6 Ağustos’ta kaybettiğiniz babanız Lütfü Özer’le nasıl bir ilişkiniz vardı?
Gültan Kışanak: Aynı bahçe içinde geniş aile ortamında büyüdüm. Babamla çocukluğumdan beri çok özel bir ilişkimiz vardı. Belki evin küçük çocuğu olmanın avantajıydı, bilemiyorum. Diğer çocuklar oyun oynarken; ben hafta sonları bahçeyle ilgilenen babama yardım eder, onun etrafından ayrılmazdım. Arkadaş gibiydik ve ilişkimiz ömür boyu hep böyle devam etti.
Babanız ne iş yapıyordu?
Babam sendikacıydı, evde grev pankartları hiç eksik olmazdı. Hatta annem o pankartlardan büyük bir örtü yapmış, bulgur kaynatınca üzerinde kurutuyordu. Adalet, eşitlik, emeğin hakkı gibi konuları ilk babamdan duyduğumu söyleyebilirim. Annem, “Hep siyaset konuşuyorsunuz, bu çocuklara biraz da yolumuzu öğret” diye kızardı. Babam da Aleviliğin özünün adalet olduğunu söyler, Aleviliğin felsefesini anlatırdı. Ailenin büyüğü olması, Alevi dedesi olması gibi özellikler babama büyük bir sorumluluk yüklemişti. Karşılaştığı tüm zorluklara karşın bu sorumluluklarını büyük bir vakarla taşıdı. Pozitif ve umut dolu bir insandı. 12 Eylül döneminde ben içerdeyken Diyarbakır Cezaevi önünde iki yıl boyunca sabır ve kararlılıkla beklemiş, bir gün bile olsun umudunu yitirmemiş, mücadelesinden vazgeçmemişti. Babamı hayatım boyunca hep yanımda ve arkamda hissettim. İlerleyen yaşına rağmen, 2015 seçimlerinde benimle birlikte Elazığ’da köy köy dolaşarak seçim çalışmalarına katkı sundu. Tutuklandığım günden beri babamı göremedim. Yaşı ve sağlık sorunları nedeniyle ziyarete gelemiyordu. Telefonla görüşüyorduk. Bir hafta sesimi duymasa “Bir şey mi oldu” diye kaygılanırdı. Diyarbakır Cezaevi’nin tedirginliği hâlâ üzerindeydi. Hep “Dar günün ömrü kısa olur” der, moral vermeye çalışırdı. İlk kez geçen yıl mektubunda “Haklarını Allah’a havale ediyorum” diye bir cümle yazmıştı. O zaman “babamın umudu kalmadı” diye düşündüm. O mektuptan sonra sağlığı hızla kötüleşti. Demans başladı, beni unutmadan gidip görmek, rızalık almak istedim. İnfaz yasasında bulunan “hasta ziyareti” hakkından yararlanmak için başvuru yaptım. İzin verilmedi. Son yolculuğuna birkaç saatliğine eşlik etmem bir teselli kaynağı olsa da bana yıllarca emek veren babamla vedalaşamamanın sızısını ömür boyu yüreğimde taşıyacağım.
Babam sendikacıydı, evde grev pankartları eksik olmazdı. Aleviliğin özünün adalet olduğunu söyler, Aleviliğin felsefesini anlatırdı. Geçen yıl sağlığı hızla kötüleşti. Demans başladı, beni unutmadan gidip görmek, rızalık almak istedim. İnfaz yasasında bulunan “hasta ziyareti” hakkından yararlanmak için başvuru yaptım. İzin verilmedi.
Kısa süre önce Figen Yüksekdağ da babasını kaybetti. Böyle büyük kayıplar hapishane koşullarında insan üzerinde ne tür etkiler yaratıyor?
Ölüm de yaşam döngüsünün bir parçası. Bu nedenle insanlar dua ederken “sıralı ölüm olsun” der. Ne yazık ki anne-babaların çocuklarını gömdüğü, yasların tutulamadığı bir coğrafyadayız. Ve bu coğrafyada sıralı ölümler bile normal koşullarda yaşanamıyor. Vedalaşamamanın yarasının ne kadar derin olduğunu diğer cezaevlerinden gelen mektuplarda gördüm. Benzer bir acıyı yaşamış insanların, yıllar geçse de, acıları hâlâ çok tazeydi. Bitmeyen bir sızı kalıyor insanın içinde. Figen Başkan da, ben de pandemi nedeniyle, cenaze töreni dönüşünde 15 gün karantinada kaldık. Acımızı tek başımıza yaşadık. Arkadaşlardan, dostlardan gelen taziye mesajlarından güç ve moral aldık. Bize bu zulmü yaşatanlara öfke duymadım dersem yalan olur. Ama öfkemi dirence çevirerek umudumu büyütmeyi denedim. Babam hep “Mazlumun hakkı zayi olmaz” derdi. Elbet bir gün hak yerini bulacak. Buna inanarak yaşayacağım.
