Hakkâri ve Şırnak’ta, adı resmen “güvenlik barajı” olan 11 baraj var. Dicle ve Fırat üzerinde enerji ve sulama adıyla kurulan, Hasankeyf’i sulara gömen Ilısu Barajı gibileri de cabası. Bu baraj silsilesi hangi amaçlarla inşa edildi, nasıl bir işlev görüyor? Mezopotamya Ekoloji Hareketi ve Mardin Ekoloji Derneği’nden Agit Özdemir anlatıyor.
Kürt coğrafyasında barajlarla ilgili sayısal durum ne; kaç baraj yapıldı, kaçının yapımı sürüyor? Bunlar ne çapta, nasıl barajlar?
Agit Özdemir: Kesin bir sayı veremiyoruz. Bunun nedeni verilere ulaşamamamız. Ilısu Barajı dünyanın en büyük barajlarından biri ve ona dair tek veri, AB’nin kredi fonu için hazırlanmasını şart koştuğu ÇED raporu. Onun dışında bir veriye ulaşamıyoruz maalesef. Diğer barajlara dair de gözlemlerimiz var, ama devletten aldığımız ya da haritalayabildiğimiz bir veri ne yazık ki yok. Bu, Kürdistan ekoloji hareketinin de eksikliğidir, ama verilere ulaşamama durumu da bir etken.
Fırat ve Dicle üzerinde, ayrıca Fırat ve Dicle’nin yan kolları üzerinde birçok baraj var. Türkiye’nin batısındaki baraj yapım tekniği ile Kürt coğrafyasındaki birbirinden farklı. Batıdaki barajlarda suyun içine set çekiyorsunuz, orada su depolanıyor. Önüne set çekilen su, debisi düşse de, yoluna devam ediyor. Ancak, Fırat ve Dicle üzerine kurulan barajların en önemli özelliği setin hemen ardına yeni bir baraj yapılması. Böylelikle bitmek bilmeyen, uzun bir baraj silsilesi oluşuyor. Suya set koyduğunuzda, setin bittiği yerde akış devam eder. Setin bittiği yerde yeni bir baraj yaparsanız o bölgeyi, coğrafyayı tamamen bölmüş olursunuz. Sınırdaki 11 güvenlik barajı böyle, art arda. Ilısu da aynı şekilde. Hakeza Fırat üzerindeki barajlar da ardışıktır. Fırat nehri üzerinde Kürdistan iki parçaya ayrılır; “Fırat’ın doğusu ve Fırat’ın batısı” denir zaten.
Bir yönetim anlayışından bahsediyoruz esasen. İnsanları yeni inşa edilen mekânlara sürerek kontrol etmeye çalışan bir yönetim anlayışı bu. ‘90’lardaki “köyü yak, suyu kurut” politikasından “mekânı dönüştür, eylemselliği önle” politikasına geçildi. Ilısu Barajı’nda da böyle, güvenlik barajlarında da.
Yani bu bölgede inşa edilen bir baraj sadece “baraj” olmuyor, öyle mi?
Barajları doğrudan mekânsal bir müdahale olarak değerlendirmek gerekiyor. Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında birçok baraj yapıldı: Bazı yerlerde sulama barajı, bazı yerlerde enerji, kimi yerlerde de güvenlik barajı. Uzun yıllar “enerji temelli yapılan bir barajı güvenlik üzerinden eleştirmemek lâzım” dendi. Oysa güvenlik dediğimiz zaman sadece bir coğrafyanın, topografyanın su altında bırakılmasını değil, su altında bırakmanın mekânsal, politik, sosyo-kültürel etkilerini de tartışmamız gerekiyor. Böyle tartışınca bölgedeki barajların nasıl güvenlik aygıtına dönüştüğünü de görebiliyoruz. Bugün Kürt coğrafyasında kirli bir savaş var. Savaş kavramı iki taraf arasındaki silahlı bir çatışmadan fazlasını ifade ediyor. İmparatorluk’un yazarları Antonio Negri ve Michael Hardt bu kavramın değişim ve dönüşümünden çokça bahsediyorlar. Barajlar da bu savaşın bir ayağını temsil ediyor, savaşın ekolojik bir aygıtı haline dönüşmüş durumdalar.
1+1’de Althusser’e selamla “Devletin ekolojik aygıtları” başlıklı bir söyleşi yayınlandı. Başlıktaki adlandırmaya katılıyor musunuz?
