KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
15 Kasım 2020
SATIRBAŞLARI

Lokantacılık sektöründeki maşizm, Jane Birkin’in yeni albümü “A pardon… Uyuyor muydun?”, Fransa ve İngiltere’de İslâmiyet tartışmaları, pandemide “sıfır kültür” önlemleri… Buyurun haftalık küresel medya gezintisine…  
İllüstrasyon: Mathilde van Gheluwe

Dikkat ettim, bu haftaki Küresel Medya Gezintisi’nde toplum, kültür-sanat, hatta spor sayfalarında da, hangi yazıyı okusam, iki konu mutlaka bir şekilde kendisini gösteriyor: Biden’ın zaferine rağmen Trump’ın son çırpınışları ve Covid-19.

ABD medyasında zaten artık neredeyse her yazı “çöken Trump-yükselen Biden” aksı üzerine kuruluyor. Okuduğum İngiliz ve Fransız gazeteleri de Biden’in zaferinden söz etmeden herhangi bir konuyu ele alamıyor. Ve hepsinde mevcutlu olarak pis pis sırıtıyor Covid-19. İki kutuplu yazma/okuma bu olsa gerek…

Le Monde’un beş muhabiri iki ay boyunca Fransa’daki büyük ve orta çaplı lokantalarda çalışan yirmi kadın aşçıyla konuşmuş. Kadınlar saldırganların/tacizcilerin ve çalıştıkları birçoğu ünlü restoranların isimlerini vermemek koşuluyla tanıklıklarının yayınlanmasına müsaade etmişler. Yirmi kadından sadece beşinin anlattıklarından yapılan alıntılardan oluşuyor haber. Çünkü bu beş şef artık çalışmıyor. Mağdur kadınlar bir araya gelip resim çektirmeyi ve yayınlanmasını da kabul etmiş. Sonuçta, “Mutfaklarda cinsiyetçilik, taciz, cinsel saldırlar: Beş kadın aşçı suskunluk kuralını bozuyor” başlığıyla etraflı bir soruşturma çıkmış ortaya.

Kadınların lokanta sektörüne girişi nispeten yeni. Aslında evlerde yemekleri genelde anneler yapıyor, kız çocukları da annelerine önce yardımcı oluyor, sonra da onlara özenerek mutfağın şefi haline geliyor. Lokantacılık sektöründe ise, aşçılar kendi lokantalarını açıp sadece mutfakta değil, ticari bir kuruluşun patronu olarak bütün dükkânda egemenliklerini kuruyor. Sonuç olarak lokanta, özellikle de mutfak, erkek egemenliğinin, dolayısıyla maçoluğun bir mecrası haline geliyor.

Kadınlar daha turizm-otelcilik okullarında okurken, lokantalarda ilk stajlarında erkeklerin kimi zaman açık ve zor kullanarak, kimi zaman daha dolaylı yollarla tacizine, hatta tecavüzüne uğramaya başlıyor. Kadın aşçıların tanıklıkları arasında “Burada patron benim, ne istersem onu yaparım, sen de benim istediğim her şeyi yapmak zorundasın” diyen şefler de var, kaba saba maço küfürler ve müstehcen tavırlarla kadınları sıkıştıranlar da. Mutfaklar maço erkek kalabalığı nedeniyle belden aşağı esprilerin sık yapıldığı bir mekân.

Tacizci şefler “Ağzını açarsan, bundan sonra sadece burada değil, hiçbir lokantada çalışamazsın” tehdidiyle mafyanın ünlü Omertasını, yani susma ilkesini, yerleştirmişler sektöre.

MeToo ve Omerta

İstihdam hayat memat meselesi çalışanlar için. İş, yani düzenli bir gelir ihtiyacı patron tarafından çalışanın aşil topuğu telakki ediliyor. Dolayısıyla, işten atma tehdidiyle erkek patron kadın çalışanlar üzerinde her istediğini yapma hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Le Monde’a konuşan kadınlar mutfaklarda dayanışmanın az, rekabetin yüksek olduğunu söylüyor. “Tacize uğradığımda aynı bölümde çalışan bir kız arkadaşıma döktüm içimi. Onun başına da aynı şey gelmiş, ‘boş ver, sus, idare et’ gibi bir şeyler söyledi. İyice çöktüm.

