sikkelerdeki gümüşü azaltarak yaptıkları tağşişlere benzetebiliriz. Osmanlı tarihinde en büyük tağşişi II. Mahmut yapmıştır. 1828-1832 tağşişleri ile kuruşun gümüş içeriği yüzde 79 düşürülmüş, böylece devlet hazinesine yıllık 250-300 milyon kuruş gelir eklenmiştir. II. Mahmut’un dört yılda yaptığı yüzde 79’luk tağşişi Erdoğan bir yılda yapmıştır. –Alp Altınörs

Ancak, neticede 2022’de dış ticaret açığı 110 milyar dolara fırladığı, cari açık 60 milyar dolara yaklaştığı ve “bedava faiz” hiper-enflasyona yol açtığı halde, Erdoğan yönetimi bu politikalarından vazgeçmemektedir. Zira “bedava faiz” politikası Erdoğan’ın yakın müttefiki olan müteahhitleri ve ittifak kurmak istediği finans baronlarını zengin etmenin yanısıra, piyasada suni bir canlılığı korumanın ve hazineyi doldurmanın bir yolu, bir “seçim ekonomisi” aracıdır.

Erdoğan’ın Eylül 2022’den bu yana izlediği politikayı Osmanlı sultanlarının sikkelerin içindeki gümüşün ağırlığını azaltarak yaptıkları tağşişlere benzetebiliriz. Her tağşiş devlet hazinesini doldurur, ama yeniçeri ve esnafı da isyan ettirirdi. Osmanlı tarihindeki en büyük tağşişi Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran II. Mahmut yapmıştır. 1828-1832 tağşişleri ile, dört yıllık bir süreçte Osmanlı kuruşunun gümüş içeriği yüzde 79 oranında düşürülmüş, böylece devlet hazinesine yıllık ortalama 250-300 milyon kuruş gelir eklenmiştir. Karşılaştırma yapacak olursak, II. Mahmut’un dört yılda yaptığı yüzde 79’luk tağşişi Erdoğan bir yılda yapmıştır.

Güldem Atabay: Küresel ekonomideki büyümenin yarattığı değeri eşit veya dengeli paylaşım, günümüz dünyasının siyasi sonuçları da olan temel, büyük ekonomik problemi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından gelen dönemde finansal küreselleşmenin üretimin küreselleşmesinden hızlı gitmesi, teknoloji devriminin yarattığı değişiklikler ve tabii nüfus dinamikleri paylaşım sorunlarının artmasının, orta gelir sınıfının yerinde saymasının, yoksulluğun katılaşmasının açıklayıcıları. Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri de bu çerçevede okumak gerek.

2001 krizinin ardından uygulanan istikrar programı, dünya ekonomisindeki değişime ayak uydurmak, Türkiye ekonomisini küresel sistemin güven veren bir parçası haline getirmek üzere kurgulanmıştı. AB üyeliği süreci, ekonominin omurgasını oluşturan bankacılık sektörü ve kamudaki yeniden yapılanma birleşince, sağlanan istikrar müthiş bir yabancı sermaye akışına neden oldu. Fırtınalı onyıllar ardından gelen dinginlik Türkiye ekonomisinde değişmesi gereken derin yapısal ve siyasal problemlere çözüm üretmek, yarınlara hazırlık yapmak için bir fırsat penceresi oluşturdu.

Güldem Atabay

AKP iktidarı özellikle 2008-2013 arasında ekonomide hissedilen geçici rahatlama alanını çok katmanlı problemli yapıyı değiştirmek için fırsat olarak görmek yerine, bu önemli dönemi gücünü konsolide etme çabasıyla harcadı. 2013’te küresel ekonomide zorlaşan arka plan ve Gezi Direnişi ile başlayan süreç AKP’nin ekonomide elde edilmiş görünen refahı varoluş endişeleriyle kendisini besleyen saadet zincirini kurmak üzere artan oranda kullanmaya başlamasıyla sonuçlandı. Ekonomi politikaları bilimden uzak deneysel yollara dönüşürken, siyasal alanda artan müdahaleler ekonomide yaratılan katma değerin paylaşım sorunlarını derinleştirdi. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte kamu kurumlarının başta hukuk, eğitim, ekonomi ve sağlık alanlarında çökertilmesi, keyfi ve ortak akıldan uzak alınan kararlar gelir adaletsizliğini körükleyici, AKP’yi destekçisi sermayeye yönelik servet transferine öncelik vermeye yöneltti. 

2018’den bu yana, artan oranda uygulanan yandaş öncelikli, çoğulculuktan uzak ekonomi politika tercihleri izledik. Sonucunda oluşan ödemeler dengesi krizleri ve buna bağlı yaşanan kur atakları, bu atakların finansal sistemde, üretim yapısında yol açtığı dengesizlikleri ve paylaşım sorununu derinleştirdi. Pandemi dönemi neredeyse tüm dünya ekonomilerinin dezavantajlı kesimleri desteklemesine yol açarken, AKP yönetimi orta ve düşük gelirli kesimlerin üzerine yüklenerek, borçlandırıp tüketmeye iten büyüme modelini tercih etti. Kamu kaynakları bu model eşliğinde yandaş ekonomi bileşenlerine aktarıldı.

2021 ise “Yeni Ekonomi Modeli” denen İslâmi esintili ekonomi uygulamalarının cumhurbaşkanlığı sisteminin verdiği kontrol edilmesi imkânsız anayasal güçler eşliğinde devreye sokulmasıyla Türkiye ekonomisindeki tüm dengelerin bozulduğu süreci başlattı. “Yeni Ekonomi Modeli” vaat ettiği hiçbir ekonomik hedefe ulaşamazken, yarattığı yüksek ve kalıcı enflasyon nedeniyle artan yoksulluk, yanında genişleyen kitleler için açlık ve yoksunluğu da Türkiye’yle tanıştırdı. Gelir dağılımındaki bozulma, varoluşunu AKP’ye yakın tanımlayanların servetlerinin arttığı, orta gelirli kesimin fakirleştiği, fakirlerin açlık sınırına gerilediği süreç yerleşik düzen haline dönüştü.

