Bülent Ortaçgil – Kaptan (Oyuna Devam)
Engin Cezzar: Ben denize doğdum sayılır. Denizle korkunç bir göbek bağım var. Daha yürümesini bilmiyordum, Sarıyer’de, Altınkum plajında beni kuma bırakmışlar ve kaybetmişler. Sonra bakmışlar ki, denizde yüzüyorum. Kumda ayağım yanınca ben de denize gitmişim ve yüzmüşüm. (gülüyor) Şarkı neydi bu arada?
Bülent Ortaçgil ve Leman Sam’dan “Kaptan”.
Hah! Leman’ın sesini tanıdım diyecektim, Bülent’i tanıyamadım. Çok güzel şarkıymış… Bizim gençliğimizde Sarıyer’de Beyaz Park diye bir deniz hamamı vardı. Bir tarafında da kadınlar hamamı. Bizim en büyük keyfimiz denizden gidip, dalıp kadınları dikizlemekti. (gülüyor)
Gülriz Sururi’nin kitabında yazıyor: Siz ve dansöz Nana, Tarabya plajında çok dikkat çekermişsiniz. Herkesin gözü ikinizdeymiş.
Aaa, Nana, büyük aşkım! Sarıyer’de eski Canlıbalık vardı, şimdiki iskelenin olduğu yerde. Orada, Nana program yapardı. Hikmet dayım, Nana’nın annesiyle kırıştırırdı. Beni de yanında götürürdü. Nana bana aşık oldu, ben de Nana’ya. Şimdi fotoğrafı kaybettim, ama Nana’nın omuzlarımda resmi var, Tarabya plajında çekilmiş. Ben acayip güzel bir çocuktum. Meraklıların elinden zor kaçardım. (gülüyor)
Denizde Nana’yla, Tarzan ve Jane numaraları yaparmışsınız. Öyle anlatıyor.
Yok devenin pabucu! Kim anlatıyor?
Gülriz hanım.
Ciddi mi diyorsun? Yaparmışızdır. Öyle diyorsa öyledir. (gülüyor) Ben iyi yüzerdim, 15 yaşında beni Galatasaray kulübüne almışlardı. Ortaköy’de Lido vardı, İstanbul’un tek havuzu. Oraya götürdüler, denediler, iyi yüzdüğümü görünce “yarın yarış var, gel” dediler. 100 metrede birinci oldum. “Amman, muhteşemsin, seni yetiştirelim” dediler. Müthiş bir ikilem oldu hayatımda: Çünkü bir taraftan keman dersi alıyorum, günde sekiz saat keman çalışıyorum. Annem beni eve kitliyor keman çalışayım diye, ben camdan havuza kaçıyorum. (gülüyor) Sonra kolejde tiyatro tutkusu başladı. Her şeyi bırakıp tiyatroya verdim kendimi. Veriş o veriş.
Denize dönüş ne zaman oldu? Sizin kaptanlığınız da var galiba.
Denizden hiç kopmadım ki. Ama o zamanlar olimpiyatlara göndermeyi düşünüyorlardı. O kadar heyecan verici değildi benim için. İlk teknemi ne zaman yaptım acaba?
1970’te 14 metrelik bir yat ısmarlamışsınız, 140 bin liraya mâlolmuş size. 1971 temmuzunda da denize inecekmiş: Ses mecmuasından bir haber.
Nereden buldunuz bunu yaa! (gülüyor) Hiç 14 metre teknem olmadı. İkisi 9.5 metreydi, biri 12.5 metre. Şimdi tekne saymadığım başka bir aletle geziyorum. Saatte 25 mil yapan, kendimi pilot gibi hissettiğim bir speed-boat.
Tekneden daha mı zevkli?
Hayır, ama çok süratli. Eskiden yelken basardın, tıkı tık giderdin. Bir yer keşfetmek için, dalmak için, balık için, yaşamak için ideal teknelerdi. Fakat İstanbul’dan Bodrum’a beş buçuk gün sürerdi. Şimdikiyle bir günde gidebiliyorum.
Rahat bir yolculuk oluyor mu?
Rahat, görece bir şeydir denizde. Ben fırtına severim mesela. Düzgün deniz sevmem. Denizle dövüşmeyi severim. Speed-boat pratik tekne; konfor ibadullah, buzdolabından microwave’ine kadar. Ama denizci teknesi değil. Aslında bu yeniyi alır almaz çok ağır bir ameliyat geçirdiğim için, şimdilik yasak bana.
Adı var mı?
Adını Gülriz koydu: Yaz Gülü. İlk teknemin adı Kuma’ydı, genellikle Kuma 1, Kuma 2 gibi isim kullanır denizciler. Ama ben bunu sevmiyordum, İkincisinin adını Kuma Kuma koydum. Üçüncüsünün adı Tango’ydu. Hafif bir “son tango” esintisi geliyordu bazı insanlara.
Bodrum’un hayatınızdaki yeri önemli galiba…
Tiyatroya ara verdiğimiz dönemlerde çok uzun süreler kalırdık denizde. Bodrum’u seçmek bir rastlantıydı. Mavi Yolculuğa gittik ve o kadar büyülendik ki, tekne merakı da o zaman başladı: Özellikle tırhandiller, geleneksel Ege tekneleri, 25 asırlık dizayn… Dünya kadar fırtına atlattım, şu kadarcık bir korku düşmedi yüreğime. Her şey çok ucuzdu o zamanlar. Ama tipiktir: Her şey çok ucuz olduğu zaman cebinde para yoktur. O ucuzluktan yararlanamadık. Metresi bin liraya tekne yaparlardı, yaptıramadık. Üç bin liraya, bahçeli iki katlı eski Rum evleri vardı, alamadık. Ama sonra çalışarak hepsini yaptık.
Doğan Canku – Takalar (Sonsuza Dek & Ayrılık)
Biliyorum ama, çıkartamadım valla.
Şiir olarak düşünün.
Nâzım’ın olabilir mi? Değil. Orhan Veli? Değil.
Bir politikacı.
Politikacı ve şair? Bülent’in mi? Evet tabii, Bülent Ecevit’in. İkimiz de Robert Kolej’deniz ama, Bülent benden eskidir. Bizim Bülent’le tanışmamız, ben yedeksubay öğretmenlik yaparken Mazmahor köyündedir.
Bülent Ecevit Ulus’ta köşe yazıyordu. Mazmahor’a bizimle röportaj yapmaya geldiğinde, beni şöhretimden tanıyordu. 1959’da Hamlet’i oynamıştım, büyük yankı bulmuştu. Hamlet’ten hemen sonra öğretmen olarak askere gittim. Öğrettiğimden on bin kere daha fazla şey öğrenerek döndüm oradan.
Mazmahor ne güzel bir isim. Mânâsı ne?
Ne güzel isim değil mi? Kürtçe. Köfte yiyen, köfte seven demek. Ama köftehor değil. Mazmahor… O zamanlar Bülent Ecevit, Ulus gazetesinde köşe yazıyordu. Ve yedeksubayların askerliklerini öğretmen olarak yapmalarının büyük bir savunucusuydu. Mazmahor’a gazeteci olarak geldiğinde, zannedersem beni şöhretimden tanıyordu. 1959’da Hamlet’i oynamıştım, büyük yankı bulmuştu. Zaten Hamlet’ten hemen sonra askere gittim. Bülent Ecevit de bizimle röportaj yapmaya geldi… Yıllar sonra çalışma bakanı oldu, biz Keşanlı’yı oynarken tekrar dostluğumuz alevlendi. Almanya turnesinde bizi destekledi, bize otobüs buldu.
Onunla bir gazeteci olarak tanıştığınız zaman, partide yükseleceğini, bugünlere gelebileceğini hissetmiş miydiniz?
Hayır, bilakis çok mütevazıydı, politikacı gibi değildi, tam bir gazeteci, bir şair gibiydi.
Son seçimlerde oy kullandınız mı?
Tabii ki kullandım.
Ecevit’e verdiniz mi?
O benimle benim aramda.
Ama kayıtlara geçmiş oylarınız var. 1965’te Türkiye İşçi Partisi’ne vermişsiniz.
Kesinlikle. Ama şu anda Ecevit’e oy verip vermemiş olmamın bilinmesinin, o dönemde TİP’e oy vermemle aynı ağırlıkta olduğunu sanmıyorum.
70’lerde Ecevit’e oy verdiniz mi?
Kesinlikle. TİP’ten sonra hep Ecevit’i destekledik o yıllarda.
Mazmahor’a dönelim. Antep’te bir köyde geçirdiğiniz iki yıl nasıl iz bıraktı sizde?
Öğrettiğimden on bin kere daha fazla şey öğrenerek döndüm oradan. Yani ben Türkiye üzerine doktora yaptım Antep’te. Ve adam oldum. Oraya gittiğimde Türkiye gerçeklerinin dışındaydım. Çünkü kolejde yetiştim, Amerika’da dört yıl yaşadım, döndüm, bir hışım gibi Türk tiyatrosunun tepesine indim.Bakın, burası çok önemli. (gülüyor) Ondan sonra askere gittim. Ülkenin gerçekleriyle karşı karşıya gelmek, yaşamak ve uzun uzun düşünmek fırsatı buldum.
