Günümüzün en yakıcı sorunları neler? Sorunlar, Marx’ın dediği gibi, çözümleriyle birlikte geliyorsa, çözümlerin ipuçları neler? Kapital’de anlatılan bizim hikâyemiz ise anlatılan tam olarak ne? Evet, Kapital’in birinci cildi bir şaheser, edebi üslûbu cabası. Peki, ikinci ve üçüncü ciltler niçin öyle damardan iktisat? Anlatılan eski zamana mı dair, yoksa tam da bugünün hikâyesi mi? Mesele sadece yorumlamak değilse, ne yapmalı? Ömrünü Kapital’i anlamaya, anlatmaya adayan David Harvey’e kulak kesiliyoruz.[1] Express’in bahar sayısından naklen…
Finansal çöküşün üzerinden on yıldan fazla bir süre geçti. Kriz bitti mi, yoksa bazı ekonomistlerin söylediğine bakılırsa, yeni bir resesyonun eşiğinde miyiz?
David Harvey: Krizlere dair düşünebileceğiniz çeşitli yollar var. Krizlerin kapitalizmin sonunu işaret ettiğini düşünmeye eğilimli olanlar var; ben krizlerin sermayenin yeniden örgütlenmesinin bir vasıtası olmasından çok daha fazlası olduğunu düşünmeye eğilimliyim. Sermayenin yeniden şekillenmesi, alternatif bir modelin yeniden inşasıyla birlikte, yeni koşullarla birleşir.
Genellikle ekonomi tıkırındayken insanların hayatının kötüye gittiği durumlarla karşılaşırız. 2007-2009’da olan büyük bir karmaşaydı. Krize cevap vermede büyük bir farklılık ortaya çıktı. Batı’da krize verilen cevap büyük ölçüde kemer sıkmaydı. Bunun azgın bir borç krizi olduğu ve kesintiye gitmemiz gerektiği söylendi. Sonuç, nüfusun geniş kesimleri için yaşam standartlarının düşmesi oldu. Ne var ki, bu kriz ultra-zenginleri etkilemedi. En tepedeki yüzde 1 ya da yüzde 5’lik kesim oldukça iyi durumda. Bir tabir var, “asla iyi bir krizin heba olmasına izin verme”; finansçılar ve benzerleri krizden çok iyi çıktılar.
Çin ise krize tamamen farklı bir cevap geliştirdi. Kemer sıkma politikalarına meyletmedi ve altyapı, kentleşme gibi alanlarda kapsamlı yatırımlara girişti. Bu kapsamlı genişleme hammadde talebini artırdı. Bu şekilde, Çin’e tedarik yapan ülkeler (örneğin bakır tedarik eden Şili, demir tedarik eden Avustralya, demir, soya fasulyesi vb. tedarik eden Brezilya) krizden hızlı bir şekilde çıktı. Çin tek başına küresel kapitalizmi ciddi bir çöküşten kurtarmış oldu. Bunun Batı dünyasında iyi anlaşıldığı kanaatinde değilim. Çin 2007-2008’den bu yana Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’nın toplamından daha fazla bir büyüme yarattı.
Anti-kapitalist siyasete odaklanan yeni bir yaklaşıma ihtiyaç var: Yalnızca işyerine odaklanmayan, gündelik yaşamın, barınmanın, sosyal desteğin, ekolojik kaygının, kültürel değişim ve dönüşümün koşullarına da odaklanacak bir sol yaklaşıma.
Bütün önceki krizler sermayenin birkaç yeni organizasyon tarzını üretmiştir. 1930’larda bu tarz Keynesçilik, devlet müdahaleleri, devlet işletmesi vs. anlamına gelirken, 1970’lerin krizi neoliberal çözümleri önümüze getirdi. Ancak bu sefer 2007-2008 krizinin ortaya herhangi bir şey koyduğunu sanmıyorum. Ortaya çıkan politikalar bilâkis daha da neoliberal. Sorun şu ki, neoliberalizm çekiciliğini ve meşruiyetini yitirdi, bu yüzden bugün otoriter ve sağ-popülist yöntemlerle sözünü geçiriyor. Bunu son derece neoliberal politikalar uygulayan Trump’ta görüyoruz, bu politikalar deregülasyon ve zenginler için vergilerin azaltılması anlamına geliyor. İnsanlar neoliberalizmin, zenginin daha zenginleştiği, fakirin daha fakirleştiği bir üçkâğıt olduğunu görüyor. Ancak bugün etnik milliyetçi bir korumacılığın-otarşinin ortaya çıkmakta olduğunu görmeye başlıyoruz, ki bu farklı bir modele işaret ediyor. Steve Bannon [2] gibi birine göre, göçü sınırlamak suretiyle ABD işçi sınıfını işgücü piyasasındaki rekabetten korumak durumundayız. Sermayeyi suçlamak yerine göçmenleri suçluyorsunuz. Söylenen diğer şey de şu: Gümrük vergilerini artırarak ve Çin’le olan rekabeti sorumlu tutarak o insanların desteğini alabiliriz. Bu şekilde göçmen ve offshoring karşıtı olarak muazzam bir destek toplayan bir sağ siyaset var. Gerçek şu ki, istihdam sorunu temelde offshoring’le değil, teknolojik değişimle ilgili. 1980’lerden bu yana görülen işsizliğin yaklaşık yüzde 60’ı ya da 70’i teknolojik değişim kaynaklı, 20’si ya da 30’u offshoring’le ilgili. Etnik milliyetçi ve otoriter siyaset kapitalist dünyayı birbiriyle çatışan hiziplere bölmeye başlıyor. 1930’larda bu tarz bir siyasetin nelere yol açtığını biliyoruz, bu yüzden bu konuya kayıtsız kalmamalıyız.