Bu ekonomik ve sosyal krizden çıkışın yolu kuşkusuz Türkiye’ye özel geliştirilen keyfi cumhurbaşkanlığı sisteminden demokrasiye doğru yeniden yönelmeyle başlıyor. Demokrasinin gereği kurumların, Türkiye’nin ilk yüz yılına damga vuran siyasal sorunları da çözmeyi hedefleyen şekilde çoksesliliğe, ifade özgürlüğüne ve hak temelli paylaşım düzenine dönüşü ekonomide toparlanmanın olmazsa olmaz şartlarının başında.

Bu ekonomik ve sosyal krizden çıkışın yolu demokrasiye yeniden yönelmeyle başlıyor. Demokrasinin gereği kurumların, Türkiye’nin ilk yüz yılına damga vuran siyasal sorunları da çözmeyi hedefleyen şekilde çoksesliliğe, ifade özgürlüğüne ve hak temelli paylaşım düzenine dönüşü ekonomide toparlanmanın olmazsa olmaz şartlarının başında. –Güldem Atabay

Ekonomideki politik tercihler sonucu yaratılan paylaşım sorunu eşliğinde mevcut AKP düzeninden aşırı nemalanan paydaşlarının adil bir hukuk sistemine dayanan şekilde hesap vermesi, kamu hesaplarının paralel şekilde şeffaflaştırılması da demokratik bir ekonomik düzenin kalıcı kılınması açısından kritik önemde.  

Kamunun ekonomide alacağı dengeleyici, kurallarla düzenleyici, öngörülebilir ve gerektiği alanlarda müdahaleci rolünün kurgulanması mutfaklarımızdaki yangının ancak ilerlemesini durdurmaya başlayacak. Türkiye’de siyasi ve ekonomik karar alma süreçlerinin demokrasiye yeniden yönelmesinin yaratacağı küresel ilgi kuşkusuz önemli sermaye akışı yaratacak. Bu yolla açılacak “vaha” döneminde, kamunun sosyal devlet reflekslerini yeniden devreye sokması, harcamalarını özellikle son on yılda ezilen orta ve alt gelirliye nefes aldıracak şekilde yeniden önceliklendirmesi önemli.  

Orta ve uzun vadedeyse, ekonomide dengeli büyüme yaratacak, iklim krizini içselleştirerek çözüme uyum sağlayacak, teknoloji devrimini yakalayacak katma değerli üretim modeline doğru değişim de Türkiye ekonomisinde iktidar değişimiyle beklenen “vahanın” kalıcı hale dönüşmesi için şart. Eğitim sisteminin laik anlayışı temel alarak modernleşmesi, partiye bağlı politik araçsallaştırmalardan kurtarılması, kadın ve çocukların eşit fırsat ilkelerine dayalı kamu destekli eğitim sitemine, demokratik dönüşüme entegrasyonu olmazsa olmazlar arasında.

Ekonomik krizin kuşkusuz hem küresel hem bölgesel hem de yerel nedenleri olduğu biliniyor. Bunları nasıl açıklıyorsunuz? Tek adam rejiminin krizin Türkiye’de bu kadar derin yaşanmasındaki sorumluluğu nedir?

Alp Altınörs: 2008’de ABD’de patlak vererek küresel ekonomiye yayılan krizden günümüze dek kapitalizm varoluşsal bir bunalım yaşamakta. Bu bunalımın temel nedeni sanayi üretiminde kâr oranlarının dibe vurması, bundan ötürü sermayenin (borsalar, türev piyasaları gibi) üretken olmayan alanlara kaçması, doğanın yağması yoluyla değerlenmeye çalışması, askeri sanayi gibi asalak sektörlere yığılmasıdır. Kapitalizmin varoluşsal bunalımı sadece ekonomik değil, aynı zamanda ekolojiktir ve bütün canlıların ve gezegenin varlığını tehdit etmektedir. Bu bunalım aynı zamanda kapitalizmin büyük güçleri arasında bir hegemonya rekabetini üretmekte ve Ukrayna savaşı örneğinde gördüğümüz gibi, emperyalist paylaşım savaşlarına yol açmaktadır.

2008’den 2020’ye kadar süren ve pandemiyle dibe vuran Uzun Durgunluk, tam yerini ekonomik canlanmaya bırakacak gibi olduğunda, bu kez Rusya-Ukrayna savaşı, yarattığı ekonomik sonuçlarla, dünya ekonomisinde yeni bir durgunluğun kapısını açmıştır.

Alp Altınörs

1991’de “sosyalizm” iddialı SSCB’nin çöküşünün ardından kapitalist sistemin soldan sorgulanması zayıfladığı için, bu kriz Donald Trump, Jair Bolsonaro, Victor Orban, Tayyip Erdoğan, Rodrigo Duterte, Giorgia Meloni gibi sistemi aşırı sağdan sorgulayan ve muhayyel bir “statükoya” karşı sokağın sesi, milletin içinden gelen siyasetçi olma iddiasındaki liderleri iktidara getirmiş ya da güçlendirmiştir. Bu liderler ve onların partileri ise, tüm icraatlarıyla yine tepedeki yüzde 1’lik mutlu azınlığa hizmet ettikleri halde, “elit karşıtı” siyasi söylemleriyle kitleleri kandırmaya çalışmışlardır. Bu gruptaki liderler, ülkelerinin kurumsal yapılarını aşındırarak kendi güçlerini büyütmüş, çevrelerindeki dar, oligarşik zümreyi zenginleştirmiş, toplumları kutuplaştırmış, toplumların ezilen kesimlerine yönelik nefret dolu bir dili siyasetin merkezine taşımışlardır.

