PARANIN DOĞASI VE ALTERNATİFİ

Ulus Atayurt
13 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI

Sermaye gelişiminin kumarhanede gerçekleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Alternatif para sistemlerini, kripto paraları hayal etmenin tam sırası. Ama önce paranın değişken doğasını ve “değeri”ni mercek altına almak gerekiyor. Faust’tan, Oz Büyücüsü’den, La Casa de Papel’den anekdotlarla paranın tarihinde bir gezinti…

 

 

Altının, incinin yerine geçen böyle bir kâğıt
Pek konforludur, insan bilir neye sahip olduğunu
Artık pazarlığa, mübadeleye gerek duymadan
Bırakabilir kendini şarabın, sevişmenin sarhoşluğuna

Wolfgang Goethe, “Mefisto”, Faust II 

Gündelik hayatımızın en ince detayına kadar her yönünü, gerek bireysel gerekse toplumsal açıdan geleceğimizi büyük ölçüde belirleyen bir araç hakkında bu kadar az bilgiye sahip olmamızı, dahası buna rağmen üzerinde düşünmeye bu kadar az vakit harcamamızı nasıl açıklayabiliriz? İktisatçı Wolfgang Streeck parayı şöyle tanımlamakta haksız mı? “Para şu ana kadar bildiklerimiz arasında öngörülmesi, idare edilmesi en zor insan teşekkülüdür.” Para sosyal bir varlık. İnsan edimleri sonucunda ortaya çıkıyor. Tarih boyunca mübadeleye, geleceği planlamaya, servet biriktirmeye hizmet eden çeşitli işlevler üstlendi, üstleniyor. Dahası modern toplumlarda iktidar ilişkilerinin en belirleyici bileşenlerinden biri. Paranın işlevleri verili değil, sosyal ilişkiler içinde şekilleniyor. Ancak ona şekil veren sosyal ilişkiler, insan edimleri, amaçlanandan farklı sonuçlar doğuruyor, toplumsal altüst oluşlara yol açabiliyor. Kimi zaman da paranın işleyişine yapılan müdahaleler toplumsal altüst oluşları dengeleyici bir işlev görüyor. 

İlkokullarda değer kuramı

Paranın sosyal varlığı üzerine çalışan sosyolog Nigel Dodd üniversite öğrenciliği sırasında, 1980’li yıllarda, para kazanmak için zırhlı banka araçlarında özel güvenlik görevlisi olarak çalışmış. James Bond filmlerine benzettiği sahnelerde, zırhlı araç Londra’da merkez bankasının yeraltındaki deposuna girer, tulumlar içindeki çalışanlar çuval çuval sterlini araca yerleştirirmiş. Kimi zaman 12 saat süren yolculuklar sırasında Dodd, her biri 250 bin sterlin içeren 16 çuvaldan hazırladığı şiltenin üzerinde uyuklarmış. “Ama”, diye ekliyor Dodd, “artık bu zırhlı araçlar yok.

Paranın üretimi o günden bu yana büyük bir değişiklik geçirse de insanlığın büyük bir kısmı bu değişiklik üzerine pek kafa yormuyor. Büyük bir kesim, sol literatürün aksine, parayı tıpkı teknoloji gibi ekonomiye içkin bir değişken olarak görmüyor. Dodd’un bu ilgisizliğe karşı basit bir önerisi var: Tıpkı fizik, biyoloji ya da tarih gibi “değer kuramını” da erken yaşta, okullarda çocuklara öğretmeye başlamak. Dodd başlangıç noktası olarak Oz Büyücüsü’nü teklif ediyor. Frank Baum’un 1900 yılında yayınlanan kitabı tamamen para hakkında olsa da, onu okuyan çocuklar “hikâyenin arka planı”, yani “değer” üzerine düşünmüyor, düşünmek için teşvik edilmiyor.

