VATANPERVER ERKEKLİK TARİHİ

İdil Çetin
12 Haziran 2022
Rebeka Elizegi
SATIRBAŞLARI

Unutulmasın ki ülkelerini işgale gelen Nazilerle birlikte olan Fransız kadınları, savaş sonrası bu utançla acı bir şekilde yüzleşmişler, ifşa edilip utanç seremonilerine çıkarılmışlardı.” Zafer Partisi Bursa İl Başkanlığı’nın 2 Mayıs’ta sonradan sildiği Tweet’te böyle yazıyordu. Paylaşıma, saçları kazınmış ya da kazınmak üzere sırada bekleyen, kalabalığın ortasında teşhir edilen kadınların göründüğü üç fotoğraf eşlik ediyordu. Aynı hesaptan daha önce yapılan bir paylaşımda, Türkiye vatandaşı bir kadınla eşi Pakistanlı erkeğin, başkalarına da bu yolla vatandaşlık kazanmaları için aracı oldukları iddia ediliyor, kadınlar Pakistanlı erkeklerle para karşılığı evlenip vatandaşlık satmakla itham ediliyordu. Fransız kadınların başına gelenlerle ilgili paylaşım bunun ardından yapılsa da, aslında amacın çok daha geniş bir kesime gözdağı vermek olduğu açıktı.

Kurulduğu günden bu yana göçmen karşıtlığını temel politik hatlarından biri olarak benimseyen ve sığınmacıların ülkedeki varlığını istila olarak tarif eden bir parti, tarihten yaptığı hatırlatmayla, bugün burayı “işgal” edenlerle işbirliği yapan kadınlara parmak sallıyordu. Ardından bu paylaşımı alıntılayan bir Twitter kullanıcısı, sığınmacılarla ilgili tartışmalarda hâkim söylemi benimsemeyen kadınlardan bazılarının isimlerini anıyor, bu türden ifşa seremonilerinin bu kadınlara uygulanacak tarife olduğunu yazıyordu. Her iki paylaşım da kendine taraftar bulduğu gibi büyük tepkiyle de karşılaştı. Zafer Partisi Bursa İl Başkanlığı paylaşımını kaldırırken diğer Twitter kullanıcısı hesabını kapattı.

Kadınlara yönelik şiddetin nasıl görselleştirildiği üzerine çalıştığım bir dönemde, tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yalnızca Fransa’da değil, diğer pek çok Avrupa ülkesinde de Nazilerle işbirliği yapmakla suçlanan kadınları hedef alan saç kazıma ve teşhir cezalandırmalarıyla ilgili araştırmaları incelerken bu paylaşımlara rastlamak, dehşet verici olsa da sanırım pek çok kişi gibi benim için de şaşırtıcı değildi. Yalnızca çok sayıda görsel kaydı bulunduğu için değil, aynı zamanda daha çok araştırmaya konu edildiği için Fransa’ya özgü zannedilen, dahası Fransız halkının düşmanı defetmiş olmaktan duyduğu sevinçten kaynaklanan ve iş birlikçilere karşı ani öfke patlamalarının eseriymiş gibi basitleştirilen bu cezalandırmalar, yakın tarihte Avrupa’nın dört bir köşesinde, ideoloji ayırt etmeksizin, oldukça yaygın ve sistematik bir şekilde uygulandı. Şimdi de, son örneklerinin üzerinden neredeyse seksen yıl geçtikten sonra, tarihten bir utanç vesikası olarak değil, bu defa da bu ülkenin “işbirlikçilerine” gözdağı vermek için gündeme getiriliyordu.

Köleler ve kadınlar

İster kökeninden isterse işlediği bir “suç”tan kaynaklansın, bir kişinin alt bir statüye sahip olduğunu göstermek için saçlarının kesilmesinin tarihi epey eskilere dayanıyor. Antik Yunan ve Roma’da kafaları kazınan kölelerden Babil’de, Antik Çağ Hint Krallıklarında ve Ortaçağ Avrupa’sında zina yaptıkları gerekçesiyle saçları kesilen kadınlara kadar tarih boyunca pek çok uygarlık birini saçlarından mahrum bırakmayı baskı, cezalandırma ya da aşağılama yöntemi olarak kullandı.[i] Yakın tarihteyse bu yöntem Avrupa’da kitlesel bir şekilde doğrudan kadınları hedef alıyor. İlk nerede ve ne zaman başladığını söylemek güç, çünkü araştırmacılar tespit edilen “ilk” örneklerin önüne yenilerini eklemeye devam ediyor. Her halükârda kadınları toplu halde hedef alan bu cezalandırma yöntemi her zaman bir savaş durumuyla ilintili devreye giriyor ve düşmanla ilişki kurmakla suçlanan kadınlara yöneliyor.

Saç kazıma ve teşhir cezaları yakın tarihte Avrupa’nın dört bir köşesinde, ideoloji ayırt etmeksizin yaygın ve sistematik bir şekilde uygulandı. Şimdi, üzerinden neredeyse seksen yıl geçtikten sonra, tarihten bir utanç vesikası olarak değil, bu defa da bu ülkenin “işbirlikçilerine” gözdağı vermek için gündeme getiriliyordu.

