KÜRESELLEŞME SORGULANIYOR –I  

Ümit Akçay
29 Nisan 2022
Yinka Shonibare Rahman, İmparatorluğun sonu, 2016
SATIRBAŞLARI

1+1 Express sayfalarını takip eden okurlar Rusya’nın Ukrayna harekâtı üzerine sürdürdüğüm yazı dizisini fark etmiştir. Geçen hafta yayınlanan yedinci yazı ile seriye bir süreliğine ara veriyorum, önemli gelişmeler olduğunda geri döneceğim.

Bu haftadan itibaren, geçen hafta kaldığım yerden devam ederek yeni bir seriye başlıyorum: Küreselleşme sorgulanıyor. Bu başlık Grahame Thompson ve Paul Hirst’ün 1996’da kaleme aldıkları, Türkçeye 2007’de çevrilen kitabın[1] da adı. Ancak, günümüz koşullarının bu tip bir sorgulamaya daha uygun olduğunu düşündüğümden, aynı başlığı kullanmayı tercih ettim.

2007’de Türkçeye kazandırılan Küreselleşme Sorgulanıyor’un yazarları Paul Hirst (solda) ve Grahame Thompson

Bu yazı dizisinde, 1990’larda yoğun bir şekilde tartışılan küreselleşme olgusunu farklı açılardan ele alarak, günümüzde içinden geçtiğimiz mevcut küresel ara rejim[2] döneminde, 1990’ların tartışmalarını nasıl güncelleyebileceğimiz konusunu ele alacağım. 

Bu tip bir sorgulamanın “neoliberalizmin sonu mu geliyor?”, “devletin geri dönüşü”, “otoritarizmin yeni dinamikleri”, “teknolojik gelişme ve ekonomik dönüşüm” ya da “emek hareketinin geleceği” gibi temel tartışma konuları açısından önemli sonuçları olacağını düşünüyorum. Bu nedenle serinin ilk yazısını biraz “tartışmaya giriş” niyetiyle yazıyorum.

1970’lerin krizi ve “açıklama çerçeveleri”

Küreselleşme tartışmalarının, kapitalizmin tarihindeki önemli büyük krizlerden olan 1970’li yıllardaki kriz sonrasında ortaya çıktığını ileri sürmek hatalı olmayacaktır. Tabii ki bunu uzun dönemli analizleri dışarıda bırakarak söylüyorum. Zira, böyle bakıldığında, 1970’ler sonrasındaki gelişmeleri “ikinci küreselleşme” olarak adlandırmak mümkün.

1970’lerin krizi ile ilgili farklı açıklama çerçeveleri mevcut. Bunlardan ilki, Marx’ın işaret ettiği kâr oranlarının düşme eğilimi dinamiklerinden hareket ederek yapılan analizler. Buna göre, sermayenin organik bileşimindeki artış, yani makine ve ekipmanlara yapılan sabit sermaye yatırımlarının değişken sermaye yatırımlarına, yani emek gücüne oranının artması kâr oranlarının gerilemesindeki temel dinamiktir. Dolayısıyla, birbiriyle rekabet halindeki farklı firmaların rakiplerinin önüne geçmek için yaptıkları yatırımlar aynı zamanda kârlılıklarının düşmesini beraberinde getirir. Bir başka ifadeyle, kriz kapitalizme içseldir.

1960’lı ve 1970’li yıllardaki sınıf mücadelesi neoliberalizme geçişle sonuçlanmasaydı, dünya genelinde kapitalist üretim tarzının sürekliliği şüpheli hale gelecekti. Dolayısıyla, 1970’lerin krizi ve krize verilen tepkiler sonrasını anlamamız için anahtar niteliğinde.

Kâr oranlarının gerilemesi sonucuna başka yollardan giderek varan açıklamalar da mevcut. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte, özellikle kritik sektörlerde ABD’li firmaları yakalayıp geçen Almanya ve Japonya kökenli firmaların yarattığı rekabetin firma kârlılığı üzerinde yarattığı baskıyı vurgulayan yaklaşımlar bu kategoride yer alabilir. Burada organik bileşim argümanı yok, ancak piyasa rekabetinin yarattığı bir kârlılık baskısı mevcut.

Aynı kategoride yer alan bir diğer açıklama, özellikle erken kapitalistleşmiş ülkelerde sınıf mücadelesinin yoğunlaşması ve 1960’lı yıllar boyunca işçi sınıfının mücadelesi sonucu kâr oranlarının gerilediği yönünde. Kârların düşmesine neden olan süreçler sadece ücret artışlarıyla ilgili değil. Kimi ülkelerde işçilerin yönetime katılma pratikleri ya da özellikle firmaların ödediği kurumlar vergisinin yüksekliği gibi etkenler de kârların azalmasına neden oluyor.

John Maynard Keynes (ortada) Temmuz 1944’te BM Uluslararası Para ve Finans Konferansı’nda

Sıraladığım bu üç açıklama biçimi, doğal olarak farklı teorik pozisyonlara tekabül ediyor. Bu tartışmanın detaylarıyla ilgilenenlere Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Kapitalizmin Geleceği kitabımıza[3] göz atmalarını önerebilirim. Burada vurgulamak istediğim, 1970’li yıllarda, özellikle ABD ve Avrupa’da kritik bir dönüm noktasına gelinmesidir.