Devlet ve finansal pazarlar arasındaki karşılıklı bağımlılık ikincisi lehine çözülüyor. Devlet merkez bankası aracılığıyla faiz oranlarını belirlemeye, zorunlu karşılıklar getirmeye çalışsa da tedavüldeki parayı, çoğu zaman borç ilişkileri şeklinde, finansal pazarlar yönlendiriyor.

Para özünde bir toplumsal mutabakat, kimi zaman kabule zorlandığımız bir güven ilişkisi olsa da, paranın tarih boyunca kullanım şekli, tekabül ettiği değer farklılık gösteriyor. Kaba bir sınıflandırmayla merkantilist kapitalizmin başlangıcına, 15. yüzyılın sonlarına kadar “emtia para dönemi” hüküm sürüyor. Bu dönemde değerli bir maden, çoğu zaman altın ve onun ağırlığı paranın değerini belirliyor. Herhangi bir ürün tekabül ettiği altın ağırlığına göre mübadele ediliyor. Bu ilişki kabaca Meta-Para-Meta (M-P-M) olarak formüle ediliyor.

Bunun ardından, yakın zamana kadar gelen uzun dönem ise “fiyat para dönemi” diye adlandırılıyor. Bu dönem tam da ulus-devletlerin ortaya çıkışına denk düşüyor. Marksist otonom iktisatçı Andrea Fumagalli’nin ifadesiyle “paranın nominal değeri ile değerli metalin içeriğinin tedricen birbirinden ayrışması” bu dönemden itibaren gerçekleşiyor. Streeck bu dönüşümü paranın “hızla artan metalaşma ve devlet sponsorluğu eşliğinde giderek gayrı maddileşmesi, soyutlaşması” olarak tarif ediyor. Dolayısıyla, devlet hükümranlığındaki “kâğıt paranın” bu dönemde çeşitli deneylerle tedavüle girmesi de bir tesadüf değil.

 

Belirsizlik alanı

Edebiyatta ekonomi tarihinin izini süren çevirmen ve edebiyat tarihçisi Joseph Vogl kâğıt paranın dolaşıma girdiği dönemden itibaren devlet ve finans sermayesi arasındaki ilişkiyi “belirsizlik alanı” olarak tarif ediyor. Para, sermaye ve devlet arasındaki karşılıklı bağımlılığa dayalı, çoğu zaman deneysel girişimlerle mutasyon geçirerek iki odak tarafından müşterek yönetiliyor ya da yönetilmeye çalışılıyor.

Devlet ekonomiye yön vermek, savaş dahil faaliyetlerini gerçekleştirmek, finans sektörü ise kâr marjını, kredi ağını sürekli artırmak için paranın nasıl kullanılacağına, kimi zaman birbirleriyle çatışarak ortaklaşa karar veriyor. Dolayısıyla, Streeck’in ifadesiyle para “en eski kamu-özel ortaklığına” denk geliyor.

Ancak” diyor Streeck, “devlet tasfiye, bankalar tam anlamıyla çökme aşamasına geldiğinde devlet ve finansal pazarlar arasında varsayılan liberal ayrışma mitine” avdet ediliyor. Tıpkı 2008 krizinin ardından hızla Wall Street’e kamudan aktarılan kurtarma fonlarında olduğu gibi, kapitalist kriz sırasında devlet “özerk bir aktör” olarak hem “seniorage” görevini, hem de kurtarma mesuliyetini üstleniyor.

Öte yandan, devletin bu “himaye görevi” şimdi olduğu gibi her krizde sadece finans sektörünün menfaatlerine hizmet etmiyor. Devlet kimi zaman, tıpkı 1844’te, kriz sırasında, İngiltere’de olduğu gibi, Merkez Bankası’na para basma tekeli verip altın standardı getirerek Çartist emek hareketinin baskısı altında, kendi selameti adına finans sektörünü frenleyebiliyor.