Bazen krizler imkânlar yaratır. Ancak ABD’de ve Avrupa’da insanların sol/devrimci örgütlenmelerden ziyade sağcı liderlerin peşine takıldığı görülüyor. Bu durumda, marksist terimlerle, örgütlenmenin nesnel koşullarına dair konuşmanın ne anlamı olabilir?
Tabii ki nesnel koşullara dair konuşmak durumundayız. Nesnel koşullar ayrıca belli bir siyaset tarzı ile birlikte düşünülmelidir. Kapitalizmde ortaya çıkan dönüşümlere sol çok iyi cevap veremedi ve geçmişteki hatalarının bir kısmını tekrarlama tehlikesiyle karşı karşıya. 80’lerde ve 90’larda Batı’da bir dizi sanayisizleşme süreci yaşandı, bunların çoğu teknolojik değişim kaynaklıydı. Geleneksel işçi sınıfı kesimlerini koruma gayesiyle, sol bu sürece karşı savunmacı bir çaba içinde oldu. Ancak bu savaşı büyük bir itibar kaybıyla birlikte kaybetti. Bugün, geçmişte otomasyonun imalata yaptığı gibi, yapay zekânın benzer şeyi hizmetler için de yapacağını görüyoruz. Bizim yapay zekâyı, otomasyonu ve bütünüyle yeni meslek ve istihdam yapılarına dair tüm görüşleri kucaklayan yaratıcı bir sol olmamız lâzım. O bakımdan, sermaye neredeyse oraya var gücümüzle yüklenmemiz gerekiyor. Bu, alternatif bir politika anlamına geliyor. Klasik işçi sınıfı pek çok ülkede artık mevcut değil. Dahası, geleneksel sol politikanın zemini de bu gelişmeyle birlikte ortadan kalktı. Elbette bütünüyle ortadan kalkmış değil, ancak ciddi oranda zayıflamış durumda. Bu yüzden anti-kapitalist siyaset diye adlandıracağım şeye odaklanan yeni bir yaklaşıma ihtiyaç var: Yalnızca işyerine odaklanmayan, gündelik yaşamın, barınmanın, sosyal desteğin, ekolojik kaygının, kültürel değişim ve dönüşümün koşullarına da odaklanacak bir sol yaklaşıma.
Marx bugün hiç olmadığı kadar güncel. Marx’ın döneminde sermaye dünyada egemen değildi. Britanya’da, Batı Avrupa’da ve ABD’nin doğusunda egemendi, Çin’de veya Hindistan’da değildi. Ama bugün sermaye her yerde egemen, bu sebeple Marx’ın sermayenin ve çelişkilerinin ne olduğuna dönük analizleri hiç olmadığı kadar güncel.
Kentsel hareketlerin devrimci potansiyelini sol partiler yeterince ciddiye almıyor mu?
Kentlerde uzun zamandır toplumsal hareketler yaşanıyor. Örneğin, son yirmi küsur yıllık sürede başlıca toplumsal hareketler kentlerde meydana geldi. Bu hareketler temelde gündelik yaşamın bozulan kalitesine dairdi. Örneğin, Türkiye’de Gezi Parkı isyanını gördük. Brezilya kentlerinde de eylemler vardı ve bunlar ulaşım ile yetersiz altyapı yatırımına yönelik eylemlerdi. Elbette ki işyeri sorunları hâlâ mevcut, ama kentsel mücadelenin bir ajitasyon alanı olduğunu ve işyerindekine kıyasla kentsel sorunlar üzerine çok daha fazla başkaldırının olduğunu kabul etmemiz gerekti. Bu durum solun nerede konumlanacağı sorusunu, kentsel toplumsal hareketlerden bir solun ortaya çıkıp çıkmayacağı sorusunu getirdi. 1970’lerden bu yana, buradan bir sol ortaya çıkmalıdır görüşünü savunuyorum. O zamanlar kimse pek kulak asmıyordu, ancak 2000’lerle birlikte durum değişti. Barcelona’da büyüyen kiracılar hareketi, New York’takinde olduğu gibi, çok önemli bir hareket, üstelik aynı anda California’da da kira kontrolü üzerine büyük bir hareketlilik vardı. Kiracılar tarafından yürütülen hareketlerin gerçek bir politik baskı oluşturduğu kentlerin sayısına bakarsanız, solun bu hareketlerin anlamsız olduğunu söylemesi kabul edilemez.
Marx, Sermaye ve İktisadi Aklın Cinneti‘nde Marx’ı nispeten geç keşfettiğinizi söylüyorsunuz. Bu düşünce sistemini tercih etmenizin sebebi neydi?
