Meryem Ana’dan Nefretçi Kızkardeşler’e, Çin Komünist Partisi’nden 1953 İran’ındaki darbeye, 1919-1929 döneminin dört Alman filozofundan çağımızın ünlü ressamı David Hockney’e, küresel medyada hafta sonu gezintisi…
Mevsim yaz. Dünyanın dört bir köşesinde korona belası. Başta ABD olmak üzere, ırksal ve sosyal adalet için kavgalar sürüyor. Bir hafta içinde İngilizce 4, Fransızca 2 günlük gazeteyi taradığımda okunası en 50 kitabın tanıtımı yayınlanmış. Tanıtım yazılarının çoğunda bir yerde mutlaka kadın meselesi giriyor devreye.
“İsa’nın annesi Yahudi Meryem, nasıl Tanrı’yı doğuran bakire oldu” başlıklı yazıda (Le Monde, 15 Ağustos) ABD’li tarihçi ve arkeolog James D. Tabor’la uzun bir söyleşi var. North Carolina Üniversitesi Dini Araştırmalar Bölümü Müdürü dini ve tarihi belgelerle arkeolojik buluntulara dayanarak hakiki Meryem Ana’yı, bir kadın olarak Meryem’i keşfetmeye/tanıtmaya çalışmış.
Konu hassas, çünkü Hristiyan dünyası iki bin yılı aşkın bir süredir zaten mükemmel bir Meryem Ana portresi yaratmış durumda. Ortada bir efsane, üstelik inançla yoğrulmuş/desteklenmiş bir efsane var. Meryem Ana dünyanın en çok tanınan kadını olmasına rağmen hakkındaki somut bilgiler çok az. Herkes onu tanıyor, ama kimse gerçek kimliğini bilmiyor. Bilirse zaten, sihir ve esrar ortadan kalkar, bundan da yüce Hristiyanlık zarar görür, herhalde. Tabor temkinli. “Bir tarihçi olarak, inançla tarihi birbirinden ayırmaya çalışıyorum. Kilise için çalışmıyorum, tarihi araştırmalar yapıyorum” diyor.
Meryem Ana dönemine ait çok az yazılı belge olması bir engel. Tabor arkeolojik bilgilerden de yararlanıyor. Fransızca olarak da yayınlanan yeni kitabı Meryem –Yahudi Çocukluğundan Hristiyanlığın Kuruluşuna’da, Meryem’in babasının Yahudiliğe yatay geçiş yapmış bir adam, annesinin de Arap olduğunu saptamış. Meryem döneminin Filistin’ini betimleyen yazar o zamanlar bölgenin Roma İmparatorluğu’nun işgali ve yönetimi altında olduğunu hatırlatıyor. Yoğun baskı, hatta yıkım günleri sürüyor.
Dini kaynakların pek yer vermediği bir başka bilgi de Meryem’in aslında zengin bir kraliyet ailesinden geldiği. Meryem’in girişken, hatta devrimci bir kadın olduğuna dair çeşitli olay ve anlatılar var. Çok çocuklu bir anne, oğulları ve kızları üzerinde çok etkili. Dini kitaplarda Meryem’in eşi olarak tanıtılan Joseph birçok metinde marangoz olarak geçiyor. Tabor ise mimar hatta müteahhit sıfatını uygun bulmuş Joseph’e. Ulu kişiler zengin olmamalı, yoksa popüler olamaz, diye düşünmüş Kilise herhalde.
Daha da hassas bir konu: İsa’nın biyolojik babası kim? 1. yüzyıl Yahudi kaynaklarında Sidonlu Pantera adlı biri İsa’nın babası olarak geçiyor. Bu zat bilahare Roma ordusuna asker yazılmış. Bir ihtimal, Meryem’in ailesi Pantera’yı kızlarına lâyık görmemiş. Almanya’da Filistin asıllı bir askerin, adı da Pantera, mezarı bulundu. Kronoloji ve mekân tutuyor, ama o Pantera bu Pantera mı, henüz belli değil. Tabor bu konuda ‘’Bu noktada sıkıntılar olacağını biliyorum, ama susmayı da tercih edemezdim’’ diyor.
Prof. Tabor öyle efsane yıkmak, esrarengiz bulutları dağıtmak misyonlu biri değil. “Spekülasyon yapmıyorum, sadece bazı soruları ve varsayımları, olgu ve belgelere dayanarak ortaya koymaya çalışıyorum” diyor.
İsa’nın biyolojik babası kim? 1. yüzyıl Yahudi kaynaklarında Sidonlu Pantera adlı biri İsa’nın babası olarak geçiyor. Bu zat bilahare Roma ordusuna asker yazılmış. Bir ihtimal, Meryem’in ailesi Pantera’yı kızlarına lâyık görmemiş.