Ceza ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan tarafından işgal edilen Sırbistan’da uygulanıyor, işgal sonrasında Bulgar askerlerine yardım ettikleri ya da onlarla birlikte oldukları iddia edilen kadınların saçları kazınıyor.[ii] Ardından, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Belçika’da düşmanla işbirliği yaptığı iddia edilen kadınların yaşadıkları geliyor. 1919-1921 İrlanda Bağımsızlık Savaşı zamanında, Britanya kuvvetleri, genelde ev baskınları sırasında Cumhuriyetçi İrlandalı kadınların saçlarını kazıyor.[iii] Bundan birkaç yıl sonra, Weimar Cumhuriyeti’nde, Fransa’dan geri alınan Ruhr ve Renanya bölgelerinde yaşayan Alman kadınlar Fransız askerlerle ilişkiye girdikleri gerekçesiyle aynı akıbete uğruyor.[iv] İspanya İç Savaşı’nda ve sonrasında Falanjistler bu yöntemi yaygın bir şekilde benimsiyor. Nazi Almanya’sındaysa, savaşın başlamasından çok önce, her ne kadar henüz tekil örnekler tespit edilse de, bir Yahudiyle birlikte olduğu tespit edilen kadınlar, ırkı kirlettikleri gerekçesiyle benzer şekillerde cezalandırılıyor.[v] İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Belçika, Polonya, İtalya, Norveç, Hollanda, Danimarka, Fransa ve daha başka pek çok ülkede kadınlar saçları kazınarak topluca teşhir ediliyor. Çeşitli ülkelerde savaşların ardından kadınların payına düşen cezalar ortak olsa da cezanın kimler tarafından nasıl infaz edildiği ve cezalara hangi söylemlerin eşlik ettiği farklılıklar gösteriyor. Yazının geri kalanında, iki ülkeye, İspanya ve Fransa’ya odaklanacağım.

Bu cezalandırma yöntemine İspanya’da 1936’dan 1940’ların sonlarına kadar, Fransa’daysa 1943-1946 yılları arasında rastlanıyor. Aşağı yukarı aynı dönemde iki farklı ülkede, iki karşıt siyasi cephenin yapıp ettiklerine bakmak, mesele kadınları günah keçisi ilan edip cezalandırılmak olunca nasıl ortak noktada buluşulduğunu gözler önüne seriyor.

Ahlaki yeniden eğitim

İspanya İç Savaşı iktidardaki Cumhuriyetçilere karşı Falanjistlerin General Francisco Franco liderliğinde ayaklanmasıyla 1936’da patlak verdi. Dünyanın dört bir yanından faşizme karşı Cumhuriyetçiler safında savaşa katılanlar ile Faşist İtalya ve Nazi Almanya’sının desteklediği Falanjistler arasındaki savaş 1939’da faşistlerin galibiyetiyle son buldu. Ardından, Franco’nun 1975’teki ölümüne kadar sürecek diktatörlük başladı.

Falanjist muhayyilede kadınlar bir yandan dünyaya fedakârlıkta bulunmak için gelmiş edilgen varlıklar olarak tasvir ediliyor ve saf bir ahlakın taşıyıcıları olarak yüceltiliyor, diğer yandan bu saflığı her an kirletme potansiyeline sahip oldukları vurgulanıyordu.

Falanjistler Cumhuriyetçileri aşağı varlıklar olarak resmetmeye, kendi mücadelelerini yozlaşmış bir toplumu ruhuna sinmiş bir hastalıktan arındırmaya dönük bir seferberlik olarak kurgulamaya oldukça erken bir tarihte başlamıştı.[vi] Hastalık aslen Cumhuriyetçilerde vücut bulan ahlaki çöküntüydü. Bu çöküntünün başlıca sorumluları kadınlardı. Falanjist muhafazakâr muhayyilede kadınlar bir yandan dünyaya acı çekmek, fedakârlıkta bulunmak için gelmiş, özleri itibariyle edilgen varlıklar olarak tasvir ediliyor ve saf bir ahlakın taşıyıcıları olarak yüceltiliyor, diğer yandan bu saflığı her an kirletme potansiyeline sahip oldukları vurgulanıyordu. Şayet kadın bu saflığa halel getirecek bir şey yaparsa, bundan yalnızca kendisi değil, ailesi de nasibini alıyordu, çünkü toplumun saflığı kadınlara dayanıyordu. Erkekler günah ve şerre kadınlar saflıklarını muhafaza etmekte başarısız olduğunda sapıyordu. Bir kadın evinde kalıp ikincil statüsünü kabul etmediğinde, toplumsal hayatta varolmayı tercih ettiğinde yalnızca kendisine değil, ailesine, toplumuna ve nihayetinde devletine ihanet etmiş oluyordu. Henüz 1934’te kurulan, savaştan sonra resmi statü kazanan Falanjist Sección Femenina (Kadın Kolları) aracılığıyla kadınların topluma ve devlete evde kalarak hizmet edebilecekleri vurgulanıyordu.

