ÖLÜMÜNÜN 30. YILINDA SERGE GAINSBOURG

2 Mart 2021
SATIRBAŞLARI

İçki ve sigaranın en iyi dostu, büyük müzisyen Serge Gainsbourg 2 Mart 1991’de, 62 yaşında hayata veda etmişti. Son söyleşilerinden birini Roll’da şu girişle sunmuştuk: “Serge Gainsbourg dünyanın en çirkin, en fotojenik adamıydı… Büyük provokatördü… Fransız müziğinde en az Brel, Brassens, Ferré kadar önemli bir şairdi… Dil cambazıydı… Bestelerini hem kendi hem de “kadınları” okudu… Ölene kadar günde yedi paketten yılda 51000 filtresiz Gitanes içti… Cigaralarından birini televizyonda, naklen yayında 500 franklık banknotla yaktı… Bir başka televizyon programında Whitney Houston’a sarkıntılık etti… Sid Vicious’ı çok severdi… Fransız milli marşını reggae yapıp “korkma sönmez vesaire vesaire” misali kısaltarak söyledi… Kısa kısa notlarla anlatılamayacak bir adamdı… Les Inrockuptibles dergisinden Christian Fevret 1989’da, ölümünden bir buçuk sene önce, Serge’le dört gün üst üste konuştu. Mecburen kısaltarak aktarıyoruz…”
Vefatının otuzuncu yılında, Roll’un Eylül 1998 tarihli 23. sayısından aktarıyoruz…
 

Serge Gainsbourg: Hatırlayabildiğim ilk anım müziğe dair. Babam piyanonun başında… Scarlatti, Bach, Chopin, Gershwin, Cole Porter, Irving Berlin çalardı. Daha sonra, piyanoya beni oturttu. Klasik müzikten zevk alıyordu, ama mesleği icabı, “Rhapsodie In Blue” gibi parçalar da çalmak zorundaydı.

Onun anne-babası da müzisyen miymiş?

Hep çok ketum davrandı, hiç öğrenemedim. Ressam olmak istiyormuş, bırakmış, Türkiye’den geçerek Bolşeviklerden kaçmış. “Özgürlük ülkesi Fransa” demiş. Hayatını kazanmak için buraya gelmiş.

Rusya’yla bir ilişkisi var mıydı?

Yo hayır, Stalinizm zamanında böyle bir şey düşünülemezdi bile, mektuplaşılamıyordu. Babam bana Rusça öğretmişti, Kiril kültürünü anlıyordum, Gorki’yi okuyabiliyordum, ama unuttum.

Babanız sizi piyanoya oturttuğunda kaç yaşındaydınız?

Beş-altı yaşlarında olmalıyım. Klavyenin sol tarafında hep mendilim duruyordu, çünkü her derste mutlaka azar işiteceğimi biliyordum. Asıl ihtirası, yapmak isteyip de yapamadığını bana yaptırmaktı: resim.

Resim yapmayı tamamen bırakmış mıydı?

Sibirya’yı baştan başa kat eden bir trende gidiyormuş, aşık olduğu kadının portresini yapmış. Uyuyakalmış ve o arada tualini araklamışlar. O günden sonra, elini fırçaya ya da kaleme sürmemeye ant içmiş. Akıl almaz gelebilir, ama çok Slav bir davranış.

11 yaşındayken sarı yıldız takmaya başladım, küçük bir velet için bu oldukça zor bir şey. Daha o zamanlardan çok kibirliydim: Annemden yıldızımı parlatmasını isterdim.

Çevredekilerin size bakışı nasıldı?

Adımın Ginzburg olması bir önyargı yaratıyordu. Köklerimi bildiklerini ima etmek için hep bu ada takılırlardı. Uyuz oluyordum. Bu nedenle daha sonra “a” ve “o” ekledim. Böylece Gainsbourg oldu, öteki türlü Jinzburg, Jinzberg, aklına ne gelirse söyleniyordu. Bu durum beni incitiyordu, kendimi bir göçmen gibi hissediyordum. Üstelik bir de Yahudi.

Öteki çocuklar gaddarlık yapıyorlar mıydı?