Gerçi Batı’da çiçek açıp bütün dünyayı saran MeToo hareketinin lokantalarda az da olsa etkisi olmuş. Tacizci erkekler, bilhassa evli olanlar kendilerine biraz çekidüzen verir gibi olmuş, ama onun da etkisi uzun sürmemiş. Mutfağın terminolojisi de maçoluğa uygun bir zemin yaratıyor. Hayvanların cinsel organları ya da başka herhangi bir organı, sürekli olarak egemenlik-üstünlük-karşısındakini ezme hissiyatını teşvik ediyor. Tatlı bölümünde mesela dondurmalı muzun resmi adı Genç Kız Rüyası!

Özellikle büyük lokantaların mutfak mimarisi de taciz ve tecavüze kapı açan mekânlar barındırması nedeniyle sorunlu. Birçok tanıklıkta “Hiçbir işimiz yokken beni buzluğun oraya götürdü. Çıkışta da üzerime çullandı” mealinde cümleler var. Kuşkusuz, terminoloji ya da mekân taciz ve tecavüze cevaz veren olgular değil. Tacizci her şart altında tacizci! Ama tacizci şefler “Ağzını açarsan, bundan sonra sadece burada değil, hiçbir lokantada çalışamazsın” tehdidiyle mafyanın ünlü Omertasını, yani susma ilkesini yerleştirmişler sektöre.

Bir süre önce, Libération’da da benzeri bir soruşturma yayınlanmıştı. Akademiden sonra mutfaklarda da taciz-tecavüz olayları teşhir edildikçe maçoluğun zayıflaması bekleniyor. Kadınların patron olduğu lokanta ve mutfaklarda ise taciz-tecavüz ya hiç yok ya da çok az. 

A pardon… Uyuyor muydun?

Jane Birkin Le Monde Magazine’in konuğu olmuş. Kimileri Birkin’i müteveffa Serge Gainsbourg’un eşi diye tanır; bir insanı bir başkasıyla ilişkisi temelinde tanımlamak ne feci… Birkin birçok kadın gibi, özellikle sanatçı kadınlar gibi, kendisini bir başkasıyla ilişki içinde tanımlamıyor tabii ki. Çünkü gerek şarkıcılığı gerekse sinema oyunculuğuyla zaten başlı başına bir şahsiyet. Bu özellikleri olmasa da başlı başına bir şahsiyet. Adı da zaten Jane Gainsbourg değil.

Pandemi nedeniyle yayınlanması geciken yeni albümü 20 Kasım’da çıkıyor. A pardon… Uyuyor muydun?’da çocukluk günlerine uzanıyor. İngiliz burjuvazisinden, deniz kuvvetlerinde subay, Direniş dönemi kahramanı bir baba, sıradışı tiyatrocu bir anne. İngiltere’nin güneyinde, Manş denizinde Wight adasındaki (festivaliyle ünlüdür) evlerini, isyancı ağabeyini, lise son sınıfta edebiyat, tiyatro ve sinemayla onu buluşturan öğretmenini anlatıyor. 1946 doğumlu, 1965’ten itibaren önce manken olarak podyumlarda boy gösteriyor, sonra sahnelerde, beyaz perde ve tiyatroda. Le Monde’daki podcast’ın başlığı “Ben de Virginia Woolf gibi kendime ait bir odam olmasını düşlerdim.” Hem Britanya hem Fransa vatandaşı olan Birkin’in Fransızcası hâlâ kırık, ama cazip bir İngiliz aksanı var.

Jane’i ilk etkileyen sanatçıların başında yazar Antonia Fraser ve orkestra şefi Leonard Bernstein geliyor. West Side Story’yi (1961) ve kendisinin de rol aldığı Antonioni’nin Blow Up’ını (1966) sinemada görünce çok heyecanlanmış. İlk eşi rejisör John Barry ve ikinci eşi Serge Gainsbourg için “Zevklerimi biçimlendirmemde etkili oldular” diyor. Eski eşyalara düşkün, komik objelere meraklı, köpeği Dolly’ye aşık. Özgür olunca mutlu olduğunu söylüyor. Geçmişinde çok hüzün var, ama başkalarını eğlendirmekten zevk alan bir kadın.

