GEZİ’NİN BEŞİNCİ YILDÖNÜMÜNDE “LEYLA İLE MECNUN”

Abbas Bozkurt
27 Haziran 2018
SATIRBAŞLARI

Gezi Direnişi’nin zihinlerde iz bırakan özelliklerinden biri sokağa taşıdığı zengin mizahtı ve bunda dönemin fenomen dizisi “Leyla ile Mecnun”un da payı vardı. Dizi karakterlerinin verdiği esin kimi sokak sloganlarında açıkça hissediliyordu. Dizi ekibi mâaile Gezi’ye katılınca TRT “Leyla ile Mecnun”u yayından kaldırdı. Final yapmalarına bile izin verilmedi, ama aslında müthiş bir final yapmış oldular. Gezi’nin beşinci yıldönümünde hem “Leyla ile Mecnun”un popüler kültürdeki etkilerini hem de “Gezi kafası” dediğimiz nesnenin mizah âlemindeki seyrini gözden geçirmek farz oldu… 

Neydi Leyla ile Mecnun’un kerameti? Nasıl oldu da dilimize yapıştırdı bir anda kendi kelimelerini? Hadi yeni çıktığında, o ilk heyecanla, taze, fiyakalı söyleyişler bulmanın etkisiyle taklit ediyorduk dizideki herkesi, Leyla ile Mecnun ağzıyla konuşuyorduk, tamam; ya şimdi? Bitmesinin ardından beş yıl geçmişken halen pek çoğumuz Leyla ile Mecnun ekibinin haznemize kattıklarını sıkıştırıyoruz gündeliğin arasına; vurgularımızın, ses tonumuzun, yüz çizgilerimizdeki hareketlenmelerin içine sızmışlar. Anlık bir duygumuzu, bir tepkimizi ya da memleketle dertlenişimizi dile vuralım derken, Leyla ile Mecnun dünyasından bir cilasız fotoğraf, bir yüz ifadesi paylaşabiliyoruz hâlâ. Mecnun gibi, Yavuz Hırsız gibi, İsmail Abi gibi, cümleler ağzımızdan çıkmadan kelimeleri harflerine dilimleyip sonra yapıştırarak bir yamuk kelam keşfediyoruz hiç beklemediğimiz anlarda.

Onur Ünlü’nün geçtiğimiz aylarda yayımlanan nehir söyleşi kitabında, Leyla ile Mecnun’u çekerken “dile çok yüklendiklerini” söylemesi[1] de (bu da onun “yamuk” deyişi) yerine oturuyor bu minvalde. Leyla ile Mecnun tek bir şeye indirgenemeyecek kadar karmaşık bir “vaka”ydı belki, ama denebilir ki, temelinde bir dil esnetme egzersiziydi. Bu esnetmeden ortaya çıkan mizah, hem yerleşik olanı aşındırmaktan hem de dili yamultmanın kendisinin verdiği özgürleştirici hazdan ileri geliyordu. Leyla ile Mecnun’un doğaçlamaya bolca yer açan üslubunda, her kelimeyi yinelemek, her kelimeye yabancılaşmak, yakından bakmak; konuşurken tereddüt etmek, dille kurulan ilişkide bir refleks halini almıştı artık. Kelimeler ağızdan çıkmadan hemen önce yaşanan bu tereddüt, özümsenmiş, içselleştirilmiş olanla bir kavgaya girişmek açısından hayli kullanışlı bir duraklama hali yaratıyordu.