Nefretçi Kızkardeşler
ABD’li gazeteci Seyward Darby, Nefretçi Kızkardeşler –Beyaz Irkın Üstünlüğünü Savunanların Ön Safında Amerikalı Kadınlar başlıklı kitabında yıllar süren araştırmasının sonuçlarını yayınlamış. New York Times’da (19 Ağustos) kitabın tanıtımı var. Kadın kimliği ile ırkçılığın teorik ve pratik olarak bağdaşmayacağı varsayımına rağmen, Darby’nin gözlem ve araştırması ABD’li beyaz kadınların siyah karşıtlığı ve ırkçılık propagandasına açık olabileceklerini gösteriyor.
2016 seçimlerinde mesela, kadınların en az yüzde 47’si Trump’a oy vermiş. Dahası, ABD’deki ırkçı-köleci Konfederasyon kahramanlarının heykellerinin dikilmesinde, onların övülmesinde kadınlar erkeklerden daha aktif.
Darby ırkçı kadınlar arasında yaklaşık yedi yıl süren inceleme-gözlem sürecinde, üç karakter üzerine yoğunlaşmış: Corinna, Ayla ve Lana. Bu üç kadının tek ortak yanı 1979 doğumlu olmaları. Her biri ayrı eyaletlerde yaşıyor, farklı sosyo-ekonomik kesimlerden geliyor. ABD’deki toplumsal, kültürel ve fikirsel yaşamın komplo teorilerine çok iyi zemin hazırladığını belirten yazar, propagandanın tekrar üzerine kurulu baskı zincirinin de söz konusu kadınlar üzerinde etkili olduğunu saptıyor.
Meselenin eğitim boyutuna baktığımızda, ırkçılığın sadece ekonomik güvencesizlikten kaynaklandığı, dolayısıyla yoksul kesimde güçlü olduğu yolundaki teorinin doğru olmadığı ortaya çıkıyor. Üç kahraman da orta sınıf mensubu. “Nazizmin, Almanya’da esas olarak yoksullar ve cahiller tarafından desteklendiğine inanmak isteriz, ama Nazi Partisi üyelerinin büyük bir kısmı üniversite mezunuydu.”
Nefretçi kadınlardan biri, Lana, zaten ırkçı yayın yapan bir İnternet sitesi ve yerel radyonun İsveç asıllı sorumlusuyla evli. Corinna eski bir porno film yıldızı. Ayla ise altı çocuk annesi koyu dindar, kürtaj karşıtı (malûm).
Bu üç kadının kavrayamadığı önemli bir konu şu: Batı Avrupa ülkelerinde aslında sıradan toplumsal haklar olan sosyal sigorta, hastalık izni, ücretli izin, hamilelik izni vb, ABD’de ancak imtiyazlıların elde edebildiği üstünlükler ve bu hakların sağlanması işverenin insafına kalmış. Bu verili durumdan yola çıkan ırkçı kadınlar, ülkede beyazlar çoğunluk olursa ve ülke beyazlar tarafından beyazlar için yönetilirse bütün beyazlar bu “imtiyazlar”a kavuşacak sanıyor.
Bir zamanlar vücuduna gamalı haç ve Hitler dövmesi yaptıran Corinna 2018’de ne yapmış? İslâmiyete ihtida etmiş! Ve bugün bir camide Müslüman kadınlara eğitmen olarak aletli jimnastik kursları veriyor.
2016 seçimlerinde kadınların en az yüzde 47’si Trump’a oy vermiş. Dahası, ABD’deki ırkçı-köleci konfederasyon kahramanlarının heykellerinin dikilmesinde, onların övülmesinde kadınlar erkeklerden daha aktif.
“Politik bir zombi” olarak ÇKP
Başka kadınlar da var bu dünyada. Cai Xia Çinli bir kadın. Komünist Parti Merkez Okulunda profesör(dü). 67 yaşında. Parti’ye yüzlerce üst düzey kadro yetiştirmişti.
New York Times’da (18 Ağustos) “Çin’de Komünist Parti’nin önde gelen bir hocasıydı. Ama sonra Başkanı teşhir etti” başlıklı yazıda, tek parti/tek ideoloji ülkesinde iki olay Cai’yi kuşkuya sevketmiş: “Eşitler arasındaki birinci adam” Xi Ping’in Covid-19 yönetimi ve yine Ebedi Başkan’ın uluslararası sözleşmelere rağmen Hong Kong’a dayattığı Ulusal Güvenlik Yasası ve uygulamaları. “Parti politik bir zombi” haline geldi demiş. Çin’in barışçı yöntemlerle demokratikleşme yolunun kapandığını saptamış. Bunun üzerine derhal işinden atılmış, emekli maaşı kesilmiş, dışlanmış. O da bir yolunu bulup ABD’ye sığınmış.