Hayır, hayır. Çocukluğumdan beri yalnız bir tiptim. Kendi köşemde tek başıma oynardım. Benim tabiatım böyleydi, daha o zamandan yabani, insanlardan hoşlanmayan biriydim.

Daha o zamandan kadın düşmanlığı da var mıydı?

Yoo hayır! Deauville ya da Biarritz’de deniz kıyısında geçen çarpıcı bir ânı hatırlıyorum. Babam oralarda kumarhanelerde piyano çalıyordu. Ayrıcalıklı dönemimizdi: Kızkardeşlerimle beraber tıpkı zengin çocukları gibi plaja gidiyorduk. Küçük bir kız vardı, sekiz yaşlarında olmalıyım, onunla bakışıyorduk. Hayat boyu unutmayacağım. Müthiş bir saflık vardı.

İki kızkardeşinizle aranız nasıldı?

Onların kendi odaları vardı, bense yemek odasındaki açılır kapanır yatakta yatıyordum. Liliane’la çift yumurta ikiziydik, ama hiçbir ortak noktamız yoktu. Onlar kendi aralarında, bense yalnız. Biraz sadistçe davranıyordum, bebeklerinin gözlerini oyuyordum… Evdeki nakarat şuydu, babama sürekli “bir daha yapmayacağım, bir daha yapmayacağım” diyordum. Ertesi gün yine aynı sersemlikleri yapıyordum… (gülüyor) Ve küçük bir hırsızdım. 12-13 yaşlarında büyük mağazalardan oyuncak çalmaya başlamıştım. Kurşun askerler o devirde vardı hâlâ, çok güzel kurşun askerler araklıyordum ve okul çantamın içine tıkıştırıyordum. Bunları eve götüremiyordum, çünkü babam hemen “ben sana bu kadar para vermedim ki” diye başımda biterdi, onun için de, benim gibi başka yoksul arkadaşlara veriyordum. Sadece heyecan olsun diye yapıyordum. Ta ki enseleninceye kadar…

Babanızla ilişkiniz hep kötü mü oldu?..

Ergenlikten yetişkinliğe geçtiğimde onunla dostluk kurmayışım büyük hataydı. O çok ihtiyatlıydı, ben de öyle. Küçükken beni çok sarsan bir şey vardı. Hiç tereddüt etmeden kemerini kapar ve girişirdi. O zamanlar anlayamadığım, daha sonra, akşam yemeği esnasında çok sevecen olmasıydı. Özür diliyordu. Bense, o küçücük kuş beynimden şöyle geçiriyordum: “Ne hakla yaa, kötüyse kötü olarak kalsın. Şimdi gelip de niçin özür diliyor ki? Beni kandırıyor.” Oysa gösterdiği sevgiydi. Dayağı hak ediyordum. Hareketini çok iyi hatırlıyorum, içimden “Bu da ne? Kafkasyalılık mı?” diye geçirdim. (gülümsüyor) Fransız çocukları suratlarına sadece bir şamar yerken… Halbuki ne kadar altın kalpliydi, çok yumuşak, çok sevecendi. Ona hiç sitem etmiyorum. Beni resme, mimarlığa, piyanoya, büyük yazarları okumaya sevk eden hep o oldu, hayatımın her köşe taşında o var.

Lennon oğlunun okula gitmesini istemiyordu: “Sersemlerin emirleri altında çocuğumun saatlerce oturup durmak zorunda kalmasını istemiyorum.” Bir yerde haklıydı: Yavaş yavaş kişiliğimizi çekip çıkarıyor, yok edip eziyorlar…

Savaşı nasıl yaşadınız?

11 yaşındayken sarı yıldız takmaya başladım, küçük bir velet için bu oldukça zor bir şey. Daha o zamanlardan çok kibirliydim: Annemden yıldızımı parlatmasını isterdim. Bir süre sonra kötü muameleler başladı. Çekip gitmemiz gerekti, kızkardeşlerim bir dini okula, ben de taşrada laik bir okula gönderildim. Orada bir gün müdür beni yanına çağırdı: “Küçük Ginzburg, yavrucuğum, okulda Yahudi olup olmadığını kontrol etmek için yakında buraya milisler gelecek; onun için bu baltayı al ve git ormanda saklan. Eğer bir SS’e ya da bir milise rastlarsan, bir oduncunun çocuğu olduğunu söylersin.” Aradan zaman geçince insana sanki Perrault’nun masalları gibi geliyor, ama o anda çok ağırdı. Ormanda, kuşlarla… İki-üç gün ormanda kaldım, küçük çocuklar uğrayıp bana erzak getiriyorlardı. Sonra, “gittiler, artık gelebilirsin” dediler. O sıralarda babam serbest bölgeye geçmişti, çünkü Yahudilerin barlar­ da, kulüplerde çalışması yasaktı. Bir şekilde bana para gönderiyordu.