35 yaşındayken Baltimore’daki kentleşme ve konut piyasası üzerine çalışıyordum. 1960’ların sonunda ABD kentlerinde patlak veren isyanların temelinde bu sorun vardı. O araştırma sırasında geleneksel sosyal bilim yöntemlerinin pek işe yaramadığı görüldü, ben de sorunu formüle etmek için başka yollar aramaya koyuldum. Derken, birkaç yüksek lisans öğrencisine “belki de Marx’ı okumalıyız” demiş bulundum. Böylece Marx’ı okumaya başladım.
Bence Marx bugün hiç olmadığı kadar güncel. Marx’ın döneminde sermaye dünyada egemen değildi. Britanya’da, Batı Avrupa’da ve ABD’nin doğusunda egemendi, Çin’de veya Hindistan’da değildi. Ama bugün sermaye her yerde egemen, bu sebeple Marx’ın sermayenin ve çelişkilerinin ne olduğuna dönük analizleri hiç olmadığı kadar güncel.
Marx’ın yeniden keşfedilmesinde krizin nasıl bir rolü oldu? Coğrafya gibi bir disiplinin prizmasından Marx’a bakarak nasıl bir perspektif edinilebilir?
Marx demişti ki, işimiz dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir. Bu, Marx’ın dünyayı anlama ve açıklamayı önemsemediği anlamına gelmez. Kapital’i niçin yazdı? Dünyayı değiştirmek için onu önce iyice anlamanız gerekir. Önemli olduğunu düşündüğüm şeylerden biri, güncel koşullara uygun şekilde Marx’ın kavrayışını geri kazanmaya çalışmaktır. Böylece insanlar neye karşı mücadele ettiklerine dair daha iyi bir fikir edinebilirler.
Coğrafyaya ve kentleşmeye olan ilgim Marx’ı farklı bir tarzda okumama neden oldu. Örneğin, Sermayenin Sınırları’nda hem toprağın kullanımına hem de finansa geniş yer ayırdım. 1970’lerde çok az insan finansa dair bir şeyler söylüyordu. Marx’ı okuyuşum ve sunuşum onun eşitsiz coğrafi gelişim ve kentleşmeyle ilgili anlayışını oluşturmakla ilintiliydi hep. 1982’de yayımlanan Sermayenin Sınırları’nın hâlâ basılıyor olması gösteriyor ki, çizilen bu çerçeve konut sorununu inceleyenler için güncel bir zemin sunuyor, ayrıca diğer Marksist yaklaşımlarda olmadığı şekilde konuları birbirine bağlıyor.
Kapitalistler bir miktar para ile güne başlar, üretim aracı ve emek gücü gibi bazı metalar satın alır. Bu metalar emek sürecine sokulur, yeni bir meta üretilir. Yeni meta satılır, kâr elde edilir. Kâr, rant ve faiz biçiminde bölüştürülür ve başlangıçtaki paraya geri dönerek üretim çevrimini tekrardan başlatır. Kapital’in üç cildi bu sürecin veçhelerini ele alır.
2007-2008 krizi sonrasında Marx’a büyük bir ilgi vardı. Bugün bu ilginin biraz azaldığı görülüyor, çünkü insanlar Trump gibi bir fenomeni ve Orbán, Erdoğan, Bolsonaro gibi faşist tipte liderlere dönüşü izah etmeye çalışmakla meşgul. Ancak kesin olan bir şey var: Küresel ekonomide gerçek bir aksaklık olursa, ki bu konuda çok sinyal var, siyasal iktisadı daha fazla konuşuyor olacağız.
Uzun yıllardır Kapital üzerine dersler veriyorsunuz. Bu üç ciltlik eserin bölümlerini nasıl özetlersiniz?
Marx çok detaya giriyor ve bazen Kapital’in genel kavrayışının tam olarak ne olduğuna dair bir fikir edinmek kolay olmuyor. Ama aslında gayet basit: Kapitalistler belli bir miktar para ile güne başlarlar, bu parayı alıp piyasaya çıkarlar ve orada üretim aracı ve emek gücü gibi bazı metalar satın alırlar. Sonra bu metalar emek sürecine sokulur ve burada yeni bir meta üretilir. Bu yeni meta da para karşılığında satılır ve kâr elde edilir. Elde edilen bu kâr çeşitli yollardan rant ve faiz biçiminde yeniden bölüştürülür ve sonra da başlangıçtaki paraya geri dönerek üretim çevrimini tekrardan başlatır. Bütün bu süreç bir dolaşım sürecidir ve Kapital’in üç cildi bu sürecin farklı veçhelerini ele alır. İlk cilt üretim konusunu, ikinci cilt dolaşımı ve “gerçekleşme” dediğimiz metanın tekrardan paraya dönüştüğü süreci ele alır. Üçüncü cilt ise bölüşüm konusunu ele alır: Paranın tamamı tekrardan dolaşım sürecine girmeden bunun ne kadarı mülk sahibine, ne kadarı finansçıya ve ne kadarı tüccara gidecek?
Çeşitli bakımlardan Marx uzmanlarından ayrışıyorsunuz. Temel bir fark Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini öne çıkarmanız. Birçok Marx uzmanı ise ilk cildi önemli buluyor. Bu ayrılığın sebebi ne?