Evet, kesinlikle. Savaş dediğimiz şey artık ince yöntemlerle yürütülüyor. İnsanların bedenlerinden, düşüncelerine ve dillerine kadar, onları var eden unsurlar üzerinde bir savaş sürüyor. Hem fiziksel çevreyi hem toplumsallığı içine alan bu savaş durumu üzerine düşünürken, barajları da hesaba katmalıyız. Barajlar biyopolitik düzlemde de okunabilir mi, diye de sormalıyız. Biyopolitika kavramına çok yönlü bir anlam kazandıran Michel Foucault, güvenlik denen şeyin kaba şiddetten öte, idari bir tekniğe, bir mekanizmaya dönüştüğüne dikkat çekiyor. Barajları da güvenlik bağlamında değerlendirmek gerekiyor. 1990’larda güvenlik amacıyla yakılan köyler var. Bu yakma fiziki ve sosyal çevrenin yok edilmesi demek. Bugün ise barajlar üzerinden çevrenin tahribatı var, ama bu tahribat bir dönüşümü de beraberinde getiriyor. Örneğin, Ilısu Barajı yapılıyor, su altında kalan köyleri yukarıya taşıyıp, yeni bir köy inşa ediyorlar. Barajın yapımı yeni bir yerleşkeyi getiriyor. Bu da insanların bedenleri ve algıları üzerinde bir denetim mekanizması demek. Bir yönetim anlayışından bahsediyoruz esasen. İnsanların eylemlerine doğrudan müdahale etmek yerine, onları yeni inşa edilen mekânlara sürerek kontrol etmeye çalışan bir yönetim anlayışı bu. ‘90’lardaki “köyü yak, suyu kurut” politikasından “mekânı dönüştür, eylemselliği önle” politikasına geçildi. Bu durum Ilısu Barajı’nda da böyle, güvenlik barajlarında da böyle.
“Güvenlik barajı” kavramlaştırması kime ait, bu barajlar nerelerde?
Devlet Su İşleri’nin (DSİ) her yıl hazırladığı raporlar var. 2007’de hazırladığı raporda DSİ direkt “güvenlik barajı” tanımını kullanıyor. Bu daha sonra Meclis’te önergelere de konu oldu, tartışıldı. Yapılan açıklamalarda ise “güvenlik barajı olarak yaptığımız baraj yok, barajlar sulama ve enerji için yapılıyor” dendi. Oysa andığım DSİ raporunda “güvenlik barajı” kavramı var. “Güvenlik” kavramıyla anılan barajlar Türkiye ile literatüre girmiş oldu.
Direkt sınır güvenliği amacıyla yapılıyor bu barajlar. Hükümetin sözcülüğünü yapan basın organlarında bu barajlar “PKK’yi boğacak proje” olarak parlatıldı. Hakkâri’de dört, Şırnak sınırları içerisinde yedi adet güvenlik barajı var. Yapımları bitti, ama en son gittiğimde tamamen su tutmamışlardı. Çünkü şu an Şırnak’ı Hakkâri’ye bağlayan yol yapılan bu barajın ve setlerin altından geçiyordu. Bu nedenle alternatif bir yol yapılıyordu. O yolun yapımı bittiğinde muhtemelen su tutmaya da başlayacaktır barajlar. Buralarda, tam sayısı bilinmeyen, su altında kalan köyler var. Bu, o bölgede yaşayan insanların geçim kaynağı olan hayvancılığı ve tarım faaliyetlerini doğrudan etkiliyor. Yine bölgede bir geçim kaynağı olan –Roboski katliamından sonra pek görmemeye başladık, ama hâlâ yapılıyor– sınır ticaretini etkiliyor.
Devletin raporlarında Ilısu Barajı nedeniyle göç edecek insan sayısı 55 bin olarak belirtiliyor. Koçerler bu raporlara dahil edilmemiş. Koçerler dikkate alındığında, baraj doğrudan ve dolaylı bir şekilde, 100 bin insanı son derece olumsuz etkiliyor.
Sulama ve enerji barajı olduğu söylenen Ilısu da bir güvenlik barajı olarak değerlendirilebilir mi?
