Tanburu ilk elinize aldığınız zamanı hatırlıyor musunuz?
Sadun Aksüt: 12 Haziran 1949.
Nasıl bu kadar net hatırlıyorsunuz?
Sevgilimle ilk buluştuğum tarihi hatırlamaz mıyım?
Nasıl buluştunuz peki?
Babam tavsiye etti tanbur çalmamı. Ben başka bir saz düşünmüştüm.
Ne düşünmüştünüz?
Cümbüş çalayım dedim, “olmaz” dedi. “Öyle bir saz yoktur, onu çalamazsın” dedi.
Neden cümbüşe itiraz etti?
Ee, madeni bir saz, cangıl cungul çalınıyor. O zaman da çok ortalıkta olan bir saz. Onun için dedi ki, “bir İstanbul beyefendisi sazı olan tanburu çal”. Bu söz üzerine, babamın arkadaşı Ordinaryüs Profesör Salih Murat Uzdilek, beni Türk musikisinin büyük üstadı Saadettin Arel’e götürdü. Saadettin beyin kurduğu İleri Türk Musikisi Konservatuarı Derneği’nde Laika Karabey’den tanbura başladım. Rahmetli Suphi Ezgi üstadımızdan, Saadettin beyden orada istifade ettim. Sonra Macide Akkaya beni Üskdar Musiki Cemiyeti’ne götürdü. Emin Ongan hocadan meşke başladım, o da beni İzzettin Ökte’ye gönderdi, İzzettin Ökte’de tanburu aşka çevirdik. Çünkü onun çalışına mahvoldum. Böyle bir şey olmaz, böyle bir tanbur çalınamaz. O kadar kubbe gibi ses çıkacak, o kadar güzel çalınacak, o kadar müzikal ses çıkacak, o kadar üslûplu çalınacak, insanın ciğerine işleyecek… Tanbur artık benim en büyük aşkım oldu, İzzettin hocamı, yattığı yer nur olsun, ölümüne kadar da bırakmadım.
Babanızın müzikle alâkası var mıydı?
Hiç alâkası yok. Babam tarihçi. Vali. Ailede de hiç müzisyen yok…
Peki nasıl bir aile ortamınız vardı?
Evimizde –o tarihlerde herkesin evinde piyano vardı– ud, kanun, tanbur, ney, kemençe, plak, gramofon vardı. Plaklar da Safiye (Ayla) hanımın, Münir (Nurettin Selçuk) beyin, Müzeyyen (Senar) hanımın gençliği. Bunları dinliyoruz. Pop yok, arabesk yok, bayağı müzik yok, iğrenç lâflı şarkılar yok. Güzel müzik, kulağıma da hoş geliyor, deli gibi bunları dinliyorum. Böyle bir ortamda tabii ki bu musikiyi sevdim.
Selahattin Pınar “yıllardır endişe-i ferda ile yaşıyorum” derdi. Ne demek, biliyor musunuz? Ertesi günün endişesi ile. Neden? Gazino kapandı mı, yandınız.
Ders aldığınız Laika hanım ünlü bir virtüöz. Müzik öğretmenliğinin yanısıra, Türkçe, tarih, coğrafya öğretmenliği yapmış…
Çok kültürlü bir hanımdı. Laika Karabey’in eşi Emin Arifi Karabey de benim Fransızca hocamdı Haydarpaşa Lisesi’nde… Laika hanım, her şeyden önce musikiyi çok iyi bilen bir hanımdı. Bana da çok yardımı dokundu, bana öğretti. Rahmetli Haydar Sanal’dan da istifade ettim. Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde zaten Emin Ongan 22 yaşında İstanbul’da hoca diye tanınmış, fevkalâde güzel, meşk veren bir hoca… Sonra İzzettin Ökte’nin tanburu beni öyle etkiledi ki, ben de bütün çocukları, bütün öğrencilerimi onun tavrıyla yetiştirdim.