Belki de Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu politikasının temellerinin atıldığı yer oldu orası.
Kesinlikle. İlköğretim, günde beş-altı saat alan bir şey, güneş battığı zaman kendinle kalıyorsun. Güneş de erken batıyor. Gaz lambası ışığında düşünmek, okumak, yazmak… Hapse girmek gibi bir şey. Çok yararlı olmuştu bana.
Ferit Edgü’nün O hikâyesini okudunuz mu? Yani, Hakkâri’de Bir Mevsim’i?
Okumadım. Ama tabii, o da benzer şeyleri yaşadı. Ama bir anı kitabına, bir senaryoya sığmayacak kadar hayatımı etkiledi o dönem.
Antep’in merkezine uzak mıdır Mazmahor?
İki buçuk saat. Kilis’le Antep arasında bir köydü. Bir de kaçakçıların kullandığı dağ yolu vardı. Haftada bir, langır langır develerle kaçakçılar geçerdi. “Hocanın tütünü” diye gelir, tütün bırakırlardı bana: Kaçak, sarıkız tütünü… Bir gün Antep’e gideceğim, o yola çıktım, “hocam, bir sigara içimlik yol” dediler, bir paket sigara içtim, yol bitmiyor. Arkama dönüyorum, iz yok. Bir tane çırpı, bir tane ağaç yok. Dümdüz volkanik bir plato, yuvarlak yuvarlak taşlar. Yalnız nefesimi duyuyorum, nefesimden korkuyorum. Bir kaybolma korkusu bastı beni. Ve birden bitti plato. Aşağıda bir yamaç, inanılmaz güzel bir su akıyor. Bir de çoban var, kuzular otluyor. Rahat bir nefes aldım, çobana doğru ilerlerken, bir baktım kuzuların arasından bir sıpa koptu, geliyor bana doğru. Sıpa sandığım şey bir köpek. Bir kangal. Boynunda da çiviler. Daha önceden bana “hoca, köpek gelirse hemen çök” debilerdi: “Çök, taş ol!” Çöktüm ve taş oldum! Müthiş güzel, kocaman bir köpek geldi, bana bakmaya başladı. Bir tur attı etrafımda, bir de ters tur attı. O kadar iyi oynamışım ki taşı, ayağını kaldırdı, işedi üstüme. (gülüşmeler)
Sonra?
Oturduk çobanla bir sigara içtik, “ben Antep’e gidiyorum” dedim. “Ne Antep’i hoca? Sen Suriye’ye gidiyorsun” dedi bana: “Bu yol Suriye’ye gider, aha şurası da mayın tarlası…” (gülüyor) Antep’e indim, diğer yedeksubaylarla buluştum, “neyin var, suratın sapsarı” dediler. Aynaya bak tım, sahiden sapsarı. Ve sarılık oldum. Korkudan. Resmen korkudan. Gerçi hastanede mikrobik dediler, ama o olaydan tam bir saat sonra sapsarıydım. 15 gün hastanede yattım…
Kürt köyü mü Mazmahor?
Değil, Türk köyü. Ama Kürt öğrencilerim vardı, Türkçe bilmezlerdi, onlara Türkçe öğretmiştim. Türkçe bilenlere de okuma yazma öğrettim. Çocuklara denizi anlatmaya çalıştım. Ne kadar zormuş denizi anlatmak. Antep’te engin demek, alçak demektir, alçak da
ufuk demektir. Antepli “çok enginde” dediği zaman, çok alçaktaki ufuk hattından bahsediyordur. Aslında aynı. “Engin deniz” nasıl olur, onu anlatmaya çalıştım uzun süre. Sonunda bir sürü resim, kartpostal getirttim de öyle anlattım denizin enginliğini, enginin enginliğini. “Takalar”dan buralara geldik ha?
Rex Harrison – I’ve Grown Accustomed To Her Face (My Fair Lady soundtrack)
(başlar başlamaz tanıyor) My Fair Lady’nin dünya prömiyerini izledim ben. O zaman Yale Üniversitesi’ndeydim. Bu kadar coştuğumu, bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. O güne kadar yapılmış müzikallerden öte bir şeyi vardı. Müzikalin sırrını, püf noktasını yakalamışlardı: Tekstten müziğe geçişler bundan doğal, bundan güzel olamaz. O güne kadarki müzikallerde oyun önce biraz operet havasında oynanırdı, sonra oyun durur, şarkı söylenir, şarkı bitince yine oynanmaya devam ederdi.
Başka bir ilişkiniz oldu mu My Fair Lady ile?
Ne ilişkim olabilir ki?
New York’ta, Record Hunter’da tezgahtarlık yaparken en çok sattığınız plak neydi?
My Fair Lady değildi herhalde.
Talat Halman’ı aradık, öyle söyledi.
Şaka ediyorsun! Talat öyle mi dedi? O bilir. Patron oydu, hesabı o tutuyordu. (gülüyor)
New York macerasının başından alalım. Yale’i bırakıp New York’a gitmek nereden icap etti?
Yale’de iki sömestrim kalmıştı, ama sıkıldım. Yale, o zamanlar şimdiki gibi dinamik ve “halka açık” değildi. Kapalı bir kutuydu, çok kuramsaldı. Tek bir hoşluğu vardı: Son sınıf öğrencilerinin projeleri New York halkına oynanırdı. Bu projelerden birinde ben rol aldım. Yorgo Morfogen diye bir Rum çocuk vardı, çok iyi yönetmendi. Strindberg’in Demirbaş Şarl oyununda bana başrolü verdi. Ben de çok iyi oynadım. New York’tan bir ajan gelip benimle tanıştı, “sizde çok iş var” dedi. Hepimizin rüyası bu: Birisi gelecek de, bizi görecek de, kapıp New York’a götürecek. Buna şartlandırılmışız. Ve adam “seni Actor’s Studio’ya sokmak istiyorum” dedi. Actor’s Studio’nun en parlak dönemi: Monroe’lar, Brando’lar hep orada. Penceresinden bile bakamazsın. Yılda beş bin kişi başvuruyor, beş kişi alıyorlar. Neyse, adam “Lee Strasberg’den senin için bir randevu aldım” dedi. 22 yaşındayım. Titreye titreye gittim, Central Park’ta kocaman bir apartmanın tepesinde bir daire. Adam 15 dakika konuşturdu beni. Bir hafta sonra telefon geldi, kabul edilmişim.
Yaşar Kemal daha çok uzunhava çekerdi. Otururlardı, Yaşar öğretirdi, Jimmy blues gibi söylerdi. Ömrü boyunca inatla Türkçe öğrenmedi Jimmy. Yaşar’la bir âlemdiler. Dostoyevski, Faulkner tartışırlardı. Biri İngilizce, biri Türkçe konuşarak, ama birbirlerini anlayarak.
New York’a taşınıyorsunuz.
Taşınacak ne var ki zaten. Üç pantolon, iki gömlek, tonla kitap, tonla plak… O parasızlıkta, zar zor New York’ta kafamı sokacak bir yer buldum. İşte o ara Talat iş buldu bana. Hatta iki iş: Kendisi zaten Birleşmiş Milletler’deydi. Bana da radyo spikeri olarak Birleşmiş Milletler’de iş buldu. Bir de yöneticisi olduğu plak şirketi Record Hunter’da: Dünyanın en keyifli işi. Merak ettiğin her şeyi dinliyorsun, dinlerken de gagalıyorsun.
Neler çok satıyordu o zamanlar?
Öldürürsünüz adamı! Baksanıza My Fair Lady satmışım, haberim yok.
Yale’den New York’a taşıdığınız tonla plak arasında neler vardı? Neydi zevkleriniz?
Müthiş bir Brassens merakım vardı. Sonra Juliette Gréco, Piaf, korkunç tutkundum chanson’lara. Keman konçertoları, piyano konçertoları… Besteci olarak Şostakoviç ve Stravinski’yi çok beğenirdim… Ve caz.
Kimler mesela? Hangi cazcılar?
Caz plaklarımdan bahsedersem yalan olur. Sevdiğim bütün cazcılarla tanışma olanağı buldum New York’ta. İlk yüz yüze cazla buluşmam Thelonious Monk. Cebim biraz para görünce Village’a indim, orada yaşamaya başladım. The Five Spot diye bir caz kulübünün önünden geçer giderdim her gün. Bir gün arkadaşlar “bu akşam Five Spot’ta Thelonious Monk konseri var” dediler. Benim için o geceden beri en büyük piyanistlerden biridir Monk. Miles Davis Broadway’de, Birdland’de çalardı, çok genç, çok yetenekli bir trompetçiydi o zaman…
Yale günlerinden bir anımı anlatayım: Haftasonu New York’a giderdik, gece treniyle de üniversiteye, New Haven’a dönerdik. Gene böyle bir gece, kalabalıktan bir türlü trene binemiyoruz. Restoran vagonundan tanıdığımız bir garson, zar zor soktu bizi içeri. Meğer o gece Satchmo varmış, trende çalacakmış. İnanılmaz bir müzikti, jam session’ın allahını gördüm trenin içinde… New York yaşamımın büyük bölümü Harlem’de geçerdi. Dostlarımın başında James Baldwin vardı. Harlem’e gittiğimizde onun evinde yemek yer, sonra çıkardık. Caz, blues meraklısıydı Jimmy. Ben de cazla büyüdüm diyebilirim.