Leyla ile Mecnun ekibinin hem dünya meselelerine hem de kendi erkekliklerine karşı geliştirdiği eleştirel tavır da hep bu dili esnetme eyleminden alıyordu kaynağını. Dilsel tereddüt bazen bir türlü aranılan kelimenin bulunamamasıyla, ağızdan çıkanın yetersiz kalmasıyla, dilin düğümlenmesiyle sonuçlanıyordu. Bu tutukluk hali üzerinden, tutuk dil üzerinden kendi erkekliğinin parodisini yapan bir ekip çıkıyordu karşımıza.[2]

Beş benzemez, beş ayrı erkeklik parodisi: Dizinin ana karakterleri takılma mekânı Erdal Bakkal’da hep beraber kurşun döktürüyorlar. Soldan sağa; Erdal Bakkal (Cengiz Bozkurt), Mecnun (Ali Atay), İskender (Ahmet Mümtaz Taylan), İsmail Abi (Serkan Keskin), Yavuz Hırsız (Osman Sonart)

Hayal bulutları

Leyla ile Mecnun ekibi, ekseriyetle erkeklerden oluşan bir topluluk olarak, içinde yaşadıkları, geleneksel-muhafazakâr kodlarla okunmaya çok müsait kenar mahalleyi de, hoşnutsuz gözüken, ama bir türlü şehir hayatına karışmaya niyeti olmayan mahalleliyi de (en başta kendilerini) bitmek bilmeyen bir tenkite maruz bırakıyor. Tüm yakınmalarına ve memnuniyetsizliklerine karşın, birbirinin dibinden ayrılmaya niyetleri yok. Kentin başka bölgelerini keşfetmek, alanlarını terk etmek istemiyorlar, zira bu mahallede kendi krallıklarını (Metonya!) kurabiliyorlar.

Leyla ile Mecnun bir dil esnetme egzersiziydi. Bu esnetmeden ortaya çıkan mizah, hem yerleşik olanı aşındırmaktan hem de dili yamultmanın kendisinin verdiği özgürleştirici hazdan ileri geliyordu. Leyla ile Mecnun ekibinin hem dünya meselelerine hem de kendi erkekliklerine karşı geliştirdiği eleştirel tavır da hep bu dili esnetme eyleminden alıyordu kaynağını.

Ancak ve ancak, burada geçerli olan, kendilerine özgü bir dil kurmuşlar. O yüzden de karakterler buradan çıkmaya gönüllü değil. Bu mahallenin temsil ettiklerini yaymak, mahallenin dilini başka mevkilere de taşıyarak “mücadelelerini büyütmek” gibi bir dertleri de pek yok gibi, en azından vakti gelinceye dek… Zaten akbil doldurup kentin merkezine gidecek paraları da yok çoğu zaman, bunun lafını fazla etmeseler de…

Hayal güçleri sayesinde, tüm dünya bu mahallenin içine doluşabiliyor. Kentin içine karışmak yerine, kenti, hatta tüm dünyayı bu mahallenin içine çağırıp kendi dillerinin süzgecinden geçirerek yeniden yaratıyorlar.

                       

İstediklerinde, bir hayal bulutu açıp kendilerini bambaşka diyarlarda, bambaşka ülkelerin popüler kültürlerinden çıkma şeylerin orta yerinde buluyorlar. İsmail Abi’nin gündüz düşlerinde olduğu gibi, geçmişlerini, kimliklerini, mesleklerini yeniden tahayyül edebiliyorlar. Mahallenin çeperlerinden çıkmadan, kendi hayal bulutlarına tutundukları müddetçe, biricik dillerini ve tahayyüllerini muhafaza edebiliyorlar. 

Bunaldıklarında, efkârlandıklarında gidip karşı kıyıyı seyre dalabildikleri, banka oturup yandakine şiir okuyabildikleri bir sahilleri var; en büyük lüksleri de bu. Kireçburnu sahili… Kentin merkezindeki neredeyse her şey, sahile yaklaşmak dahi paralı olduğunda göre, denize bedava bakmak azımsanacak şey değil. Hem burası Mecnun ile İsmail Abi’nin sonsuz selamlaşma bölgesi.