Tanburi Cemil Bey tanburu yedi telle çalarmış, İzzettin Ökte ise altı telle çalınması gerektiğini söylermiş…
(telleri sayıyor) Ne için? İki, dört, altı, yedi tel. Yok öyle bir şey. Hatta sonra bazı ukalâlar, –dilimi tutamaz oldum, artık söylüyorum– bir tel daha eklediler. Bir çift çelik, bir çift de sarı tel, etti dört, bir çift daha beyaz tel, bir de üstte kaba tel, eder yedi. Bazı ukalâlar sekizinciyi ekledi. Ne ukalâlıksa bu, bilmiyorum yani. Bana detone gelir o ses. Bunu da bilmem nereye ayarlıyoruz da, yok şunu yapıyoruz da, yok bunu yapıyoruz da… Fazlalık. Tanburi Cemil Bey’in, İzzettin Bey’in, Mesut Cemil’in, Ercüment Batanay’ın, Refik Fersan’ın aklı yoktu o teli takmaya da, şimdikilerin aklı var, öyle mi? Böyle saçmalıklar yapmasınlar Allah aşkına… Sonra boyuna perde bağlıyorlar. 300 tane perde, öyle şey olur mu? Böyle bir tanbur gördü İzzettin hoca, dedi ki, “bunu babama versek o da çalar, kime versen çalar”. Her taraf perde. O kadar perde olmaz ki! O zaman Batıcılar da mesela klarnete 200 tane daha klavye eklesinler. Böyle bir şey yok.
Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde kalmıştık…
Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde Emin hocadan çok istifade ettim, yattığı yer nur olsun. Sonra Münir beyle uzun yıllar beraber oldum. Gazinoda çalıştım 26 sene. On sene Selahattin Pınar’la çalıştım, bütün eserleri bende…
Üsküdar Musiki Cemiyeti, Selahattin Pınar, Emin Ongan, Cüneyt Orhon gibi ustaların yetiştiği bir yer… Nasıl bir ortam vardı?
Selahattin Pınar, Cüneyt Orhon, Niyazi Sayın, Cahit Peksayar, Hüsnü Anıl, Sadun Aksüt, Nihat Doğu, Cüneyt Kosal, Arif Sami Toker… Say sayabildiğin kadar… Mükemmel bir ortam. Oranın tozunu yutmadan insan musikiyi iyi öğrenemez diye düşünürdüm o tarihlerde. Fevkalâde güzel, köklü bir cemiyetti. Halen de öyle.
En gelişmiş tek sesli musiki Türk musikisidir. Armonisi de var içinde, kontrpuanı da, fügü de, orkestrasyonu da. Türk musikisini kötülemek çok ayıp, çok yazık.
Bugün ders almak deyince anladığımız şeyle aynı şey miydi onlardan ders almak? Nasıl hocalardı onlar?
Laika hanım müthiş verici. Derse girdiği zaman bütün benliğiyle o dersi vermeye çalışır idi. Saadettin beyin zaten kalitesi belli, müthiş bilgili ve âlim. Suphi bey çok sertti, hiç mazeret kabul etmezdi, en ufak bir taviz vermezdi. İzzettin bey şeker, lokumlu helva. Emin Ongan, fevkalâde tatlı, şeker o da, fakat o da taviz vermez. Meşk esnasında taviz yok. Mutlaka fevkalâde bir şekilde öğreneceksiniz. İçilir gibi öğretir. O eser, ağır semai olsun, yörük semai veya şarkı, sanki bir likittir, kulağınızdan içeri akıtır gibi onu size içirir. Ruhunuza yedirir o eseri, öyle öğretirdi.
Peki o insanlardan ders almak kolay bir şey miydi? Nasıl ilişkiye geçilirdi onlarla?
İzzettin bey o tarihte bana 10 liraya ders verecekti. 1950-51 arası. Zarfa koyuyorum 10 lirayı, masaya bırakıp kaçıyorum. Üçüncü derste, tam kapıdan çıkıyorum, “bir daha bana derse gelme” dedi. Aman! Olur mu? Ölebilirim yani. “Aman hocam” filan dedim, “gel” dedi, “geceleyin gel, sabahleyin gel, geceyarısı gel, öğlende gel, ama bir daha böyle gelme” dedi. Başıyla masayı, bıraktığım parayı işaret etti. “Böyle gelme, istemiyorum” dedi. Bir daha para almadı benden. Ben de hocamı ölümüne kadar hiç bırakmadım. Hocamdı, velinimetimdi.
Saadettin Arel’in bir sözü var, “Türk musikisine başlayan ve bu sanatla uğraşan herkesin az çok tanbur çalması gerekir” diye…
Çok güzel söylemiş, Türk musikisinin piyanosudur tanbur. Perdelerinde bütün sesler vardır. Onun için çok değerli bir sazdır ve de çok yardımcıdır musikiyle uğraşan kişiye.