“İslâmiyetin kurtuluş teolojisi” 

Fransa’da İslâm dininin teolojisi ve pratiği son zamanlarda sürekli gündemde. İslâmiyet adına işlenen eski-yeni cinayet ve katliamların yanısıra, IŞİD’e karşı yürütülen mücadele ve beş milyon Müslüman Fransa vatandaşını da hesaba katarsak, kaçınılmaz bir durum.

Cumhurbaşkanı Macron’un İslâmiyet hakkında yaptığı açıklamalarda kullandığı bazı ifadeler (İslâmcı terörizm, İslâmi bölücülük, Fransız İslâmiyeti, vs.) ve hükümetin “İslâmcılık sorunu”na ilişkin yeni bir yasa tasarısı hazırlaması nedeniyle Fransa kamuoyu, özellikle akademi ve medya, Müslümanlık konusunda hararetli tartışmalara girdi.

Macron’un İslâmiyet hakkında yaptığı açıklamalarda kullandığı bazı ifadeler ve hükümetin “İslâmcılık sorunu”na ilişkin yeni bir yasa tasarısı hazırlaması nedeniyle Fransa kamuoyu Müslümanlık konusunda hararetli tartışmalara girdi.

Fransız basınında radikal İslâmcılığı savunanlara, yani kendi görüşlerini kabul etmeyenlere şiddet uygulanmasını savunanlara doğal olarak yer verilmiyor. Ama mevcut olgu ve tartışmaları daha uzlaştırıcı bir üslûpla ele alan Müslüman ya da başka dinden düşünürlerin görüşleri yayınlanıyor. Malik Bezouh bunlardan biri. Aslında bir mühendis. “Fransız İslâmiyeti” konusunda çeşitli kitaplar yazmış: Allah’a İhanet Ettiler, Fransa-İslâmiyet –Önyargıların Şoku, Haçlı Seferlerinde Günümüze Bizim Tarihimiz, Herkese ‘Sen Yahudisin’ diyeceğim

Bir tür “İslâmiyetin kurtuluş teolojisi”ni oluşturmaya çalışan Bezouh, Le Monde’daki son serbest kürsü yazısında Müslüman ile İslâmcı arasındaki temel farkı açıyor, din-politika ilişkilerini deşiyor. “Derin kötülüğün kökeninde İslâmcılıktan çok, İslâmi teolojinin skleroz’u –katılaşması, sertleşmesi– yatıyor” başlıklı denemede, Bezouh İslâmi muhafazakârlık ile İslâmcılık arasındaki farkı vurgularken İslâmi düşünceye baskı yapan “İslâmiyetin Vatikan’ı”ndan kurtulmak gerektiğini savunuyor. Din-politika ilişkisinin karşılıklı bağımlılığının İslâmiyete has bir olgu olmadığını, Yahudilerde de Hristiyanlarda da dinin devlet işlerinde etkili olabilmesi için tarihte de bugün de çeşitli girişimler olduğunu somut örnekleriyle sergiliyor.

Bezouh bir başka çelişkiyi de saptamış: Mısır mesela, Müslüman Kardeşler örgütüne ve anlayışına karşı herhalde en sert önlemleri alan, en çok mücadele eden devlet. Fakat Mısır’da da blasfemi olsun, eşcinsellik olsun, kadın-erkek eşitliği olsun, tıpkı IŞİD ya da Taliban’ın hâkim olduğu yerlerde olduğu gibi, idam dahil, en sert önlemlerle, yaptırımlarla bastırılıyor.  

İslâmiyet tarihindeki çeşitli, çoğu başarısız, özgürlükçü ya da liberal girişimleri de hatırlatan Bezouh’un iddialı bir tezi var: “Aslında İslâmiyetin peygamberi ‘solcu’ bir adamdı. Şu anlamda: Mekke’nin burjuva ve muhafazakâr güçleri Peygamber’in insanları eşit gören, döneme oranla nispeten kırılgan statülerine kıyasla kadınlara özgürlük veren, hayvanlara saygı gösteren fikirlerinden nefret ediyordu.”

Bu paragraf çok sorunlu: Muhammed’in yaşadığı 570-632 yıllarında “solculuk” var mıydı? Mekke’deki egemenler burjuva mıydı? Peygamber’in eşitlik ve kadınlara özgürlük fikrinin kaynağı, dayanağı nedir?