Bu ailenizden ilk ayrılışınız mıydı?

Ama zaten ergenlik çağına gelmiştim, sonra sonra anladım: Bizim kellemizle oynuyorlardı.

Çocukluğunuzda ya da daha sonra ergenlik çağında size hâkim olan hüzün duygusu, daha çok tarihsel olaylardan mı kaynaklanıyordu?

Babam siyasi olarak olup bitenlerden haberdar olmamı sağlıyordu. ‘36’da İspanya savaşı olmuştu, sonra Fransa İmparatorluğu’nun çöküşü, daha sonra Büyük Savaş, Hitlerizm… Acımasız, gaddar bir dünyada yaşadığımın bilincindeydim. Hemen masallara sığındım. Ve hayallerime… Sonra okulda derslerle beraber çocukluk allak bullak oluyor: “Şunu şunu yapacaksın, öyle değil, böyle yapacaksın…” Lennon oğlunun okula gitmesini istemiyordu: “Sersemlerin emirleri altında çocuğumun saatlerce oturup durmak zorunda kalmasını istemiyorum.” Bir yerde haklıydı: Yavaş yavaş kişiliğimizi çekip çıkarıyor, yok edip eziyorlar… 13 yaşındayken babam beni bir resim akademisine götürdü, burada eş zamanlı olarak klasik müziğe ve resme başladım. Liseden atıldıktan sonra Güzel Sanatlar’da mimarlığa geçtim. Bir sene sonra yüksek matematikten içim dönmüş bir halde resme geri döndüm.


Peki, ya aşkla nasıl tanıştınız?

Biraz geç, 17 yaşındayken Barbès’deki bir orospu aracılığıyla. Beş genç kadın kaldırımda turalayıp müşteri bekliyorlardı, ben heyecandan en berbatlarını seçmiştim. Kapı kapandığında heyecan içindeydim… Sonra bu işi çok iğrenç buldum, kendi kendime “Bekle, ben neyin içine gireceğim? İğrenç” diyordum. Bana “evlat, çok yeteneklisin” dedi… (gülüyor) Sonra, korkunç bir incinme. Tolstoy’un torunuyla ya da torununun kızıyla tanışmıştım: güzel, narin bir beyaz Ruskof. Onun kokusu üzerine fanteziler kuruyordum. İnsanın başını döndüren, kendine çeken çok ağır bir kokusu vardı, tutulmamış vaatlerin kokusu. Babam atölye olarak kullanmam için bana bir çatı katı odası vermişti. Bu el değmemiş kızı oraya götürüyorum, kamp yatağımın üzerine… Onun üstüne çıkıyorum, o korkuya kapılıyor. Ben de ona “tamam, pekâlâ, eğer korkuyorsan sana dokunmam, sen de yarın yine gelirsin” diyorum. Bir daha hiç gelmedi. İşte delice kadın düşmanlığı böyle başladı. O beni incitti, inek! Beni bırakıp gittiğinde müthiş bedbaht olmuştum. Onun ırzına geçebilirdim –hâlâ gözümün önüne geliyor, benim altımda, görüyorum onu, çırılçıplak. Umutsuzluğa kapılmıştım, pis orospu, bir daha dönmedi. Evinin önünde dikilip beklemekten ağaç oluyordum, bana küstahça bakıyordu. İlk yara. Demek ki kadın düşmanlığı ciddi ciddi şekilleniyordu. Yirmi yıl kadar sonra öcümü aldım. 1960 yılıydı, Cezayir savaşı vardı. İlk tutan şarkılarımdan “L’Eau à la bouche”u yapmıştım, ünlenmeye başlamıştım ve beni Cezayir’e davet etmişlerdi. Oradayken bana bir kartvizit getirdiler: “Olga Tolstoy ve bir isim daha –evlenmişti– sizi görmekten mutlu olacaktır.” Ve ev işleri ve çocuk doğurmaktan yıpranmış bu kızı tekrar gördüm. O istiyordu, ama ben artık istemiyordum.