Ilısu barajı GAP’ın son aşamasıdır, dediğiniz gibi, bir enerji ve sulama barajı olarak geçiyor. Sorunuza yanıt verebilmek için GAP’ın tarihini kısaca anlatmak gerekiyor. GAP cumhuriyetin kuruluşuyla tartışılmaya başlayan ve günümüze dek gelen bir proje. 1984’te ilk adımı atıldı. 22 baraj ve 19 set olarak düşünüldü. Bunlardan biri de Ilısu Barajı’ydı. Evet, GAP sulama ya da enerji olarak anılıyor, ama esasen devlet aklının Kürt sorununa bir “çözümüydü”. O dönemde, Kürtler “dağlı Türk” olarak kabul ediliyordu. Buradaki insanların ekonomik geri bırakılmışlığının ileride isyanlara sebep olacağı, bu sorun çözülürse insanların devlete karşı çıkmayacağı söylendi. İlk başlarda, GAP’ın altı milyona yakın insana iş olanağı sağlayacağı söyleniyordu. Ancak, bugün Türkiye’de en fazla işsizliğin olduğu iller GAP alanındaki yerler. Böyle bir çelişki var. GAP kapsamında yapılan barajlara 50-60 yıl ömür biçiliyor. 1984’ten beri başlatılan ve çok büyük paralar harcanan bir projeden bahsediyoruz. Sonuçlarına baktığımızda durum şu: Sulu tarım yapılamıyor, ekonomik gelir getirdiği yok, büyük toprak sahipleri ve büyük sermaye faydalanırken yoksul daha da yoksullaşıyor, en az 7-8 milyon hektarlık alan erozyon tehdidi altında. Zaten artık görebiliyoruz, barajların erozyonla dolacağı ve ömrünü böyle tamamlayacağı belli. Yani bölgesel geri kalmışlık meselesi öne sürülerek sorunu çözme iddiası, bugün bölgeyi daha büyük bir çözümsüzlüğe sürüklemiş durumda.
Ilısu’nun bir enerji ve sulama barajı olup olmadığına gelirsek… Beş ili kapsayacak şekilde enerji ve sulama barajı olarak düşünülmekte, ama sonuçlarına geldiğimizde başka bir mesele çıkıyor karşımıza. 314 kilometrekare, 199 yerleşim yeri –bunun içinde Hasankeyf ilçesi, dört belde, 95 köy var– sular altında kalacak. Su altında kalacak yerler arasında ‘90’lı yıllarda boşaltılan köyler de var. ‘90’lı yıllarda yakılan bir köy şimdi de su altında bırakıldığında tamamen geri dönülemez bir noktaya gelecektir. Aslında, baskı ve zorla yerinden edilen insanların kendi topraklarına dönme umudu tamamen ellerinden alınmış oluyor. Ayrıca, bu yerleşim yerlerinden beşi Ezidi köyü; Ezidi halkının topraklarına dönüş umudu da yok edilmiş oluyor. Zaten birçoğu baskılar nedeniyle göç edip Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Ilısu Barajı halkların ve inançların bir arada yaşamasına karşı bir saldırı. Hasankeyf’te de manzara farksız. Orada Artuklu, Roma, Emeviler ve daha birçok medeniyet var olmuş, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi birçok farklı inanç bir arada yaşamış. Burayı sular altında bıraktığınızda geçmişin izlerini, birlikte yaşamın izlerini, o günden bugüne uzanan kültürü de yok etmiş oluyorsunuz. Çünkü o kültür mekânla bağlantılı. Devam edelim… Devletin hazırladığı raporlarda, Ilısu Barajı nedeniyle göç edecek insan sayısı 55 bin olarak belirtiliyor. Oysa bu bölgelerde ciddi bir hayvancılık faaliyeti yapılıyor. Koçerler bu raporlara dahil edilmemiş. Koçerlerin sayısı dikkate alındığında, baraj doğrudan ve dolaylı bir şekilde, 100 bin insanı son derece olumsuz etkiliyor. Ilısu üzerinde 6 bin hektar birinci ve ikinci derece tarım alanı var. Bu sadece Türkiye’yle değil, Irak’la da alâkalı. Irak tarımdan besleniyor, yüz yıllardır tarımın yapıldığı alanlara sahip, ama bugün su kesildiği için tarım yapılamaz halde. Bütün bu nedenler göz önüne alındığında, Ilısu’yu da bir “güvenlik barajı” olarak değerlendirebiliriz.