Geçen yıl yaptığımız söyleşide, sağlık durumunuz hakkında şunları söylemiştiniz: “Kireçlenme ve menisküs gibi eklem sorunları, yüksek tansiyon ve şeker günlük yaşamıma epeyce müdahale ediyor. Beton ve demirden ibaret bir mekâna Karadeniz’in nemi ve mecburen koğuş içinde kurutulan çamaşır sorunu da eklenince, kışlar pek kolay geçmiyor.” Şu anda sağlık durumunuz nasıl?
Yaşıma, kronik rahatsızlıklarıma ve cezaevi koşullarına rağmen sağlığımın iyi olduğunu söyleyebilirim. Kendi kendimin doktoru oluyorum, diyet yapıyorum, ilaçlarımı düzenli kullanmaya, spor yapmaya gayret ediyorum. Ruhsal ve zihinsel sağlığımı korumak için bol bol okuyup, bir şeyler yazıyorum. Moralimi hep yüksek tutmaya çalışıyorum. İnsanın bedeninde ve ruhunda, olumsuz etki yaratan her türlü dışsal müdahale işkencedir. Bu nedenle cezaevlerini, özellikle de F Tipi cezaevlerini ve katı tecridi işkence olarak görüyorum. Sağlıklı bir yaşam sürebilmek için gerekli olan maddi, manevi her türlü imkân burada kısıtlanıyor. Toplumsal yaşamdan soyutlama insanın temel özelliklerine aykırıdır. Sohbet etmek, konuşmak bile sağlıklı bir yaşam için zorunludur. F Tipi hücrelerde üç kişilik bir yaşam var. Konuşacak konu, söyleyecek söz tükeniyor. Siyasi tutsakları ayakta tutan bilinçleridir.
Hapishanelerde son zamanlarda baskıların arttığına dair haberler geliyor. Koşullarınızda ne tür değişiklikler oldu? Gündelik hayatta ne tür sorunlar yaşıyorsunuz?
F Tipi cezaevinin kendine has zorlukları var. Hiçbir mantığı olmayan çok sayıda kural ve kısıtlama söz konusu. Bunların üstüne pandemi gerekçesiyle başlatılan tecritin kalıcı hale getirilmesi bindi. Pandemi bahanesiyle 17 aydan beri her türlü sosyal, kültürel etkinlik yasaklandı, açık görüşler kaldırıldı, kapalı görüş ayda iki defa ve iki kişi ile sınırlandı. Ben dahil birçok insan ailesinin bulunduğu ildeki cezaevinde değil. Aileler gelip gidemiyor. Yıllarca ailesi gelemeyen insanlar var. Dışarıda normalleşme adımları atılırken bizlerin durumunda hiçbir değişiklik olmadı. Dış dünyadan bu kadar yalıtmak, tüm sosyalleşme imkânlarını ortadan kaldırmak ve bunu 17 aydır kesintisiz uygulamak işkencedir. Maalesef bu konuda bir muhatap bulamıyoruz. Cezaevi idaresi topu Adalet Bakanlığı’na atıyor. Bakanlığa dilekçe yazıyoruz, “Normalleşme adımları konusunda idare sizi bilgilendirecek” diye manasız bir cevap geliyor. Maske, mesafe, hijyen, aşı gibi genel tedbirler alınarak cezaevlerindeki tecrite son verilmelidir.
Hapishane ve mücadele arkadaşınız Aysel Tuğluk’un ciddi sağlık sorunları yaşadığına dair haberler kamuoyuna yansıdı. Sayın Tuğluk’la görüşebiliyor musunuz? Şu anda sağlık durumu nasıl?
Bilindiği gibi, Aysel arkadaşımız cezaevindeyken annesini kaybetti. Bunun acısı ve üzüntüsü bir yana, annesinin cenazesine yönelik saygısızlık çok daha derin bir yara açtı. Aysel annesinin vefatından sonra kendisini toparlayamadı. Günlük yaşamını zorlayan sağlık sorunları yaşamaya başladı. Doktor demans teşhisi koydu. Ancak, Adli Tıp Kurumu (ATK) olumsuz rapor verdi. Bizler siyasi rehineyiz. ATK’nin raporunun iktidarın tutumundan bağımsız olduğunu düşünmüyorum. 17 aydan beri katı tecrit altındayız, Aysel arkadaşı göremiyorum. Ancak, birbirimizden haberdar oluyoruz. Yanındaki arkadaşlar destek olmadan günlük yaşamını sürdürmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Demans uygun koşullar sağlanırsa yavaş seyredebilir, ancak cezaevi ortamında hızla ilerlemesinden kaygılanıyoruz. Tahliye olması, gerekli tedavi imkânlarına kavuşması gerekiyor.