Rock’n’roll başlamış mıydı o zaman?
Yok, daha başlamamıştı galiba. Haaa, en sevdiğim cazcılardan biri geldi aklıma: Bo Diddley.
İşte başlamış rock’n’roll.
Tabii ya, Harlem’de tanıştım onunla, matrak bir herif… Bayılırdım müziğine. İsmine de.
Actor’s Studio’da neler oluyor bu arada?
İt gibi çalışıyoruz. Lee Strasberg ne yapsak beğenmezdi, öldürürdü bizi. Tabii, biz tıfıllardan bahsediyorum. Bu arada mesela Marilyn Monroe geliyor, sahne çalışıyor. Gerçi ona da giydirirdi ama… (gülüyor)
Siz seyreder miydiniz Monroe’nun çalışmasını?
Tabii canım. Hatta Marilyn Monroe’nun çok hayati bir sahnesini seyrettim. Studio’da bir sistem vardı, “geçmişe dönme” egzersizleri yapılırdı. Biz de yapardık, ben de hâlâ öğrencilerime yaptırırım. Ve orada Marilyn Monroe, beş-altı yaşındayken babası tarafından ırzına geçildiğini anlatmıştı. Tabii, hikâye gibi anlatmıyorsun, yaşıyorsun, o güne dönmeye çalışıyorsun. O gün şoke olmuştuk hepimiz. Oyuncunun otosansürünü kırmak için iyi bir egzersizdir bu. Tabii adamına göre. Kimi adamda hiç böyle bir şeye ihtiyaç yoktur, zaten bir dokunursun, kendiliğinden çözülür. Kimi de çok içine kapanıktır, bir türlü duygularını açığa vuramaz. Ama sen kendi duygularını, yaşamış olduğun bir şeyi açığa vuramazsan Kral Lear’ın ya da Desdemona’nın duygularını nasıl yaşayacaksın, nasıl yaşatacaksın?
James Baldwin – Precious Lord (A Lover’s Question)
(başlar başlamaz tanıyor ve gerçek anlamda sarsılıyor) Bu Jimmy’nin sesi yaa!
Evet.
Nereden buldunuz bunu? (gözlerini kapatıp dinlemeye başlıyor, bir sigara yakıyor, şarkıyı sonuna kadar ağlamaklı dinliyor) Çok kötü oldum yaa! Nereden buldunuz bunu?
Fransa’da yaptığı bir CD. Ölümünden kısa bir süre önce, 80’lerin ortalarında David Linx ve Pierre Van Dormael isminde iki caz müzisyeniyle birlikte yapmış. Kendi şiirlerini spoken word tarzında caz grubu eşliğinde okuyor. Bir de bu ünlü “Precious Lord”u yorumlamış.
Çok çok güzel. Müthiş duygulandım. İnsan haber verir. Vay Jimmy’cik… (susuyor ve gözü dalıyor) Bunun gibi ne yakası açılmadık şarkılar söylerdi. Hatırlamaya çalışıyorum: (mırıldanıyor) “Hang your linen down low”, sonra “Oh me, shame in scandal in the family…” Çok güzel blues’lar söylerdi. Bende kayıtları var. Ama bunu ilk duyuyorum. Neydi demiştiniz?
Elvis Presley’in bile söylediği ünlü bir gospel standardı: “Precious Lord”.
Olağanüstü güzel söylemiş. Vay be!.. Jimmy’yi anlatan belgeselde (Price of the Ticket) seyretmiştim, son televizyon röportajlarından birinde spiker bir soru soruyor: “Mr Baldwin, siz zencisiniz, eşcinselsiniz, çok ünlüsünüz, çok zenginsiniz. Ne diyeceksiniz buna?” Jimmy’nin cevabı: “Bingo.” (gülüşmeler)
Ne zaman başladı arkadaşlığınız?
Studio’da başladı. Onu Studio’ya Elia Kazan getirmişti. O zamanlar Lincoln Center projesi vardı. Kazan, Lincoln Center’ın açılışı için bir zenci oyunu istiyordu. Ve Jimmy de oyun yazmaya yeni yeni başlamıştı. Kazan da onu yetiştiriyordu, elinin altında olsun diye. Jimmy’nin yazdığı Giovanni’nin Odası romanında da o gün için fevkalâde tabu olan eşcinsellik ele alınıyordu. Bunu Broadway’e çıkarmaktı amaçları. Nitekim oyunu yaptık, Studio prodüksiyonu olarak oynadık. Bayağı da başarılı oldu. Ama Broadway için hiçbir zaman prodüktör bulunamadı. Çekiniyordu herkes bu konuları deşmekten.
Siz bir dayak yemişsiniz Baldwin’le birlikte.
Evet, bir barda feci bir dayak yedik. O zaman meşin ceketli gang’ler vardı. Onların kurbanı olduk. Benim manken bir kız arkadaşım vardı, Pud, beyaz. Bir İrlandalı filmci, ben ve Jimmy, dört kişiydik. Jimmy, Pud’ın yanında oturuyordu, konuşuyorlardı, gülüşüyorlardı. Onları birlikte sandılar. Irkçılık ciddi boyutlardaydı mahalle çeteleri içinde. Saldırıya uğradık.
Olan size olmuş galiba.
Jimmy’nin de üstünde tepindiler. Ama esas ben ciddi dayak yedim. Çünkü ben dövüştüm. Biz böyle böyle öğrendik. (gülüyor) Kafam yarıldı, çenem çatladı. Uzun süre hastanede yattım.
Nasıl biridir James Baldwin?
Müthiştir, çok güzel bir insandır. Çok zor yaa Jimmy’yi anlatmak. Çok yakın arkadaşım… Her zaman bir kavganın, bir eylemin içindeydi. Ve herkes Jimmy’yi kendi yanına çekmeye çalışırdı. Mesela Malcolm X, Kara Panterler, Müslümanlar… O da bir örgüte bağlanmaktan korkardı. “Ben bağımsız kavgacıyım” derdi. Her grubun bir falsosu vardır, kimse tarafından kullanılmak istemiyordu. “Civil rights” hareketinde başı çekenlerden biriydi. Meşhur Washington yürüyüşünde bir kolunda Marlon Brando’yla en ön sıradaydı. Hem çok sevilirdi civil rights öncüsü olarak, hem de sevilmezdi hiçbir gruba girmediği için.
Deniz Gezmiş o günlerde sırra kadem basmıştı. Bütün gazeteler aynı şeyi yazardı: Deniz nerde? Ben de “Deniz nerde?” diye pankartlar koydum oyuna. “Gelin bakalım, ifade verin” dediler. “Bu oyunun yapısında var, doğaya özlem var” dedim. “Bir bilirkişi yollayacağız” dediler. Geldiler, izlediler. Ve yemediler.
Bir de İstanbul günleri var Baldwin’in…
Hayatı kayıyordu, parasız pulsuz bir haldeydi ben Hamlet’i oynarken. Bizim Gülriz’le nikâh günümüzde geldi ilk defa buraya Jimmy… Sersefil uçaktan indi, uykusuz, sarhoş, pis… Nikâh bizim evdeydi. Ve Jimmy’nin İstanbul’da tanıması gereken herkes ordaydı. O gece hatırladığım son resmi şu: Jimmy, Şirin Devrim’in kucağına bir köpek yavrusu gibi kıvrılmış uyuyor… (gülüyor) En kötü gününü de, en iyi gününü de burada geçirdi. İlk geldiği zaman Şişli’deki küçük dairemizdeki küçük bir odaya yerleştirdik onu. “Hand-made” votka yapardı Gülriz ona. Hepimizin durumu biraz kötüydü o günlerde. O evde Another Country’yi (Kara Yabancı) ve galiba Blues For Mr Charlie’yi bitirdi.
Deminki bahse dönelim, Baldwin’in Elia Kazan’la yolları neden ayrıldı?
Lincoln Center konusunda anlaşamadılar. Jimmy’nin Kazan’a söylediği son laf şuydu: “Bu projede ben sizin göstermelik zenciniz olmayacağım.”
Kazan, anılarında, Baldwin’i seçme sebebi olarak diyor ki, “Lincoln Center çok beyazdı, o yüzden özellikle bir siyah arıyordum”.
Jimmy de bunu biliyordu işte. Jimmy’yi ve oyununu Kazan göstermelik olarak kullanacaktı, ondan sonra geçip gidecekti, Lincoln Center yine çok beyaz bir sanat merkezi olarak sürecekti. Jimmy ise daha derin, daha köklü, siyahların katılabileceği bir Lincoln Center istiyordu.
Olacakları iyi sezmiş James Baldwin.