Toplumu ruhuna sinmiş hastalıktan “arındırmak” için giriştikleri seferberlik toplumun ahlaken yeniden eğitilmesi gerekliliğini de beraberinde getiriyordu. Hıristiyanlık değerleriyle donatılmış ahlaki yeniden eğitim programının merkezinde, kadınların gözcülük etmesi beklenen aile kurumu vardı. Falanjistler boşanmayı suç haline getirerek, zina ve kürtajı ahlaka ve devlete karşı suç olarak tanımlayarak tahakkümü perçinliyordu.[vii]

Bütün bunların ışığında, Falanjistlerin toplumsal hayatta ve siyasette aktif bir biçimde varolmuş ve Cumhuriyetçiler safında mücadeleye katılmış kadınlara duyduğu öfkeye şaşmamak gerek. Onlara göre bu kadınlar kendi cinsiyetlerinden nefret ediyor, doğalarına ters davranıyordu.[viii] 1940’a gelindiğinde hapishanelerde 30 bin kadar kadın siyasi mahkûm vardı. Kadın mahkûmların maruz kaldığı türlü kötü muamelelerden birinin saçlarının düzenli kazınması olduğunu Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanından hatırlayanlar çıkacaktır. İç savaş sırasında geçen romanda, ilk kez karşılaştıkları bölümde Maria kırpılmış saçlarına şaşkınlıkla bakan Robert’e, Valladolid’deki hapishanede saçlarının düzenli kazındığını anlatır. Saçlarını hapishaneden önce ilk kez sivil muhafızlarını kazıdığını ise ikili sevgili olduktan sonra söyler. Sevgililer Maria’nın saçlarının yeniden uzamasıyla ilgili hayaller kurar.[ix]

Fotoğraf: Robert Capa, Chartres, Fransa, 1944

Komünizmi bedenden arındırmak

Falanjistler saç kazımaya İç Savaş’ın patlak vermesinde hemen sonra, 1936 yazında başladı. Cumhuriyetçilerden alınan yerlerde kadınların bu türden toplu bir cezaya tabi tutulması oldukça yaygındı.[x] Hem savaş sırasında hem de sonrasında mahkûmiyet alan kadınların saçları da düzenli olarak kazınıyordu. Ancak, saçları kazınanlar yalnızca hapishanedekiler değildi. Siyasete aktif olarak katılmamış kadınlar da ilişkili oldukları erkekler üzerinden aynı akıbete uğruyordu. Bir Cumhuriyetçi erkek doğurmak ya da bir Cumhuriyetçinin eşi, kızı ya da kız kardeşi olmak kadınların ailelerindeki ahlaki sorumluklarında başarısız sayılmaları için yeterliydi. Kadınlar, erkeklerine sahip çıkamadıkları için cezalandırılıyor, şayet infaz edilmezlerse tecavüze uğruyor, çocukları ellerinden alınıyor, malları gasp ediliyor, dikiş dikip para kazanamasınlar diye evlerindeki makinelere bile el konuyordu.[xi] Bütün bunların üstüne bir de saçları kazınıp sokaklarda teşhir ediliyorlardı. Siyasette yer almamış ya da ailelerindeki erkekler üzerinden suçlanmamış kadınlar dahi gece geç saatte sokağa çıktıkları ya da karaborsada mal alıp sattıkları gerekçesiyle aynı akıbete uğrayabiliyordu. Michael Richards, bu dönemin meşhur şarkılarından birinde karaborsada satış yapan kadının uyarıldığını aktarır, çünkü yakalandığı takdirde saçlarından olacaktır.[xii]   

Almanlarla yatmak yalnızca kadınlara yöneltilen bir suçlamaydı. Fransız erkekleri ne Alman erkeklerle ne de Alman kadınlarla beraber olmakla suçlandı. İşgal döneminde Almanlara yardım edenler ileride yargılanacak olsa da halkın öfkesinin ilk hedefi erkekler olmadı. Gözler ilkin kadınlara çevrildi.

Kadınların saçlarını kazıyanlar ise silahlı paramiliter gruplar, sivil muhafızlar ya da bazen onlarla aynı yerde yaşayan insanlardı. Saçlar genelde geceleri, gözlerden uzakta kazınıyordu. İşin gösteriye dönüşüp kamusallaştığı yer ise kadınların gündüz bu halde sokaklarda dolaştırılmasıydı. Halkın da katıldığı gösterilerde kadınlar Falanjistlerin selamını vermeye, sloganlarını atmaya, marşlarını söylemeye mecbur bırakılıyordu.[xiii] Bazılarının göğüslerine Falanjistlerin sembolü dağlanıyor, sokaklarda dolaştırılırken halkın hakaretlerine ve sataşmalarına maruz kalıyorlardı. Sokakta gezdirilmeye başlamadan önce kadınlara, “komünizmi bedenlerinden atmak” için Hint yağı içirilmesi de oldukça yaygındı.[xiv] Yağı içtikten sonra kadınlar bağırsaklarının üzerindeki kontrolü kaybediyor, sokaklarda dolaştırılırken üstlerine dışkılamaya başladıkları için uğradıkları aşağılanma katmerleniyordu.

Bu cezalar ahlaki yeniden eğitimin bir parçasıydı ve yeniden kadın olmak için bir arındırma işlevi görüyordu. Kadınların leke sürdükleri kadınlıkları erkekler tarafından temizleniyor, ataerkil otorite ve vatanperver erkeklik yeniden tesis ediliyordu. İspanya’yı kadınlar için hapishaneye çeviren uygulamalar diktatörlük boyunca devam etse de saç kazıma ve teşhir 1940’ların sonlarında son buldu. Ancak bunlar, yalnızca faşistlerin kadınlara reva gördüğü bir muamele değildi. Aynı cezalar, aşağı yukarı aynı yıllarda, Fransa’daki kadınlara da kesilecekti.