Pandemi bahanesiyle 17 aydan beri her türlü sosyal, kültürel etkinlik yasaklandı, açık görüşler kaldırıldı, kapalı görüş ayda iki defa ve iki kişi ile sınırlandı. Dış dünyadan bu kadar yalıtmak, tüm sosyalleşme imkânlarını ortadan kaldırmak ve bunu 17 aydır kesintisiz uygulamak işkencedir.
Siyasi mahpusların cezaevlerinde yaşadıkları sorunları yeteri kadar dile getirdiklerini veya bunların yeteri kadar kamuoyuna aktarıldığını düşünüyor musunuz?
Düşünceleriniz, siyasi söylemleriniz, kökeniniz, kimliğiniz, kültürünüz, demokratik talepleriniz nedeniyle rehine olarak tutuluyorsanız, içinde bulunduğunuz koşulları gündeme getirmek meseleyi hafifletecek diye düşünüyorsunuz. Bu nedenle cezaevi koşullarını fazla gündem yapmak istemiyoruz. Asıl üzerinde durulması gerekenin “neden tutukluyuz?” sorusu olduğunu düşünüyorum. Bu soru sadece bizim kişisel özgürlüğümüz açısından değil, genel olarak siyaset yapma, eleştirme, protesto etme, farklı çözüm önerileri geliştirebilme özgürlüğünün ve çoğulcu toplumsal yapının korunması açısından çok kıymetli. Tabii ki cezaevlerinin insanca yaşam standartlarında olması, işkence, kötü muamele, tecrit uygulamalarına son verilmesi önemli bir mücadele konusudur. Kamuoyunun bu konularda duyarlı olmasını bekliyoruz. Geçen yıl kasım ayından beri cezaevlerinde “İmralı’daki tecridin kaldırılması” talebiyle dönüşümlü açlık grevi var. Süre uzadığı için aynı kişiler yeniden yeniden açlık grevine giriyor. Ciddi sağlık sorunları oluştu. Yine cezaevlerindeki hasta mahpusların durumu var. Kendi başına ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olan, hatta sayılı günleri kalan insanların tahliye edilmemesi vicdansızlıktır. Bunlara tanığız. Bu nedenle şahsi sıkıntılarımızı gündemleştirmek etik değil diye düşünüyoruz.
Dışarıdaki siyasetçiler, CHP yönetimi dahil, mahpus hakları için neler yapabilir, yapmalı?
Bu kadar çok siyasi tutsağın olduğu bir ülkede, muhalefet partilerinin ana gündemlerinden birinin de politik tutuklamalar ve cezaevlerinin durumu olması gerekir. Ama sanki, “Güçlü bir muhalefet yürüttün, aykırı görüşlerin vardı, iktidara çok kafa tuttun, eh bu işin sonunda cezaevi de var, tutsaklık da” der gibiler. Yaşadıklarımızı normalleştirme var. Oysa hiç kimse siyaset yaparken bedel ödemeyi göze almak zorunda kalmamalı, herkes görüşlerini açıkça ifade edebilmeli, toplum örgütlenerek sorunlarını gündeme getirebilmeli. İşin bir yanı bu. Diğer yanında ise, bu iktidarın her şeyini eleştirip kendilerini demokrasi içinde sorunları çözmeye aday bir alternatif olarak sunan siyasi partilerin, konu Kürtler olunca sessiz kalması, hatta aynı söylemleri kullanması meselesi var. Bu kabul edilemez. HDP’nin, Kürtlerin siyaset yapma özgürlüğünü savunmadan, siyaseti bu iktidarın yörüngesinden çıkarmak mümkün değildir. Muhalefet partilerinden bize değil, siyaset yapma hakkına sahip çıkmalarını bekliyoruz.
Türkiye’de genel kanaat, mevcut iktidarın artık sona geldiği yönünde. Siz de öyle mi düşünüyorsunuz?