Sezmez mi?! Hinoğluhindir, sokak çocuğunun dikâlâsıdır. Onu güzel yapan, akıllı yapan, belki de dahi yapan buydu. Jimmy hakikaten sokak çocuğudur, Jimmy’nin babası bile belli değildir. Üvey babası bir papaz. Jimmy’nin İncil bilgisi, blues bilgisi “store front-church” dediğimiz o dükkân-kiliselerinden gelmedir. Onlarla ilgili çok da güzel bir müzikali vardır: Paris’te oynanan The Amen Corner.
Sizin Kazan’la ilişkiniz nasıldı?
O kavgadan sonra, yüzüm gözüm paramparça, parasız, pulsuz, dımdızlak kaldım. Korkunç bir de paranoya başladı, sokağa çıkamıyordum, açık yerlerde gezemiyordum. En sonunda tek çare, açtım telefonu, Kazan’ı aradım.
Telefonu açacak kadar yakındınız yani?
Tabii. Hâlâ da öyle. Onun lâkabı “gadge”dir. Gadget, alet demek. Çok becerikli olduğu için “gadge” kalmıştır ismi. En son New York’ta buluştuğumuzda “bana gadge diyen bir sen kaldın” demişti… Neyse, açtım telefonu, “Gadge, durumum böyle böyle, bana bir iş bul” dedim. Merdivendeki Karanlık isminde bir oyun koymuştu o sıralarda sahneye. Başroldeki oyuncu ayrılıyormuş. Benim hayatım inanılmaz mucizelerle doludur. O moralsiz, berbat halimde, o ara en çok oynamak istediğim rolü bana verdi Kazan. Ama önce yazarla görüşmem gerekiyordu. Telefon etti William Inge’e, “sana rol için birini yolluyorum, bugünkü haline bakma, güzel çocuktur” dedi, çıkardı bir de 10 dolar yol parası verdi. (gülüyor) Ve olmayacak iş, William Inge “tamam” dedi. Bir yıllık kontrat yaptım resmen. Yaz başıydı, eylülde turne başlayacak… Amerika maceramın en umutsuz, en boktan ânında istediğim yere ulaştım. Daha ne isteyebilirim? Bari gideyim İstanbul’a, tatil yapayım dedim… Brooklyn limanında Yozgat şilebini buldum, –şimdi jilet oldu– kaptanıyla konuştum, küçücük valizimle atladım şilebe, 15 günde Atlantik’i geçtik, 18. gün İskenderun’a vardık. Ordan da üçüncü mevki trene atladım, İstanbul’a geldim.
Ve Amerika’ya dönemediniz galiba.
Bir gün Leyla Gencer, “gel seni Muhsin beyle (Ertuğrul) tanıştırayım” dedi. Gittik, Dram Tiyatrosu’ndaki masasında konuştuk, sohbet ettik. Tam kalktık, gidiyoruz, ayakta, kapının ağzındayız, “Engin, sen Türkiye’de oynamayı düşünmez misin?” dedi. “Düşünmez olur muyum hocam, eninde sonunda dönüp burada oynayacağım” dedim. “Yok yok, şimdi” dedi, “ben Hamlet’i yapıyorum, bu benim yedinci Hamlet’im, oynamak ister misin?” “İsterim hocam” dedim. Nezaketen söylenmiş bir laftı aslında. “Yaa” dedi, “peki ne oynamak istersin?” “E, Hamlet’i oynarım hocam” dedim. “Peki, öbür sabah sekiz buçukta provaya gel” dedi. Sırtını döndü, biz de dışarı çıktık. Leyla’ya “şaka bu, değil mi?” dedim, “yoo, rolü aldın” dedi. İşte böyle iki mucize arasında da beynamaz kalınabiliyor. Ve hayatımın en zor kararını verdim. 48 saat sonra, sabah 8.30’da provadaydım.
Zor geçti mi o 48 saat?
Hayati kararları insan ne 48 saatte veriyor, ne 48 günde. Bir saniyede veriyor. Oturup kuş gibi sürekli düşünmüyorsun. Herhalde düşünmemek için bir sürü şey yaptım. Belki gittim bir meyhaneye, içtim. Ama yalnız olduğumu iyi hatırlıyorum, hiç kimseyle paylaşmadım bunu. Uykusuz bir gecenin sabahında Taksim meydanından Tepebaşı’na yürüdüm. Karar eylemle bağımlı. Yoksa kafanda düşünmek, tartmak karar vermek değildir… Ertesi gün de bir telgraf çektim Amerika’ya. Çünkü üç-beş gün sonra orada provalara başlamam lâzımdı. Yaptığım rezalet, ayıp. Üç sene konuşmadı benimle Kazan.
Ve Hamlet büyük başarı kazanıyor…
Hiçbir oyuncunun başına gelmemiş ve gelmeyecek bir başarıdır. 180 oyun oynadık, 90 bin seyirci izledi. 2.5 milyon yoktu o zaman İstanbul’un nüfusu. Tepebaşı’ndan Galatasaray postanesinin önüne kadar kuyruk olurdu.
Eagle-Eye Cherry – Long Way Around (Living In The Present Future)
Ne bu?
Eagle-Eye Cherry’nin ablası Neneh Cherry’yle bir düeti.
Valla, diyecektim. Ama tanıdığımdan değil, mutlaka bana Don Cherry’yi anlattıracaksınız diye düşündüğümden. Geçen gün televizyonda seyrettim Eagle-Eye Cherry’yi. Çok da hoşuma gitti. Düşenin Dostu’nun müziklerinin kayıtları var bende, onu bir kasete çekip Eagle-Eye’a ulaştırayım diye düşündüydüm. Evet, Don Cherry çok önemliydi Düşenin Dostu projesi içinde.
Düşenin Dostu’nu James Baldwin sahneye koyuyor, Don Cherry de müziklerini yapıyor. Nasıl bir araya geldiniz?
Jimmy o arada birkaç kere gidip geldi, her gelişinde de daha iyi geldi. O sıralarda da en iyi zamanlarından biriydi, Gümüşsuyu’nda bir daire tutmuştuk ona. Düşenin Dostu’nun rejisini yapması için de kandırdım onu.
Oyunu nasıl seçtiniz?
Okudum, bayıldım, “bu oyunu bizden başkası da yapamaz Türkiye’de” dedim. Biz hayatımız boyunca çok büyük riskli işler yaptık, bu da onlardan biriydi. Ve okuduğum anda “bunu bir kişi sahneye koyar, o da bizim Arap” demiştim. Arap’ın işi bu!.. (gülüyor) Afro-Amerikanlara Arap derim ben, yanlış anlaşılmasın. Bütün zencilere Arap derim, Jimmy de bizim için Araptı.
Don Cherry nasıl devreye girdi oyunda?
Ben, Gülriz ve Jimmy, provadan dönüyoruz bir gün. Alman Konsolosluğu’nun çıkış kapısında bir manzara: Bir karavan, yerde rengarenk bir halı, halının üstüne çömelmiş Hint fakiri gibi bir Arap, kafasında da rengarenk bir takke. Yanında da sarışın bir kadın, kucağında iki çocuk. Ve hayatımda görmediğim bir enstrüman çalıyor bu adam: Küçücük bir trompet. Durduk, taş kesildik, inanılmaz güzel bir manzara. Binbir Gece Masalları gibi, uçan halının üstünde… (gülüyor) Jimmy “wooow, Don Cherry” dedi, gitti herifin boynuna sarıldı. Herif de bunun boynuna sarıldı. Haydaa! Gittik, Jimmy’nin evine. Don Cherry’ler yerleşti eve. Jimmy ertesi gün “bu iş tamam, müzikleri Don Cherry yapacak” dedi. Bu arada Okay (Temiz) da çıktı piyasaya. Meğer Don Cherry tek başına düşmemiş İstanbul’a, Okay’la gelmiş. İkisi provaları epey seyrettiler. Ve azizim, bir trompet, bir piyano ve Okay’ın ıvır zıvır vurmalı sazlarıyla bir günde müzikleri bitirdiler.
Oyundan bahsedebilir miyiz biraz?
John Herbert isminde Kanadalı bir yazarın oyunu. Londra’da da oynanmıştı, kıyametler kopmuştu. Orada bile sansüre uğramıştı. Ben de öyle şeylere bayılırım. Bugün olsa oynanamaz. Bugün sahneye koy deseler, koyamam.
Niye?
Tiyatronun eski ağırlığı, eski gücü kalmadı artık Türkiye’de… Çok cesur bir oyundu Düşenin Dostu. Bir ıslahanedeki, bir hapishanedeki mahkûmların aralarındaki ilişkiyi, eşcinselliği anlatan sert bir oyun. Kullanılan dil çok rahatsız edici, sokağın dili…
Gala gecesinde Kemal Tahir oyunu yarısında terketmiş.
Valla nasılını, niçinini öğrenemedik o olayın. Halbuki Kemal Tahir senelerini hapishanede geçirmiş bir yazar. Ama oyunun ortasında söylene söylene bir hışımla çıkıp gitmiş…
Yasaklamaya da çalışmışlar galiba. “Halkın ar ve haya duygularını rencide etme” suçlamasıyla mahkemelere düşmüşsünüz.