Yunus Emre Oratoryosu’yla bilinen Ahmet Adnan Saygun’un da bir sözü var: “Geçen yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de musiki şöyle bir görünümde idi: Eski, tek sesli Osmanlı musikisi 300 yıl boyunca büyük eserlerini vererek hamlesinin doruğuna ulaşmış, fakat aynı hava içinde yeni bir atılım yapamadığı için, ki buna zaten imkân da yoktu, tıpkı topraktan suyunu çekemeyen dalın kuruması gibi, kurumağa yüz tutmuştu.”
Adnan bey, Allah rahmet eylesin, çok kıymetli bir zattı; böyle bir şeyi söylemişse, çok ayıp etmiş. (sinirleniyor) Fazla ayıp etmiş hatta. Türk musikisinin neyi kurudu? Türk musikisi Batı musikisi gibi değil, ondan yüz milyon kere daha zengin. Batı musikisi eserlerine bakın, dört ölçü tema vardır, gerisi beslemedir. Türk musikisi öyle değil, Türk musikisinde eser baştan aşağı melodi. Armonisi de var içinde, kontrpuanı da, fügü de, orkestrasyonu da, hepsi var. Türk musikisini böyle kötülemek çok ayıp, çok yazık.
Dönemin tavrıyla ilgili bir şey bu ama…
O Yunus Emre Oratoryosu’nda kullandığı makamlar ne? Bunlar beni sinirlendiriyor, affedersiniz. Saygımızı kaybederiz sonra. Bu bestekârlara biz çok kıymet veriyoruz, böyle lâflar söylemişlerse, ki söylediler, onu da biliyorum, ayıplıyorum ve onlara saygımı yitirmemek için ben bunları tekrarlamadım hiç hayatımda… Türk musikisinin dalları kurumuş da, topraktan su çekemeyen dal gibi! Öyle bir yeşermiş ki, neler yok? Şimdi hangi üstâdımızın eserlerini hiçe sayarız? Sadettin Kaynak’ın mı? Selahattin Pınar’ın mı? Zeki Arif Bey’in mi? Cevdet Çağla’nın mı? Lütfen, bakar mısınız şunlara! Sadettin Kaynak’ın “Akşam yine gölgen, yine gölgen yine akşam” eseri Avrupa’da olaydı, herhalde heykelini dikerlerdi “nasıl böyle bir eser yaptın” diye.
Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Osmanlı’yı inkâr etme tavrının da bir sonucu. Bir kişinin görüşü değil, resmi ideoloji sonuçta…
Osmanlı’yı niye inkâr ediyoruz ki? Sonra, Türk musikisi saray musikisiymiş, padişahlar çok kollamışlar. Bugünkü devlet erkanı da kollasa keşke o kadar. Kollamasalardı padişahlar, ölüp gidecekti birçok şey. Bugün birçok eser Sait Halim Paşa’nın koleksiyonundan gelme… Yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş derler. Ben bir şey söylersem acaba çok mu ağır olur?
Yoo, söyleyin.
Biraz saçmalamışlar mı bunlar?
Saçmalamaktan öte, sistemli bir tavır. Adnan beyin kişisel fikri olsa çok önemli olmazdı. Bu, toplumu değiştirmenin bir aracı olarak tepeden inme bir şekilde empoze edilen bir ideolojinin müzikteki yansıması.
Sistemli tavır. Türk musikisini küçültmek için şahıslarını bile küçültürler. Ankara Devlet Operası yeni yapılırken “burada Türk musikisi çalınmasın” diye lâflar etmişler. Böyle şeyler olmaz, çok yazık, çok ayıp, çok günah.
Yeni bir kültür yaratmak için Batı müziğini kullanmak istiyorlar çünkü…
Ben Batı müziğine bayılıyorum. Çaykovski hayranıyım ben. Ölüyorum, bitiyorum dehasına. Mozart dinliyorum, Beethoven dinliyorum. Tamam ama, bunu beğenirken Türk musikisini inkâr etmek ne demek? Topraktan su çekemeyen kuru dal gibi demek, biraz saygısızlık olur. Ahmet Adnan Saygun da bunu söylemişse, çok büyük saygısızlık etmiştir Türk musikisine. Ben bunu böyle göğsümü gere gere söylerim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Bir kültürün musiki anlayışı, zekâsının zamana en yüksek tasarruf şeklidir, bunun için de değişmesi zordur. Musikimiz değişene kadar hayat karşısındaki vazifemiz de değişmez” diyor. Burada yapılmak istenen de, tersinden, hayat karşısındaki duruşumuzu, toplumu değiştirmek için müziği değiştirmek…
Tamam, bir sürü şey maksatlı yapılmış. Ama onlar neyi beğenmiyorlardı, onu anlamadım. Makamları mı?