İktidarın önemli ölçüde yıprandığı ortada. Ancak havlu atacağını düşünmek hayalperestlik olur. AKP bazı toplumsal taleplerin öncülüğüne soyunduğu için güçlü bir toplumsal destek aldı. Ancak iktidar serüveni içinde bambaşka mecralara yelken açtı. Geldiği yerin kendisi açısından birçok açmazı olan bir satranç tahtası olduğu söylenebilir. Hangi taşı yerinden kıpırdatsa zararlı çıkacağını görüyor. O nedenle kendi hamleleri ile meşgul değil, karşı tarafın kazanabileceği olası hamlelerin önünü kesmek için uğraşıyor. AKP bu durumu ne kadar sürdürebilir, bilemiyorum. Böyle gider ve muhalefet önemli bir hata yapmazsa, AKP seçimlerde toplumsal desteğini yitirebilir. Ama AKP içinden toparlanmaya yönelik farklı hamlelerin gelme olasılığı da yok değil.
Aysel (Tuğluk) annesinin vefatından sonra kendisini toparlayamadı. Günlük yaşamını zorlayan sağlık sorunları yaşamaya başladı. Doktor demans teşhisi koydu. Ancak, Adli Tıp Kurumu olumsuz rapor verdi. Bizler siyasi rehineyiz. ATK’nin raporunun iktidarın tutumundan bağımsız olduğunu düşünmüyorum.
Olası bir iktidar değişikliğinde AKP-MHP ittifakının yerini CHP-İYİP’in alması bekleniyor. Millet İttifakı’nın AKP’nin yarattığı enkazı kaldırabilecek bir perspektife sahip olduğunu düşünüyor musunuz?
Enkazı kaldırıp yerine eskiyi koymak mümkün değil. CHP’nin toplumsal ve siyasal sorunları cesaretle, demokratik perspektifle çözebilecek kadar kendisini yenilediğini düşünmüyorum. Bir çabası var, ancak yeterli değil. İyi Parti de MHP’nin toplumsal-siyasal zemininde siyaset yapmaktan kendisini kurtaramıyor. Merkez sağ ile merkez solun koalisyonu Türkiye’de denenmiş bir iktidar modeli. Böyle bir modeli taklit etmek günümüz sorunlarına çözüm üretemez. Türkiye’de siyasetin zaten merkezi kaymış durumda. MHP AKP’yi, İYİP de CHP’yi iyice sağa çekiyor. İktidar blokunun yıllarca gündemde tuttuğu kutuplaştırma siyaseti nedeniyle toplumda aşırı milliyetçi-dinci eğilim güçlenmiş durumda. Buna bir de radikal ulusalcı damarı eklediğimizde, üç-beş oy hesabı siyaseti şirazeden çıkarıyor. O nedenle CHP ve İYİP’in hem kendilerini toplumsal sorunları çözebilecek ideolojik ve siyası yenilenmeye açık tutması hem de seçime giden süreci, toplumdaki demokratik damarı güçlendirmek için değerlendirmesi gerekir.
Sırrı Süreyya Önder “Mevcut iktidar gidecek, ama gelecek olan da kör bıçağıyla bekliyor” dedi. Aynı kanaatte misiniz?
Millet ittifakı bu haliyle güven vermiyor. Toplumsal zemindeki kutuplaşma nedeniyle, özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda, siyaset üretmenin kolay olmadığını biliyoruz. Ancak, mevcut halin devamı sadece Kürtler açısından değil, bir bütün olarak Türkiye toplumu açısından ağır bir yük. Ayrıca, bu savaş ve çatışma hali sürekli dış müdahalelere zemin sunuyor. Antiemperyalist olabilmenin birinci şartı kendi toplumunla barışık olabilmektir. Muhalefet eğer gerçek anlamda bir alternatif olmak istiyorsa demokrasi ve barış konusunda politika üretmek zorunda. Mevcut iktidar anlayışının el değiştirmesine değil; barışa, çözüme ve demokrasiye ihtiyacımız var. Kaldı ki ekonomik krizin tek başına iktidarı değiştireceğini zannetmek de bir yanılgı. Evet, mutfaktaki yangın önemli, ama bu tek başına siyasal tercihlere etki yapmıyor. Türkiye’de de başka ülkelerde de yoksulluk muhafazakâr sağın üzerinde siyaset yaptığı önemli bir zemin.
HDP Millet İttifakı ve Cumhur ittifakı arasında nasıl bir pozisyon alabilir, almalı?