Yatay işbirliği

İkinci Dünya Savaşı’nın henüz birinci yılında Almanya’ya mağlup olan Fransa, 1940’taki ateşkesle iki bölgeye ayrıldı. Ülkenin yaklaşık yüzde 60’ı Almanya tarafından işgal edildi. Geri kalanı resmi olarak bağımsız olsa da Almanya yanlısı Vichy hükümetinin idaresindeydi. İşgal altındaki bölgelere Nazi askerleri yığınlar halinde yerleştirilmişti. Ancak, Almanya savaş devam ederken direnişle de uğraşmak istemediği için hayat büyük ölçüde çatışmadan uzaktı. Gelgelelim, Fransa’nın tüm kaynaklarının Almanya’ya aktarılması, gündelik hayatı Fransızlar için katlanılmaz hale getiriyordu. Gıda, ilaç, yakıt gibi temel ihtiyaçlara ulaşmak giderek güçleşiyordu. İşçilerin, göçmenlerin, komünistlerin, Yahudilerin, aydınların, irili ufaklı pek çok grubun işgalcilere karşı örgütlemeye başladıkları direniş hareketi işgalin ilk yıllarında zayıftı.

Saç kazıma ve teşhir, tıpkı Franco İspanya’sındaki gibi, Fransa’da da arınmayı simgeliyordu. Bu defa, arınan Fransız ulusuydu. Cezalar kadınların ahlaksızlarını dışa vurmaya ve onları saygıdeğer Fransızlardan ayırt etmeye yarıyordu. Kirlenen ulusal onur erkeklerin makas tutan eliyle temizleniyordu.

İşgal dönemi Fransa’sında ağırlıklı nüfus kadınlardı. Erkekler ya savaşta ölmüş ya da esir düşmüş, hayatta kalanların büyük bölümü Almanya’daki çalışma kamplarına gönderilmişti. Alman askerlerin en yoğun olduğu yerler Fransız erkeklerinin en az olduğu yerlerdi. Buralarda hayatı daha ziyade kadınlar çekip çeviriyor ve kaçınılmaz olarak Alman askerlerle muhatap oluyorlardı. Odacı, tezgâhtar ya da garson kadınlar her gün Almanlarla karşı karşıyaydı. Kadınlar Almanların yemeklerini yapıp çamaşırlarını yıkayarak geçiniyordu. İşgal döneminde bir frankın 0,05 Alman markı ettiği hesaba katılırsa, Almanlar için çalışmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Bir de Alman askerlerle beraber olan kadınlar vardı.

Fransızlar Almanlarla seks yapan kadınların tamamını “yatay işbirliği”yle (collaboration horizontale) suçlasalar da işin aslı daha karmaşıktı. Bazı kadınlar hayatta kalabilmek için para karşılığında Alman askerlerle beraber oluyordu. Kimsesi olmayan, alt sınıftan kadınlarsa tecavüz için kolay hedefti. Odacılar, tezgâhtarlar ve garsonlar sık sık tecavüze uğruyordu. Toplum, infial yaratmamak için burjuva ailelerin kızlarından genelde uzak duran Alman askerlerinin yoksul kadınları hedef almasını görmezden geliyordu.[xv] İçlerinden bazıları bizzat Fransız erkekleri tarafından Almanlara pazarlanıyordu. Hatta ailelerin kızlarını sekse mecbur tuttuğu bile oluyordu.

İspanya iç savaşı sırasında, Toledo bölgesinde Falanjistler tarafından saçları kazınan ve teşhir edilen dört kadın: Prudencia Acosta, María Antonia de la Purificación, Antonia Juntas Hernández ve Antonia Gutiérrez Hernández.

Sınıfsal intikam

Alman askerlerle sevgili olan pek çok kadın da vardı elbette. Tarihçi Richard Vinen Almanlarla kurulan gönül ilişkilerinin kimi zaman sınıfsal bir boyutu da olduğundan bahseder.[xvi] Genç, fakir ve eğitimsiz kadınların büyük çoğunluğu ailelerinin, patronlarının ve genel olarak toplumun kötü muamelesine maruz kalıyordu. İstismarcı babalarından, kocalarından, ailelerinden kaçıp başka bir yere yerleşen, muteber Fransız toplumu tarafından hor görülen ve vasıfsız işlerde geçimlerini sağlayan kadınların yeni düzenin güç sahipleriyle kurdukları ilişkiler yeni bir hayatın kapılarını aralıyordu. Böylece saygıya, ilgiye ve arzuya değer olduklarını kanıtlıyor ve en temel ihtiyaçlara ulaşmakta sıkıntı yaşayan toplumun geri kalanına kıyasla hem sınıf atlama imkânı buluyor hem de toplumdan intikam almış oluyorlardı.