Tek sesli olması, en çok eleştirilen.
Tek sesin içinde her şey var. Armonisi de var. Kaç tane mi bemol var Batı musikisinde? Türk musikisinde kaç tane var, bir baksınlar bakalım. O kadar zengin ses var mı onlarda? Şimdi bu demek değildir ki, Batı musikisini küçültüyoruz. Hayır! Batı musikisi çok teknik, fevkalâde, gelişmiş… Ama Türk musikisi de öyle bir şey değil. Bugün en gelişmiş tek sesli musiki Türk musikisidir. Ben Ahmet Adnan Saygun Caddesi’nde oturuyorum. Orada heykeli de var Adnan beyin. Saygı duyuyorum. İdim. Şimdi bunlar beni rahatsız etti mesela, şu anda saygı duymuyorum.
Söylemek istediğimiz, bu geldiğimiz noktada Türk musikisinin bize artık yabancı gelmesi. Bugün bir caz, rock ya da pop kadar bile yakın gelmemesi…
Haaa!.. Ama dinlemeye alışmadınız, bir; ikincisi, lügat öğrenmediniz. Gençler lügat bilmiyor. Bugün İngilizler Shakespeare’i lügatla okuyor. Biz de, “Ne heva-yı bağ-ı sazed ne kenar-ı kişt-ı mara” (Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin Acem-Aşiran eseri) demiyoruz. Farsça kullanmıyoruz. Bunun yanısıra “Ol gonca dehen bir gül-ı handan olacaktır” da (Şevki Bey’in Muhayyer eseri) demek istemiyoruz. Lisanın sadeleşmesi güzel. Ama siz biraz dinleyin. Yalnız sözlere bakmayın. Biraz melodilere de bakalım. Almanca biliyor musunuz? Hayır. Ama musikisini dinliyorsunuz, melodiyi dinliyorsunuz. Bunun da dinleyin melodisini. Sonra alışacaksınız. Burada da kabahat devletin müzik politikasında. Radyoların kabahati. Radyolarda izahlı Türk musikisi vardı bir zamanlar. Ben sizin gibi gençlere anlatmalıyım kelimelerin mânâsını, neler ifade ettiğini.
Bir ara televizyon programı da yapmışsınız. Nasıl bir programdı o?
Taş Plaktan Bugüne diye, olağanüstü bir programdı. Yetti dediler. Gerçi çok oldu ama… Şimdi artık Mediha Demirkıran’ı, Sabite Tur’u, Selim Tuna’yı mezardan çıkarıp da program yaptırabilir misiniz? Safiye hanımı? Yok!
Geleneksel Türk müziğini sevdirmek istiyorsunuz, ama bir taraftan değişime de çok açıksınız. Elektronik altyapılı, caz etkileşimli bir albüme imza attınız mesela…
Birçok şeyde değişime taraftarım. Klasik bestelere bayılıyorum tabii, ama onlar hazine gibi. Dede Efendi, Zekai Dede, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Seyid Ahmed Ağa, bunlar hep klasik. Eserleri harika. Dede’nin II. Mahmut için yaptığı Sultaniyegâh Takımı mesela. Biz ona takım deriz, iki beste: Ağır Semai, Yörük Semai. Formları. Besteler büyük usûllerde yapılmış. Ağır Semai ya Aksak Semai usûlünde olacak, ya Zengin Semai usûlünde olacak; Yörük Semai de, adı üstünde Yörük Semai, 6/4’lük olacaktır. Klasik formda olan bu eserler harika, mücevher… İyi de, bu devirde kimse onları söz olarak anlamıyor. Şimdi böyle şeyler yapmaya gerek yok. Aslında Hacı Arif Bey’den evvel, 1800’den evvel de şarkı var. Ancak Hacı Arif Bey’le birlikte şarkı formu bütün bütün vücut bulmuş. O kadar güzel, yumuşacık, ufak ufak şarkılar yapmış ki, bunlar vatan sathına yayılmış. O zaman da şarkı formu çok tutulmuş. Ama artık değiştirelim yani. İllâ ki zemin, zaman, meyan, nakarat şeklinde olmayabilir bu şarkı formu. Buradan başlar, devam eder gider…
Sadettin Kaynak’la birlikte o değişim hızlanıyor zaten…
Zeki Müren gazinoya ayağını attığından itibaren dehşetli resmidir. Ama seans bittikten sonra oyun oynar, sazendeleri eğlendirirdi, haydaaa filan diye.