Tek adam rejiminin, ya da başkancı rejimin krizi misliyle ağırlaştıran bir rol oynamasının hangi mekanizmalarla gerçekleştiğini kısaca açıklamaya çalıştım. Ancak, ek olarak şu noktaları da belirtmek gerekir: Bugün Türkiye’de yaşanan krizin tohumları, tam da AKP’nin “altın yılları” olarak sunulmaya çalışılan 2002-2013 döneminde atılmıştır. Kamu varlıklarının yağmalanırcasına satılması, tarım üretiminin geniş çapta geriletilmesi, Türkiye’nin tarımda dışa bağımlı hale getirilmesi, taşeron çalışmanın yaygınlaştırılarak sendikaların etkisizleştirilmesi hep bu dönemin olgulardır. Örneğin, bugün yayıncılık sektörü kâğıt bulamıyorsa, başlıca sebebi SEKA’nın yok edilmesidir. Yine, özellikle 2010-12 yıllarında “ucuz dolar” dönemi yaşanırken, Çin, Hindistan gibi ülkeler bu imkânı stratejik sanayi tesisleri kurmak için değerlendirirken, AKP iktidarı tam tersine sanayi ürünleri ithalatını patlatarak sanayinin milli gelirdeki payını düşürmüştür. Bollaşan kaynaklar ise köprü-otoyol-lüks konut inşaatlarıyla betona gömülmüştür. Bütün bu unsurlar da bugün yaşadığımız krizin temel sebepleri arasındadır.

Şimdi, kapitalizmi sorgulama zamanıdır.

Yaşanan krizin tohumları, AKP’nin “altın yılları” olarak sunulmaya çalışılan 2002-2013 döneminde atılmıştır. Özellikle 2010-12’de “ucuz dolar” dönemi yaşanırken, Çin, Hindistan gibi ülkeler bu imkânı stratejik sanayi tesisleri kurmak için değerlendirirken, AKP iktidarı tam tersine sanayi ürünleri ithalatını patlatarak sanayinin milli gelirdeki payını düşürmüştür. –Alp Altınörs

Güldem Atabay: Önceki soruya vermeye çalıştığım uzun cevap eşliğinde bu sorunun cevabı çok net. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından başlayan küreselleşme neoliberal politikalara dayalı gelişti. Aşırı finansal küreselleşmenin vahşileşen doğası, 2008 Küresel Finansal Krizi’ne yol açması sürecinde ülkelerin kendi içlerinde, bölgeler arasında sektörler arası dengesizlikler, paylaşım sorunları yarattı. Küreselleşme açlıkla mücadelede önemli kazanımlar yarattı, ancak orta gelirli kesimlerin de son kırk yılda yerinde saymasına neden olurken orta gelire dahil olan nüfusun artmasıyla da sonuçlandı. Teknoloji devrimi sonucu oluşan dev şirketlerin sahipleri yanında küreselleşmeden nimetleri toplayan uluslararası üretim modelini benimseyen şirketler lehine servet gelişimi izlendi. Yüzde 1 hemen her ülkede yüzde 99’u baskıladı, ezdi.

Türkiye “tek adam rejimi” dönemi diye net şekilde tanımlanacak 2018-2022 arasında küresel finansallaşmanın yarattığı sorunlara kamu yoluyla denge sağlama politikalarını değil, ekonomi politikalarını Erdoğan rejiminin politik varlığını sürdürmesi üzerine inşa etmeye yöneldi. Otokratik düzen yerleştikçe küresel finansal sistem Türkiye’yi güven ve istikrar problemleri, keyfi, günübirlik politika tercihleri sonucu artan belirsizlikler nedeniyle dışlamaya başladı. Otokratik sistem bu sayede de kendisini besler hale dönüştü. AKP iktidarı ikinci döneminde, ekonomide verimi artırarak yapısal dönüşüm ve demokratikleşmeyi desteklemek yerine Erdoğan rejimini yerleştirmeye odaklandıkça, rejimin yarattığı krizler sıklaştı, etkileri derinleşti ve kalıcı hale dönüştü.

Ekonomik krizin Türkiye’nin hem ülke sathında hem de bölgede izlediği güvenlikçi-militarist politikalar ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Barış yerine savaş tercihinin ekonomiye ve topluma maliyetini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Alp Altınörs: Friedrich Engels “Başka bir halkı ezen hiçbir halk özgür olamaz” derken, buna öncelikle, ezilen halkı o konumda tutabilmek için yapılması zorunlu olan askeri harcamaları gerekçe gösteriyordu. Devasa ölçekteki askeri harcamaların yükü ezen halkı da köleleştirir. 2015’ten bu yana, Kürt halkı üzerindeki baskı politikalarının tırmandırılmasının bütçelerde “güvenlik” harcamalarının dört kattan fazla artışına yol açması bu sözün bir sağlamasıdır.

Diğer yandan, toplumun üretken kaynakları artan oranda savaş sanayiine harcanmaktadır. Savaş sanayii, kapitalist özel sektör eliyle yürütülerek, sıkılan her mermiden, patlayan her füzeden kâr eden yeni bir burjuvazi yaratılmıştır. Bu sermaye grubunun elinde aynı zamanda medya organları da bulunmaktadır. Tahmin edilebileceği gibi, bu medya organları militarizmin ve bölgesel yayılmacılığın en ateşli taraftarıdır. Militarist sermaye birikim modeli bir yandan pek çok kapitaliste garantili iş sözleşmeleri sağlayarak onları ihya ederken, diğer yandan bu kesimleri savaş yanlısı yapar. Zira, militarist sanayinin ürünlerinin en iyi “reklamını” savaşlar oluşturur. Son yıllarda AKP iktidarı altında sadece niceliksel değil, bilimsel-teknik açıdan da gelişen başlıca sektörün savaş sanayii olduğu saptanabilir. Sermayenin bu alanda aşırı birikimi, bölgesel maceracı/yayılmacı politikalara güç vermektedir. Ayrıca, “güvenlik kurumlarının” ve savaş sanayiinin kontratları, yandaş burjuvaziyi “piyasa rekabetinden” azade biçimde hızla geliştirmenin de başlıca manivelası olmuştur (öncesinde bu manivela, inşaat ihaleleriydi).

Ancak diğer yandan, AKP iktidarının savaş politikalarını bölge ülkelerine (özellikle Suriye ve Libya’ya) “ihraç ederek” buralardan sermayenin ilksel birikimini elde etmek, böylece Türkiye’yi emperyalist hiyerarşide birkaç basamak yukarıya taşımak politikaları büyük oranda iflas etmiş ve bu yayılmacı politikaların Türkiye halklarına maliyeti ağır olmuştur.

Şimdi, barışı tartışmanın zamanıdır.