Almanlarla beraber olan kadınlara karşı öfkenin, işgalin başlarında ortaya çıktığı görülüyor. “Hainler ve işbirlikçilere” karşı ilk olarak 1941’de yazılan, ama o dönemde ne kadar kişiye ulaştığı bilinmeyen, Défense de La France’ın (Fransa Savunması) Şubat 1942 tarihli nüshasında Fransızların öfkesini diri tutmak ve gelecekte yaşanacakları hatırlatmak için tekrar yayımlanan bir metinde şöyle yazıyordu: “Bedenlerini Almanlara sunan siz sözüm ona Fransız kadınları, hepinizin saçları kazınacak ve sırtınıza ‘düşmana satıldı’ notu asılacak. Almanlara kur yapan aşağılık mahlûklar, sizin de saçlarınız kazınacak, kırbaçlanacaksınız ve alınlarınıza kızgın demirle gamalı haç dağlanacak.[xvii]

Almanlarla birlikte olan kadınları tehdit etmeye 1941’de başlayan Direnişçiler’in o sırada aynı cezayı Nazi Almanya’sının da desteklediğinden, cezanın İspanya’da Falanjistler tarafından uygulandığından bihaber olduklarını düşünmek güç. Her halükârda bu erken tarihli tehdit, Fransız kadınların başına geleceklerin işgalin ardından yaşanan coşkuyla alakasının olmadığını açıkça gösteriyor. Üstelik ceza Fransa hâlâ işgal altındayken uygulanmaya başlamıştı bile. Hedef alınanlar arasında Almanlarla sevgili olanlar kadar onlara iş yapanlar da vardı. Örneğin, Ağustos 1943’te önce Gard’da, sonra da Roanne’da bir grup kadının saçları Alman işletmelerinde çalıştıkları gerekçesiyle kazınmıştı. Aralık 1943’teyse Direnişçiler işgalden kurtarılan Nantua’da Almanlara oda kiralayan bir otelin sahiplerinin önce saçlarını kazımış, ardından gamalı haçlarla sokaklarda dolaştırmıştı.[xviii] Sayıca az olan bu olaylar, büyük şehirlerden ziyade küçük yerleşim yerlerinde yaşanıyor, kadınların saçları maskeli gruplar ya da öfkeli genç erkekler taraflarından geceleri kazınıyor, etrafta Alman askerleri yoksa kadınlar sokaklarda dolaştırılıyordu.

6 Haziran 1944’teki Normandiya Çıkarması’nın ardından, işgalden kurtarılan her şehir, kasaba ve köyde, neredeyse düşmanı defetmiş olmanın bir nişanesi olarak, saç kazıma ve teşhir seremonileri başladı. Uygulama o kadar yaygındı ki, saçları kazınan kadınlardan bahsederken hayvanların tıraş edilmesini ifade eden “tondre” fiilinden türeyen ve “kırpılmışlar” anlamına gelen “les tondues” kelimesi kullanılıyordu. Uygulamanın yaygınlığı, maruz kalan kadınlarla ilgili keskin genellemelerde bulunmayı güçleştiriyor. Bir yerin Direnişçiler mi, İttifak kuvvetleri mi yoksa ayaklanan yerel halk tarafından mı kurtarıldığı, o yerde kaç kadının hangi suçlamalara maruz kaldığı şiddetin dozuna etki edebiliyordu. İşgal her yerde aynı anda sonlanmadığı için bir bölgede saç kazıma ve teşhirler çoktan son bulmuşken, komşu bölgede olaylar henüz yeni patlak verebiliyor, işgalin daha uzun sürmesinden kaynaklanan öfke kadınlara yönelik şiddeti ağırlaştırabiliyordu. Tüm bunlara rağmen kadınların yaşadıklarında pek çok ortaklık vardı.

Muaf tutulan erkeklik 

Saç kazıma ve teşhirler çoğunlukla Almanların defedildiği, ama alternatif bir iktidarın da henüz kurulmadığı ara dönemde gerçekleşti. Pek çok yerde, polis ve jandarmanın olayları engellemeye çalışmadıkları gibi gösterilere seyirci olarak katıldıkları çekilen fotoğraflarda görülebiliyordu. Fransa genelinde 20 binden fazla kadının saçlarının kazındığı tahmin ediliyor (ki işgal döneminde Almanlardan 80 bin civarında çocuğun dünyaya geldiği hesaba katılırsa bu sayının çok daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir).[xix] Oysa aynı muamele yalnızca birkaç düzine erkeğin başına geldi. Almanlarla yatmak yalnızca kadınlara yöneltilen bir suçlamaydı. Fransız erkekleri ne Alman erkeklerle ne de Alman kadınlarla beraber olmakla suçlandı. Almanlarla ortaklaşarak işgal döneminde hayatın katlanılmaz hale gelmesine bilfiil katkıda bulunanlar ilerleyen dönemlerde mahkemelerde yargılanacak olsalar da halkın ilk öfkesinin hedefi erkekler olmadı. Gözler her yerde ilkin kadınlara çevrildi. Tehditler 1941’de başladığı için kurbanlar başlarına geleni genelde şaşkınlıkla karşılamadı. Farklı yerlerde çekilmiş fotoğraflarda pek çok kadının olan bitene sakin bir şekilde katlanıyor görünmesi belki de bekledikleri bir şeyi yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.

Göçmen düşmanlığında ortaklaşmayan kadınlara yönelik saldırılar, aslında erkek egemen sistemde makbul sayılmayan herkese yönelen şiddetin bir parçası. Bu karanlığı yarmanın yolu da göçmenlerin yanında olmakta ısrar etmekten geçiyor.