Ayrıca, iklim kriziyle beraber literatürümüze giren ekolojik mültecilik kavramını da barajlar üzerinden okumak gerekiyor. Ekolojik mültecilik dediğimiz şey insanların sadece doğal bir afet sonucu yerlerinden olması değildir. Devlet eliyle yerinden edilenler zaten gittikleri yerlerde ekolojik mülteci konumuna düşüyor. Kendi yerinden, yurdundan, toprağından, mekânından kopma yaşıyor bu insanlar. TOKİ Hasankeyf’te 40-70 bin TL vererek aldığı evleri 140-170 bin TL arasında satıyordu. İnsanları 10-15 yıl boyunca borçlandıran bir sistem bu. Bu ciddi borçlandırma üzerinden bir denetim söz konusu. Çünkü bu borcu ödemek için 15-20 yıl boyunca etliye sütlüye karışmayacak bir toplum yaratılıyor. Şu an oradaki insanların hepsi borçlu. Yine barajdan etkilenen yerlerde yapılan anket çalışmalarında, insanlar geçim kaynaklarının yüzde 85’inin tarım ve hayvancılık olduğunu söylüyor. Burada en fazla etkilenecek yaş aralığı da 26-40 yaş arası. Yani müdahale edilmesi, denetim altına alınması gereken bir yaş aralığı bu; ‘90 kuşağı, o dönemin şiddetiyle büyüyen ve politikleşen bir nüfus. Bu nüfusun denetim altına alınmaya çalışıldığını görüyoruz.
Ilısu Barajı’nın Irak’ı da etkilediğini belirttiniz. Sınırın ötesine barajların olumsuz etkisini biraz daha açar mısınız?
Fırat nehrinde yapılan barajlar nedeniyle Suriye’yle birçok defa savaşla burun buruna gelindi. 1975’te, Türkiye Keban Barajı’nı yaptı, Suriye de Tabka Barajı’nı. O dönem Türkiye, Suriye ve Irak arasında ciddi bir gerilim oluştu. Herkes birbirini suçlama noktasına geldi. Türkiye’nin yaptığı barajlar ve suyun kesilmesi nedeniyle, 1989’da Suriye Türkiye’nin bir uçağını vurmuştu. Temel mesele su kıtlığı ve bundan kaynaklanan karşılıklı tehditlerdi. 1990’lara geldiğimizde, Atatürk Barajı’nın yapımının tamamlanmasıyla tartışmalar yaşandı. Bu barajın doldurulması için Türkiye Suriye’ye giden suyu yüzde 75 oranında kesti. Suriye’den savaş tehditleri yükseliyordu, Türkiye sınıra askeri birliklerini yığdı. Ancak, 1987’de konuyla ilgili imzalanan bir anlaşma var. Bu anlaşmaya göre, Türkiye Fırat’tan Suriye’ye yıllık 500 metreküp su akışı garantisi, Suriye de buna karşılık PKK’nin kendi sınırları içinde faaliyetlerini durdurma sözü verdi. Bu süreç 1992’ye dek devam etti. Ancak o tarihte su üzerinden yine bir anlaşmazlığa düşüldü. O zaman Türkiye tarafı “teröre destek verenler bizden su beklemesin, müzakere etmeyiz” dedi. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışının doğrudan bu anlaşmayla ilgili olduğu biliniyor. 2010’ların başında Suriye’de başlayan iç savaşın doğrudan suyla ilgisi olduğunu da not etmeliyiz; düşen su miktarı, artan kuraklık, tarımda düşen verim, yoksullaşan halk… Savaşta suyun etkisi olduğu yadsınamaz. Bundan birkaç ay öncesine kadar Türkiye suyu Rojava’ya bir baskı aracı olarak kullandı. Kobanê’nin suyu kesildi. Çünkü Türkiye’nin elinde bir baraj var, önünde set var ve doğrudan bir baskı aracına dönüşebiliyor bu.
Barajlar mekânı imha ediyor, insanları yerinden ediyor, belleği siliyor. Güvenlik politikası sadece bir alanın su altında bırakılması değil, kendi doğal ortamında tarım yapan insanları göçe zorlamak ve mülksüzleştirmektir. Barajlar devletin stratejik bir aygıtı konumunda.
Irak tarafı GAP’la beraber, özellikle Ilısu Barajı’ndan sonra, çok ciddi bir su düşüşü olduğunu, köylerden kentlere göç yaşandığını söylüyor. 2009’da su miktarının 40 milyon metreküpten 10 milyon metreküpe düştüğü gerekçesiyle Türkiye’yle bütün anlaşmaların durdurulmasını istediler. Yani, Türkiye buraya karşı da suyu bir baskı aracı olarak istediği an kullanabiliyor. Kısmen uluslararası anlaşmalar var, ama bunları bağlayan bir anlaşma yok. Bu durumdan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi de etkileniyor. İran da doğrudan etkilenen ülkelerden. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin bu mesele üzerinden söylemleri oldu birkaç yıl önce. Ilısu Barajı’nın yapılmasıyla İran’ın su kaynaklarının bundan etkileneceğine dair uyarılar yapıldı. Hatırlatalım, Dicle ve Fırat nehirleri Basra Körfez’ine kadar uzanıyor.