HDP’nin programı Türkiye’nin tüm sorunlarına çözüm üretecek kadar kapsamlı. Bu nedenle HDP kendi çizgisini korumalı, öncelikle bunu belirtmeliyim. Güncel reel siyaset bağlamında, yaşanan otoriter yönetim krizini aşma konusunda HDP’nin kilit rol oynadığı da net. Mesele, Millet İttifakı ile HDP arasında doğru bir ilişki kurulup kurulamayacağı. HDP arkalarından sürüklenen bir pozisyonda asla olmaz. HDP, demokrasi ve barış konusunda net bir duruş sergileyerek olası yeni iktidarın politikalarına etki edecek bir pozisyonda durmalı. Cumhur İttifakı ile HDP arasında bir ilişki kurulabileceğini söylemek ise art niyetli ve HDP’yi dışlamanın kılıfı. Demokratik Kürt siyasetinin, ana eksenini içeride ve dışarıda savaş politikaları oluşturan, dini tekçi iktidarın bir aracı haline getiren, milliyetçiliği ırkçılığa indirgeyen bir anlayışla hiçbir işi olmaz. Ayrıca, AKP samimi bir çözüm politikasına yönelmek bir yana, siyasi manevra kabiliyetini bile yitirmiştir. Cumhur İttifakı HDP seçmenini kazanmak istemiyor, kaybettiren pozisyonda kalması için uğraşıyor. Benzer bir politikayı tersten Millet İttifakı da izlerse, ya da “HDP seçmeni seçeneksiz kalıp bize oy verecek” anlayışıyla hareket ederse yanılır. Bu yanılgının faturası ağır olur ve bu fatura HDP’ye kesilemez.
Otoriter yönetim krizini aşma konusunda HDP’nin kilit rol oynadığı net. Mesele, Millet İttifakı ile HDP arasında doğru bir ilişki kurulup kurulamayacağı. Millet İttifakı “HDP seçmeni seçeneksiz kalıp bize oy verecek” anlayışıyla hareket ederse yanılır. Bu yanılgının faturası ağır olur ve bu fatura HDP’ye kesilemez.
Kırk yılı aşan siyasi hayatınızda en ağır koşullarda mahpusluk da yaşadınız, çok büyük kitlesel destekler de gördünüz, görüyorsunuz. Tüm bunlara bakınca, Türkiye ve Kürt meselesine ilişkin deneyiminizi özetlemeniz istendiğinde neler söylersiniz?
Acılar, zorluklar, travmalar… Sevinçler, başarılar, umutlar. Çaresizlik anları… Özgüven patlaması yaşanan zamanlar. Öfke ve tepkinin kabarmasına neden olan saldırılar. Ortak gelecek duygusunu güçlendiren mücadele pratikleri, gelişen dostluklar… Kürtler son kırk yılda o kadar çok şey yaşadı ki, olumlu-olumsuz tüm yaşanmışlıkların deneyimini taşıyorlar yüreklerinde. Kürtlerin doğru kararlar verebilecek birikime sahip olduklarını düşünüyorum. Yeter ki halkın kendisini kamusal alanda ifade edebileceği kanallar açık olsun. Demokratik siyasetin temel görevinin bu olduğunu düşünüyorum. Topluma bir yol çizmek değil, halkın önünü açmak gerekir. Kürtlerin kendi sorunlarına sahip çıkacak, kendi çözümlerini ifade edebilecek irade ve güçte olduğuna inanıyorum.
Şu anda bir mitingde konuşma yapıyor olsanız, neler söylemek istersiniz?
Tabii ki her mitingin yeri, zamanı, konusu farklıdır ve konuşmanın teması da farklı olur. Ama genel olarak tüm Türkiye toplumuna şunu söylemek isterim: “Korkmayın, kendinize güvenin! Kimse, sizden üstün değil. Kimsenin sizi hırpalamasına, yok saymasına izin vermeyin. Fısıltıyla değil, yüksek sesle konuşun! Susmayın! Siz de kimseyi korkutmayın, susturmayın, yok saymayın. Konuşan, tartışan toplum barışmayı, sorun çözmeyi bilir. Susan toplum ne derdini anlatabilir ne de komşusunun derdini anlar. Söz barışı, suskunluk öfkeyi besler. Sevgili kadınlar, siz de susmayın! Haykırın. Mutlaka sesiniz duyulacaktır! Yalnız değilsiniz. Seslerimiz birleşerek, özgürlük ve yaşam nehri olup akıyor. Haykır ki bu nehir seni de duysun!” Dışarıdayken her mitingde kadınlara ayrıca seslenirdim. Çünkü kadını özne olarak görmek, iradi bir varlık olarak kabul etmek, muhatap olarak kabul etmek, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına verilecek en iyi cevaptır. Şiddetin de ayrımcılığın da temelinde, kadını kendi başına bir varlık olarak kabul etmemek yatar. Siyasi söylemler bu yaklaşımın kırılmasına katkı sunmalı.