 

 

Müşterek kelimeler, müşterek umutlar

İlginçtir, beş yaz önce, Leyla ile Mecnun ekibi mahalleden ilk kez çıktığında, dizi de nihayete ermiş oldu. Ekip kentin akışına ilk kez gerçek anlamıyla dahil olmuştu; ilk kez bir karşılaşmaya açılmış, ilk kez kendi dilinin bir karşılığını bulmuştu. Kendi mahalleleri dışında bir “mahalle” daha olabileceğini görmüşler ve çıkıp Gezi’ye gelmişlerdi. Gezi’de ortaya çıkan iradeye desteklerini, dizideki karakterleri ve gündelik hayat persona’ları arasındaki sınırı bulandıran bir tarzda göstermişlerdi.[3]

Sonrası ise malum. TRT’nin dizinin hayranlarının tüm tepkisine karşın bu serüvene son verişi, ekibe kafalarındaki finali yapma şansı bile tanımaması[4]… Onur Ünlü’nün nehir söyleşi kitabında ima ettiği üzere, bu tavır karşısında oturup ağlayacak halleri yoktu. Aslına bakarsanız, dizinin finali tam da olması gerektiği yerde gerçekleşmişti; mahalleden bir kez çıkmışlardı artık ve kendi muhayyel krallıklarına dönmenin, kendi konfor alanlarına dönüş yapmanın mânâsı yoktu. Mahallelinin artık başka diyarlara doğru açılma vakti gelmişti; aradıkları dil egzersizleri için ortak bir oyun alanı, fikir, heyecan ve ilham değiş tokuşu için fırsat bulmuşlardı.

 

Belge değeri taşıyan bir hatıra fotoğrafı; “son” Leyla (Melis Birkan) ile Mecnun sahildeki klasik bankta derin mevzuları deşiyorlar ve üçüncü köprünün izi bile yok.

 

Kireçburnu sahiline yakın o hayali kenar mahalleden, Yeşilçam’dan kalma tatlar taşıyan o naiflik mekânından bir kez çıkınca, özleyecekleri şeyler de olacaktı elbet. Bedava sahillerine özlem duyacaklardı bir kere. İsmail Abi bir gün gelecek olan gemiyi bu sahilde beklemeye alışmıştı. Gemiyi beklemek yaşamanın kendisi, umut etmenin kendisi demek olduğuna göre, yeni bir sahil bulmak gerekiyordu en azından. Onları mahallelerinden çekip çıkaran da bir geminin düdüğüydü. Bu kez onları, kentin merkezine davet etmişti. Zira merkez bir süreliğine, ayrıcalıklıların buluşma yeri değil, kendiliğinden kuruluveren bir forum alanı olmuştu. Geminin düdüğünü çok net duymuşlardı bu kez.

Gezi mizahı belli bir ruh ikliminin, birkaç nesilde birikmiş bir yükün, yaşanmışlığın, benzer aktüel politikalara maruz kalmanın sonucuyla ortaya çıktı. Leyla ile Mecnun hem bu iklimden beslendi hem de ona epeyce tesir etti.

Çağrının aciliyeti, hayatiyeti vardı. Üstelik gemi epey kalabalıktı ve herkes farklı tellerden çalsa bile, çıkan gürültü, Leyla ile Mecnun’un mahallesindeki gürültüye benziyordu. Nasıl bir kalabalıktan çıkıyordu bu gürültü? Kimdi bu gemidekiler? Tanımlaması, özetlemesi, sınıflandırması güç… Bir şekilde, kentin yeni biçimiyle dertli, hayal gücünü en büyük sermayesi olarak görmek isteyen, dilini esnetmeyi seven, yeni kelimelere açık, para kazanma ve sınıfsal mobilizasyon hırsından azade, duvarlarda, sokaklarda, sahillerde bedava bulduğu şeylere sarılmayı kentin değişimine ayak uydurmaya yeğleyen bir güruhtu gemideki, muhtemelen. O yüzden tereddüt etmeden atladı Leyla ile Mecnun’un mahallesi de güverteye.

Bizim naif mahallemiz

Leyla ile Mecnun elbette yalnızca Gezi’deki kalabalıkların hayata bakışıyla, mizahıyla açıklanabilecek, yalnızca Gezi’yle ilişkisi üzerinden okunabilecek bir “vaka” değil. Gezi mizahı diye sıkça dillendirilen şey belli bir ruh ikliminin, birkaç nesilde birikmiş bir yükün, yaşanmışlığın, benzer aktüel politikalara maruz kalmanın sonucuyla ortaya çıktı. Leyla ile Mecnun hem bu iklimden beslendi hem de ona epeyce tesir etti.