Ama beraat ettim. Hatta bir gün oyun sırasında polisler daldı içeri. Gülriz’in oyunda rolü yoktu, kapıda polislerin girdiğini görmüş. Bizim sahneyle kapı arasında haberleştiğimiz bir diyafon vardı. O gün de yanlışlıkla diyafon açık kalmış, bütün salon Gülriz’in sesini dinliyor: “Kapıda 30 polis var, oyunu seyredeceklermiş, ne yapacağız?” “Valla, alsınlar biletlerini, girsinler seyretsinler” dedim. Salon da dolu. Kahveden sandalyeler aldık, oturdular, seyrettiler…
Zülfü Livaneli – İnce Memed (İnce Memed)
Eveeet, Yaşar Kemal mi konuşacağız? Peki kimdi türküyü söyleyen?
Zülfü Livaneli.
Zülfü mü? Allah allah! Zülfü’den güzel söylüyordu yaa! (gülüyor)
Yaşar Kemal, Baldwin’e türküler öğretirmiş, hep birlikte söylerlermiş. Birini tutturduk mu?
Valla öyle türkülerdi ki, ne sen tanırsın, ne ben tanırım. Koca gövdesiyle pire gibi de oynardı Yaşar. Ama daha çok uzunhava çekerdi. Otururlardı, Yaşar öğretirdi, Jimmy blues gibi söylerdi. Ömrü boyunca Türkçe öğrenmedi Jimmy, inatla öğrenmedi. Yaşar’la bir alemdiler. İkisi oturur, Dostoyevski tartışırlardı, Faulkner tartışırlardı. Biri İngilizce konuşarak, biri Türkçe konuşarak, ama birbirlerini anlayarak. (gülüyor)
Yaşar ihtilallerden birinde, herhalde 12 Mart’ta içeri girmişti. O ara Jimmy Amerika’daydı. Orada protesto kampanyaları açtı, yazılar yazdı, dilekçeler imzalattı. Bu işlerde çok para harcamıştır, ağırlık koymuştur. Ömrü hapisten adam kurtarmakla, ona buna avukat tutmakla, kampanyalar düzenlemekle geçti Jimmy’nin…
Elia Kazan “Kimse bilmez” diyordu, “Anadolu’nun ortasında bir köyde Rum olmayı. Geceleri kapının arkasına dört tane dayanak koymadan bir evin içinde nasıl yaşandığını sen bilemezsin. Nasıl tarafsız olmamı istersin! Ben bir azınlığım. Çocukluğum korku içinde geçti.”
Yaşar Kemal konuşacağız diyorsunuz ama, Yaşar Kemal konuşmakla bitmez. Keşanlı Ali’de bir laf vardır, “Ali için ne konuşayım, tarih konuşmuş onun için” der İstidacı Derviş Dayı. Ben de Yaşar hakkında ne konuşayım? (gülüyor) Çok kadim bir dost. Zaten yazar olarak çok severim, hele son üçlemesinden sonra yeniden bir hız bulduğuna, kendini aştığına inanıyorum… O zamanlarda Teneke öyküsüne takmıştım, Gülriz’e de söyledim. Yaşar’a dedik ki: “Hadi çök masanın başına, bunu oyun yap.” Yazdı, getirdi. 60 sayfalık öyküden 200 sayfalık oyun yazmış. (gülüyor) “Olmaz” dedik, “bu kısalacak”. On cümleyle söylediğin şeyi bir cümleyle söyleyeceksin, bir cümleyle söylediğin şeyi bir kelimeyle, bir kelimeyle söylediğin şeyi bir heceyle, bir heceyle söylediğin şeyi bir sesle, bir ünlemle söylemen lâzım. Tiyatro budur… Tabii ben bu kadarını Yaşar’a söylemedim, şimdi ilk defa yüksek sesle söylüyorum. Kaptırdım kendimi, iyi oldu, unutmayayım da bu lafı öğrencilerime söyleyeyim. (gülüyor) Sonra kestik, biçtik, yeniden yazdık, dramatik çatı kurduk. Gülriz’in babasının, amcalarının tiyatrolarının olduğu Elhamra sinemasında oynuyorduk o sıra. Nefis bir oyun çıkardık. Ve çok tuttu. Yaşar’ın ilk oyunu yılın oyunu seçildi.
O yıllar tiyatro çok tutulan bir sanat. Üretim var, ayrıca üzerinde konuşuluyor, tartışılıyor, gazetelerde yazılar, eleştiriler yayınlanıyor, büyük bir dinamizm var. Böyle bir dönem yaşadı değil mi Türkiye?
Gülriz Sururi: Broadway gibiydi. Biz gece galamızı yapardık, giderdik, içerdik, eğlenirdik, sabaha karşı Taksim’den geçerdik ki, gazeteyi alalım, eleştiriyi okuyalım diye. Günü gününe çıkardı eleştiriler. Magazin bize çalışırdı, tabii namuslu magazinden bahsediyorum. Çok yüce bir yerdeydi tiyatro. Çok seviniyorum ki, o dönemde tiyatro yapmışım. Bugün konservatuardan mezun olup mesleğe başlamış olmayı gerçekten istemezdim. Tiyatro artık dördüncü, beşinci sırada. Önce televizyon geliyor.
Engin Cezzar: Sonra televizyon, sonra gene televizyon. (gülüyor)
‘65’te, Teneke’den bir evvelki oyununuz yine cesur bir oyun. Nâzım Hikmet oynuyorsunuz: Ferhat ile Şirin…
Aaa, tabii. Çok gurur duyduğum bir projedir o. Bize kadar son Nâzım Hikmet oyunu olan Kafatası, Şehir Tiyatrosu’nda, Muhsin Ertuğrul zamanında sahneye konuyor. Biz oynadığımızda onun üzerinden 35 yıl geçmişti.
Ve öyle bir dönem ki, Nâzım hâlâ yasaklı şair. Ölümünün üstünden iki yıl geçmiş, kitapları hâlâ bulunmuyor, çünkü tekrar basılmaya başlanmamış. Bir bakıma, kitaplarının yeniden basılmasına da öncülük ettiniz belki.
Nâzımsız bir çöldü o zaman Türkiye. Herkes tir tir titriyordu, “nasıl yapacaksınız bu işi, hapse gireceksiniz, tiyatro basılacak, yakılacak…” diye. İnanılmaz ters bir moralle başladık.
Aklınıza nasıl düştü Nâzım?
Niye Nâzım oynanmıyor, niye kimse cesaret edemiyor? “Nâzım oynanmayacak” diye bir yasa var mı? Yok. “O zaman oynarız” dedik. Yasadışı baskılar neler olabilir, onların hepsini de biliyorduk ve göze aldık. Kapıya polis diktiler, seyirciyi kaçırdılar.
Nâzım’la ilk ilişkiye geçişiniz ne zamandı?
Gülriz Sururi: Benim bir kara kaplı defterim vardı. Radyoda bir istasyonda –TRT değil tabii– haftada bir gün Nâzım’ın şiirleri okunurdu. Oradan kaçak kaçak, gizli gizli yazardık onları. O zaman o kadar büyük bir efsaneydi ki. Çılgına dönerek dinlerdim. Türkçeyi sevdirmiştir bize Nâzım.
Engin Cezzar: Bulgaristan’dan patır patır Türkçe yazılmış Nâzım kitapları gelirdi. Nâzım’ı ilk nasıl tanıdım, biliyor musunuz? Çok küçüktüm, babam evde bir şiir okurdu: “Ey kara boynuz gibi kaşlı / mukaddes Apis başlı adam / Sen şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun / ben asaletten anlamam / şapka çıkarmam konuştuğun dile / düşmanıyım asaletin / kelimelerde bile.” Rahmetli babam bunu durmadan okurdu. Ben de ezberlemiştim. Yıllar sonra Nâzım’ın olduğunu öğrendim. Yakup Kadri’yle atışmalı bir dönemi geçmiş, ona yazmış bunu. Kulaktan kulağa gezerdi Nâzım’ın mısraları. Hâlâ da aynı heyecanla, aynı mutluluk, aynı gerilim içinde okurum.
Ferhat ile Şirin oyununa gelelim…
Resmi bir tepki gelmedi. Düşenin Dostu’nun başına gelen Nâzım’ın başına gelmedi. Ki çok daha kolaydı engellemelerde bulunmak. Süleyman Demirel’in seçimleri kazandığı seneydi, pek parlak zamanlar değildi yani.
Bu oyun için Moskova’dan para aldığınız söylentileri yayılmış galiba…
Öff, ne rubleler!.. Bitmedi, hâlâ yiyoruz. (gülüyor) Neler neler dediler. Çok beğenen oldu, çok da karşı çıkan oldu oyuna.
Soldan karşı çıkan oldu mu?
Tabii, zaten hep öyledir. Politik bir gerekçeleri de yoktu. Açık seçik bir şey söylenmiyordu, ama Türkçesi şuydu: “Kardeşim, siz ne hakla Nâzım’ı oynuyorsunuz?” Daha da tercümesi, “niye ben yapamadım da sen yapıyorsun?” Türkiye’de sola yaranamazsın, solun en büyük düşmanı soldur.
Yıllar sonra Nâzım’ın ilk defa sahnelenmesine soldan tepki gelmesi insanın tuhafına gidiyor.