Tabii, Sadettin Kaynak’ta bu değişim var. Hatta hatta çok daha güzel değişimler var. Şarkı Segah makamında başlıyor, Nihavend bitiyor. “Dertliyim, ruhuma hicranımı sardım da yine” Segah başlar, ama Nihavend biter. “Bestekârı çerçeve içine sokamazsınız” demişti Selahattin Pınar. İllâ do, re diye girdin, do re, sol re, re mi re do si la sol… Hayır, öyle şey yok. İstediğim yerden girerim şarkıma. Yeter ki sonra o dizi belirsin. Nitekim Sadettin Kaynak bütün bütün çerçeveyi dağıtmış, çok da iyi etmiş. Benim daha evvel yaptığım şarkılarda öyle zemin, zaman, meyan, nakarat olanlar var, ama sonra başka şarkılar yaptım, mesela “Sisli Bir Eylül Gecesi” öyle değil. Düz başlıyor, devam ediyor. Arada bir terennümü var onun da. “Hatıralar hevenk hevenk asılmışlar boynuma…” Sonunda gene söyleniyor bu. Ama arada zemindi, meyandı, nakarattı diye düşünülmemiştir. Bu yeni CD’de “İstanbul’da Hüzün” diye bir şarkı var, onda hiç öyle şey yok, dümdüz geliyor gidiyor. Değişime taraftarım yani… Avni (Anıl) de değişik kullandı şarkı formunu. Şekip Ayhan (Özışık) daha güzel, daha değişik kullandı. Şarkı formunu bozmuyor, ama formasyonu değişik diyebiliriz. Yapısı değişik.
26 sene piyasada çalıştım dediniz. Nasıl bir piyasa vardı o zaman?
Mektepti piyasa. Nesini anlatayım? Sanatkârlara bakın: Hamit Dikses, Tahsin Karakuş, Celal Tokses fasıl okuyan hanendeler, Selahattin Pınar, Feyzi Aslangil, Şükrü Tunar, Ahmet Yatman, İsmail Şençalar, Kadri Şençalar, Safiye Tokay, Hamdi Tokay, Naci Tektel, Şadi Işılay, Arasko, Aleko, Yorgo, Necati Tokyay, Saim Özsoy, Nubar Tekyay… Ohooo. Saymakla bitmez bu sanatkârlar.
Çalıştığınız yerler nasıldı peki?
Evvelce çok klas gazinolar vardı. Maksim’i düşünebiliyor musunuz? Ondan evvel mesela 4. Vakıf Han vardı ki, orada içki filan da yok, garsonlar lastik ayakkabıyla gezer. “Efendim, beş dakika sonra program başlıyor, bir arzunuz var mı?” Zaten başladı mı öyle çay, kahve filan istemek yok. Gazinolarda da öyleydi. Çakur çukur servis yapılmazdı. Bugün gazino yok. Son gazino, Fahrettin Aslan’ın Maksim’i… İşte o sanatkârlarla bu gazinolarda çalışmak mektep gibi oluyordu. Eserleri öğreniyorsunuz, nasıl fasıl yapılır, ara nağmelere nasıl girilir, nasıl çıkılır…
Ses sanatçısı olarak kimlerle çalıştınız?
Kimi hatırınıza getiriyorsunuz? Perihan (Altındağ) hanım, Hamiyet (Yüceses) hanım, Safiye hanım, Müzeyyen hanım, Mualla Mukadder, Mediha Demirkıran, Mualla Gökçay, Sevim Tanürek… Mualla Mukadder’le Sevim Tanürek ‘57 senesinde geldiler Bebek gazinosuna. Saime Sinan, Mustafa Çağlar, Ahmet Üstün…
Peki bestelerinizi sesinden dinlemeyi en çok sevdiğiniz sanatçı kimdi?