“Temel yurttaşlık geliri” piyasa temelli bir yaklaşım. Buna karşılık, HDP’nin önerdiği gibi, elektrik, su, ısınma ve internetin “temel insan hakkı” sayılması ve her yurttaşa ücretsiz sunulması bize başka bir ufuk sunmaktadır. “Toplumsal ücret” olarak adlandırılan bu tür uygulamaların yurttaşların başka sosyo-ekonomik ihtiyaçlarına doğru genişletilmesi de mümkündür. –Alp Altınörs

Güldem Atabay: Türkiye’nin komşularıyla diplomasi normlarından uzaklaşarak Erdoğan’ın kısa vadeli çıkarları üzerinden kurduğu ilişkileri, Doğu Akdeniz enerji yarışında almak istediği haklı payı almaya çalışma şekli, Suriye iç savaşına müdahil olma biçimi yanında İslâmcı radikal yaklaşımlara ve uzantısı örgütlerin savaş politikalarına verdiği açık ve dolaylı destek, Suriyeli göçmen krizini yönetme yaklaşımı, ülke içinde Kürtlerin eşit haklara sahip olma çabasını PKK terör örgütü ve kuzey Suriye’de söz hakkı elde etme hevesleri nedeniyle güvenlikçi politikalara kurban etmesi… Hemen ilk akla gelen başlıklar.

Savaşın olduğu yerde ekonomik refahın artması mümkün değil.

Bugün Güneydoğu Anadolu’da devam eden hak temelli sorunlar eşliğinde ekonomik geri kalmışlık, bölgeler arası eşitsizlik, kamunun teşvik politikalarında ağırlıklı destek çabalarının sonuçsuzluğu barışın yaratacağı uzun vadeli refahın politik faydalarının AKP’ye yaramayacağı kavrayışından geçmekte.

Kürt seçmeni temsil eden parti ve birimlerin demokrasi vaatleriyle AKP’nin kullanışlı aracı haline dönüştüğü yıllara 7 Haziran seçimleri ile net bir çizgi çekilmiş olması da AKP’yi Cumhur İttifakı’na yönlendirerek bölgede MHP odaklı faşizan politikaların yeniden hâkim olmasıyla sonuçlandı. Erdoğan’ın AKP’nin her zaman omurgasını oluşturan siyasal İslâm anlayışından göreceli çoğulcu yapıyı arındırması ve kendi sesine yönelmesi bu sürecin etkilerini derinleştirdi. Suriye iç savaşına müdahil olma halinin mevcut şekliyle devamı, savaşın maliyetini tüm Türkiye’ye yük olarak artıracağı gibi, Güneydoğu’da başta genç ve kadın işsizliği gibi yaşamsal sorunların çözülmesinde en büyük engel olmaya devam edecek. Tarikatların gücünün yeniden yükselmesi de sorunları katmerleştirmekte.

Seçimle iktidar değişimi, Suriye politikasının değişimi, Kürtlerin temel vatandaşlık haklarının yeni ve ortak kurulacak demokratik düzende karşılanacağı zeminin yaratılması, savaş politikalarından karşılıklı uzaklaşmayla ancak ekonomik sorunların çözümü tartışılmaya alan bulacak. 

Kriz karşısında Erdoğan rejiminin uygulamaya koyduğu politikaların tutarlı bir bütünlüğü olduğunu düşünüyor musunuz? Bu politikaların sebeplerini, saiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve sonuç olarak hangi toplum kesimleri kazanıyor, hangi toplum kesimleri kaybediyor?

Alp Altınörs: Erdoğan rejiminin krizi çözmek ya da emekçi toplum kesimlerini krizden korumak gibi bir gündemi ya da önceliği yoktur. Bu yönetimin temel derdi kriz koşullarında eriyen tabanını yeniden toparlamaktır, zira kritik bir seçim yaklaşmakta. Ancak, diğer yandan Erdoğan’ın başlıca ekonomi mottosu olan “faiz sebep, enflasyon netice” anlayışının sosyal pratikte sınanmış ve yanlışlanmış olduğunun altı çizilmelidir. Tam tersine, Eylül 2020’de başlatılan zorlama faiz indirimleri hiper enflasyonla sonuçlanmıştır. Tek başına bu olgu bile, siyasal İslâmcıların modern kapitalist ekonomi karşısındaki iflasını sergilemekte.

Zorlama faiz indirimleriyle TL’nin bankalara değerinin altında verilmesi suyun başında (finans alanında) bir ağır arbitraj açığı oluşturmuş ve bu açık ekonominin tüm sathına yayılan binlerce irili ufaklı makro-ekonomik dengesizliğe yol açmıştır. Enflasyon ise tüm bu makro dengesizliklerin toplam sonucu olarak, TÜİK verilerine göre dahi, yüzde 19’dan yüzde 85’e fırlamıştır. 11 ayda yaşanan böyle bir enflasyon artışı, Türkiye tarihinde benzersizdir.

Son bir yılda Erdoğan iktidarının bütünlüklü ya da tutarlı bir politika izlemek bir yana, tam tersine, kendi eliyle tetiklediği sayısız dengesizliği dibe itmeye çalışıp krizin peşinden koştuğu söylenebilir. Kur Korumalı Mevduat (KKM) ucubesi, konut fiyatlarının rekor üstüne rekor kırması, otomobil almanın hayal haline gelmesi, borsanın sırf para politikası sebebiyle yaşadığı tuhaf yükseliş, bir dönem kitlelerin “umudu” haline gelen Bitcoin borsalarının çöküşleri, süt ineklerinin kitleler halinde kesime gönderilmesi, ekili tarım arazilerinin daralması, et-süt-tahıl-bakliyat fiyatlarının inanılmaz derecede artışı, bu bir yılın iz bırakan olayları arasındadır.