İlk ciltte Marx diyor ki, “birinci ciltte şu konuyu, ikinci ciltte bu konuyu, üçüncü ciltte ise öbür konuyu öncelikli olarak ele alıyorum”. Belli ki Marx sermayenin dolaşımının bütünlüğüne dair bir fikre sahipti. Planı da kafasındaki bu bütünlüklü fikri üç cilde yayılacak şekilde parçalara ayırmaktı. Benim yaptığım da sadece Marx’ın söylediklerinin peşinden gitmek. Ancak, sorun şu ki, ikinci ve üçüncü ciltler tamamlanmadı. Dahası bu ciltler birinci cilt kadar da tatmin edici değil. Diğer sorun da şu: Birinci cilt tam anlamıyla bir şaheser, buna mukabil ikinci ve üçüncü ciltler çok daha teknik ve takip etmesi zor. Bu yüzden, belli bir neşe ve eğlence duygusu ile Marx’ı okumak isteyenlerin birinci cildi niçin ellerinden bırakamayacaklarını anlayabiliyorum. Ama diyorum ki: Eğer gerçekten Marx’ın sermayeye dair kavrayışının ne olduğunu anlamak istiyorsanız, dikkatinizi sadece üretime vererek anlayamazsınız. Konu dolaşımla ilgilidir. Konu metayı piyasaya getirip satmakla ilgilidir. Şu halde konu kârın bölüşümü ile ilgilidir.
Kapitalizmi güdüleyen şey sürekli genişleme, büyüme dinamiği. Siz bunu, Hegel’e atıfla, “kötü ebediyet” diye adlandırıyorsunuz. “Kötü ebediyet”i nasıl açıklıyorsunuz?
“Kötü ebediyet” fikri Kapital’in ilk cildinde geçiyor. Sistem genişlemek zorundadır, çünkü konu her zaman kârla ilgilidir, Marx’ın “artı değer” diye adlandırdığı değerin üretilmesi ile ilgilidir. Bu artı değer de sonra daha çok artı değerin üretilmesi için tekrardan yatırılır. Sermaye sürekli genişlemeden ibarettir. Bu da şu anlama gelir: Yılda yüzde 3’lük bir oranda durmaksızın büyürseniz, varacağınız yer gereken genişleme miktarının muazzam olduğu bir nokta olacaktır. Marx’ın zamanında dünyada sermayenin genişleyebileceği bolca alan vardı, ancak bugün Çin’de, Güney Asya’da ve Latin Amerika’da olup biten her şeyle ilgili yüzde 3’lük bir bileşik büyüme oranına dair konuşuyoruz. Ortaya çıkan sorun şu: Nereye doğru genişleyeceksiniz? İşte “kötü ebediyet” fikri burada ortaya çıkıyor.
Üçüncü ciltte Marx sermayenin genişleyebilmesinin belki de tek yolunun parasal genişleme olduğunu söyler. Çünkü paranın limiti yoktur. Eğer çimento ya da onun gibi bir şeyi kullanmaktan bahsediyorsak, ondan ne kadar üretebileceğinize dair fiziksel bir sınır var demektir. Ancak para söz konusu olduğunda küresel para arzına sıfırlar eklemeniz yetecektir. 2008 krizi sonrasında yapılan bu oldu: “Miktarsal genişleme” denen bir politika ile para arzına sıfırlar eklendi. Bu para da sonra borsalara, ardından varlık balonlarına, bilhassa da konut piyasalarına geri döndü. Şu an tuhaf bir durum içindeyiz: Dünyanın her bir metropolitan alanında inşaatta ve emlak fiyatlarında çok büyük bir artış var. Bütün bunlar bir yandan paranın çoğaltılıyor oluşuyla, diğer yandan da spekülasyon ve varlık değerleri dışında paranın nereye gideceğinin bilinmemesi olgusuyla körükleniyor.
Birinci cilt bir şaheser. Belli bir neşe ve eğlence duygusu ile Marx’ı okumak isteyenlerin birinci cildi niçin ellerinden bırakamayacaklarını anlayabiliyorum. Ama Marx’ın sermayeye dair kavrayışını dikkatinizi sadece üretime vererek anlayamazsınız. Konu dolaşımla ilgilidir. Metayı piyasaya getirip satmakla ilgilidir. Kârın bölüşümü ile ilgilidir.
Size göre Marx’ın kapitalizme dair açıklamaları temelde zaman ve mekân sorunlarına ilişkin. Para ve kredi ise bu sorunların çözüldüğü yollar. Zaman ve mekânın bu iki ekseni niçin bu denli önemli?
Örneğin, borçlanma geleceğin haczedilmesidir. Borç gelecekteki üretime dönük bir iddiadır. Borçlarımızı ödemek zorunda olduğumuz için gelecek haciz altındadır. Geleceğin haczedilmesi meselesi Kapital’in konusunun son derece önemli bir kısmını oluşturur. Mekân bu noktada konuya dahil olur, çünkü genişlemeye başlarken ortada hep şöyle bir olasılık vardır: Verili bir mekânda genişleyemediğinizde sermayenizi alır ve başka bir mekâna gidersiniz. Bu yüzden konunun coğrafi bir veçhesi var.
Sistemin genişlemesi “mekânsal sabitler” dediğim sınırlamalardan kurtulmakla ilgilidir. Problem şu: Elinizde bir sermaye fazlası var, bununla ne yapacaksınız? Bu, dünyanın başka bir yerine gidip bir şey kurmanız anlamına geliyor. Elinizde 19. yüzyılın Kuzey Amerika’sı gibi “yerleşilmemiş” bir kıta varsa, genişleyebileceğiniz muazzam bir mekân var demektir. Ancak bugün Kuzey Amerika boşluk olmayacak şekilde hemen hemen kaplanmış durumdadır.