(bir süre düşünüyor, iç çekiyor) Şarkılarımız pek okunmadı. Radyolarda okunurdu. İnci Çayırlı mesela güzel okurdu. Nesrin Sipahi… Var mıydı onun gibi?
Okumasını arzu ettiğiniz kimseler var mıydı?..
Tabii, Sabite (Tur Gülerman) hanım. Sonra Perihan hanım: İpek, kadife gibi bir ses. Müthiş bir şeydi. Çok güzel de okurdu.
Onlarla tabii birçok anınız vardır…
Ah, hepsinlen. Evde resimleri var. Ben kendilerini çok sevdim, onlar da beni sevdiler. Beraber çok çalıştık, çok ahbaplık ettik. Siz bana onları mı sormaya geldiniz yoksa?
Müzik sayesinde çok ülke de gezdiğinizi duyduk.
Evet, İskandinav ülkeleri, Rusya, İspanya, Japonya ve Amerika hariç her yere gittim. Afrika, Avustralya, bütün Avrupa var.
Hep konser vermeye mi gittiniz?
Evet, bir kez uzak şarka gezmeye gittik Zeki Müren’len. Avustralya’dan dönerken Singapur’u gezmek için kaldık. Orada konser vermedik.
Zeki Müren’le de uzun süre çalıştınız o zaman…
Tabii, 16 sene.
Nasıldı onunla sahnede olmak diyeceğim, kızacaksınız…
Hayır, ben hiç kızmam. Beni evlendirdiler, yine kızmadım. (gülüyor) Zeki Müren gazinoya ayağını attığından itibaren unutacaksınız onunla arkadaş veya eş-dost olduğunuzu. Orada solisttir. Her zaman dehşetli resmidir. Sadun bey, Zeki bey, hep böyle konuşulur. Dışarıda arkadaş olursunuz. İçki de içersiniz, eğlenirsiniz de, sohbet de edersiniz. Ama gazinoya adımınızı attınız mı, bitti iş. Ama seans bittikten sonra her gece en azından beş dakika oyun oynar, sazendeleri eğlendirirdi, haydaaa filan diye. (eliyle tef çalıyormuş gibi yapıyor) Kıyamet kopardı. Nevi şahsına münhasır biriydi yani Zeki Müren.
En çok neye kızardı?
Sahnede içki içene çok kızardı, “İş bitsin, bir fıçı ikram edeyim size. Ama eğer içkili çıkarsanız sahneye, kusura bakmayın, bir daha burada bulunamazsınız” derdi.
Evvelce çok klas gazinolar vardı. Çakur çukur servis yapılmazdı, o sanatkârlarla bu gazinolarda çalışmak mektep gibi oluyordu. Bugün gazino yok.
Necip Fazıl Kısakürek’le, Ümit Yaşar Oğuzcan’la da ahbaplık etmişsiniz…
Ben edebiyat meraklısıyım. Ümit Yaşar’ın bir şiirini çok sevdim. Hepsini seviyorum da, onun müziğini çok sevdim, bana kendi el yazısıyla verdi. Geçen Ümit Yaşar gecesi vardı, orada da kâğıdı gösterdim hatta.
Hangi şiirdi o?
“Gökyüzüm olsan, seni dağ gibi sevsem” diye bir şiirdi. “Gökyüzüm olsan, seni dağ gibi sevsem / Her ânı yeni bir çağ gibi sevsem / Sevenler için dünyada ölüm yok / Ölsem de seni bin yıl sağ gibi sevsem.” Benim suzinak şarkımdır o. Necip Fazıl beyden de, “Ayrılık Vakti”ni istemiştim. “Akşamı getiren sesleri dinle, / Dinle de gönlümü alıver gitsin / Saçlarımdan tutup kor gözlerinle / Yaşlı gözlerime dalıver gitsin / Güneşle köye in, beni bırak da / Küçüle küçüle kaybol ırakta / Bu yolu dönerken arkana bak da / Köşede bir lahza kalıver gitsin…” O da, “onu al, başka ne istersen onları da yapabilirsin” demişti.