                           

Mustafa Keser ile Freddie Mercury’nin ya da Yıldız Tilbe ile Rihanna’nın adının aynı cümlede geçtiği, Beşiktaş’ın hiç gerçekleşmeyen transferlerinden de Game of Thrones’un Sivas soğuğuyla yarışacak kışından da bahseden bir melez mizah anlayışı, Leyla ile Mecnun ile akrabaydı kuşkusuz. 104 bölümlük dizide, Fuzuli’nin mesnevisinden kaynağını alan öykü, tasavvufi göndermelerden, bu coğrafyaya ait söylencelerden yararlanmakla birlikte, bir ayağını da ‘80 sonrası kuşağın yaygın erişim kazandığı Amerikan dizilerine, pop şarkılarına, Hollywood filmlerine atmıştı.

Leyla ile Mecnun’un içinde İkinci Yeni de, Ahmet Hamdi de, Sait Faik de, Shakespeare de, Nilgün Marmara da, Attilâ İlhan da alıntılanabiliyordu. Dostoyevski “Dosto” lakaplı bir televizyon senaristi olarak salona konuk olabiliyordu. Hem de tüm bunlar, zorlama bir “tüm kültürlere saygılı olma”, her şeyi kapsama, metinlerarası nitelik taşıma havasında değil, dizinin hayal gücü temelli formatının esnekliği içinde akışkan bir biçimde cereyan ediyordu.

 

 

Gezi’den sonra, o dönemde hem meydanda, hem duvar yazılarında, hem de sosyal medyada tepe noktasına ulaşan mizahı temel alarak, farklı temayüllere alan açma, kucaklayıcı bir platform kurma işlevini üstlenen yeni nesil dergiler de Leyla ile Mecnun’un referans ağlarındaki bu melezliğe epeyce şey borçludur. Şimdi pıtrak gibi çoğalan, pek çoğu, “usta” erkek edebiyatçıların fotoğraflarını kapağa taşıyarak bir mitleştirme aracı olarak işleyen dergiler, haklı olarak pek çok eleştirinin hedefi oldular, oluyorlar. Hem birçoğunun taşıdığı eril dil, hem kaybeden, mazlum edebiyatın sürekli yeniden fırınlamaları; acizliği, eylemsizliği yücelten bir arabesk manevra olarak eleştiriyi hak ediyor.

 

 

Bu “yeni dergi furyası”nı buradan okumak mümkün olduğu gibi, lider fetişizminin doruk noktası yaptığı bir devirde iktidar denilen şeye alerji geliştiren, en azından öyle olduğunu sanan bir duruş üzerinden de olaya bakmak mümkün: İktidara ulaştığı anda kendisine benzemeyenleri ezmeye güdümlü figürlere tapınacak hale gelinen topraklarda, yenilgiye güzelleme yapan, bir başkasını ezmek/sömürmekle eşdeğer hâle gelen kazanmayı kaçınılması gereken bir olgu olarak kodlayan bu dergilerin neden bu rotaya saptığını, neden bu şekilde çok fazla insana ulaştığını anlaşılır bulabiliriz.

OT ve onun izinden giden bu yeni nesil dergilerin belirgin bir özelliği, ‘80’lerde doğmuş kuşağı yakın geçmişin popüler kültürüne yolculuk ettirip, oradan bir tür ortak payda bulma çabası göstermeleri. Bu kuşağa vaktiyle belli bir duygusal çağrıyla tesir etmiş olan her şey, ister Müslüm Gürses olsun, ister Ahmed Arif, ister Münir Özkul, isterse de Luc Besson’un kırılgan tetikçisi Leon, ruh iklimimizi şekillendiren ikonik figürler olarak “kapak oluyorlar”. Yeniden bir ortak duygu, yeniden müşterek umut hatları bulacaksak bu figürlerin bizde neden duygu uyandırdığına bakmalıyız, diyor yeni nesil dergiler. Bu sebeple de, yüzleri hep geçmişe dönük.