Döviz cinsinden serveti olanların oturduğu yerde zenginleştiği, TL ile ücret alan sabit gelirlilerin sürekli fakirleştiği bir dönemi yaşıyoruz. İşçi çocuklarının okula aç gittiği, elektrik ve doğalgaz faturalarının ödenmez hale geldiği, kiracıların aç gözlü ev sahiplerince kapının önüne konduğu, orta sınıfların bile ev-araba alamadığı bu ülke Erdoğan’ın politikalarının bir ürünüdür. Seçim arifesinde kitlelere verdiği (EYT vb.) tavizler bu tablonun esasını değiştirmeyecektir. Erdoğan’ın ekonomi politikalarından bankalar, ihracatçı sanayi şirketleri, müteahhitler, savaş sanayii tedarikçileri, borsa spekülatörleri, emlâk fonları büyük kazanç elde etmiş, buna karşılık işçiler, köylüler, meslek sahibi kesimler, esnaf ve küçük işletme sahipleri ise büyük zararlara uğramışlardır.

Şimdi, sosyal adaleti sağlamanın zamanıdır.

Kamu kaynaklarının açlık ve fakirlikten en ağır etkilenen kesimlere hak temelli dağıtımı, sendikalaşmanın teşviki, servet vergisinin uygulamaya geçmesi, AKP dönemi aşırı rant gelirinin kamu geliri haline dönüştürülmesi ve İşsizlik Fonu’nun işsizler lehine daha etkin kullanımı ilk akla gelen çözümler. –Güldem Atabay

Güldem Atabay: Kolay soru, Erdoğan rejiminin uygulamaya koyduğu politikaların tutarlı bir bütünlüğü olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Apar topar cumhurbaşkanlığı sistemine yasal altyapıda bütünlük sağlanmadan geçilmesi işin bir yanı. Diğer yanı da Türkiye’nin bir şirket gibi hızlı kararlar alarak yönetilebilmesi için bu rejim değişikliğine gidilmesi isteğinin beyanı. Nasıl sorunlu bir Türkiye yönetimi olacağı daha ilk günden berraktı.

Dış dünyadan gelen ekonomik krizlere verilen politika tepkileri kadar sistemin kendi içinde yarattığı ekonomik krizlerin yönetiminde bütüncül bir tutarlılık yakalamak mümkün değil. Liyakatle elde edilmiş bakanlıkların, devlet kurumlarının bilgi ve tecrübe birikimine dayanarak üreteceği ortak akla kapıları kapatan cumhurbaşkanlığı sisteminde, Erdoğan değil kim yönetici olsa, Türkiye’nin hak ettiği şekilde yönetilmesi mümkün değil.

Sorun cumhurbaşkanına verilen denetimsiz gücün pratiğe dönüştürülme alanının genişliğinde. Günübirlik kararların, bir kararın diğer başka bir karara bozucu etkisinin, bir amaca, hedefe yönelmeyen ekonomi politikalarının yarattığı olumsuz sonuçlara karşı hesap verme zorunluluğunun olmadığı bu sistemde başka türlü sonuç almak mümkün değil.

Gençlerin işsizliğini ve üniversite diplomalı işsizler ordusu olgusunu ve bunun toplumsal etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk elde ne tür çözümler üretilebilir? Yeni teknolojiler özellikle gençliğin istihdamının artırılmasında belirleyici bir rol oynayabilir mi?

Alp Altınörs: Genç ve eğitimli kitlelerin işsiz kalması küresel bir olgu. Kapitalizm bütün ülkelerde, yarattığı eğitimli-vasıflı emeği istihdam edememekte, bu emeğin önemli bir kısmını vasıfsız işgücüne dönüştürerek tahrip etmekte. Bu olgu her şeyden önce, kapitalizmin üretici güçlerin gelişimini baltalamasıyla ilgili. Dolayısıyla ancak toplum için üreten sosyalist bir ekonominin kuruluşuyla çözülebilir.

Ancak, diğer alanlarda olduğu gibi, bu alanda da AKP-MHP iktidarı bu küresel sorunu misliyle ağırlaştırmaktadır. İtiraz eden her gence “iltisaklı” damgasını yapıştırarak, tivit atanı tutuklayıp hayatta ilerlemesinin önüne engeller çıkartarak, kamuda işe alımlarda AKP’li veya MHP’li torpilliler hariç herkesi mülâkatla eleyerek genç kitlelerde büyük bir adaletsizlik duygusu yaratmaktalar. Bugünkü Türkiye, gençlerin yaratıcı potansiyelinin yarısını bile harekete geçirmeyen bir ülke konumunda. Çünkü siyasi otorite sahipleri bu yaratıcı potansiyelden korkuyor, onu bastırıyorlar. Gençlerin akın akın yurtdışına gidişi bunun doğrudan bir sonucu.

Ayrıca, diplomalı işsizliğin bir diğer nedeni, sırf o illerdeki esnafa, yerli ahaliye ek gelir getirsin diye her ile ve pek çok ilçeye açılan üniversitelerin niteliksiz eğitimidir. Kanımca üniversitelerin pek çoğunu yeniden gruplandırmak ve nitelikli eğitim yönünde örgütlemek gerekecektir.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması, siyasi otorite sahiplerinin eğitimli insanı hor gören (“Giderlerse gitsinler” vb.) söylemlerinin son bulması, sağlıkta şiddetin önlenmesi, kamuda işe alımlarda mülâkatın kaldırılması ve “iltisak” taramasına son verilmesi, üniversite rektörlerinin üniversite bileşenlerince seçilmesi, eğitim müfredatının dinselleştirilmesine son verilmesi, Anadolu ve Fen liselerinin sayılarının talep doğrultusunda artırılması gibi tedbirler eğitimli-genç işsizliğin Türkiye’ye özgü sebeplerini hafifletebilir.

Ayrıca, AKP iktidarının eğitim alanında yarattığı ağır yıkımın tamiri gibi özgün bir sorun mevcuttur. Bu sorunun çözümü için kamusal eğitimin yeni baştan inşa edilmesi gerekir.

Güldem Atabay: Bu sorunun cevabını kalkınma ekonomisi uzmanı, eğitim politikalarında dünya standartlarını izleyen, teknoloji devriminin dünü, bugünü ve hızla yaklaşan geleceğini öngörmede yetkin isimlere bırakmak doğru olur.