Mekânsal reorganizasyon basitçe genişlemeyle ilgili değildir. Bu aynı zamanda yeniden inşa etmeyle de ilgili bir konudur. ABD’de ve Avrupa’da sanayisizleşme sürecini görüyoruz, sonrasında da kentsel yeniden inşa etme aracılığıyla bir alanın yeniden yapılandırılmasını. Bu şekilde Massachusetts’teki pamuklu dokuma fabrikaları apartman dairelerine dönüştürüldü. Bugün hem zamanı hem de mekânı tüketiyoruz. Bu durum günümüz kapitalizminin büyük sorunlarından biridir.
Günümüz kapitalizmi bizleri gittikçe artan oranda borç altına sokuyor. Bu borçlar nasıl, hangi araçlarla ödenecek? Spekülasyona ve varlık değerlerine gidecek olan paranın giderek daha fazla basılması gibi bir son mu bekliyor bizleri?
İşte tam da bu zamanda, insanların yaşaması için değil de, bizatihi yatırım yapmak amacıyla binalar inşa etmeye başlıyoruz. Örneğin, günümüz Çin’ine dair en şaşırtıcı şeylerden biri şu: İçinde henüz kimsenin yaşamadığı inşa edilmiş toplu şehirler var, ama yine de insanlar buralarda konut satın almışlar, çünkü bu iyi bir yatırım demek.
Jacques Derrida’dan ödünç aldığınız bir ifade var: “iktisadi aklın çılgınlığı”. Gerek Marx’ın gerekse de sizin kitabınızın gösterdiği şey bizatihi kapitalist sistemin bir çılgınlık olması.
Bunun en iyi ölçüsü bir kriz ânında neler olup bittiğine bakmak. Sermaye periyodik olarak krizler üretir. Bir krizin özelliklerinden biri istihdam dışı kalmış, nasıl geçineceğini bilemeyen insanların, yani emek fazlalarının olmasıdır, ama aynı zamanda uygun bir getiri oranı elde edecek şekilde gidecek bir yer bulamayan sermaye fazlaları da vardır. Toplumsal ihtiyacın kronikleştiği bir durumda bu iki fazlalık yan yana durmaktadır.
Marx’ın zamanında dünyada sermayenin genişleyebileceği bolca alan vardı, ancak bugün sorun şu: Nereye doğru genişleyeceksiniz? Marx sermayenin genişleyebilmesinin tek yolunun parasal genişleme olduğunu söyler. 2008 krizi sonrasında yapılan bu oldu.
Bir şeyler üretmek için sermaye ve emeği bir araya getirmeniz gerekir. Ancak bunu yapamıyorsunuz, çünkü üretmek istediğiniz şey kârlı değil. Kârlı olmayan şeyi sermaye üretmez. İş bırakır. Bu şekilde kendimizi sermaye ve emek fazlalarının yan yana durduğu bir durum içinde buluruz. Bu durum irrasyonelliğin tepe noktasıdır. Kapitalist iktisadi sistemin son derece rasyonel bir sistem olduğu öğretildi hep. Ama öyle değil. Kapitalist sistem inanılmaz irrasyonellikler üretir.
Hâlâ sermaye birikimi tarafından yönlendirilen bir toplumun içindeyiz. Marx, bu toplumun, kendi itici gücüyle, çelişkili karakterinin hepimizi nasıl borca hapsettiğini göstermiştir. Marx’a göre, ahlâki itirazların ötesine geçmemiz gerekmektedir. Boğuşmamız ve aynı zamanda dinamiklerini anlamamız gereken sistematik bir işleyişi tanımlamaya dair bir vurgudur bu. Çünkü aksi takdirde, insanlar bir tür ahlâki reform yaratmaya çalışacaklardır, ki bu ahlâki reform da sonra sermaye tarafından iç edilecektir.
İnternet şahane bir şey. Öyle ki, ilkin herkes bunu insanın özgürlüğüne bolca imkân tanıyan mükemmel bir özgürleştirici araç olarak düşündü, ama şimdi ne olduğuna bir bakalım: İnternet birkaç tekelin hâkimiyeti altında ve bu tekeller kişisel bilgilerimizi toplayıp bunları siyasi amaçları için kullanan her türden hastalıklı kişilere veriyor. Özgürleştirici teknoloji olarak yola çıkan internet çok geçmeden baskı ve boyunduruğun bir aracına dönüşüyor. “Bu nasıl oldu?” diye sorarsanız, şöyle dersiniz: Kimi kötü niyetli insanlar yüzünden bu oldu. Ya da Marx’a referansla şöyle dersiniz: Sermayenin sistematik niteliği her zaman bunu gerektirdiği için böyle oldu… Sermayenin el koyamadığı ve korkunç bir şeye dönüştüremediği iyi, ahlâki bir fikir diye bir şey yoktur. Geride bıraktığımız yüzyılda ufukta beliren hemen her ütopik şema kapitalist dinamik tarafından bir distopyaya dönüştürüldü. Bu, Marx’ın özellikle belirttiği bir şeydir.