Cai, Çin Komünist Partisi’nin, Başkandan farklı düşünen, yönetimi eleştiren, başta akademisyenler ve gazeteciler olmak üzere, bütün yurttaşlara ağır baskılar uyguladığını anlatıyor. Ve çok sayıda muhalifin başına gelenleri aktarıyor. “Parti içinde çok sayıda reformist var, ama açıkça konuşamıyorlar, Xi’nin bir hatasını kolluyorlar” diyen Cai, Çin halkının önemli bir kesiminin partinin Covid’le mücadelesini ve Hong Kong siyasetini desteklediğini hatırlatıyor. Cai’ya göre, Xi’nin politikaları uzun vadede Çin’i dünya siyaset sahnesinde tecrit edecek.
Komünist Parti’nin pandemiden istifade ederek denetim, gözetim ve baskı mekanizmalarını güçlendirdiğini yazan muhalif akademisyen, “Aslında bir süredir partiden istifa etmeyi düşünüyordum. Neyse beni attılar, kurtuldum. Mutluyum. Şimdi artık özgürlüğüme kavuştum” diyor. İlginçtir, New York Times’ın 1366 vuruşluk haberinde Cai bir kez olsun Pekin’in Uygurlu Müslümanlara yönelik politikasından söz etmiyor.
53 Darbesi
Cai Hoca’nın yeni memleketi ABD’den söz etmişken, Washington’un 1953 yılında İran’da Muhammed Musaddık hükümetini nasıl devirdiğini anlatan 53 Darbesi adlı belgesele değinelim. Washington Post’da (18 Ağustos) yayınlanan tanıtım yazısında belgeselin içeriği ve üslûbu beğenilmiş. Musaddık yönetiminin İran petrolünü devletleştirmesinin hemen ardından, büyük zarara uğrayan ABD ve Britanya petrol şirketlerinin kiralık katilleri konumundaki Washington ve Londra hükümetleri, Musaddık’ın Moskova’ya yakın olduğu iddiasını da kullanarak, demokratik bir şekilde seçilmiş hükümeti istihbarat örgütlerinin marifetiyle devirip yerine kendilerine daha iyi hizmet edeceğine inandıkları Şah Rıza Pehlevi’yi getiriyor.
Pehlevi kısa bir süre sonra olağanüstü bir istibdat ve yolsuzluk abidesi haline geliyor. Belgeselde İranlı yönetmen Taghi Amirani Tahran, Paris, Londra ve Washington’da yaptığı araştırmalar ve söyleşilerle bazı yeni belgeleri gün ışığına çıkarıyor. CIA yakın geçmişte darbedeki rolünü itiraf etmek zorunda kalmıştı. Ne var ki, darbede en az Washington kadar payı ve sorumluluğu olan Londra sessizliğini koruyordu.
53 Darbesi belgeselinde, Musaddık ailesiyle de ilişkileri olan İngiliz ajan Norman Darbyshire’ın manevraları teşhir ediliyor. Belgeselin bir önemli yanı daha var: Uzun vadeli ve stratejik planlaması olmayan Washington ve Londra aslında Musaddık’ı devirip Şah’ı işbaşına getirdiğini sanıyordu, ama aslında iktidara getirdiği Ayetullah Humeyni’ydi.
Walter Benjamin’in ideali bir dergi çıkarmak. Derginin ana misyonu “Heidegger’i mahvetmek”. Walter’ın birçok projesi gibi, bu dergi de gerçekleşememiş.
“Heidegger’i mahvetmek”
Wolfram Eilenberger’in Sihirbazların Zamanı başlıklı kitabı üçü pek ünlü, diğeri biraz gölgede kalmış dört Alman filozofunun 1919-1929 yılları arasında krizle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını anlatıyor. New York Times’da (14 Ağustos) yayınlanan yazıdaki kahramanlarımız Martin Heidegger, Ludwig Wittgenstein, Walter Benjamin ve Ernst Cassirer.