Fumagalli’ye göre, “fiyat para” döneminin sonlarındayız. Devlet ve finansal pazarlar arasındaki karşılıklı bağımlılık ikincisi lehine çözülüyor. Devlet merkez bankası aracılığıyla faiz oranlarını belirlemeye, zorunlu karşılıklar getirmeye çalışsa da tedavüldeki parayı, çoğu zaman borç ilişkileri şeklinde, finansal pazarlar yönlendiriyor. Finansal para üretimi çağında devletin para üzerindeki hamiliği, vatandaşları nezdinde zorla da olsa kurduğu güven ilişkisi sorgulanıyor.

Devlet ve finans pazarları arasındaki performatif ilişki göz önünde bulundurulduğunda gelecek hakkında fikir yürütmek giderek zorlaşıyor. Özel ve kamu borçlarının toplamının dünya GSH’sının yüzde 350’sine dayandığı günümüzde borcun nasıl ve kimin tarafından ödeneceği bir yana, ödenip ödenemeyeceği şüphe götürüyor. 

Faust ve paranın simyası

Paraya dair mutabakatın dağıldığı, devletin zorla tesis ettiği güven ilişkisinin kıyasıya sorgulandığı dönemlerde paranın anlamı, daha doğrusu verili kabul edilen “değer kuramı” yavaş yavaş masaya yatırılır. Bunun en güncel örneklerinden biri de La Casa de Papel dizisi değil mi? Dizinin ikinci sezonunun sonunda, daha sonra taraf değiştirerek soyguncu ekibe katılacak komiser Murillo’ya, soygun ekibinin “Profesör” lakaplı lideri 2008 krizi sonrası Avrupa Merkez Bankası’nın bankaları kurtarmak için gerçekleştirdiği parasal genişlemenin halka fayda sağlamayan bir hırsızlık olduğunu anlattığında, borç batağına saplanmış, ipotek ile baş etmeye çalışan yedi milyon İspanyol ailesi mesajı hemen almıştı.

La Casa de Papel dizisinde soygun ekibinin “Profesör” lakaplı lideri 2008 krizi sonrası Avrupa Merkez Bankası’nın bankaları kurtarmak için gerçekleştirdiği parasal genişlemenin halk kitlelerine fayda sağlamayan bir hırsızlık olduğunu anlattığında, borç batağına saplanmış yedi milyon İspanyol ailesi mesajı hemen almıştı.

Fiyat paranın devlet yetkisinde tedavüle girdiği erken kapitalist dönemde, devlet ve finans çevreleri arasındaki karşılıklı bağımlılığa dayalı simbiyotik varoluş rasyonel kurallara göre parasal genişlemeye gitmedi. Taraflar paranın, daha doğrusu “kâğıt paranın”, kimi zaman felaketle sonuçlanan işleyişini deneme yanılma yöntemiyle öğrendi.

Fransa’nın ilk merkez bankasını, Banque Générale’i, 1716 yılında kuran İskoç ekonomist John Law hararetli bir kâğıt para ve hisse senedi taraftarıydı. İkisini de soyut oldukları ölçüde, altın ve gümüşe kıyasla daha üstün mübadele araçları olarak tanımlıyordu. Mebzul miktarda paranın mübadeleyi arttırarak ekonomiye katkı sağlayacağını düşünüyordu.

Banque Générale’in girişimiyle kurulan Mississippi şirketinin hisse senetleri 500 livreden satışa çıkmasından hemen sonra hızla değer kazanarak 10 bin livre barajına dayandı. Ardından şirketin henüz ortada olmayan üretim ve yatırımlara tekabül eden hisse senetleri hızla değer kaybetmeye başladı. Merkez bankası kâğıt paraya karşılık, sadece yüzde 20 oranında gümüş rezervine sahipti.

Spekülasyondan bolca livre, yani kâğıt para kazanan yatırımcılar, kazançlarıyla altın almaya yöneldiklerinde devlet altın satışlarını yasaklamak zorunda kaldı. Paris’te küçük yatırımları uçup giden halk kitleleri finansçıları linçe kalkıştı. Çıkan çatışmalar ve arbedede onlarca kişi öldü. Kâğıt paranın tarihteki ilk deneylerinden biri “simyanın” vahim sonuçlarını Paris sokaklarında gösterdi.