Marx yalnızca kapitalizmin bir eleştirmeni değildir, aynı zamanda kapitalizmin inşa ettiği bazı şeylerin de bir taraftarıdır. Sermaye çok daha iyi bir dünya yaratmak için teknolojik ve örgütsel bir kapasite yaratmıştır. Ancak sermaye bunu özgürleşme ile değil de, sosyal tahakküm ilişkileri ile yapıyor. Bu, temel çelişkidir. Marx şunu ısrarla vurgular: “Niçin tahakküme dayanan değil de, özgürleştirici bir dünya yaratmak için bütün bu teknolojik ve örgütsel kapasiteyi kullanmıyoruz?”
Aslında Marx küreselleşmeyi tasvip etmiştir. Komünist Manifesto’da bu konuya dair harika bir pasaj yer alır. Marx küreselleşmeyi potansiyel olarak özgürleştirici görmektedir. Ama yine aynı soru: Niçin bu özgürleştirici olasılıkların peşine düşülmez? Niçin bu olasılıklar bir sınıfın diğerini tahakküm altına almasının araçları olarak kullanılır? Evet, doğru, insanların bir kısmı gelirlerini artırdı, ancak sekiz kişi dünya nüfusunun yüzde 50’si kadar bir servete sahiptir.
Biraz da direnişten konuşalım. Üretim ve tüketimin kapitalizmin temel veçheleri olduğunu ve “sermayenin iktidarına karşı sosyal ve siyasi mücadelelerin, sermayenin dolaşımının bütünlüğü içinde, çeşitli biçimler aldığını ve başarılı olmak için çeşitli stratejik ittifaklara ihtiyaç duyduğunu” söylüyorsunuz. Emek mücadelesi ile devlete karşı mücadele arasındaki ilişkiyi nasıl düşünmek gerekiyor?
Bir bütün olarak sermayeye bakmanın ve sermaye dolaşımının bütün veçhelerini göz önünde bulundurmanın avantajlarından biri, mücadelenin farklı alanlarını tanımlıyor olmaktır. Örneğin, çevre/ekoloji sorunu. Marx doğa ile olan metabolik ilişkiden bahseder. Bu yüzden doğaya ilişkin yürütülen mücadeleler siyaseten önemli hale gelir. Günümüzde çevre sorunlarıyla ilgilenen insanların birçoğu şunu diyecektir: “Bu sorunu sermaye birikimi ile ters düşmeden halledebiliriz.” Buna itirazım var. Belli bir noktada, hiç şüphesiz bir çevre sorunu olarak yüzde 3’lük bir sonsuz büyüme oranıyla sermaye birikimi meselesini halletmek durumunda kalacağız. Çevre sorunu sermaye birikimi ile ters düşmeden çözülemez.
Sermaye birikimi tarafından yönlendirilen bir toplumun içindeyiz. Marx, bu toplumun çelişkili karakterinin hepimizi nasıl borca hapsettiğini göstermiştir. Marx’a göre, ahlâki itirazların ötesine geçmemiz gerekmektedir. Çünkü aksi takdirde, insanlar bir tür ahlâki reform yaratmaya çalışacaklardır, ki bu da sermaye tarafından iç edilecektir.
Tabii konunun başka veçheleri de var. Sermaye geçmişten bu yana, her tarafta yeni isteklerin, ihtiyaçların ve arzuların üretimidir. Her tarafta tüketim çılgınlığının üretimi olmuştur. Üç-dört yıldır Çin’e gidip geliyorum, gördüğüm şu: Tüketim çılgınlığında muazzam bir artış var. Bu tam da yirmi yıl önce Dünya Bankası ve IMF’nin Çin’e telkin ettiği politikaydı –şöyle diyorlardı: “Çok fazla tasarruf yapıyorsunuz, yeterince harcama yapmıyorsunuz.” Böylece Çin halkı gerçek bir tüketim toplumu kurmaya mahkûm edildi. Bu durum insanların isteklerinin, ihtiyaçlarının ve arzularının dönüştüğü anlamına geliyor. Çin’de yirmi yıl önce ihtiyaç duyduğunuz ve arzuladığınız şey bisikletti, bugünse otomobil.
Tüketim çılgınlığı çeşitli yollarla üretiliyor. Reklamcılığın “Mad Men”i kendine düşen rolü oynuyor, ancak daha da önemlisi tamamen yeni yaşam tarzlarının yaratılmasıdır. Örneğin ABD’de, 1945’te, sermayenin kendi açmazından çıktığı yollardan biri banliyöleşmeydi, ki bu da tamamen yeni bir yaşam tarzının yaratılmasıdır. Yaşam tarzının yaratılması bir tercih değildir. Hepimizin cep telefonu var. Bu bir yaşam tarzının yaratılmasıdır. Bu yaşam tarzı da bireysel olarak içinde ya da dışında olmayı seçebileceğimiz bir şey değil. Bir telefonum olmak zorunda, bu lanet şeyin nasıl çalıştığını bilmesem bile. Cep telefonu bir insanın arzuladığı ya da ihtiyaç duyduğu için olan bir şey değildir. Cep telefonu belli bir nedenden ötürü ortaya çıktı. Sermaye de bu cihazın etrafında bir yaşam tarzı örgütlemenin bir yolunu buldu. Bugün bu yaşam tarzının içine hapsedilmiş durumdayız. Kentsel alanlarda ve kırsaldaki yerlerde küçük topluluklar görüyorum, insanlar farklı bir yaşam tarzı kurmaya çalışıyor. En çok ilgimi çeken de cep telefonu ve internet gibi yeni teknolojileri kullanarak farklı toplumsal ilişki formlarıyla alternatif bir yaşam tarzı yaratanlar oluyor. Bu topluluklar şirketlerin hiyerarşik güç yapılarından farklı, alternatif bir yaşam tarzı yaratıyor.