Gider, ama Türkiye tuhaflıklar ülkesidir. Bir fraksiyon demiştir ki, “niçin benden olmayan bu tiyatro grubu, bu şerefe nail oluyor?” Beğenseler de, beğenmeseler de bizim yaptığımız yürekliliği gösterecek başka adam çıkmadı. Bunu kimse hazmedemedi. Bunun özü budur. Cesaret gösterenin arkasından çok laf edilir bu ülkede.
Radyolar oyunun ilanlarını reddetmiş.
Doğru. Kabul etmemişlerdi. Çok öfkelenmiştik. Sokaktaki afişleri yırtanlar da olmuştu.
Gülriz Sururi: Babam her gün gelir, “kaldırın oyunu, tiyatronun adı çıkacak” derdi. (gülüyor)
Olumlu reaksiyonlar da vardı herhalde.
Tabii ki. Seyirci de muhteşemdi. Müzikleri Ruhi Su, dergi tasarımını Balaban yaptı. Nâzım’ı gerçek anlamda gıllıgışsız sevenler çok yardımcı oldular. Ve bu sayede Nâzım Hikmet tiyatrosunun yeniden geri dönebildiği anlaşıldı. Meşrulaştı.
Selim Sesler ve Grup Trakya’nın Sesi – Biber Yedim (Keşan’a giden yollar)
Bizim Arif Erkin’in oyun uvertürlerine benziyor. Bir Roman havası var ama… Ne muzırlık düşündünüz kim bilir. Ne bu?
Bir Keşan havası: “Biber Yedim”.
Ne güzelmiş yaa! Keşanlı Ali’ye mi geldik şimdi? Bitmez bu röportaj.
Keşan’dan Ali’ler gelmiş sizin oyununuza öyle mi?
Tabii, on tane Ali. Ülkü’nün (Tamer) fikriydi. Aslında oyun tutmuştu, ikinci günden itibaren full gitmeye başladı. Tiyatroda böyle bir sihir vardır, birdenbire bir şey fısıldanır, petrol yangını gibi yayılıverir kulaktan kulağa. Bir oyunu da tutturan odur. Sen istediğin kadar reklam yap… Bir gün Ülkü geldi, “Keşan’dan on tane Ali çağıralım” dedi, “bak nasıl reklam olacak”. Olur mu olur. Hakikaten on tane Keşanlı Ali bulduk, davet ettik, oyuna geldiler. En ciddisinden en asparagasına kadar bütün gazeteler, gazeteciler oradaydı.
Sahiden de kabadayı tipler miydi?
Hiç ilgisi yok. Hepsi esnaf, muntazam, inanılmaz düzgün insanlar geldi. (gülüyor) Keşan’ın zaten öyle bir şöhreti de yok ki. Haldun Taner’in ağzına öyle geldiği için, “anlı şanlı Keşanlı Ali”, kafiyesi tutuyor diye öyle kalmış. Halbuki Ali Keşanlı olsa n’olur, olmasa n’olur! Kasımpaşalı olsa daha iyi olur, etnik köken olarak. (gülüyor)
Haldun Taner hakkında da anlatacak çok şeyiniz vardır…
Sapına kadar tiyatrocuydu. Oyununu takip eder, provalara gelir, provada düzeltmeler yapar, oyunu izler, seyirciyi izler, seyirciden aldığı reaksiyona göre hatalarını düzeltir. Oyunuyla yaşardı Haldun bey. Almanya’ya turneye gittik, Haldun bey de geldi. Biz talebe yurtlarında kalırdık, Haldun bey de bizimle ranzalarda yatardı. Bayılırdı böyle şeylere. Müthiş bir Galatasaraylı afisi vardır. Çok zeki, çok görgülü, çok birikimli biri. Üç-beş oyunuyla Türk tiyatrosunu zıplatmıştır. Keşanlı Ali de gerçek anlamda ilk Türk müzikalidir. İlk epik müzikalidir tiyatromuzun.
1964’teki ilk sahnelenişinden on sene sonra bir de Çekoslavakya macerası var oyunun.
İngiltere’de İngilizce, Beyrut’ta Arapça oynandı. Benim yönettiğim Prag prodüksiyonu dört dörtlüktü. Koca devlet tiyatrosunda, muazzam oyuncularla sahneye koyduk.
Çekçesi nedir Keşanlı Ali Destanı’nın?
Balada o Alim z Kesanu.
Prag’da da başınıza gelmeyen kalmamış.
Korkunç bir politbüro baskısı vardı. Sansür etmeye kalktılar oyunu. Oyunun başlamasına bir hafta kala bir gün provada kapı açıldı, zart diye dört tane ayı girdi. Provayı kestim, dramaturgu çağırdım, “prova kapalı, çıksınlar gitsinler” dedim. Alı al moru mor, “çıkaramam” dedi. Yakasındaki yıldızları gösterdi, “partili bunlar partili” dedi fısıldayarak, “ben onları çıkaramam ama, onlar bizi hemen çıkarırlar burdan”. Herifler denetlemeye gelmişler oyunu. “Oyunda bir sahne var, bu sahne çıkacak” dediler. Oyundan sahne mahne çıkaramam, ben oyunun yönetmeniyim, bu oyun bana teslim edildi, virgülüne kadar sahneye koyarım. “Koyamazsın” dediler. Peki ne yaparsınız? “Bu sahneyi ya çıkarırsın ya oyunu kaldırırız.”
Hangi sahneymiş bu?
Seçim sahnesi. Ali seçim programını okur: Şunu yapacağım, bunu yapacağım… Muhalifler gürültü patırtı ederler. Ali “kabul edenler?” der, bir sürü el kalkar, ama bir sürü el de kalkmaz. “Kabul edenler?” diye bir daha bağırır. Yine eller kalkmaz. Silahını çıkarır, “kabul edenler?” diye bağırır, havaya ateş eder, herkes elini kaldırır. “Etmeyenler?” der, herkes indirir.
Bu sahne olmaz mıymış?
Bu sahne dünyanın her yerinde aynı anlama geliyor: Askeri müdahale. Herifler “silahı kaldıracaksınız” diyor, başka bir şey demiyor. “Peki, düşüneyim, yazarla konuşayım” dedim. Haldun bey de “sakın direnme, bunlar çok tehlikelidir” dedi. Ben iyice kızdım, “ben bunları atlatacağım” dedim. Topladım herkesi etrafıma, “silahları kaldırıyoruz” dedim, “buraya üç tane baloncu istiyorum, yüzlerce balon getireceksiniz”. Silahın gözüktüğü sahneyi aynen balonlarla oynadık. Patır patır patır, makineli tüfek gibi, silahtan da beter patladı her gece balonlar. Ve ömür boyu o baskıyı yaşamış Çekoslovak seyirciler, kıyamet kopardı, korkunç beğendiler. Sahne eskisinden güzel oldu valla.
The Flesh Failures / Let The Sunshine In (“Hair” soundtrack)
(başlar başlamaz) Kaldır. (gülüyor) Hayatımın oyunu. Sene 1971. ‘68 nefesi şu veya bu şekil de buralara değiyor. Ama “niye Hair?” diye sorarsanız, önce müzik.
Rock’a karşı ilginiz var mıydı?
Tabii. Hayatımda ilgi duyduğum hiçbir müzik türünü terketmedim. Bazıları süzgeçten geçiyor, en iyileri içimde kalıyor. Aslında Hair’i de rock olarak düşünmedim. Rock mudur Hair? Peki, rock’tur. Ama rock diye değil, “pure” müzik olduğu için bayıldım.
Chanson’lardan bahsederken Brassens’i andınız. Rock’ta en çok kim yer etti sizde?
(düşünüyor) Beatles. Evet, Beatles. Benim için iyi müziktir, ciddi müziktir Beatles. Bir simge olabilir benim için… Hair’e dönersek, müzikten başka, koreografi de önemliydi oyunda. Jimmy’yi aradım, benim de tanıdığım zıpkın gibi bir Arap çocuğunu tavsiye etti. Bernard Hassell adında bir dansör, üstelik Londra’da Hair’de oynamış. Bütün masraflarını Jimmy karşıladı, Bernard’ı buraya yolladı. Bin başvuru arasın da kırk tane pırıl pırıl genç seçtik. Hiçbiri sahneye adımını atmamış, şarkı söylememiş gençler. Ve bunları Bernard ve Emin Fındıkoğlu adam etti… Sonunda, müthiş bir kıyamet koptu, Nâzım Hikmet’miş, Düşenin Dostu’ymuş, boşver! Asacaklardı bizi. Resmen tehdit mektupları geliyordu, siz nasıl Hair oynarsınız, nasıl sahneye çıplak adam çıkarırsınız… O zamanlar Şule Yüksel diye sağcı bir kadın gazeteci vardı. Her gün yazıyor, her gün hedef gösteriyor. Biz gene kelleyi koltuğa aldık, yürüdük. Unutamam ilk geceyi…
11 mart 1971.