Bu barajların maliyetleri aşağı yukarı ne kadar?
Ilısu Barajı önce 875 milyon avro, sonra 1.1 milyar avro olarak lanse edildi. Bu oran dönem dönem değişti. En son 2 milyar avroya kadar çıktı. Ama bunun içinde alt yapı çalışmaları yok. Yani maliyeti sürekli artan bir barajdan bahsediyoruz. Öte tarafta, barajın sular altında bırakacağı toprakları işletenler ve topraksız köylüler var. Oralar büyük toprak sahiplerine ait. Batman’da bu oran yüzde 55-60 civarında. Diğer yerlerde de oranlar buna yakın. Yani buralarda tarımda çalışanlar topraksız köylüler, ama kazancı elde eden büyük toprak sahipleri. Batman’da mesela, 800 milyon TL kamulaştırma bedeli çıktığı söyleniyor. Batman Ziraat Odası’nın yaptığı çalışmaya göre, bu kamulaştırmanın yüzde 80’i bölgede değil batıda yatırıma dönüştü. Bunu Fırat nehri üzerinde yapılan barajlarda da görüyoruz. Hiçbir yatırım orada kalmadı. Oysa büyük sözler vardı. Şu an GAP kapsamında Fırat üzerinde yapılan barajlarda kâr sağlayanlar toprak sahipleri. Yani Ilısu ve diğer barajlar özünde topraksız bir köylü kitlesi yaratıyor, mülksüzleşmeye neden oluyor.
Acele kamulaştırma diye de bir şey var…
2016’dan sonra sıkça karşımıza çıkan bir kavram acele kamulaştırma. Daha önce kamulaştırma olarak önümüze çıkan şeye artık acele kamulaştırma deniyor. Acele kamulaştırma denen şeyse doğrudan el koyma; bir yerin, bir mülkün değeri biçiliyor, onun parası –karşıdaki ister bu parayı alır, ister almaz– bankaya yatırılıyor. Bu yöntemle ciddi bir mülksüzleştirme yapılıyor. Barajların yanında bu yöntem de mülksüzleştirmenin bir parçası.
Barajlara karşı mücadelede eksiklikler nelerdi, bir özeleştiri gerekmiyor mu?
Gerekiyor. Ilısu Barajı’nı eksik değerlendirdik. Büyük çalışmalar yürütüldü, eylemler yapıldı, ama yine de değerlendirme eksikti. Ilısu devasa bir alanı, 200 yerleşim yerini su altında bırakacak. Evet, Hasankeyf antik bir kent, bu çok önemli, ama biz sadece Hasankeyf’i konuştuk maalesef. Hasankeyf’i konuştuğumuz için Dicle vadisinde su altında kalacak alanların hepsini es geçtik. Es geçtiğimiz için de meseleyi eksik bir düzlemde değerlendirdik ve toplumsallaştıramadık.
Ilısu Barajı’yla beraber ne kaybedeceğimizi dahi tam olarak bilmiyoruz aslında, çünkü açığa çıkarılmamış bir tarih var. Tunç Çağı’ndan, Neolitik dönemden bahsediyoruz. Çok az kazı yapıldığını biliyoruz. Efes’e baktığımızda 1990’lardan beri devam eden bir kazı var, hâlâ bitmiş değil. Hasankeyf’te ise bunlar göz ardı edildi. Almanya Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Adolf Hoffmann 1986’dan beri çalışılmasına karşın sadece yüzde 5 oranında bir kazı yapılabildiğini söylüyor. Arkeolojik konularla ilgili yığınla gizem var. Hasankeyf höyüğü var misal. Kazılar başladığında o dönem basına “bomba” gibi düştü konu, arkeologların açıklamalarına yer verildi. Hasankeyf’in Göbeklitepe’yle eşdeğer sayılabileceği, ilk inanç merkezinin burada olabileceğine dair açıklamalar yapıldı. Arkeoloji dünyasında heyecan uyandıran gelişmelerdi. Ama aynı dönem kazı başkanı “öyle bir şey yok” dedi ve bir süre sonra höyüğün üzeri kapatıldı. Kazı başkanı “FETÖ”den tutuklu şimdi. Körtik Tepe de aynı durumda. Tarım öncesi döneme ait izler vardı orada da. Su altında kalan 12 bin 500 yıllık bir tarihten bahsediyoruz. Tarihe yön verecek bulgular sular altında bırakıldı. O nedenle ne kaybettiğimizi bilmiyoruz.