Almanların büyük romantik şairi Goethe 18. yüzyılda kâğıt paranın simyasının yol açtığı beklenmedik sonuçlara karşı epey tepkiliydi. Şairin en bilinen eseri Faust’un ikinci kitabının fonu –kâğıt– paradır. Hikâyede müflis ve müsrif kralın, Mefisto’nun basit bir simya işlemi sonucu kâğıttan para yaratıp borçların ödenmesi önerisini kabul etmesiyle başlayan spekülasyona dayalı kısa süreli refah yerini enflasyona, ardından korkunç bir karışıklığa bırakır.

Suyun içinde, doldurulmamış arazileri pazarlamaya soyunan Faust da bu kötücül simyanın sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Tam da merkantilist kapitalizmden sanayi kapitalizmine geçiş aralığında yaşamış, başta Fransız devrimi, birçok dönüm noktasında vaatlerle gerçekler arasındaki derin uçurumu görmüş Goethe’nin kâğıt paraya, daha doğrusu finansal genişlemeye şüpheyle yaklaşması doğal değil mi?

Faust II, şairin ölümünden hemen sonra 1832’de basıldığında sanayi kapitalizminin ilk dalgası çoktan doygunluğa ulaşmış, 1820’ler sonunda ardı ardına krizler patlak vermeye başlamıştı. Romantizmi gerçekle yüzleşmek yerine, yaşanan acıları yüceltmek, geçmişe ya da meçhule kaçmak diye tarif edersek, şairin kâğıt para nezdinde yeni kapitalist gerçekliği reddettiği söylenebilir.

Oysa Goethe aynı zamanda geçmiş deneyimlerinden de ders çıkarmaktaydı. Eşi zamanın önemli bir banker ailesinden gelen Goethe, 1784 yılında Saxe-Weimar Düklüğü’nün ekonomi bakanlığına getirildiğinde John Law’un izini takip etmiş, Düklük hisse senedi ve kâğıt para aracılığıyla gelecekten borçlanmış ve derin bir krize sürüklenmişti. Goethe krizi ancak devletin borçlanmasına, finansal genişlemeye ket vurmakla aşabilmişti.

Dalga kuramı

II. Dünya Savaşı sonrasında hayata geçirilen Bretton Woods sistemi parasal sistemin kapitalist dünyada geniş bir mutabakatla belli kurallara tabi tutulmasının en yakın ve bilinen örneğini teşkil ediyor. Sistemin mimarlarından John Maynard Keynes bir dünya parası için bastırsa da, nihayetinde bir ons altın 35 dolara sabitlenmiş, dördüncü kapitalist dalganın liderliğini yapan ABD bu uygulamadan büyük fayda sağlamıştı. Sistem 1929 kriziyle iyice belirginleşen finansal spekülasyona ket vurmak ve finansı yeni dalganın kapitalist üretici güçlerine amade kılmak için tasarlanmıştı.

Dış ticaret açığı veren ülkeler açığı dolar ile ikame ederken, IMF ve Dünya Bankası sistemi dengeleyici işlevler üstlendi. Bankalar finansal açıdan baskılandı, mevduat zorunlu karşılığı yüzde 24’e çıkarıldı, uluslararası finansal yatırımları caydırıcı regülasyonlar hayata geçirildi. Sistem yaklaşık 25 sene, 1960’ların sonuna kadar, neredeyse kusursuz işledi. 1930’ların büyük grevleri, çorba kuyrukları, akut işsizliği unutulmaya yüz tutmuştu. Ancak 25 sene “üçüncü dalganın” tepe noktasıydı.