Benim vurgulamak istediğim, Türkiye genelinde de derin sorun olan bu durumun HDP’nin temsilinin yüksek olduğu Kürt gençleri arasında daha akut bir kriz halinde yaşandığı. HDP’den şimdiye kadar iletişim kurduğum ekonomi kurmaylarına sorularına “Kürt gençlerinin eğitim ve işsizlik sorunlarına çözüm için, bölgesel ekonomide kalkınma, gelişme için HDP olarak nasıl politikalar geliştirdiniz” sorularına tatmin edici cevaplar alamadığım. Ve bu sorunun çözüm önerileri açısından özellikle bölgesel ölçekte sürükleyici partinin HDP olmasının önemine inandığım.  

Krizin yükünü halkın omuzlarından almak için nasıl bir politika izlenmeli? Krizin yarattığı adaletsizliklere karşı gelir adaletini nasıl sağlayabiliriz? Gelir dağılımı adaletini düzeltici bir perspektifle, emeğin lehine bir enflasyonla mücadele programı mümkün değil mi? Son yıllarda çokça tartışılan “temel yurttaşlık geliri”ne nasıl bakıyorsunuz?

Alp Altınörs: Sondan başlayacak olursak, “temel yurttaşlık geliri” uygulamasını piyasa temelli bir yaklaşım olarak görüyorum. Bu uygulama kendi içinde yurttaşlara ödenecek miktarla ilgili yapısal bir çelişkiyi de barındırmaktadır: Bu meblağ ya büyüktür ve sürdürülemez; ya da küçüktür ve çare olmaz. Ayrıca, bu uygulama sosyal hakları genişleten bir rol oynamamaktadır.

Buna karşılık, örneğin HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde önerdiği gibi, elektrik, su, ısınma ve internetin “temel insan hakkı” sayılması ve temel tüketim ölçeğinde elektrik, su, doğalgaz ve internetin her yurttaşa ücretsiz olarak sunulması, bize başka bir ufuk sunmaktadır. Bu uygulama hem sosyal hakları genişletmekte, hem de yeni alanları sosyal hak kavramına dahil etmektedir.

“Temel gelir” yaklaşımında sadece belli bir nakit paranın piyasaya devlet eliyle enjekte edilmesi söz konusuyken, burada ise kimi temel ihtiyaçların piyasa dışına çıkarılması söz konusu. Literatürde “toplumsal ücret” olarak adlandırılan bu tür uygulamaların yurttaşların başka sosyo-ekonomik ihtiyaçlarına doğru genişletilmesi de mümkündür.

Örneğin, işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde toplu taşımanın ücretsiz olması, sadece emekçi hanelerin bütçelerine katkı değil, aynı zamanda trafiğe çıkan araç sayısının azaltılmasıyla karbon emisyonlarının da azaltılması, ülkenin benzin sarfiyatında tasarruf anlamına da gelecektir. Her mahalleye ücretsiz kreş, sağlık hizmetlerinin kamu eliyle ücretsiz verilmesi, eğitimin parasız hale getirilmesi, “toplumsal ücret”in kapsamını genişletecektir. “Toplumsal ücret” yaklaşımında, emekçinin ihtiyaçlarının giderek azalan bir kısmının nakit parayla, artan bir kısmının ise bedelsiz toplumsal hizmetlerle karşılanması esastır.

HDP’nin”Kamu destekli toplumsal sektör” önermesini anımsatmak isterim. Buna göre kamu yerel üretim kooperatiflerine girdi, üretim aracı ve satın alma imkânları sunarak onları üretmeye teşvik edecekti. 81 ile yayılacak böyle bir kooperatifleşmenin kadın istihdamını ne ölçüde teşvik edeceği, kimi belediyelerin bu alandaki verimli sonuçlarından görülebilir. –Alp Altınörs

İşsizler söz konusu olduğunda ise, öncelikle mevcut İşsizlik Fonu’nun amaç dışı kullanımının (hele de patronlar tarafından kullanımının!) yasaklanması ve bu fonun işsizlerce kullanımının önündeki engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Krizin yarattığı olağanüstü gelir adaletsizliğine değinmiştim. Bunu düzeltecek olan bizzat işçi sınıfının mücadelesidir. “OHAL yetkileriyle grevleri engelliyoruz” diyen zihniyeti aşarak işçilerin grev hakkını elde etmesi bunun için elzemdir. Benzer bir bölüşüm şokunu, 12 Eylül’ün ardından, işçi sınıfımız 1987 Netaş Grevi’yle başlayan ve 1989 baharıyla doruk noktasına varan bir grev dalgasıyla kısmen de olsa düzeltmişti. Demokratik bir siyaset “grev ertelemesi” (fiilen yasaklama) müessesini ortadan kaldırarak, hak grevini, dayanışma grevini ve genel grevi yasal hak haline getirerek işçilerin hakkı olanı almasının önünü açabilir.

Neoliberal zihniyet, enflasyonla mücadele denince, sosyal hakların gaspını gündeme getirir. Oysa pekâlâ, mevcut durumda, “pahalı devlet” olgusuyla mücadeleyle de enflasyon düşürülebilir. Ki “pahalı devlet” olgusu Türkiye’de, özellikle 2015 sonrası dönemde, militarizmin,  gözetleme aygıtlarındaki şişmenin, TİKA, Diyanet, MİT gibi kurumların dış ülkelerdeki harcamalarındaki artışın, yandaş “vakıflara” bedelsiz sunulan devlet olanaklarının, yandaş sermayeye yapılan hazine garantili ödemelerin, Suriye, Libya gibi ülkelerdeki askeri maceraların, örtülü ödenek ve saray harcamalarının vb. bir sonucuydu.

Güldem Atabay: Küresel finansal kriz, 2008’den bu yana, neoliberalizmin perçinleyicisi kurumlarda dahi gelir adaletsizliğini, yapay zekânın istihdam tarafında oluşturacağı potansiyel yükleri, tüm bu dengesizliklerin liberal demokratik düzende yaratmakta olduğu ve yaratacağı darbeleri aşmak için “temel yurttaşlık geliri” konusunda çalışmaları tetiklemekte. Neoliberal politikalardan daha kamucu, gelir adaletsizliğine çare olacak politikalara nasıl dönüleceği, iklim krizinin olası katalizör rolü dünya ekonomisinin gelecek on yıldaki ana tartışma konusu.