Ümit Yaşar’ın son albümünüzde de bir güftesi var…
Onu Ümit Yaşar’dan ta ne zaman istemiştim, o zaman bestelememişim. Oğlumun ölümünden sonra besteledim. “Yokluğun her dakika” diye bir şarkı: “Yokluğun her dakika ölüm demek, gitme kal / Hasretin daha yüzyıl dinmeyecek, gitme kal / Yetişir senden uzak yıllardır kahrolduğum / Ayrılma hiç yanımdan, mahşere dek, gitme kal…”
Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak, Münir Nurettin’le de çalıştınız…
Çok uzun zaman tanbur çaldım Münir Nurettin beyin konserlerinde. Bir sene de konservatuarda onun hizmetindeydim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında, “Eski musikimiz, insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı” diyor.
Tabii, tabii, tabii. Yani halk adamı diyorlar.
Bugün biz onları çok büyük eserlerin arkasında görüyoruz. Sanki farklı bir yaşamları varmış gibi geliyor…
Hayır, niye? Evlerinde yaşıyorlardı. Öyle sarayları, marayları yoktu hiçbirinin. O devirde öyle paralar kazanılmadı.
Ama müzikten kazanıyorlardı yaşamlarını, değil mi?
Evet, ama Selahattin Pınar bana dedi ki, “yıllardır endişe-i ferda ile yaşıyorum”. Ne demek, biliyor musunuz? Ertesi günün endişesi ile.
Ve koskoca Selahattin Pınar, bunu söyleyen!
“Endişe-i ferda ile yaşıyorum” dedi. Neden? Gazino kapalı dedi mi patron, yandınız. Ne yapacaksın? Başka gazino açılana kadar açsın. Aldığınız yevmiyeyle yaşıyorsunuz ancak. O devirde kimse, şimdiki yırtmaçları beline kadar açık hanımlar gibi, “bu gece gelir okurum, ama 30 bin dolar alırım” demiyordu.
Alkışla Geçen Yıllar isimli kitabınızda “yaşamın sillesini yemiş Türk Sanat Müziği sanatçıları”ndan da bahis var. Kim onlar?
Hayatta çok ıstırap çekmiş kişiler yok mu? Bunların içinde Türk musikisi sanatçıları da var… Necati Tokyay! Çok ıstırap çekti. Kızkardeşlerine baktı, evlenemedi, bir evi barkı olmadı, hep kirada yaşadı, ıstırap içinde öldü. Ne yani?..
Aynı kitapta “sahnede ilkleri gerçekleştirenler”den bahsediyorsunuz…
Mesela Selahattin Pınar çıkıp solo okurdu. O güne kadar başka bir sazende çıkıp okumamıştır.
Sizin repertuarlara en çok giren besteleriniz hangileri?
Başkalarının bestelerini okuyup çalmaktan kendi bestelerime vakit mi geldi! “Yokluğun her dakika” var, “Akşamı getiren sesleri dinle” var, “Bakma bakma dayanılmaz” var, “Sisli bir eylül gecesi” var. “Bağındaki gülleri gönlümce derebilsem”, “Bir kırık aynada kalmış hayalin”, “Elveda der gibi bakma yüzüme”, “Sislerle örtülü eski yıllardan”, “Yeşil pencerenden bir gül at bana”…
Repertuarda “Siyah laledir zenci çocuk” diye bir şarkınız dikkatimizi çekti…
Aa, onu çok severim ben. Kuzguna yavrusu şahin gelirmiş, ama güzelse güzel derim ben. Fazla tevazu kendini büyük görmekten ileri gelir, bizde fazla tevazu yok, burnumuz da kalkık değil. Ama o güzel bir çocuk şarkısıdır.
Neyi anlatıyor?
Dünya çocukları için, harika bir şarkı. Sözleri tam aklımda değil ama, siyah laledir zenci çocuk, Finli çocuk beyaz karanfil… Sarı papatya Çinli çocuk, Kızılderili de karanfil… Sözleri çok güzeldir.
Sizin Şarkılarda İstanbul isminde bir de derleme kitabınız var. Onun sayfalarını karıştırırken, çok başka bir şarkı, Duman grubunun “İstanbul”u geldi aklımıza: “Bu şehrin adamı söver / Bu şehir kadınını döver / Bu şehir kanımızı emer / Bu şehir için ölmeye değer / İstanbul elinden öper” diyor şarkı.
Bunu lâf diye alır mıyım ben? Kusura bakmayın!