Gazeteci yazar Paul Mason Kapitalizm Sonrası kitabında Sovyet iktisatçı Nikolai Kondratieff’in “uzun dalgalar” kuramı ile Marx’ın kapitalist kriz kuramını sentezleyerek güncelliyor. Kondratieff 1920’li yıların başında dönemin en önemli Sovyet istatistikçileriyle beraber gelişmiş beş kapitalist ekonominin 130 yılını inceleyip şu sonuca varıyor: Kapitalizm her 50 senede bir mutasyona uğruyor. 50 senelik dalgaların her birinde aşağı yukarı ilk 25 sene yükseliş, ikinci 25 sene ise düşüş ve krizlerle geçiyor.

Dalga kuramının Kondratieff’in hayatına mal olmasına şaşırmamak lâzım. Çünkü kuramda kapitalizmin mutasyon yoluyla krizden çıkabileceğini iddia ediyordu. 1938’de kurşuna dizildiğinde, Troçki dahil tüm sol kanaat önderleri, kapitalizmin kısa bir ömrü kaldığına kaniydi.

Farklı dalgaların kendine özgü yapılanması, devlet, sınıflar, merkez bankası, kapitalist üretim ve pazar gibi unsurlar arasında özgün ilişkiler bulunsa da Kondratieff dalganın başlangıcını doğrudan bir ekonomik sebebe, sermaye birikimine bağlıyor. Biriken sermaye yeni teknoloji ile birlikte kapitalist örgütlenmeyi neredeyse sil baştan tasarlıyor.

Kondratieff’in daha sonradan sıkı kanıtlarla desteklenecek dalga kuramının hayatına mal olmasına şaşırmamak lâzım. Zamanın Sovyet resmi görüşü olan kapitalizmin nihai aşamasına, tekelci yapısına ulaştığı tezinin aksine, Kondratieff Büyük Buhran’ı yedi yıl öncesinden tahmin etmekle kalmıyor, aynı zamanda kapitalizmin mutasyon yoluyla krizden çıkabileceğini de iddia ediyordu. Kondratieff 1938’de kurşuna dizildiğinde, Troçki dahil tüm sol kanaat önderleri, kapitalizmin kısa bir ömrü kaldığına kaniydi.

Kondratieff’in istatistik bazlı kuramına Marksizm her dalgada yaşanan krizlere sermayenin verdiği dengeleyici tepkileri inceleyerek katkı sağlıyor. Yeni dalganın teknolojik paradigması üretkenlikte doygunluğa ulaşınca ve tüm dalga boyunca etkili olan makineleşme eğiliminden dolayı istihdam sorunları başlayınca, sermaye ihracı, göçmen işçi kullanımı, varlıkların ortak havuza aktarılması, tekelleşme, üretim yerine rantsal yatırımlar, yeni pazarlar ya da sömürgecilik gibi kaçış noktalarıyla düşen kârlılık oranları artırılmaya çalışılıyor. Tüm bunlar yeterli bir çözüm sunmadığında ise sermaye üretimden finans sektörüne çekilip finansal krizlere gebe bir gelecek yaratıyor.

Dalga kuramı açısından Paul Mason’un ilk üç dalgayla ilgili iki tespiti önemli. İlkin dalganın yukarı ivmesi bittiğinde sermaye öncelikle işçi sınıfını ve ücretleri baskılamaya yöneliyor. Dördüncü, yani içinde bulunduğumuz da dahil, her dalga için geçerli ortak akıl bu. İkincisi, yeni dalgaya geçişte devletin müdahaleleri önemli bir kolaylaştırıcı rol oynuyor. Geçiş sürecini sermaye tek başına örgütleyemiyor.

Mason’a göre, ilk üç dalgada işçi sınıfının saldırıya karşı başarılı direnişi ve devletin çoğu kez finansallaşmayı dizginleyen müdahaleleri sermayeyi topyekûn bir yeniden örgütlenmeye yöneltti. Konumuz olmasa da 1945’te başlayan son uzun dalgada bu iki unsurun devreye giremediğini not düşelim.