Cezalarla karşı karşıya kalan kadınları “Nazilerle birlikte olanlar” diye genellemek yaygın olsa da, aslında Almanlarla herhangi bir teması olan her kadının bir cinsel birliktelik yaşadığına kesin gözüyle bakılıyordu. Kadınları cezalandırmak için somut bir kanıta da ihtiyaç yoktu zaten. İthamlar dedikodulara dayanıyordu. Örneğin, bekâr kadın öğretmenlerin kaldığı pansiyonlara Alman askerlerin yerleştirilmiş olması kadınları damgalamak için yeterliydi. İşgal döneminde bebeğini aldıran bir kadın hakkında çıkan bir Almandan hamile kaldığı dedikodusu, işgal bittikten sonra yeniden hatırlanıyordu.[xx]

Bir askerle bir kere sinemaya giden, kapı önünde konuşurken görülen ya da bir askerden bir buket çiçek alan her kadın hedef haline geldi. İntikam kurbanı olanlar da vardı. Örneğin, 22 yaşındaki kadın okul müdürünün kendisinden epey genç olmasına içerleyen bir erkek öğretmen, müdürle beraber üstü olan iki kadın öğretmeni işgal zamanı Almanları eğlendirdikleri yalanıyla ihbar ediyordu. Kendisini terk eden eski nişanlısından intikam almak isteyen bir başkası, kadının Alman bir sevgilisi olduğu yalanını bütün kasabaya yayıyor, ardından eski nişanlısının saçını bizzat kazıma mutluluğuna erişiyordu.[xxi] Almanların yemeklerini yapan, çamaşırlarını yıkayan, işlerini gören kadınlar da düşmanla işbirliği yapıp kazanç sağlamakla suçlandı.

Olayların başlangıç yeri genelde hedef tahtasındaki kadınların evleriydi. Bu evler işgal döneminin suç mahalleri olarak görülüyordu. Cezaların infazı öncesinde kalabalık evlerin önünde toplanıyor, önce bağırış çağırış ve hakaret faslı başlıyor, ardından kadınlar dışarı çıkartılıyor ve erkeklerin arasında cezalarının kesileceği yere götürülüyorlardı.[xxii] Bu seremonilere çocuklar ve kadınlar izleyici olarak katılsa da makası tutan her zaman erkekti. Kadınların saçı herkesin gözü önünde, kimi yerlerde direnişçiler, kimi yerlerdeyse yörede yaşayan erkekler tarafından kesiliyordu. Ardından yaşananlar ise bölgeden bölgeye farklılık gösteriyordu. Kadınlar bazen yayan bazen de kamyon arkasında sokaklarda dolaştırılıyordu. Bazı yerlerde kadınların kıyafetlerinin de bir kısmı ya da tamamı çıkartılıyor, alınlarına ya da bedenlerine gamalı haçlar çiziliyor, ellerine Nazi bayrağı ya da Hitler portresi tutuşturuluyor, Nazi selamı verip “Heil Hitler” diye bağırarak yürümeye zorlanıyorlardı.

Makası tutanlar, gösterilere katılanlar arasında Almanlarla işbirliği yaptıkları için dikkatleri başka yöne çekmek isteyenler ya da zafer kesinleştikten sonra son dakikada direnişe katıldıkları için ne kadar vatanperver olduklarını ispata soyunanlar da vardı. Tam da bu sebeple fotoğraf gösterilerin yalnızca kaydı değil, asli bir parçasıydı, çünkü görünür olmak önemliydi. Çekilen fotoğraflar bazen gazete ve dergilere gönderiliyor, bazen kopyaları satılıyor, elde edilen gelir ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyor, bazen de fotoğraflar kartpostala dönüştürülüyordu.[xxiii]

Saç kazıma ve teşhir, tıpkı Franco İspanya’sında olduğu gibi Fransa’da da arınmayı simgeliyordu. Bu defa arınan Fransız ulusuydu. Cezalar kadınların ahlaksızlıklarını dışa vurmaya ve onları saygıdeğer Fransızlardan ayırt etmeye yarıyordu. Kirlenen ulusal onur erkeklerin makas tutan eliyle temizleniyor, böylece ulus birlikteliğini, vatanperverliğini ve ahlakını yeniden keşfediyordu. Ayrıca, işgal döneminde sınıf atlamış, refaha ermiş ya da diğerlerinden daha az cefa çekmiş kadınlar ait oldukları sınıfa iade ediliyor, toplumsal düzen böylelikle normale dönüyordu.

Fransız tarihçi Fabrice Virgili genel kanının aksine, işgalin ardından saç kazıma ve teşhirin kadınlara verilen yegâne ceza olmadığını söylüyor. 1944’te çıkarılan yeni yasalarla vatana ihanet ve ulusal güvenliği tehdit suçlarının yanına bir yenisi eklenmiş, Almanlara doğrudan ya da dolaylı yardım edip Fransız vatandaşlarının özgürlüğünü ve eşitliğini tehdit edenler için “ulusa lâyık olmamak” bir suç olarak tanımlanmıştı.[xxiv]

1946’ya kadar devam eden saç kazıma ve teşhir, mahkemelerin değil, halkın kestiği cezalardı. Gelgelelim bir kadının saçlarının kazınmış olması yargılama süreçlerine de olumsuz etki ediyor, Fransız ulusuna ihanetin kanıtı olarak görülüyordu. Kadınların büyük bölümü birkaç gün ile birkaç ay arasında değişen sürelerde tutuklu kalmış, üçte biri ise çıkarıldıkları mahkemelerde suçlu bulunmuştu. Bazıları iftiraya maruz kaldıklarını tanıklıklarla, belgelerle, bazen de bekâret raporlarıyla ispat etmeye çalıştı. Aralarında intihar edenler ya da kendini evine kapatanlar oldu. Her şey durulduktan sonra başlarına gelenler için şikâyette bulunanlar da vardı.[xxv] Bunlar daha ziyade toplumun üst sınıflarına mensup ve Almanlarla iş yaparak maddi kazanç sağladıkları gerekçesiyle saçları kazınmış olanlardı. Almanlarla beraber olmaktan suçlanmış kadınların büyük kısmı ise yaşadıkları yeri terk edip yeni hayatlar kurdu.