İlk sayısını 2013 Mart’ında çıkardıktan sonra, Gezi’deki kitlesel mobilizasyonun itici gücüyle, hem alanlarda ortaya çıkan mizahı bünyesine katıp hem de Gezi’de dayanışma sergileyen farklı kesimlere seslerini duyurmak için fırsat tanıyan OT dergisine bu bağlamda bakmak kıymetli. OT dergisinin açtığı hat, seküler bir gelenekten ve üst orta sınıf yaşam tarzından gelen isimleri de, İslâmi bir geleneğin içinde büyümüş, neoliberal politikalarla dertleri olan, maddiyatçı bir İslâm pratiğini sertçe eleştirilen isimleri de dayanışmacı bir mahalle ruhunun içinde toplama fikrini taşıyordu. Cilasız, özensiz duran sayfalarıyla OT, bir dönem Gırgır gibi mizah dergilerinin ulaştığı büyük satış rakamlarına bu tür bir “mahalli dayanışma” şiarı sayesinde ulaştı.

                                  

 

OT’un kapaklarından birkaç örneğe bakarsak, bu yeni nesil dergilerin Gezi sonrası nasıl bir ihtiyaca karşılık geldiğine dair fikir edinebiliriz. Bir şekilde çok fazla insanın duygu dünyasına girmiş, ortaklaştırıcı isimleri kapağa taşıyarak, kutuplaşmanın tavan yaptığı bir çağda müşterek umut tutamaçlarını yan yana getirmeye çalıştığı iddia edilebilir OT’un. Kapaklarda, Neşeli Günler’in oyuncularının, Yeşilçam’ın çocukluğumuzdan bu yana naif bir aidiyet duygusu ve mahalle/aile hissi oluşturan karakterlerinin, Gezi sonrası sokağa taşan İkinci Yeni şairlerinin fotoğraflarıyla karşılaşmamız bir rastlantı değil.

Neşeli Günler ekibinin yer aldığı kapağa, “Yıkamayacaksınız, dağıtamayacaksınız, biz güzel bir aileyiz” yazmaları da bu bakışın bir yansıması. O “biz”in kimi kapsadığı, kimlerin biz olmaya hangi şartlarda gönüllü olduğu, elbette havada asılı kalan ve cevabı hiçbir zaman kolayca verilemeyecek bir soru.

OT ve diğer yeni nesil dergiler, birkaç kuşağın birden içine dokunacak naif ortaklıkları, herkeste duygu yaratacak popüler kültür ürünlerini bir araya getirmenin yanı sıra, şehri saran mutenalaştırma furyasına karşı da eski, özensiz, salaş ve filtresiz gözükeni savunuyorlar. Kahve zincirlerinin antitezi olarak kodlanan bir demli çay kültürü ve bunun giderek bir çay romantizmine evrilmesi de böyle bir yerden çıkıyor. Cilalı neoliberal yüzeylere karşı cilasız ve eğreti durma özgürlüğünü elinde tutan bir antikapitalist tavır, değişime karşı geçmişteki naif umut anlarına ve bu anların yaratıcılarına sığınıyor özetle.

104 bölümlük dizide, Fuzuli’nin mesnevisinden kaynağını alan öykü, tasavvufi göndermelerden, bu coğrafyaya ait söylencelerden yararlanmakla birlikte, bir ayağını da ‘80 sonrası kuşağın yaygın erişim kazandığı Amerikan dizilerine, pop şarkılarına, Hollywood filmlerine atmıştı. Leyla ile Mecnun’un içinde İkinci Yeni de, Ahmet Hamdi de, Sait Faik de, Shakespeare de, Nilgün Marmara da, Attilâ İlhan da alıntılanabiliyordu.