Şarkılarda değişim olduğu gibi, İstanbul’da da bir değişim var…
İşte bu, ne hale geldiğimizi bu lâf anlatıyor işte. Ne kadar yozlaştığımızı… Erozyon bu, kültür erozyonu. Ne diyeyim güzelim yani. Yahya Kemal’in “Erenköyü’nde Bahar”ına bak bir de: “İstanbul’un öyledir baharı / Bir aşk oluverdi aşinalık / Aylarca hayal içinde kaldık / Zannımca Erenköyü’nde artık / Görmez felek öyle bir baharı”. Biraz sıkar böyle bir lâf söylemek. Yok, bu şehir adamı insanı döver, karıyı da döver, gagasına da sıçar. Böyle lâflar olur mu? Ondan sonra şarkı! Allah aşkına. Ben üzülürüm.
Peki sizin şu “Sisli bir eylül gecesi”nde ne oldu? Var mı hikâyesi?
Yok. Ben sisler içindeydim, öyle yazdım. Mutlaka bir hikâyesi olması gerekmiyor şarkılarda sözlerin, onun da yok. Hayal içindeyken oluyor. Necip Fazıl’ın “Heykel” diye bir şiiri var: “Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış / Bu eski heykelin yanaklarında / Yapraktan saçını yerlere yaymış / Sonbahar ağlıyor ayaklarında / Süzüyor ufukta bir kızıl yeri / İçi karanlıkla dolu gözleri / Alnında akşamın ince kederi / Sessizliğin sırrı dudaklarında.” Aman yarabbim, var mı böyle bir tarif? Sapsarı yapraklar düşmüş, heykel o boşluğa bakıyor ve “Sonbahar ağlıyor ayaklarında” diyor… Bir ağaca bakar, yemyeşildir. O yeşilliğin arasında sarı yapraklar vardır, onu sevgilisi gibi görür. Sarı saçlarına hayran oldum diye yazar. Ola ki karısı esmerdir. Kadın tutturur mu, vay sen kime yazdın bu şiiri diye? O çok fena bir şey tabii.
Sizin başınıza geldi mi öyle bir şey?
Benim hanım sormadı, sorarsa da çok üzülürüm. Arapların bir lâfı: “El-mânâ fi batıni’ş şair” diyor, “mânâ şairin karnında”.
Roll, sayı 92, Aralık 2004
SİSLİ BİR EYLÜL GECESİ ÜZERİNE
Çocuk yapmak gibi
Sisli Bir Eylül Gecesi isimli albümünüzde şarkılarınızı ilk defa kendi sesinizden dinliyoruz. Bu albümün hikâyesi nedir?
Müzik bankası için enstrümantal bir şeyler çalıyorum Müzikotek’te. Ben istirahat ânında çalarken okumayı severim. “Bir şarkı okuyayım” dedim Dağhan’a (Baydur). “Oku hoca” dedi. Kapadım kapıyı, “Sisli Bir Eylül Gecesi”ni okudum. Bunlar açmışlar içerideki hoparlörleri, buraya bağlamışlar; herkes indi yukarıdan. “Bırakmayız, diğer şarkıları da okuyacaksınız. Çok güzel bir ses tonunuz var.” Bu yaştan sonra ses sanatkârı filan olacak halim yok. “Hayır, lüzumu yok ses sanatkârı olmaya, çok güzel okudun, çok güzel oldu. Biz bunu alacağız.” Yavaş yavaş başladık ondan sonra… Okuyorum okuyorum şarkıları, gidiyorum. Birkaç gün sonra geliyorum, ne yaptınız? “Dur daha biraz, besleniyor.” Çocuk yapıyorsunuz sanki, pekâlâ. Bir gün bir baktım, trompetler girdi, orglar, ritmler girdi, güzel, hoşuma gitti. İnandım ki, böylece gençlere daha çok yaklaşırız. Bunu da severler diye düşündük.
Bu müziği, bu albümü hiç dinlememiş birine nasıl tarif edersiniz?
Buna bir şey diyorlar, değil mi? Ne o?
Turkish chill-out… Siz nasıl tarif edersiniz?
Derim ki, bu dört jenerasyonun, dört değişik müzik türünün bir araya gelişidir: Klasik Türk musikisi, klasik Batı musikisi, pop müziği ve elektronik müzik bir arada. Ben 72 yaşımı bitirdim, 73 yaşına girdim. Efe Bahadır 22 yaşında; Şenova Ülker, tabii çok ünlü bir trompet, o da 40 küsur yaşında. Dağhan da cazcı. Demek ki, bunlar bir araya gelince bu çıktı ortaya.