Türkiye’nin işbirlikçileri

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Nazilerden arındırılan pek çok ülkede kadınlar Fransa’dakine benzer bir akıbete maruz kaldı. Bu ülkelerin bugün utançla, bazı yerlerde resmi özürle[xxvi] andıkları bu olayların, bunca yılın ardından Türkiye’de, hem de ülkedeki göçmenlerle ilişkili olarak gündeme gelmesi çok şey anlatıyor. Zafer Partisi Bursa İl Başkanlığı’nın paylaşımı her ne kadar “para karşılığı evlenerek vatandaşlığı satan kadınların ihaneti” ile ilgili gözükse de meselenin bundan ibaret olmadığı açık. Zafer Partisi kurulduğu günden bu yana, göçmen karşıtlığıyla, ülkedeki göçmen varlığını istila üzerinden tarif etmesiyle biliniyor.

Parti, ülkedeki toplumsal ve ekonomik sorunların sebebi olarak göçmenleri işaret etmekte elbette yalnız değil. Özellikle son birkaç yıldır çok sayıda parti ve siyasetçi, sorunların kaynağına yönelmek ya da ülkedeki boğucu iklimi tersine çevirmeye yönelik bir siyasi hat önermek yerine göçmen karşıtlığında ortaklaşıyor. Göçmenlerin AB’yle bir pazarlık vasıtasına indirgenmesini, onlara dayatılan insanlık dışı koşulları, göçmen emek sömürüsünü sorun etmiyor. Böylelikle ekonomik ve toplumsal sorunların yükü altında ezilen halkın öfkesinin göçmenlere yönelmesine katkı sağlıyor, çözüm diye göçmenlerin geri gönderilmesini önerirken bunun hukuki ve siyasi olarak nasıl mümkün olacağını açıklamıyor, insanların oylarına talip oluyor. Bu yüzden beraber yaşama kültürüne derinden zarar veren kutuplaşma siyaseti göçmenleri kapsayacak şekilde genişletiliyor.

Mutat bir özel muamele

Bu söylemlere ve politikalara karşı çıkan kadınlarsa, tıpkı tarihteki gibi “özel bir muameleye” maruz kalıyor. Göçmen karşıtlığının kadınların güvenliğine dair kaygılarla meşrulaştırılmasını reddeden kadınlar hedef haline getiriliyor, erkeklerin “kadınlarımız” diye kendilerini sahiplenmelerine kafa tuttukları, tacizin, tecavüzün milliyete indirgenemeyecek bir ataerkillik sorunu olduğunu dile getirdikleri için tehditlere maruz kalıyorlar. Güvenliklerinden kaygı duyduklarını iddia eden erkekler kişisel bilgilerini ifşa edip onları saldırılara açık hale getiriyor, üstüne taciz, tecavüz temennileriyle karşı karşıya kalıyorlar. Yetmiyor, son yıllarda meşru bir eleştiri kisvesine bürünen, kendilerini sol siyasete yakın gören bazı kesimlerin de tüm “kökü dışarıda hizipçilik” içeriğine rağmen savunmakta beis görmediği, karşıt görüşteki kişileri ya da oluşumları itibarsızlaştırmak için yaygın olarak kullanılan “fonculuk” ithamlarından da nasiplerini alıyorlar.

Sorunların siyaset yoluyla çözülmesinde ısrar eden kadınlara “bunları dile gtirmek için kaç para aldıkları” soruluyor. Ülkeyi içeriden istila edenler ve istilayı dışarıdan fonlayanlarla “para karşılığında işbirliği” yapmakla suçlanıyorlar.

İşte Zafer Partisi’nin paylaşımının “unutulmasın ki” notuyla dolaşıma girmesi, dehşet verici olsa da, bu yüzden bizi şaşırtmıyor. Hayatının idaresini kendi ellerine almanın ve kendi için karar vermenin bir erkek tarafından öldürülmek için yeter sebep olduğu bir ülkede, kendilerine çizilen sınırlar içerisinde varolmayı kabul etmeyen kadınlar, zaten sürekli hedefte. Göçmenlerle ilgili tartışmalarda olan da bu. “Sessiz istilacı”lara karşı verilen “savaş”ta nefret söylemini bir vatanperverlik nişanesi olarak kuşananların yanında saf tutmayan kadınların düşmanla işbirliği yapmakla suçlanmasında şaşılacak bir şey yok. Hadlerini aşanları hizaya çekmek için tehditler savurulmasında da.