Oyun hem müzikal olarak hem duygusal olarak çok üst bir noktada biter “Let The Sunshine ln”le. Korkunç bir finaldir, bütün dünyada da öyle sahnelenmiştir: Oyun biter, seyirci büyük coşkuyla alkışlar, ondan sonra ekip salona girer, seyircileri alırlar, tekrar sahneye çıkarlar, sahnede seyircilerle birlikte daha bir saat dansedilir. Ve ilk gece tam istediğimiz gibi oldu, 500 kişi sahnede dans etti… Ertesi sabah bir gözümüzü açtık: Da ra da daaat! 12 Mart! Ama her şeye rağmen sezon sonuna kadar oynadık, oradan da turneye çıktık.
Bir “pankart krizi” yaşanmış galiba?
Ben bir hergelelik yapmıştım. Gündemde Deniz Gezmiş vardı ve o günlerde sırra kadem basmıştı. Herkes birbirine sorardı, bütün gazeteler aynı şeyi yazardı: Deniz nerde? Oyunda da çiçek çocuklarının “savaşma seviş” gibi, doğaya sahip çıkmayla ilgili talepleri vardı. Ben de “Deniz nerde?” diye pankartlar koydum oyuna. Oyunun bir yerinde gençler ellerinde pankartlarla geçiyorlar, onların bir kısmı da “Denizli” pankartlar. Herhalde biri ihbar etti, “gelin bakalım, ifade verin” dediler. Kalktık, gittik. “Bu pankartların anlamı nedir?” “Bu oyunun yapısında var, doğaya özlem var” dedim. “Yaa, peki, bir bilirkişi yollayacağız” dediler. Geldiler, izlediler. Ve yemediler. Çekoslovakya’daki hadiseyi bir daha yaşadık. Ya pankartlar ya oyun! Biz de pankartları kaldırdık. Oyunu kaldırsaydım, ölürdüm.
İlk zamanlar oyunda sizin ikinizin rolleri yoktu, değil mi?
Fakat oyuncularımız (Füsun Önal, Neco…) şöhret oldukça, ayrılıp başka işler tutmaya başladılar. Biz çıktık sahneye. İşin en tatlı tarafı da oydu. Hiç aklımızda yoktu halbuki.
Gülriz Sururi: Aslında doğrusu oymuş. Niye baştan yapmamıştık diye çok pişman olduk.
Engin Cezzar: Hayır, doğrusu o değildi tabii.
Gülriz Sururi: Hayır, doğrusu oydu. Ben hep öyle düşündüm.
Engin Cezzar: Ben de hep böyle düşündüm. Şimdi bunu tartışmanın âlemi yok. Ordaki güzellik, kırk tane 20 yaşındaki gencin sahnede olmasıydı. Biz biraz yaşlıydık. 25 yaşında filandık o zaman. (gülüşmeler)
Müzikalden on yıl sonra çevrilen Milos Forman filmini seyrettiniz mi? Sizce Hair, 80’lerde hâlâ bir anlam ifade ediyor muydu?
Çok beğendim. Üstelik filmin müzik score’u daha iyidir. İyi bir filmin veya tiyatro eserinin illa güncel olması gerekmiyor. Klasik diye bir şey var. Bazı şeyler o dönemin etkileri ve uyarılarıyla yaratılıyor, Hair gibi. Ama o dönem geçtikten sonra, tarihe gömülüp kaybolmuyor ki. Öyle bir dönem var ve yaşandı.
Siz sahnelerken klasik olduğu belli miydi?
Hayır, o zamandan böyle bir şey söyleyemezdim. Ama filmi seyrettikten sonra dedim ki, bu bir klasik artık. Vietnam bitmiş, unutulmuş, unutturulmak istenmiş olabilir. Ama ortada bir savaş hikâyesi var. Vietnam olmuş, bilmem neresi olmuş farketmez. Ve bir aşk hikâyesi var, ayrıca inanılmaz bir müzik var. Bu nasıl geçer? Her şeyi bırak, gözünü kapat, o müzik yeter. Öykü, zaten bana kalırsa bir Hamlet öyküsüdür, şarkılar zaten Shakespeare’den alınmış gibidir. Claude Bukowski bir Hamlet figürüdür.
Marianne Faithfull – Sister Morphine (A Perfect Stranger)
Çok güzelmiş, ama tanımıyorum. Bir Arap olduğu kesin tabii.
Hayır, bir sarışın: Marianne Faithfull. Şarkının adı da “Sister Morphine”. Siz Morfin’i sahnelediğiniz zamanlar baz morfin diye bir şey vardı, değil mi?
Morfin artık sadece hastanelerde… Şimdi eroin var. Başka neler var?.. Kokain bile harcıâlem olduktan sonra Türkiye’de bile… Morfin oyunu benim çok eski bir gözağrım. Oyunun orijinal adı, Şapka Dolusu Yağmur’dur. Ben onun adına Morfin dedim, çünkü bir morfinmanın öyküsü. Benim Amerika’da öğrenci olduğum yılların oyunu. Böyle manik rollere biraz tutkum vardır. Deli, morfinman, alkolik gibi rolleri severim. Seyirciyi şoke eden, sarsan, kafasını gıdıklayan, yüreğini hoplatan oyunlarımızdan biridir. İş de yapmıştı. Bayağı sert bir oyundu, ciddi bir-iki morfin krizi sahnesi vardı.
Gerçek bir morfinmanla birkaç gün birlikte olmuşsunuz galiba, role hazırlanmak için.
Halit Çapın’ın biyografisi Bay Alkolü Takdimimdir için de 15 gün hastanede gidip yatmıştım, hasta gibi.
Sizin altın döneminizin son oyunu oldu, değil mi? 1975’te Morfin’in Anadolu turnesiyle Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu’na uzun bir ara veriyorsunuz…
Morfin’in ‘71’deki ilk oynanışından sonra pek çok oyun koyduk ama, sonra bir reprise’le turne yaptık. Ve tiyatronun bir sürü borcunu da Morfin turnesiyle ödedik. Aslında Morfin de Hamlet gibi “Yeşilçam” bir konudur. Biliyorsunuz değil mi, Türkiye’de en çok oynayan yabancı filmin Laurence Olivier’nin Hamlet’i olduğunu?.. Morfin de çok popülerdi, baba-oğul-kardeş arasındaki ilişki, dostluk, düşmanlık, barışma…
1975 sonrası o durgunluk devresi hakkında neler söylersiniz?
Hiçbir sanat olayı yaşamdan bağımsız değil. Ama özellikle tiyatro yaşamla o kadar iç içe ki. Bir yazar ve ressam için bu tam böyle değildir. Tiyatrocu gününün esiridir, tarihsel konumunun esiridir. Her zaman toplumunun aynasıdır. Ve toplum günün şartlarından nasıl etkileniyorsa, tiyatrocu da aynı şekilde etkilenir.
Toplum da belki o zaman “perdesini kapatmak” durumunda kaldı, 70’lerin son dönemlerinde…
Evet, toplum da perdesini kapattı, herkes gettosuna çekildi sanki… Ama ‘82’de Kaldırım Serçesi, sonra ‘84’te Kabare, Filumena, ‘85’te Halide Edip’in hayatından Halide… Çok parlak bir dönemdi, birdenbire küllerinden yeniden doğdu tiyatro.
12 Eylül ne ölçüde belirleyici oldu? ‘83’te de Özal dönemi başlıyor… Artık tiyatro hayattan çekilmiş gibi, televizyonsa çok etkili…
Gülriz Sururi: O zamanlara kadar cumhurbaşkanları tiyatrolara, galalara giderdi. Birden başka bir dönem başladı, cumhurbaşkanları şovlara çıkıp “bir şarkısın sen ömür boyu sürecek” diye sallanarak şarkı söylemeye başladılar. Birdenbire pop şarkıcıları baştacı oldu.
Engin Cezzar: ‘82 anayasasına bir bak. Mesela YÖK’e bak. Üniversitenin başına nasıl YÖK geldiyse, Türkiye’deki bir sürü kurumun başına da aynı şey geldi. Her bakımdan tatsızlık, keyifsizlik yıllarıydı.
Tiyatro niye direnemedi?
Bizler ‘61 anayasasının çocuklarıyız. ‘61 anayasası tiyatroyu diriltti. Çünkü yazarları tahrik etti, çok güzel eserlerin önü açıldı. Yazarsız tiyatro olmaz. Bir ülkenin tiyatrosu yazarıyla kaimdir… ‘82 anayasasının yazarların elinden hangi özgürlükleri geri aldığını iyi tahlil etmek lâzım. 12 Eylül’ün Türkiye üzerine yaratıcı alanda çok ağır basınçlı bir etkisi olmuştur. Bir Aydınlar Dilekçesi olayı yaşandı, unutmayalım. Benim de, Gülriz’in de imzası vardır orada.
“Ben ne yapayım böyle aydını” demişti Evren.
Çok ağır laflar etti yaa! Çok yakın geçmiş bu, daha çok, duygusal reaksiyon gösterebilirim o yıllar hakkında. Hâlâ 12 Eylül’ün içinde yaşıyoruz. O yüzden tahlil etmek de zor. Hiç hoş bir dönem değildi, ancak o kadarını söyleyebilirim.
Erkin Koray – Gaddar (Gaddar)
Bilemeyeceğim, Neco’nun sesine benziyor ama, o böyle şarkılar söylemez. Çok heavy geldi.