Türkiye’de iktidar değişimi bu tartışmaları, değişen zemini özellikle pandemi ardından küresel ölçekte derinleşen paylaşım sorununun yarattığı farkındalığı, Türkiye için gelir adaletini sağlarken dış dünyadan destek almak konusunda faydalı hale getirebilir. Enflasyonla mücadele kuşkusuz muhalefetin iktidara gelmesi halinde öncelik vereceği politika olmalı ve olacak. Enflasyonla mücadelenin de kaçınılmaz sosyal yükü, ekonomide kısa vadeli yavaşlama ve artan işsizlik üzerinden gelmekte. Şans, bu konuda AKP döneminde yaşanan derin bozulmanın artık maliyeti emekçi kesimlere yükleyeceği bir alan bırakmamış olması. Muhalefet partilerinin tümünün de bu gerçeğin farkında olması.

Kamu kaynaklarının açlık ve fakirlikten en ağır etkilenen kesimlere hak temelli dağıtımı, sendikal hakların Avrupa modelleri ölçeğinde yeniden tesisi, sendikalaşmanın teşviki, servet vergisinin modern tanımlarıyla uygulamaya geçmesi, AKP dönemi aşırı rant gelirinin kamu geliri haline dönüştürülmesi ve enflasyonla ciddi mücadelede sürecinde İşsizlik Fonu’nun işsizler lehine daha etkin kullanımı hemen ilk akla gelen çözümler. Yolsuzlukla mücadele için caydırıcı önlemler ve geçmişle hukuk sınırları içinde hesaplaşma da bu işin önemli parçası.

Halkı krizin etkisine karşı korumak için günümüzde iklim krizini de gündemine almış bir sosyal güvenlik sistemi gerektiğini düşünüyorum. Bunu gerçekleştirmek için uygulanabilir model önerileriniz var mı? Bu konuda muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?

Alp Altınörs: İklim krizinin temel sebebi, sermayenin sürekli genişleme ve kâr hırsı içinde doğayı tahrip etmesidir. Sermayenin doğa üzerindeki tahripkâr etkileri “yenilenebilir” enerjilerde de söz konusu. Örneğin, tarım arazilerini yutan ve sürekli genişleyen güneş paneli “tarlaları” yerine, neden Türkiye’nin güneşli bölgelerinde, her apartmanın çatısına takılacak güneş panelleriyle kendi elektriğini üretmesini tartışmıyoruz? Hiç kuşkusuz emekçi bütçelerine güçlü bir katkı olurdu! Ama her apartman kendi tüketimlik elektriğini üretirse, özel elektrik dağıtım şirketleri kimden para alacak? AKP’nin döviz bazında hazine garantisi verdiği (YEKDEM) yandaş enerji şirketleri ne olacak?

AKP’nin parçalara bölüp yandaşlarına sattığı elektrik dağıtım şirketlerinin yeniden kamulaştırılması, yenilenebilir enerji için yandaş şirketlere değil, doğrudan halka destek verilmesi, bu kapsamda kamu desteğiyle, güneş açısından elverişli bölgelerde (ki Türkiye’nin yarısı eder) her apartmanı güneş panelleriyle donatarak hanelerin kendi elektriğini üretir hale getirilmesi, herhalde bahsettiğimiz “iklim krizine duyarlı sosyal güvence”nin somut bir örneğini oluştururdu. Bu, Türkiye’nin elektrik üretmekte kullandığı ana hammadde olan doğalgaz kullanımında da ciddi bir tasarruf sağlayarak karbon emisyonunu da azaltırdı.

“Hak verilmez, alınır” temelli yaklaşımın peşine düşmeleri için kadınların öncelikle eğitimle donatılması, bu eğitimin eşitlikçi, çoğulcu ve kamu kaynaklarıyla destekli, erkeğe de cinsiyet eşitliği bilinci aşılayan yeni bir sistemle desteklenmesi önemli. –Güldem Atabay

Güldem Atabay: Bu ayrı bir uzmanlık gerektiren bir soru. O kişi ben değilim. Ancak, iklim krizini gündeme alan sosyal güvenlik sisteminin odağında tarım sektörü emekçilerinin, çiftçilerin olması gereğini vurgulamak gerekli.

Tarım Türkiye’nin AKP dönemi içinde en sorunlu hale gelen alanlarından biri. Mevcut krize eklenen iklim krizi karşısında da çiftçi ve tarım emekçileri yapayalnız bırakılmış durumda. Tarım üretiminin, tarıma aktarılan büyük, ama etkisiz desteklerin bölgesel planlamayla organize edilmesi, kaynakların artırılması, makineleşmede modernleşmeye teşvik, kooperatifçilik sisteminin yeniden ele alınması, iklim krizine dayalı üretim/yeniden becerilendirme değişimi planlaması içine sosyal güvenlik sisteminin de dahil edilmesi çok önemli ve üzerinde çalışılması gerekli bir öneri.

Neoliberal sistem bir yandan maksimum kazanç hedefiyle emek dahil tüm kaynakların sınırsız sömürüsüne de çanak tutuyor. Kadınların eşit işe eşit ücret talepleri veya çalışma yaşamında cinsiyet temelli ayrımcılığa ilişkin neler söylersiniz? Türkiye’de siyasal dinciliğin ideolojik yaklaşımı sonucu giderek daha fazla şiddete, ayrımcılığa, sömürüye maruz kalan kadınların durumu demokrasi, eşitlik, adalet, ekonomi kavramları bağlamında gelir dağılımında adaletsizliği, yoksullaşmayı, sosyal sorunları nasıl etkiliyor? Bu başlıkta ne önerirsiniz?

Alp Altınörs: AKP-MHP iktidarının kadını eve kapatma, ailenin içine hapsetme ve toplumdaki rolünü anneliğe indirgeme politikalarının bir sonucu olarak, toplam istihdam içinde kadın oranı yüzde 25’lere kadar gerilemiştir. Bu durum, Türkiye’de kadın nüfusunun muazzam yaratıcı potansiyelinin bastırıldığını, atıl bırakıldığını gösteriyor. Öyle ki, kadınlar işsiz dahi sayılmamakta ve işgücüne dahil edilmemekte (aktif olarak iş aradıkları sürece). Sadece bu atıl işgücünü harekete geçirerek dahi Türkiye’nin üretken gücü misliyle artırılabilir.