Örneğin, 1790’larda Fransa, İngiltere ve ABD’de fabrika sistemi, buhar makineleri ve büyük kanal projeleriyle başlayan ilk dalga 1820’erden itibaren aşağıya yöneldiğinde bir yandan Çartist hareket işçi sınıfını örgütlerken diğer yandan devleti ekonominin dümenine geçmeye zorluyordu. Merkez bankası para basımında tekel haline gelirken aristokrasinin ayrıcalıkları ellerinden alındı, fabrikalarda erkek işçilerin yerini ucuz çocuk işçilerin çalıştırılması yasaklandı. Böylece, tren yolları, telgraf, okyanus aşan buharlı gemi gibi teknolojilerin devreye gireceği ikinci kapitalist dalga başladı. 1873’e kadar yükselen dalga yerini yaklaşık 25 sene sürecek Uzun Buhran’a bıraktı.

Para ve altın standartı

Bretton Woods kapitalist dünyaya iyi tanımlanmış bir altın standardı getirse de yöntem açısından tarihte bir ilk değildi. Günümüzde finansal piyasalar büyük ölçüde lağvedilmeden, dahası devlet(ler)in işleyişini değiştirecek siyasi bir irade ortaya çıkmadan uygulanması neredeyse imkânsız olsa da, post-keynesçiliğin revaçta olması aslında altın standardının geçmişte zaman zaman işe yaramış ya da finansal spekülasyonu bir süre dizginleyebilmiş olmasından kaynaklanıyor.

2008 krizinden sonra parasal genişlemeyi vazeden liberal görüş liderliğinde 10 yılda 12 trilyon dolar basıldı. Ancak üretken alanlara akmayan, finansal pazarlarda var olmaya devam eden para kapital merkezlerinde enflasyona ve faiz artışına neden olmadığı gibi borçlanma artarak devam etti. Bu yüzden de gerek Wir gibi yerel tamamlayıcı paralara gerekse kripto paralara olan ilgi her geçen gün artıyor.

Ücretlerin artmadığı bir dönemde yükselen enflasyon emekçiler üzerinde yıkıcı bir etki yaratır. Öte yandan, Bretton Woods’un, dolayısıyla altın standardının Nixon döneminde, 1971’de kaldırılmasından bu yana sürekli devam eden finansallaşmada çeşitli evrelerden geçildi. Dönemin başında, henüz örgütlü işçi sınıfı mağlup edilmeden önce, yani devletin sınıflar arası bir mutabakat aramak zorunda olduğu aralıkta, kamu borcu ve enflasyon kazanımları kaybolmaya başlayan emekçi kitlelere hizmet ve parasal genişleme sağlayarak sus payı vermeye yarıyordu. Enflasyondan rahatsız olan finans piyasalarının baskısıyla, geniş kitlelere gündelik harcamalarından konuta uzanan geniş bir yelpazede gelecekten borç aldıracak finansallaşma devreye sokuldu.

Kapitalist dalgalarda, dalgaların aşağı yönlü ikinci yarısında devletin para arzını altın standardı gibi yöntemlerle dizginlemesi finansal spekülasyonu yavaşlatsa da tek başına yeni bir dalgaya geçiş için yeterli olmuyor. Öte yandan, para kıtlığı zaten finansa çekilmiş sermayenin varlığı ve sınırlarına ulaşmış dalga söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından vahim sonuçlar doğuruyor. 1920’lerde, Büyük Buhran’ın hemen öncesinde Avrupa’da getirilen, ardından vazgeçilen altın standardı önceki otuz yılda karmaşık bir finansal sistem, geniş katılımlı borsalar kurmuş sermayeyi üretime yönlendirmediği gibi işçi örgütlerinin de büyük tepkisini çekmişti.

Dorothy ve sınıf mücadelesi

Oz Büyücüsü’nün yazarı Frank Baum ikinci kapitalist dalganın aşağı yöne evrildiği, 1873’te başlayan ve Uzun Buhran diye de adlandırılan çalkantılı dönemin tam ortasında yaşadı. 1887’de taşındığı Güney Dakota’da borç içinde kıvranan çiftçilerin hayatlarına, 1890’larda yaşadığı Chicago’da giderek artan işsizliğe ve dahası kitlesel sınıf mücadelesine tanıklık etti. Kentin örgütlü işçi sınıfı daha sonra bayram olarak ilan edilecek 1 Mayıs’ın ilham kaynağı Haymarket Olayları gibi büyük gösteriler düzenliyordu.