Erkin Koray.
Aaa, Baba!.. Bilmem gerekirdi. Peki nereden geldik buraya?
Şarkı “zalim gaddar, hain gaddar”. Ansiklopedide “cezzar”a baktık, “gaddar” demek. “Sururi”ye baktık, “neşeli, sevinçli” demek…
Tamam, bu röportaj burda bitti. İmzaları da attık. Bitti. (gülüyor) İlk karşılığı “deve kasabı”, ikinci karşılığı “kan döken”, metaforik olarak üçüncü karşılığı da “gaddar”… Böyle bir gaddar paşa var Osmanlı tarihinde: Cezzar Ahmet Paşa. Mısır’da, Akka’da Napolyon’u ilk mağlup eden paşa. Ama bu adamın benimle uzaktan yakından ilgisi yok. Gaddarlıkla da bir ilgim yok. Babam neden bu soyadını aldı, biraz araştırdım.
Selanikli değil mi babanız?
Evet, bizim ailede bir Mehmet Efendi varmış, çok kötü ruhlu, sevilmeyen bir adammış. Bizim lâkabımız da öyle kalmış. Ama, eşşek kafam, bunu babama sormak hiç aklıma gelmedi. Çok sonra dinledim bu masalı. Ve kabullendim.
Nasıl hatırlıyorsunuz babanızı?
Babamın çok iyi, çok akıllı bir insan olduğunu ancak ölümüne yakın anladım. Ama bana hiçbir zaman köstek olmamıştır. Babam bankacıydı, Sümerbank’ta. Müthiş dürüst, planlı, programlı, hesaplı adamdı. Dürüstlüğün dışında, bende olmayan her şey onda vardı. Bense çok deli, hayalperest bir çocuktum. Babam da beni biraz frenlemek isterdi. Yine de beni Amerika’ya gönderip en büyük iyiliği yaptı. Tiyatro değil, siyasal bilgiler okuyup hariciyeci olmamı isterdi… 1907 doğumlu babam. Ama mübadeleden önce gelmişler İstanbul’a. Ben de tam bunun araştırmasını yapıyorum şu sıralar. Çünkü otobiyografimi hazırlıyorum, bu tarihlerle oynuyorum.
Peki anneniz?
Şamlı. Benim halalarım, yani annemin babası Şamlı Mehmet’in kızkardeşleri simsiyahtır, zencidir. Resimlerini gördüm, dudağım uçukladı.
Zenci mi, Arap mı? Zencilere Arap diyorsunuz, anladık ama, Araplara da zenci mi diyorsunuz?
(gülüyor) O konuda bir garibim, çok haklısın. Bunlar Şamlı Arap. Ama bayağı siyah, herhalde bir Afrikalılık da var. Yemen kökenli olabilirler belki. Benim fiziğimde de negroid taraflar var. Çok iyi karışım yaa! Bir taraftan Afrika, bir taraftan Avrupa. (gülüyor) Dedem Şamlı Mehmet, İstanbul’da, işgal yıllarında İttihatçılara yardım etti diye hapse girmiş. Fransızlar da işgalde Bakırköy’deki konaklarını ellerinden almış. Bahçedeki çadırları, Senegalli askerleri hatırlıyor annem çocukluğundan. Geçen gün gene annem anlatıyordu, Şamlı Mehmet’in üç hanımı varmış evde. Bir şeye ağlamak mı lâzım, hepsi birden otururlarmış, hüngür hüngür saniyesi saniyesine aynı süre ağlarlarmış karşılıklı. (gülüyor)
Gülriz Sururi: Şamlı Mehmet’in ilk evliliğinde çocuğu olmamış, on sene sonra izin istemiş, bir evlilik daha yapmış, bir on sene daha geçmiş, gene çocuğu olmamış. 60 yaşına gelince, 30 yaşında dul ve dört çocuklu bir hanımla evlenmiş, o eşinden dokuz çocuğu olmuş, bu dokuzdan dördü yaşamış. İşte biri de Engin’in annesi.
Engin Cezzar: Annem kırkından sonra akademiye gitti, resme başladı. Benim Hamlet oynadığım yıllardı. Şimdi 86 yaşında olduğunu tahmin ediyorum, hâlâ resim yapıyor.
Siz burada, Ayaspaşa’da mı doğdunuz?
Hayır, Amerikan hastanesinde doğdum. Doktor Aziz Fikret Derlen. Arnavutluk Kralı Zogu’nun kardeş çocuğu. Türkiye’nin en büyük nisaiyecisi. Teyzemin kocası. İyi mi adres? (gülüyor) O aralar Nişantaşı’nda oturuyorduk galiba. Ama bu evdeyken ilkokula gittiğimi hatırlıyorum. Bu ev o günden kalmadır.
O günlerden hatırladığınız tarihi olaylar var mı? Mesela Atatürk’ün ölümü.
Evet, ilk anım bu benim. Üç yaşındayım. Pencere önündeyim. Bir kalabalık geçiyor aşağıdan: (taklit ediyor) Hırşş, hırşş, hırşş, hırşş… Askerlerin ayak sesleri. Ve hıçkırıklar. Ben de ağlamıştım korkudan.
İkinci Dünya Savaşı yılları?
Radyo başında haberler dinlenirdi. Yazın Sarıyer’de mavi kâğıtlar yapıştırdığımızı hatırlıyorum camlara. Evde haritalar vardı, o haritaların üstüne küçük küçük rengarenk bayraklar yapıştırılırdı. Müttefiklerin ilerlemesi, Almanların çekilmesi falan… Bir gün onları biz de yapıştıralım dedik, berbat ettik, bütün savaşın stratejisi altüst ol du. (gülüyor) En belirgin anım Missouri zırhlısının gelmesi. Okuldan bizim sınıfı Missouri’ye götürmüşlerdi, savaş bitmişti tabii. Bize birtakım hediyeler vermişlerdi. Ertesi gün bütün sınıf ishal oldu. Neden? Amerikalılar bize çiklet vermiş. İlk defa görüyoruz. Biz onların hepsini çikolata diye avuç avuç yedik. (gülüşmeler)
Dün kitabınızı karıştıran bir arkadaş “biyografisi cumhuriyet kokuyor” dedi.
Ne güzel bir laf, çok güzel bir kompliman, iftihar ederim bundan.
Türkiye’nin dönüm noktalarıyla sizin hayatınızın dönüm noktaları kesişiyor. Mesela Amerika’ya gidişiniz tam 6-7 Eylül olaylarının ertesi.
Aman sus, hatırlatma! 8 Eylül günü bindim uçağa. 6-7 Eylül günü bu evdeydim. Bütün komşuları oraya buraya sakladık. Eve aldık hepsini. Malları mülkleri gitti tabii. Rum bakkalımız var, Rum kasabımız var. Rum kasabın kızı Aliki’ye deli gibi aşığım. Sapsarışın bir kız… O iki günü yaşadım, ertesi gün uçağa binip Amerika’ya indim. Düşünebiliyor musunuz alnımdaki kara lekeyi? 6-7 Eylül ayıbını sırtımda taşıyarak Yale’in kapısından adımımı attım.
Neydi hissettikleriniz o iki gün?
Ertesi sabah Beyoğlu’nda yürüdüm, korku filmi gibiydi. Bütün o cadde içi boşalmış bir kadavra gibiydi. Bağırsakların üzerinden yürüyerek Tünel’e kadar gittim. Şimdi tiksinirim, öfkelenirim bu yaşımda. Ama o yaşımda çok korktum. Benim bütün çocukluğum Rum çocuklarıyla, Ermeni çocuklarıyla geçmişti. Ben toplumda böyle bir ırkçılık, şovenlik sezememişim. Belki biz kolejde bir fanus içinde yaşardık. Çevremizden biraz kopuktuk ister istemez. Ama mahallede de böyle bir şey yoktu ki. Çok dost yaşardık. Aliki’yi babası görmeden nasıl yakalayacağım diye düşünürdüm. Heybeliada’da manastırda tatil yaparlardı, kayıkla gidip onu nasıl kaçıracağımı düşünürdüm. (gülüyor)
Kazan’la konuşur muydunuz bu meseleleri?
Kazan o konularda hınçlıydı. Bunlar konuşuldu aramızda tabii. Ve kendini anlattı: “Sen bilmezsin, kimse bilmez” dedi, “Anadolu’nun ortasında bir köyde Rum olmayı. Gün ışığına bağlı olarak yaşamak ne demektir bilemezsin. Kepenklerini kapamadan, kapının arkasına dört tane dayanak koymadan bir evin içinde nasıl yaşandığını sen bilemezsin. Benim nasıl tarafsız olmamı istersin bu konularda! Ben bir azınlığım. Benim bütün çocukluğum korku içinde geçti.” Onu anlıyorum. Çok çekmiş adam. Ama onun gibi düşünmeyen başka bir sürü arkadaşım da oldu.
Aliki’ye ne oldu sonra?
Kalmadılar burada. Hemen gittiler. Aliki gitti, babası Foti gitti, Herakles gitti, Yorgo gitti…
Roll, sayı 47, Kasım 2000