Saklama kapları, Mecnun hırkası…

Gezi sonrasında, Türkiye’de tarihi çok eskilere giden köklü bir geleneğe sahip mizah dergilerinin kitlelerini büyük oranda yitirmesi, öte tarafta ise OT, vb. dergilerin müthiş bir ivmeyle kitleselleşmesi, duvar yazılarının ya da Gezi mizahının mizah dergilerinin yerini almasıyla açıklanabilir mi sadece? Ali Şimşek’in Gezi sonrası tekrar gündeme gelen Yeni Orta Sınıf kitabındaki önemli tespitlerden birini[5] bu değişim hakkında düşünürken akılda tutmakta fayda var.

‘90’lar sonrası ortaya çıkan Leman ve onun etkisindeki mizah dergisi ekolünün sinik ve kentin belli bir kesimini dışlayan mizah biçimi artık kitlesel bir karşılık bulamıyor olabilir pekâlâ. Yalnızca belli bir kültürel sermayesi olana yönelik, üniversiteli, kentli, seküler kesime hitap eden ve bunun dışında kalanları belli tiplemeler üzerinden adlandıran, bunu da bir tür alt kültür, bir yeraltı konumlanması kisvesine bürünmüş eril, kibirli bir dille yapan ekol mizah dergilerindeki eski ağırlığını yitirse de, bu dergilerin halen bir sinik gelenekten beslendiğini ve her devirde, belli tiplemeler yaratıp buna tekabül eden sınıfları küçümseyen bir mizaha sahip olduğunu söyleyebiliriz.

 

Bu ekol 2000’lerde Uykusuz’la birlikte yıldızı parlayan Umut Sarıkaya gibi isimlerin en somut biçimiyle temsil ettiği naif ve gündelik bir mizah tarafından alt edildi bir bakıma.[6] Umut Sarıkaya o çok bilinen sobalı ev çiziminin özetlediği bir kenar mahalle evinin içine dalıyordu; bu evdeki sınıfsal alışkanlıklara dair gözlemleriyle, kendine has mutsuzluk tanımlarıyla, kişisel öyküsünden beslenen, kendi annesiyle, eviyle, yoksunlukla kurduğu ilişkiden beslenen, ama arabeske, kendine acımaya hiç varmayan yeni bir damar bulmuştu.

Sinik değil naif bir sesi vardı bu yeni konuşma balonlarının. Annesinin evinden çıkmayan, vahşi kapitalizmin rekabetçi ortamında çalışıp para kazanmaktansa ev halleriyle hem hoşnutsuz hem de büyülenmiş bir halde, depresyon hırkasını giymiş oturan, hiçbir zaman ulaşamayacağı Leyla’sını zihninde yaratan Mecnun da Umut Sarıkaya’nın açtığı bu hattı takip ediyor denebilir. Umut Sarıkaya’nın, annenin saklama kaplarının içine sığsa oradan hiç çıkmak istemeyecek ergen erkek sesini, mahalleden çıkamayan Mecnun’a ödünç verdiğini duyabiliriz.

                                    

Leyla ile Mecnun içinden çıktığı mizah dergilerinin espri anlayışla yeni nesil dergilerin bu coğrafyaya ve yakın geçmişimize dair ortak duygular bulma çabasını harmanlandığı için de özel bir vaka. Leyla ile Mecnun yeni nesil dergilerin Gezi sonrası daha bir sıkı sarıldığı mahalli dayanışma şiarını çok daha önce, çok daha “organik” ve “hesapsız” bir şekilde mizahının katığı etmişti. Demleme çayı onlar da romantize ediyorlardı, evet. İkinci Yeni şairlerini onlar da bir nevi kutsalı sayıyordu, doğru. Ancak Leyla ile Mecnun’un, giderek eleştiriye daha çok maruz kalan yeni nesil dergilerin sergilediği tavırdan en büyük farkı, kendi kutsalıyla da dalgasını geçmekten, gerektiğinde kendi yarattığı mitlere de mesafe almaktan çekinmeyen yapısıydı.