1890’ların ikinci yarısında, üçüncü dalganın başlaması için gerekli unsurlar belirmişti. Daha çok kuzey ve kuzey doğu kentlerinde örgütlü kitlesel işçi hareketi bir devrim yapamasa da, otomasyona sekte vurmuş, ücretlerin kısılmasına direnmiş, 8 saat iş günü için bastırmaya devam etmiş, devletten refah yardımları almaya başlamıştı. Devlet büyük tekellere ayrıcalıklar sağlıyor, telefon, elektrik, çelik, araba ya da “hareketli resim” gibi yeni teknolojilerin, çok daha mekanize bir üretimin örgütlenmesine, yeni türden bir tüketim pazarının meydana çıkmasına yardım ediyordu.

Oz Büyücüsü’nün başkarakteri Dorothy, Teneke Adam, Saman Adam ve Aslan Adam ile birlikte

Ancak, Baum’un aklına Oz Büyücüsü’nün düştüğü 1890’larda, henüz üçüncü dalga başlamamışken Uzun Buhran devam ediyordu. 1893 Paniği üç yıl sürmüş ve tüm emekçileri etkilemişti.

ABD’de Uzun Buhran’ın hemen başında, 1873’te, gümüş para kaldırılırken, 1879’da altın standardı getirildi. Bu uygulamanın enflasyonu engelleme, finansal genişlemeyi dizginleme gibi bir işlevi olsa da dalganın aşağı yönlü yapısı, altın stoklarındaki değişkenlik hesaba katıldığında parasal kıtlık çalışan kesimler, özellikle çiftçiler üzerinde yoksulluk etkisi yarattı.

Bu ortamda çiftçiler arasında örgütlenen, emek hareketiyle yakın bağları bulunan Halk Partisi (People’s Party) 1891’de kurumsallaşmasının ardından 1892 seçimlerinde yüzde 8.5 gibi yüksek bir oy aldı. Frank Baum’un arkadaşlarının da yer aldığı partinin belli başlı taleplerinden biri parasal genişleme için gümüşün tekrar tedavüle sokulmasıydı. Bu teklife Demokrat Parti içinde de sıcak bakan kesimler vardı. Ancak, enflasyonist politikaya finansal sektöre çekilmiş, çiftçilere kredi veren sermaye kesimi, bankalar karşı çıkıyordu.

Oz Büyücüsü’nün baş kahramanı Dorothy’nin ilham kaynağının Baum’un Güney Dakota’da yaşarken tanıştığı yoksul çiftçi ailelerinden birinin genç üyesi olması kuvvetle muhtemel. Hikâyenin açılış sahnesinde ailenin hayatını tarumar eden hortumun finansal tahakkümü resmetmesi mantıklı. Ama Baum aslında tüm hikâyeyi emekçi sınıflar adına parasal genişleme üzerine kurmuştu. Dorothy’nin Oz diyarına vardığında giydiği ayakkabılar gümüştendir. Altın taşlardan dizili yolda Oz diyarına hükmeden Oz Büyücüsü’nün yaşadığı Emerald City’ye (Zümrüt Kenti) yaptığı yolculukta Dorothy’ye Saman, Teneke ve Aslan Adamlar eşlik eder.

Oz Büyücüsü’nde beyinden yoksun olduğunu zanneden Saman Adam aslında pekâlâ örgütlenme ve sorun çözme kapasitesine sahip olduğunu hikâye boyunca idrak edecektir. Sanayi işçisini temsil eden Teneke Adam ise bir kalpten yoksun olduğuna vehmetse de yol boyunca tüm duygulara haiz, beraber yürünecek bir yoldaş olduğunu ispatlar.