Bu noktada yine, HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde sunduğu Yeni Yaşam beyannamesinde yer alan “Kamu destekli toplumsal sektör” önermesini anımsatmak isterim. Buna göre kamu yerel üretim kooperatiflerine girdi, üretim aracı ve satın alma imkânları sunarak onları toplumsal ihtiyaçlar için üretmeye teşvik edecekti. 81 ile ve tüm ilçelere yayılacak böyle bir kooperatifleşmenin kadın istihdamını ne ölçüde teşvik edeceği, kimi belediyelerin bu alandaki sınırlı çabalarının verimli sonuçlarından dahi görülebilir. Ayaklarını yerel kalkınmaya basan böyle bir toplumsal sektörün yaratılması kuşkusuz kamu yatırımlarının artırılmasına, özellikle de en ileri teknikle (robotlar ve yapay zekâyla) üreten kamu fabrikalarının kurulmasına bağlı.

Bugün kadınlar hayatın her alanında AKP-MHP iktidarına karşı mücadelede en aktif rolü üstleniyor. Kadınların yaratıcı gücünü bastıran, onları ikinci sınıf sayan, kadına yönelik şiddetin önünü açan bu iktidar kadınların sokakları doldurmasını engelleyemiyor. İran’da kadınların başörtüsü zorunluluğuna karşı, Mahsa Amini’nin katlinin ardından sokaklara çıkışının tüm toplumu sarsması ve özgürlük için harekete geçirmesi örneğinde de benzer bir durumu görüyoruz. Cins bilinci tüm dünyada kadınlar arasında dalga dalga yayılmakta ve kadın mücadelelerini ateşlemekte.

İstihdamda kadın oranının gerilemesine paralel olarak, sendikalarda da erkek egemenliğinin bu dönemde katmerlendiği gözleniyor. “Eşit işe eşit ücret” talebi, kadını ancak aile bütçesinin destekçisi olarak gören AKP-MHP iktidarına karşı tüm sendikaların öncelikli taleplerinden biri olmak durumunda. Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına yönelik şiddetin de panzehiridir.

Güldem Atabay: Bir kadın ve kız çocuğu annesi olarak bu sorunun cevapları benim için kişisel olarak da önemli. Neoliberal politikaların kadınların dünya çapında “eşit işe eşit ücret elde edememe” sorununa tek neden olmadığını düşünüyorum. Neoliberalizmden çok önce, ezelden var olan süreçlerin yansıması olarak kapitalist sisteme aktarılan derin bir sorun bu. Bu doğrultuda, sanayi devriminin başından bu yana kadınların verdiği mücadele, ödediği bedeller sayesinde önemli yol katedildi. Daha da katedilecek çok yol var.

“Hak verilmez, alınır” temelli yaklaşımın peşine düşmeleri için kadınların öncelikle eğitimle donatılması, bu eğitimin eşitlikçi, çoğulcu ve kamu kaynaklarıyla destekli, erkeğe de cinsiyet eşitliği bilinci aşılayan yeni bir sistemle desteklenmesi önemli. Pozitif ayrımcılık politikalarının siyasal sistem içinde desteklenmesi, pratiğe dökülmesi kadın sesinin ve taleplerinin duyurulması, resmileşmesi, kayıtlara geçerek bir karşılık bulması açısından gerekli.

Türkiye özelindeyse siyasal İslâm politikalarıyla durum son yirmi yılda kademe kademe olsa da sürekli kötüleşti. Şiddet, cana kast hukuk yoluyla yerleştirildi. Eğitimin tarikatlara terk edilmesinin engellenmesi, sistematik şekilde uygulanan bu planın aynı şekilde geri sarılması gerekli. Muhalefet partileri içinde önemli sayıda partinin bu konuda farkındalığı son yıllarda artan kadın katliamları sonucunda gelişti.

İstanbul Sözleşmesi’ne acil geri dönüş sembolik olarak önemli, ancak yeterli değil. İstanbul Sözleşmesi’nden hukuksuz olarak Danıştay’ın da onayıyla çıkmadan önce de uygulama sorunları vardı. Kadın katillerine verilen cezaların ağırlaştırılması, indirim olmaması, çocuk tecavüz ve tacizcilerinin dinsel örtülerinden arındırılması gerekli. Bunları giderici samimi, hukuken caydırıcı politikalar gerekli. Bunun için de kadın örgütlerinin maddi olarak desteklenmesi, sığınma evlerinin, kadını işgücüne katacak politikaların yerel düzeyde destekleneceği, organize ve teşvik edileceği, kamunun topyekûn sahiplendiği ve belediyeler üzerinden uygulanan politikaların devreye sokulması gerekli.

Nüfusun yarısının atıl kalmaya zorlandığı bir düzen değişimi Türkiye’de ekonomik refahın asla elde edilemeyeceğinin garantisi.

Kadının can güvenliğinin sağlanması ve özgürce varoluşunu yaşaması üzerinde çok özenli, laik ve cinsiyet eşitliği temelli, çeşitli sosyal bilimler temsilcileriyle ortak çalışılması gereken kritik bir konu.

1. bölüm: Başka bir ekonomi kurmak (Bengi Akbulut, Ümit Akçay, Ali Alper Alemdar)
3. bölüm: Radikal bir onarım programı gerekiyor (Korkut Boratav, İlhan Döğüş, Ali Rıza Güngen)
4. bölüm: Kaybeden tüm kesimleri birleştirmek (Uğur Gürses, Ahmet İnsel, M. Murat Kubilay)
5. bölüm: Mor, yeşil, kırmızı program (Özlem Onaran, Özgür Orhangazi, İzzettin Önder)
6. bölüm: Timsah kapitalizmi ve pergelin sivri ucu (Bahadır Özgür, Dani Rodrik, Mustafa Sönmez, Gülay Günlük Şenesen)
7. bölüm: Olgular radikalleştiğinde çözümler de radikalleşmelidir (Mehmet Türkay, Galip Yalman, Yelda Yücel)

^