Yaşanan, 1945 sonrası oluşan iktisadi, toplumsal ve kurumsal yapıların kriziydi. Daha açık bir ifadeyle, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki sınıf mücadelesi neoliberalizme geçişle sonuçlanmasaydı, dünya genelinde kapitalist üretim tarzının sürekliliği şüpheli hale gelecekti. Dolayısıyla, 1970’lerin krizi ve krize verilen tepkiler sonrasını anlamamız için anahtar niteliğinde.

Sermayenin çıkış stratejileri

1980’li ve 1990’lı yılları sermayenin 1970’lerdeki krizden çıkış stratejileri şekillendirdi. Bu stratejileri birkaç başlıkta toparlamak mümkün. İlki, sermayenin uluslararasılaşması. İkincisi, ekonomi politikalarının buna uygun olarak yeniden şekillendirilmesi. Üçüncüsü, devletin ekonomideki rolünün ve müdahale biçiminin yeniden tanımlanması.

Bunları önümüzdeki yazılarda sırasıyla ele alacağım, ama bu üç değişimin temel hedefini belirterek başlayayım: Sermayenin krizden çıkış stratejisinin özü, emeğin örgütsel, kurumsal ve siyasi gücünün kırılmasıdır. Bu strateji daha sonraları neoliberalizm olarak da adlandırılmıştır.

İlk başlık olan sermayenin uluslararasılaşması üç sermaye biçiminin de (para, üretken ve meta sermaye) uluslararasılaşmasını ifade ediyor. Bu üç boyutlu uluslararasılaşma dinamiğinin analizine üretken sermayeden başlarsak, 1970’li yıllar sonrasında üretim organizasyonunda köklü değişimler yaşandığını belirtmeliyiz. Burada vurgulanmak istenen iletişim ve ulaşım teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte üretimin parçalara ayrılarak, her bir parçanın daha düşük ücretli ülkelere kaydırılmasıdır. Üretimin uluslararasılaşması, günümüzde sıkça gündeme gelen değer zincirlerinin ya da tedarik zincirlerinin küreselleşmesinin gerisindeki temel dinamiktir.

Sermayenin uluslararasılaşmasının ikinci önemli ayağını para-sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi oluşturur. 1971’de ABD Başkanı Nixon’un ABD doları ile altın arasındaki izafi ilişkinin koptuğunu açıklamasının ardından sonlanan Bretton Woods sistemi günümüzde finansallaşma olarak adlandırılan sürecin gelişmesini mümkün kılan en önemli gelişmelerden biridir. Diğeri, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve bu amaçla atılan kuralsızlaştırma (deregulation) adımlarıdır. 

İletişim ve ulaşım teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte üretimin parçalara ayrılarak, her bir parçanın daha düşük ücretli ülkelere kaydırılması tedarik zincirlerinin küreselleşmesinin gerisindeki temel dinamik.

Bretton Woods sisteminin yıkılmasıyla parasal genişleme önündeki dışsal kısıtın ortadan kalkması, her bir ülkede siyasi iktidarlar için para yönetimi alanındaki manevra alanlarının genişletilmesi sonucunu doğurmuştur. Ancak, bu alan oluşturulan karşıt eğilimlerle hızlıca yeniden kapatılmıştır.

Bu karşı eğilimlerden ilki, merkez bankalarının siyasi iktidarların müdahalesi dışına çıkarılması, yani merkez bankası bağımsızlığı kavram ve uygulamalarının ortaya çıkmasıdır. Diğeri, neoliberal piyasa reformlarını uygulamayan ülkelerden ani sermaye çıkışlarının yaşanması yoluyla oluşan finansal krizlerin ulusal hükümetler üzerindeki disipline edici etkisidir.

Para ve üretken sermayenin uluslararasılaşmasının doğal bileşeni meta sermayenin de uluslararasılaşmasıdır, yani uluslararası ticaretin yoğunlaşması. Sermayenin bu üç biçiminin de uluslararasılaşması aynı zamanda sermayenin döngü hızını artırmış ve sonuçta David Harvey’in işaret ettiği “zaman-mekân sıkışması” ortaya çıkmıştır.[4] Bir başka ifadeyle, oluşan “küresel bir köy”dür.

Önümüzdeki hafta, ekonomi politikalarındaki değişim ve devletin yeniden tanımlanmasıyla devam edeceğim. Dikkat ederseniz henüz emperyalizm ya da eşitsiz bileşik gelişme gibi kavramlara girmedim, önümüzdeki tartışmalar için şimdilik ipucu kavramlar olarak söz etmiş olayım.


[1] Küreselleşme Sorgulanıyor (Globalization in Question, 1996) Grahame Thompson-Paul Hirst, Dost Yayınları, 2007

[2] Bu kavramsallaştırma için bkz.

[3] Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Kapitalizmin Geleceği, Ümit Akçay-Ali Rıza Güngen, Nota Bene Yayınları, 2016

[4] Postmodernliğin Durumu, (The Condition of Postmodernity, 1989) David Harvey, Metis Yayınları, 1999, İstanbul

^