Saman Adam borç batağında kıvranan Amerikan çiftçisini resmeder. Beyinden yoksun olduğunu zanneden Saman Adam aslında pekâlâ örgütlenme ve sorun çözme kapasitesine sahip olduğunu hikâye boyunca idrak edecektir. Sanayi işçisini temsil eden Teneke Adam ise bir kalpten yoksun olduğuna vehmetse de yol boyunca tüm duygulara haiz, beraber yürünecek bir yoldaş olduğunu ispatlar. Korkaklıktan mustarip Aslan Adam ise Demokrat Parti’nin parasal genişlemeye destek veren Başkan adayı William Jennings Bryan’dan başkası değildir.

Aslında Washington olan Zümrüt Kent’te yaşayan Büyük Büyücü ise 1893-1897 yılları arasında ABD başkanlığı yapan, parasal genişlemeye ikna edilmesi gereken Demokrat Partili Grover Cleveland’ı temsil eder. Oz kelimesi de zaten altın ağırlık birimi onsun biraz değiştirilmiş halidir. Tüm yolculuk sırasında ekibe binbir güçlük çıkaran Batının Kötü Cadısı ise gümüş paraya hararetle karşı çıkan Cumhuriyetçi Parti’nin 1896 seçimleri adayı William McKinley’dir. Oz Büyücüsü ile Frank Baum geniş kitlelere şu soruları sormak ister gibidir: Parayı, “değeri” kim üretir, onu kim kontrol etmeli, hangi amaçlarla kullanmalıdır?

Dört parametre

2008 krizinden sonra parasal genişlemeyi vazeden liberal görüşün liderliğinde 10 yılda 12 trilyon dolar basıldı. Ancak üretken alanlara akmayan, finansal pazarlarda var olmaya devam eden para kapital merkezlerinde enflasyona ve faiz artışına neden olmadığı gibi büyük halk kitlelerinin borçlanması artarak devam etti. Kapitalizmin uzun dördüncü dalgası paraya dair güven ilişkisini iyice aşındırdı. İşte bu yüzden de gerek sayıları giderek artan WIR gibi yerel tamamlayıcı paralara gerekse devlet denetiminden azade bitcoin gibi kripto paralara olan ilgi her geçen gün artıyor.

Bitcoin bir fiyat paraya sabitlenmediği, büyük miktarda elde edilmesi için yüklü yatırım gerektirdiği, demokratik bir yapı tarafından şekillendirilmediği ve emeğe dayalı bir değer ağıyla ilişkilendirilmediği için fiiliyatta servet biriktirmenin bir başka yöntemi gibi işlev görüyor. Ancak, Fumagalli müşterek bir kripto paranın illa da böyle faaliyet göstermesi gerekmediğinin altını çiziyor ve müşterek bir kripto paraya dair dört parametreyi sıralıyor: İlkin, kripto para birikmemeli ve spekülasyona neden olmamalı, dolayısıyla zamanla değerinin bir kısmını kaybetmeli yani erimeli.

İkincisi, emekçilerin salt ücretli emek sayesinde varolmalarını engelleyecek şekilde paylaşılmalı. Üçüncüsü, sadece kâr amacı gütmeyen mübadele ağlarında üretime ve müşterek bilgiye dayalı alternatif işbirliklerinin kurulmasına yönlendirilmeli. Dördüncüsü ise bir gayrı mülk (non-property) olmalı.

Keynes, Genel Kuram kitabında şöyle diyor: “Bir ülkenin sermaye gelişimi bir kumarhanenin faaliyetlerinin yan ürünü haline geldiğinde, kuvvetle muhtemel her şey berbat olacaktır.” İşte günümüzde tam da o kumarhanede yaşıyoruz. Okul çağındaki nesillere La Casa de Papel, Oz Büyücüsü ya da Faust ile değer kuramı tartıştırmanın, dahası müşterek para türlerini kapitalizmin sonunu beklemeden hayal etmenin tam sırası.

 

^