 

 

Burak Aksak’ın senaryosu da, oyuncuların kendi aralarında bir tür kumpanya hali yaratarak ortaklaşa ortaya çıkardığı performanslar da, temelinde, dile içkin o mit yaratma yatkınlığından kaçmak üzerine kuruluydu aslında. Tam olarak bu şekilde, romantizme, arabeske, eylemsizliğe savrulur gibi olduklarında hep ağızlarından çıkanı kesintiye uğratıp, sarsılıp bir kendilerine gelip ya da karşılarındakine o ünlü anlamsız nidalarından birini savurup (piiiiii) eşiğin öte yanına geçmeyi başardılar. 

Leyla ile Mecnun yeni nesil dergilerin Gezi sonrası daha bir sıkı sarıldığı mahalli dayanışma şiarını çok daha önce, çok daha “organik” ve “hesapsız” bir şekilde mizahının katığı etmişti. Ancak Leyla ile Mecnun’un farkı kendi kutsalıyla da dalgasını geçmekten, gerektiğinde kendi yarattığı mitlere de mesafe almaktan çekinmeyen yapısıydı.

Onların mizahı da her türlü mitleştirmeden tümden azade değildi elbette, Leyla ile Mecnun’un ekseriyetle erkeklerden oluşan ekibi, âşık olduklarını düşündükleri kadınları mitleştirip, kadınlara ulaşamamayı bir tür ontolojik dayanak noktası, kalıcı kılınıp yaşama onları bağlayacak bir acı çekirdeğine dönüştürmeleri açısından eleştiriyi hak ediyorlar. Onların naif mahallelerinde üstesinden gelemedikleri şeylerden biri, çarptıkları bariyerlerden biri bu. Üstelik hiç öyle ufak tefek, geçiştirilecek bir mesele de değil.

Ne diyelim, artık mahalleden çıktıklarına göre, belki bir aşk acısı mitine değil de, zahmetsizce, farkına bile varmadan geliştirdikleri o eleştirel tavrın, tereddütlü dillerinin imkânlarına tutunurlar. Bedava sahilleri bulduklarında, bu kez kendi krallıklarını kurmak yerine, sahili boydan boya kat edip, gemilere el sallayacak kitleyi genişletirler. Beş yaz önce yaptıkları gibi.

  

[1] Onur Ünlü, Bir Sürü Endişe, söyleşi: Alper Kırklar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2017, s. 233.
[2] Fırat Yücel, “Zihinsel Gezi Sineması”, Altyazı 130, 2013, s. 45.
[3] Leyla ile Mecnun oyuncularının sette, Erdal Bakkal’ın önünde Gezi Parkı’ndaki eylemlere selam durdukları, “Gesi Bağları”nı “Gezi Bağları” diye kendilerince uyarladıkları bu ironik video kısa sürede yayılıp çokça ses getirmişti: www.youtube.com/watch?v=FGABerzC4lw
[4] O dönem Başbakan yardımcılığını üstlenen Bülent Arınç, tepkiler üzerine Leyla ile Mecnun’un yayından kaldırılması hakkında bir açıklama yapmak durumunda kalmış ve olayı dizinin az reyting almasına bağlamıştı: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/5259/Arinc_acikladi__Leyla_ile_Mecnun_neden_bitti.html
Onur Ünlü ise, Bir Sürü Endişe’de şöyle anlatıyor dizinin bitişinin nedenini: “Son sezon Leyla ile Mecnun’un reytingleri, önceki sezondan daha düşük değildi. Son sezon biz ilk 10’a giriyorduk. Reytinglerin düştüğü yanlış bile değil, yalan. Tam olarak Gezi Parkı’ndaki olaylara, Gezi Parkı direnişine, Gezi Parkı ayaklanmasına, Gezi Parkı hareketine, neyse onun adı, ona katıldığımız için Başbakanlıktan gelen emirle TRT tarafından dizimiz yayından kaldırıldı.” (s. 229)
[5] Ali Şimşek, Yeni Orta Sınıf – Sinik Stratejiler, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2014, s.100-110.
[6] Şimşek, “Yeni Eğilimler: Domestik Dönüş”, s. 111-120
^