Göçmen düşmanlığında ortaklaşmayan kadınlara yönelik saldırılar aslında erkek egemen sistemde makbul sayılmayan herkese yönelen şiddetin bir parçası. Ataerkinin kendisiyle uzlaşmayan, yerini bilmeyen, hayatlarının dümenine geçecek kadar ileri giden tüm kadın ve LGBTİ+’lara dayatmaya çalıştığı karanlık, göçmenlerle ilgili tartışmalarda da karşımıza çıkıyor. Bu karanlığı yarmanın yolu da göçmenlerin yanında olmakta ısrar etmekten geçiyor. Bu açıdan, geçtiğimiz günlerde yüzlerce kadının ve onlarca kadın örgütünün imzasıyla yayınlanan “Irkçılığın, ayrımcılığın, göçmen düşmanlığının ve körüklenen nefretin değil, göçmenlerin yanındayız” açıklaması çok kıymetli.[xxvii]

Açıklama, ülkedeki sorunları göçmenlerin sırtına yükleyerek dışsallaştırmaya ve kendi failliklerini hasır altı etmeye çalışanların yüzüne, göçmen düşmanlığının kadın düşmanlığını, transfobiyi, homofobiyi, nefreti, erkek şiddetini ve hak gasplarını da tırmandırdığını bir kez daha vuruyordu. Açıklamayı sahiplenenler tıpkı tarihte olduğu gibi, bir kez daha işbirlikçilikle, ihanetle, düşmanla ortaklaşıp kazanç elde etmekle itham edildi. Ülkedeki sorunları siyaset yoluyla çözme iradesi güçlenmedikçe bu tür suçlamalar kuşkusuz devam edecek. Tam da bu yüzden, her şartta içinde bulunduğumuz karanlıktan ve körüklenen nefretten asıl kimlerin fayda sağladığını hatırlatmaya devam etmek gerekiyor.


[i] Victoria Sherrow, Encyclopedia of hair: a cultural history, Londra: Greenwood Press, 2006, s. 317.

[ii] Ljubinka Škodrić, “Intimate Relations between Women and the German Occupiers in Serbia 1941-1944,” Cahiers balkaniques, No: 43, 2015.

[iii] Louise Ryan, “‘Drunken Tans’: Representations of Sex and Violence in the Anglo-Irish War (1919-21)”, Feminist Review, No: 66, 2000, s. 73-94.

[iv] Antony Beevor, “An ugly carnival,” The Guardian, 5 Haziran 2009, https://www.theguardian.com/lifeandstyle/2009/jun/05/women-victims-d-day-landings-second-world-war

[v] Michael Wildt, “Picturing exclusion: Race, Honor and anti-Semitic violence in Nazi Germany before the Second World War,” Jürgen Martschukat ve Silvan Niedermeier (haz.), Violence and visibility in Modern History içinde, New York: Palgrave Macmillan, 2013.

[vi] Michael Richards, A Time of Silence: Civil Wat and the Culture of Repressin in Franco’s Spain, 1936-1945, Cambridge: Cambridge University Press, 1998, s. 47-48.

[vii] A.g.e., s. 52-54.

[viii] A.g.e., s. 55

[ix] Ernest Hemingway, Çanlar Kimin için Çalıyor, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 2006, s. 32-33, 372, 366.

[x] Julian Casanova, A Short History of the Spanish Civil War: Revised Edition, Londra: Bloomsbury Academic, 2021, s. xvii.

[xi] Laura Muñoz-Encinar, “Unearthing gendered repression: an analysis of the violence suffered by women during the çivil war and Franco’s dictatorship in Southwestern Spain,” World Archaeology, Vol: 52, No: 5, 2019, s. 759-777.

[xii] Michael Richards,s. 55.

[xiii] Julian Casanova, s. xvii.

[xiv] Michael Richards, s. 58-59 ve Sam Jones, “Judge to investigate Franco-era crimes against Spanish women,” The Guardian, 26 Ekim 2018, https://www.theguardian.com/world/2018/oct/26/judge-investigate-franco-era-crimes-against-spanish-women-sexual-assault-forced-abortion-child-theft

[xv] Richard Vinen, The Unfree French: Life Under the Occupation, New Haven: Yale University Press, 2006, s. 180.

[xvi] A.g.e.,s. 179-181.

[xvii] Fabrice Virgili, Shorn women: gender and punishment in liberation France, çev. John Flower, Oxford: Berg, 2002, s. 67.

[xviii] A.g.e.,s. 68.

[xix] Antony Beevar, “An agly carnival.”

[xx] A.g.y.

[xxi] Richard Vinen, s. 181 ve Fabbrice Virgili, s. 201.

[xxii] Fabrice Virgili, s. 155-156.

[xxiii] A.g.e.,s. 83.

[xxiv] A.g.e.,s. 10.

[xxv] A.g.e.,s. 356.

[xxvi] Örneğin Norveç, 2018 yılında, Nazi askerleriyle işbirliği yapmakla itham edilen ve “Alman kızları” olarak adlandırılan Norveçli kadınlardan, savaşın sona ermesinden sonra saldırılara maruz kalıp ülkeden sürülmeleri sebebiyle resmi olarak özür diledi. Bkz. https://www.bbc.com/news/world-europe-45893490

[xxvii] https://esitlikadaletkadin.org/82-kadin-orgutunden-aciklama-gocmenlerin-yanindayiz/

^