Paris’te başörtüsü yasağını protesto eylemi (2014). (Fotoğraf: Michel Euler)

Malik Bezouh aslında bir mühendis, ama bu paragraftaki hesap-kitap, aritmetik-matematik ile zaman-mekân tamamen ters yüz olmuş durumda.

Yazıda bir kez olsun anılmayan, oysa bütün tartışmanın özünü oluşturan laikliğin eksikliği de bir başka önemli sorun. Bezouh’un niyetini sorgulamak değil söz konusu olan. Ama suda alevlenen ateş ya da suyla sönmeyen ateş keşfetmek galiba imkânsız.

The Guardian’daki “Avrupalı Müslümanlar Avrupalıdır, onların kaderlerini yabancı liderlerin ellerine bırakmaktan vazgeçelim” başlıklı Shada İslam imzalı yazıda da Avrupa’da yaşayan, o ülkelerin vatandaşı olan insanlarla Müslüman ülkelerin liderleri arasındaki ilişkiler değerlendiriliyor. Bayan Shada Belçikalı bir uluslararası ilişkiler uzmanı. Asya-AB ilişkileri üzerinde çalışmış. Yazısındaki tespit ve tahliller tartışmalı olsa da önemli. Özetliyorum:

Avrupa’da 25 milyon Müslüman yaşıyor. Batılılar bu kitleyi zanlı ya da terörist olarak algılamaktan, görmekten vazgeçmeli. Fransa ve Avusturya’da işlenen cinayetlerin zanlıları Tunus, Çeçenistan ve Kuzey Makedonya’dan gelmişti. Buna rağmen, Avrupa’daki bazı kesimler yine de iç düşman belledikleri kendi ülkelerinde yaşayan, kendi yurttaşları olan Müslümanları hedef göstermek istiyor. Orban ve diğer aşırı-sağcı liderler “Avrupa Müslümanlaşıyor mu?” endişesini yaygınlaştırmaya çalışıyor.

AB İçişleri bakanları, son Konsey toplantılarında, mevcut duruma çare olarak bazı önlemler kararlaştırdı: Şiddet içeren İslâmcı propagandanın denetlenip yasaklanması, camilerde hizmet veren imamların Avrupa değerleriyle yetiştirilmesi ve eğitilmesi, Müslüman yurttaşların entegrasyonu, topluma kazandırılması.

Bu önlemler iyi uygulanırsa kuşkusuz yararlı olabilir, ancak Müslüman olmayan Avrupa yurttaşlarının da Müslümanlara yönelik önyargılardan kurtulması lâzım. Onlara iç düşman, zanlı ya da terörist olarak bakmamaları gerek. O yurttaşların salt Müslüman oldukları için dışlanmaları kabul edilemez.

Avrupa’daki kurumsal ırkçılık zayıflatılırsa, İslâmiyet, daha önce Macron ve Merkel’in belirttiği üzere, modern Avrupa’nın bir parçası haline gelebilir. Avrupa’daki Müslümanlar sonuç olarak Avrupalı. Bir yere gidecekleri yok. Çünkü Avrupa onların evi.”

Aslında AB ülkelerindeki yönetimler ve kamuoyu ile söz konusu ülkelerin Müslüman yurttaşları arasında karşılıklı bir güvensizlik, kuşku ilişkisi var. Şimdi yapılması gereken, bu ilişkileri rayına oturtmak için yeni bir Sosyal Sözleşme. Geçmişteki hata ve ihmâller masaya yatırılmalı. Dinleri ya da kültürleri nedeniyle Avrupalı Müslümanları ‘Sahte Avrupalı’ telakki edemeyiz.

Bir avuç saldırgan İslâmcıyı, milyonlarca yurttaştan oluşan Avrupalı Müslüman toplulukları ile özdeşleştiremeyiz. AB liderleri yabancı liderlerle görüşürken dikkatli davranmalı. Keza bazı ülkelerin liderleri de AB’de yaşayan Müslümanların hamisi/lideri kılığına girmemeli. Mesela Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da Pakistan Başbakanı İmran Han’ın Avrupalı Müslümanların yaşam koşullarını iyileştirmek diye bir sorunları yok. Üstelik bu liderler Avrupa’daki Müslümanların sorun, öncelik ve değerlerinden de tamamen bihaber. İşin gerçeği şu ki, halen Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük bir kısmı söz konusu ülkelerden kaçıp Avrupa’ya sığınmış insanlar.