Dönem önemli ve ilginç. Birinci Dünya Savaşı ve İspanyol gribi henüz bitmiş. Yıkıntılar ortada duruyor. Almanya mağlup olmuş. Martin savaş sırasında orduda meteoroloji uzmanı olarak görev yaptığı için çatışmalardan uzak kalabilmiş. Sonra çekilmiş fildişi kulesine ve 1927’de Olmak ve Zaman kitabını yayınlamış. Walter Benjamin akademisyen olma fırsatını bir kenara koyup gazeteciliğe ve eleştirmenliğe başlamış. İdeali bir dergi çıkarmak. Derginin ana misyonu “Heidegger’i mahvetmek”. Walter’ın birçok projesi gibi, bu dergi de gerçekleşememiş. Wittgenstein zengin bir ailenin çocuğu, ama uzun süre İtalya’da savaş esiri olarak alıkonmuş, sonra servetine bir şut atıp Avusturya kırsalında (dağsalında) ilkokul öğretmenliği yapmış. Dördüncü sihirbaz Cassirer ise yerleşik düzenin tipik bir temsilcisi ve bütün felsefesini radikal bir dengecilik üzerine kurmuş.
Kitabın incelediği 10 yıl, felsefe ve felsefeciler açısından ilginç ve önemli: Newton’un fizik alanındaki yenilikleri felsefede Kantçı egemenliği sağlarken, 1905’te Einstein’ın rölativite teorisi Newton’u emekliye sevk ediyor. Dolayısıyla, Kant da biraz ofsayta düşüyor. O zaman sahaların yeni yıldızı Freud.
Dört Alman filozofun güzergâhlarını izleyen Eilenberger bir tek Cassirer’in baştan sona demokrat olduğunu savunuyor. Martin 1933’te Nazi Partisi üyelik kartını alırken Cassirer ABD’ye göç etmek zorunda kalıyor. Ludwig ile Walter de Nazizmin yükseliş döneminde Hitlerzede oluyor. Kitap teori ile pratik arasındaki ilişki ve çelişkileri dört filozofun fikir ve yaşantısından örneklerle sergilemiş.
David Hockney anlatıyor: “Renoir’a bakın mesela: Hastaydı, artridi vardı, ama 80 yaşına kadar hem sigara içti hem de tablolarını yaptı. Bu da şunu gösteriyor, arada belirteyim: Çok uzun süre hem sigara içebilir hem de resim yapabilirsiniz.”
80’li yaşlarda hayat
Güzel, parlak, yani göz kamaştırıcı bir manzarayla kapatalım bu haftaki gezintiyi. Yaşayan en büyük, en önemli ve en zengin ressam olarak tanıtılan David Hockney, 2019’dan bu yana Fransa’da Normandiya’da bir köyde yaşıyor ve çalışıyor. 83 yaşında. Le Monde’da (17 Ağustos) yayınlanan söyleşide Hockney anlatıyor:
“83 yaşındayım ve hâlâ çok heyecanlıyım. Picasso 80 yaşını geçmişken, ‘Atölyede çalışırken kendimi 30 yaşında hissediyorum’ demişti. Eğer yapacak bir işiniz varsa, kayda değer bir şey, önemli bir iş yani, işte o zaman 30 yaşında oluyor insan. Monet de öyleydi. Nilüferler dizisini yapıyordu. 86 yaşındaydı bitirdiğinde. Diziyi bitirdi ve öldü. Renoir’a bakın mesela: Hastaydı, artridi vardı, ama 80 yaşına kadar hem sigara içti hem de tablolarını yaptı. Bu da şunu gösteriyor, arada belirteyim: Çok uzun süre hem sigara içebilir hem de resim yapabilirsiniz. Elleri tutamaz hale geldiğinde, fırçaları bileğine iple bağlamışlardı. Mutlaka yapmak istediğiniz esaslı bir şey olması lâzım, benim durumumda olduğu gibi. Ve ben devam edeceğim. Atölyede çalışırken vücudumu düşünmüyorum, aklıma bile gelmiyor, unutuyorum. Ulu bir an, yüce bir an...”
Söyleşide çocukluğu, sinema hevesi, büyük kentlerde yaşamak/köyde-doğada yaşamak, sonbaharı resmetmek, Ipad’le resim yapmak, gölge-alan, Batı resmi/Doğu resmi, yaratma keyfi ve zevki gibi bir çok konuya değinen David bey ressamlıkta renk uzmanlığını Van Gogh’dan aldığını da belirtiyor.
Yaz sıcağında, Ankara-Atina gerginliği, korona belası, ya da açlık grevinde öldürülen genç avukatlar yeteri kadar bunaltıyor insanları. Bu nedenle başta değerli ressam ağabeyimiz David’e, Cai hocama, Meryem ablama, Martin dışındaki üç filozofa, Musaddık beyefendiye ve Seyward hanıma sevgi ve saygılarımızı sunalım.