Ne diyorlar: “Hasankeyf’i taşıdık.” Hasankeyf taşınamaz ki. Hasankeyf’i Dicle vadisi olarak da düşünebilirsiniz. Oranın kültürel ve tarihi yapıları, doğal dokusu ve fiziki çevresi, o dönemin tarihselliğiyle bir bütünlük içindedir. Zaten onu var eden de bu karşılıklı ilişkidir. Mesela, Zeynel Bey Türbesi’nin tarihselliği sadece 550 yıllık bir yapı olmasından ileri gelmiyor, onun bilmem kaç ton olmasından da ileri gelmiyor, onun Dicle nehriyle yaşantısıyla dönem dönem oradan geçen insanların kültürleri ve inançlarının etkisiyle bir bütün. O yüzden Hasankeyf taşınamaz. Doğal ortamında olan doğal varlıklar şimdi yapay ortamlarda sadece birer nesne haline gelmiş durumda.
Barajlara karşı durmak Kürt sorununda barıştan yana olmak, komşularla bir savaş olasılığını engellemek, zorunlu göçe dur demektir. O yüzden ekoloji mücadelesi sadece çevre mücadelesi değildir, aynı zamanda barış ve demokrasi mücadelesidir.
Son söz?
Ilısu, Keban, Atatürk ve diğer güvenlik barajlarının bilince çıkarılması gerekiyor. Bundan kastım kültürel, ekolojik, sosyal bilince çıkarmadır. Barajlar burada sadece fiziki bir çevreye zarar verip bir yeri yok etmiyor. Mekânı imha ediyor, insanları yerinden ediyor ve yok ediyor, belleği siliyor. Güvenlik politikası sadece bir alanın su altında bırakılması değil, kendi doğal ortamında tarım yapan bir insanı kent ortamına sürüklemek, göçe zorlamak ve onu betona mahkûm etmektir. Kendi doğal ortamında, kendi köylüsüyle yaşayanların zorla kente göç ettirilmesi, mülksüzleştirilmesi, anadilini konuşamaz duruma getirilmesi bir güvenlik politikasıdır. Barajlar bugün devletin stratejik bir aygıtı konumunda; bir yandan enerji üretimi, bir yandan “güvenliği” sağlamaktadırlar. Söyleşinin başında da söyledim, Fırat üzerinde yapılan barajlar Kürt coğrafyasını ikiye bölmüştü, Ilısu’yla beraber üç parçaya bölmüş oldu. Güvenlik barajlarıyla ise yapay sınırlar artık doğal sınırlara dönüştürüldü.
Bugün barajlara karşı durmak Kürt sorununda barıştan yana olmak, komşularla bir savaş olasılığını engellemek, zorunlu göçe dur demektir. O yüzden ekoloji mücadelesi sadece çevre mücadelesi değildir, aynı zamanda barış ve demokrasi mücadelesidir. Barajlara karşı bir kazanım elde etmemiz demokrasi cephesinde de bir kazanım anlamına geliyor. Ilısu mücadelesi ile Hasankeyf mücadelesi bir hakikat mücadelesiydi. Orada bir hakikat kaybı var; köylerin, toplu mezarların, eko-sistemin su altında bırakılması, belleksizleştirme, mülksüzleştirme… Bütün bunlara karşıydı hakikat arayışımız. Bugün Hasankeyf su altında kalmış olabilir, Ilısu Barajı su tutmuş olabilir, ama bizim hakikat arayışımız bitmemeli. Bizler bunların nedenlerini ve sonuçlarını beraber değerlendirerek çalışmaya devam edeceğiz.
Bu söyleşiyi barajlara karşı mücadelede gerek bilimsel bilgiyi toplum yararına kullanan, gerek eylem ve söz üretiminde her zaman yanımızda, sahada olan Beyza Üstün hocayı anarak bitirelim. Bugün yeterli olmasa da açığa çıkardığımız bu bilinçte Beyza hocanın emeği çoktur, onu selamlıyorum.