Avrupa’da Müslümanlara yönelik ayrımcılık, artık ırkçılık aşamasına gelmiş bir ayrımcılık. Dışlanmayı, hele işsiz güçsüz, iyi eğitim alamamış üçüncü kuşak çocukları, bu nedenle de aşırı örgütlere eğilimli kesimlerin varlığını, sorunlarını görmezden gelemeyiz.

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar yaşadıkları ülkeyle, yurttaşı oldukları devletle önemli bir sorun yaşamıyor. Vergisini veriyor, daha iyi bir iş, daha iyi bir ev, daha iyi yaşam koşulları sağlamaya çalışıyor.

Avrupa’daki Müslümanların büyük çoğunluğunun, tamamen kendi içlerine kapanık, düz ve dar bir getto hayatı sürdürdüğü de doğru değil. Avrupa’daki kurumsal ırkçılık zayıflatılırsa, İslâmiyet, daha önce Macron ve Merkel’in belirttiği üzere, modern Avrupa’nın bir parçası, bir zenginliği haline gelebilir. Avrupa’daki Müslümanlar sonuç olarak Avrupalı. Bir yere gidecekleri yok. Çünkü Avrupa onların evi.”

Sağlık güvenliği için sıfır kültür politikası benimsendi. Sıfır sinema, sıfır tiyatro, sıfır opera, sıfır sergi, sıfır müze, sıfır kitabevi…”

Kitap nedir?

Shada İslam’ın yazısında da bir kez olsun laiklikten söz etmemiş olması tesadüf mü? İngilizlerin wishful thinking dedikleri, bizdeki karşılığı hüsn-ü kuruntu olan alanda bir antoloji yayınlansa bu iki yazı yer alır, değil mi? Neyse… Kur’anoku” diyor, okuyalım. Başta Fransa ve Belçika olmak üzere, birçok AB ülkesinde kapanma ve sokağa çıkma kısıtlamaları dolayısıyla, “temel ihtiyaç maddeleri” satanların dışındaki bütün dükkânlar kapatıldı, kitabevleri dahil… Hatta bu arada, haksız rekabet olmasın diye, süpermarketlerin kitap satan reyonları da kapatıldı. Kültür bakanları kapanmalarda kitapçılara muafiyet tanınmasını talep etti. Çünkü insan en çok evde kapalı kaldığı günlerde kitap okuyabilir.

Libération’da, Seuil Yayınları’nın eski editörlerinden yazar Hervé Hamon “Okuma bir ürün değildir” başlıklı yazısında Fransız hükümetinin kitapçıları kapatarak, ayrıca tüm kültürel etkinlikleri yasaklayarak kültürü hapsettiğini, kitabı da temel ihtiyaç malzemesi saymayarak korkunç bir hata yaptığını söylüyor. Özetliyorum:

“Başbakan Amazon’un en iyi ortağı gibi davranarak, süper marketlerdeki kitap reyonlarını kapatırken, dünyada galiba bir tek Fransa’da bu bölümlerin etrafına kırmızı-beyaz naylon kurdeleler çekildi. Tıpkı suç mahallerine çekilenler gibi…

Sağlık güvenliği için sıfır kültür politikası benimsendi. Sıfır sinema, sıfır tiyatro, sıfır opera, sıfır sergi, sıfır müze, sıfır kitabevi… Oysa, okuma bir ürün değildir. Kitap okunan bir nesnedir. Üstelik kitapçılar mevcut önlemleri de önemsiyor. Dükkâna giren her kişi için dört metrekarelik mesafe alanına riayet edebileceklerini söyledikleri gibi, kitap satarken atılabilir plastik eldiven kullanmayı da önermişlerdi.”

Kitabın ne kadar önemli manevi bir ürün olduğunu kanıtlamak için Barack Obama’nın Beyaz Saray’daki anılarını içeren Vaad Edilmiş Ülke başlıklı kitabının tanıtımı ile müzisyen Lenny Kravitz’le yapılan “Salinger’ın Gönülçelen’i Lenny Kravitz’in anılarını nasıl etkiledi?” başlıklı kitap söyleşisi ve John Lennon’un son 33’lüğü vardı, haftaya kaldı… Mutfaktaki tacizzede kadınlar, Jane Birkin ve İslâmiyet tartışmaları geçti kameranın önünden. Ama varsa yoksa kitap…

^