Yaşam tarzı üzerine verilecek bir mücadele, ücretler üzerine ya da bir fabrikadaki çalışma koşulları üzerine verilecek mücadeleden hayli farklı. Ancak bütünlüklü bir açıdan bakılırsa bu farklı mücadeleler arasında bir ilişki olduğu görülür. Tüm bunları bir araya getirdiğinizde, kapitalist bir toplumun ne olduğuna dair bütünlüklü bir tablo elde edersiniz. Ayrıca, Marx’ın tanımladığı şekilde, sermayenin dolaşımının farklı bileşenlerinde var olan diğer türde hoşnutsuzluklar ve yabancılaşmalara dair de bir tablo elde edersiniz.
Neoliberalizme karşı direniş farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Sermaye birikimine karşı direnişler yalnızca üretim alanında meydana gelmez, tüketim ve değerin gerçekleşmesi alanında da direnişler yaşanır. Bir oto fabrikasını ele alalım. Büyük oto fabrikaları geçmişte 25 bin civarında kişiyi istihdam ederdi, bugün bu fabrikalar 5 bin kişiyi istihdam ediyor, çünkü teknoloji işçilere olan ihtiyacı azalttı. Bu yüzden gittikçe daha fazla sayıda işçi üretim alanının dışına atılıyor ve kent yaşamına itiliyor. Kapitalist sistem dahilinde huzursuzluğun ana merkezi gittikçe artan oranda değerin gerçekleşmesi üzerine, kentteki gündelik yaşamın siyaseti üzerine verilen mücadelelere doğru kayıyor.
Marx şunu ısrarla vurgular: “Niçin tahakküme dayanan değil de, özgürleştirici bir dünya yaratmak için bütün bu teknolojik ve örgütsel kapasiteyi kullanmıyoruz?” Marx küreselleşmeyi potansiyel olarak özgürleştirici görmektedir. Ama yine aynı soru: Niçin bu özgürleştirici olasılıkların peşine düşülmez?
Bu kentsel mücadeleler üretim alanındaki mücadelelerden hayli farklı. Üretim alanında sermaye ile emek karşı karşıya gelir. Kentsel yaşamın kalitesi üzerine verilen mücadeleler, sınıfsal şekillenme/konfigürasyon yönünden bakıldığında, üretim alanındakine kıyasla, net değildir. Açık sınıf mücadelesi, ki bu genelde bir üretim anlayışından türetilmiştir, gerçekliğe daha da yaklaştığı ölçüde teorik olarak bulanıklaşmaya başlar. Kentsel mücadele sorunu sınıfsal bir sorundur, ancak klasik anlamda bir sınıfsal sorun değildir.
Barcelona’da bir sol parti, Barcelona en Comú, beş yıldır kent konseyine öncülük ediyor, ayrıca bir sosyal hareketler ağı da mevcut. Ancak bu durum partinin öncelikli vaadini yerine getirmesine yeterli olamadı. Bu beş yıllık deneyim yerel yönetimin değerinin sorgulanmasına yol açmalı mı?
Boğuşmaya başladığımız sorunlardan biri belediyelerin şu anda siyaseten neler yapabileceği. ABD’de oldukça radikal birkaç yerel yönetime sahibiz. Örneğin Seattle, Los Angeles da oldukça ilerici bir örnek. Dahası, New York City’de ilerici bir sol var. İşyeri sorunlarından kentteki gündelik yaşam ve düzgün barınma sorunlarına olan ilgideki kayma göz önüne alındığında, solun dikkatini bunlara verecek yeni bir siyaset geliştirmesi gerekiyor. Yerel yönetimlerin neyi ne kadar yapabileceğine dair çok az deneyime sahibiz, hele sahip oldukları kaynakların sınırlılığı düşünülürse. Örneğin, New York City’de belediye başkanı öylesine sınırlandırılmış durumda ki, yeni bir vergilendirme düzenlemesi yapamıyor. Düzenlemelerin eyalet tarafından yerine getirilmesi gerekiyor. Eyalette Demokratlar var, ancak başkanı sevmedikleri için yönetimin bu iki düzeyi arasında bir ihtilaf var. Barcelona’da bölgesel yönetim kent yönetimi ile anlaşmazlık içinde, bu da tarafların birbirini karşılıklı zayıflatmasına neden oluyor.
Sorduğunuz soru önemli. Ama beni ve kimi meslektaşlarımı ilgilendiren şey şu: Sol bir yerel yönetim iktidara gelirse, solun kendi güçlerinin kapasitesi veri iken, böyle bir yönetime yeterince destek olabilecek bir fikir ve çalışma var mı? Yerel yönetimlerin güçleri sınırlandırılmıştır. Örneğin, Britanya’da yerel yönetimler herhangi bir şey başlatma konusunda neredeyse hiçbir güce sahip değil. Orada merkezi yönetimden belediyelere çok daha fazla güç aktarılmasını görmek isterim ve aynısını Barcelona’da da görmeyi umuyorum. “Belediyeler kapsamlı bir sosyalist projenin tamamlayıcı parçaları nasıl olabilir” sorusuna çözüm üretmenin erken aşamalarındayız. Sorunuzun cevabı bu yüzden şu: Henüz bilmiyoruz.
ABD’de demokratik sosyalizmin yükselişi ve bunun başka yerlerde politik hareketler için ne ifade ettiğine dair neler söylemek istersiniz?
Şimdiye dek tek bir parti vardı, Demokrat ve Cumhuriyetçi kanatları olan Wall Street partisi. Hillary Clinton Wall Street’in kuklasıydı. Demokrat Parti Wall Street’in partisidir, 1980’lerden bu yana sürekli olarak sendikalardaki tabanını kaybetti. Demokrat Parti’de Wall Street’le bu iç içe ilişkiden yakayı sıyırmamız gerektiğini söyleyen bir hareket var: Bernie Sanders, bir politik devrime ihtiyacımız olduğunu dile getiriyor. Partinin yaklaşık üçte ikisi Wall Street’in desteğine ihtiyaç duyarken üçte biri böyle düşünmüyor. Ancak partide Wall Street’in gerçekten de sorun olduğuna yönelik artan bir farkındalık var. Halk düzeyinde bunun ne kadar ileri gideceğini görmek ilginç olacak. İnsanların siyaseten mobilize olması çok büyük ölçüde gençlerin radikalleşmesine bağlı. Soğuk Savaş sonrası koşullarda gençler sosyalizmin ne kadar kötü olduğuna dair o anti-komünist sözlerden bir şey anlamıyor. Gençler sosyalizmin öğrenci harçlarının kaldırılması ve parasız sağlık hizmetleriyle ilgili olduğunu duyduklarında bunun muhtemelen iyi bir şey olduğunu düşüneceklerdir: “Eğer sosyalizm buysa o halde sosyalist olacağım.”
Kentsel mücadeleler üretim alanındaki mücadelelerden hayli farklı. Üretim alanında sermaye ile emek karşı karşıya gelir. Kentsel mücadeleler, sınıfsal yönden bakıldığında, üretim alanındakine kıyasla, net değildir. Kentsel mücadele sorunu sınıfsal bir sorundur, ancak klasik anlamda bir sınıfsal sorun değildir.
Trump’ın gelişi, kadın haklarına ve kürtaja karşı olması sebebiyle, çok sayıda insanı siyaseten ayağa kaldırdı. Bir dönüm noktasında mıyız, emin değilim, ama bana öyle geliyor ki, önümüzdeki seçimlerde sola doğru bir kayma göreceğiz. Ancak, Wall Street’in partisi durduğu yerde durmaya devam edecek.
Akademi dışındaki solcuların Marx’ın eserleriyle iştigal etmesi niçin önemli sizce?
Politik eylem içindeyseniz, genelde çok spesifik bir hedefiniz olur. Örneğin, şehrin merkezinde yoksulların oturduğu mahalledeki kurşunlu boya zehirlenmesi konusu. Baltimore’da yoksulların mahallesinde çocukların yüzde 20’sinin kurşunlu boya zehirlenmesinden mağdur olmaları hakkında neler yapılacağına ilişkin bir örgütlenmeye girişirsiniz. Bir hukuk mücadelesi yürütmektesiniz, ayrıca gayrimenkul lobileri ile savaşım içindesiniz. Bu türden eylemlerde yer alan tanıdığım çoğu kişi yaptıkları şeyin detaylarına o kadar gömülmüş durumda ki, çoğu zaman genel fotoğrafın içinde nerede yer aldıklarını unutuyorlar; dünya ölçeği şöyle dursun, kent ölçeğindeki mücadelelerde bile bu durum geçerli.
Kurşunlu boya zehirlenmesi başa çıkılması daha kolay bir konudur; eğitim sisteminde yer alan ve okullarda çocukların kurşunlu boya zehirlenmesi sorunu yaşadıklarını gören insanları bir araya getirirseniz, bu sorunu halledebilirsiniz. İttifaklar inşa etmeye soyunursunuz. Ve ne kadar geniş bir ittifak inşa edebilirseniz, hareketiniz de o ölçüde güçlü olur. Ne düşünmeleri gerektiği konusunda insanları eğitmeye çalışmıyorum, aksine bir düşünme çerçevesi yaratmaya çalışıyorum, ki insanlar bugünkü toplumu oluşturan karmaşık ilişkilerin bütünlüğü içinde nerede yer aldıklarını görebilsinler. Bu şekilde insanlar ilgilendikleri meseleler etrafında ittifaklar oluşturabilirler, ama aynı zamanda kendi güçlerini seferber ederek ittifak içinde oldukları diğer insanlara da destek olabilirler. İttifaklar inşa etmeye ziyadesiyle ilgi duyuyorum. Bunu yapmak için elinizde kapitalist toplumun bütünlüğüne dair bir çerçevenin olması gerekiyor. Bunu Marx’ı inceleyerek kısmen elde edebilirsiniz.
Çeviren: Gencer Çakır
Express, sayı 172, Bahar 2020