Onun gitmesine izin vererek fazla mı kibar davranmıştınız?

Evet, ama hiçbir zaman hiç kimseye tecavüz etmedim. Olay beni yaralamıştı, çünkü ilk defa orospu olmayan birisiyle olacaktı, çünkü bir süreden beri fahişelerle düşüp kalkıyordum. Bazen beni kapı dışarı ediyorlardı, çünkü 20 yaşındayken 15 yaşında gibi duruyordum, bana “defol git, daha yaşın gelmemiş” diyorlardı… (gülümsüyor) Sonra, bendeki kadın düşmanlığına bir parça daha katkıda bulunan mükemmel bir küçük orospu hâlâ gözümün önünde, iş üstündeyken ciklet çiğniyor. Yani mutlak kayıtsızlık. Bu beni yaraladı…

Onun üstüne çıkıyorum, o korkuya kapılıyor. Ben de ona “tamam, pekâlâ, eğer korkuyorsan sana dokunmam, sen de yarın yine gelirsin” diyorum. Bir daha hiç gelmedi. İşte delice kadın düşmanlığı böyle başladı.

Kadın düşmanlığı derin, güçlü bir duygu muydu, gelip geçici bir şey miydi?

En başlarda, çekingen romantizm zamanlarında bile latent olarak vardı, sonraları benim kaderimdi, kaçınılmazdı, alnıma yazılmıştı… Kezzapla yazılmıştı.

Okulda hiç arkadaşınız olmadığını söylüyordunuz. Peki hiç kadın dostlarınız olmadı mı?

Hayır, asla, erkeklerle kadınlar arasında dostluk ilişkisi düşünülemeyecek denli imkânsızdır. Çünkü her zaman gizli gizli hayvani arzu, zevkin baş döndürücülüğü vardır.

Dostluk duygusunun eksikliğini hissediyor muydunuz?

Hayır, kesinlikle, hayır.


Pek çok kişi için önemli bir güvenlik duygusudur.

Hayır, benim için güvenlik, yalnızlıktı. Ne rahatlık, ne huzur peşindeydim. Bu acımasız dünyanın dışındaydım.

Evden ayrıldıktan sonra ailenizle ilişkileriniz nasıl sürdü?

Benim meşhur olmam nedeniyle bir kopuş oldu. İlk kırılma, ‘48’de askere gitmemle oldu. İşte orada arkadaşlarım oldu, fırıncı çocukları, meyhaneci çocukları… Sudan başka bir şey içmeyen ben, birden birinci sınıf alkolik oluvermiştim. Ordudan döner dönmez küçük bir odada bohem takılmaya
başladım. Bana takılan şu ufak Rus kızla yaşıyordum.

Adı neydi?..

Elisabeth. Ama bu içli dışlılık, hep hep aynı karıyla olmak hoşuma gitmiyordu. Elisabeth, Georges Hugnet adında inanılmaz erotik dokümanlara sahip, olağanüstü bir koleksiyoncu olan bir gerçeküstücünün sekreteriydi. Bu kız Hugnet’nin arkadaşı olan Dali’nin evinin anahtarlarını arakladı ve böylece Dali’nin evine girebildim. Olağanüstü, müthiş, fantastik bir şeydi. Onun yatağında üç gün geçirdim. Bundan hiçbir zaman haberi olmadı. Daha sonra onu görmüştüm, ama ona söyledim mi hatırlamıyorum… Yerlerde çerçevelenmemiş Miró’lar, Rouault’lar, Dali’nin pornoları, Picasso’lar vardı, rüya gibiydi. Her şey simsiyahtı –bunun için benim evimde de her şey siyah. Ölçüsüz bir lüks vardı. İnanılmaz, devasa… Salonun döşemesi siyah astraganla kaplıydı. Bu lüks, şatafat hazzı beni ömür boyu etkiledi. Banyo Romalılarınki gibiydi, çarşaflı, yani küveti yıkamıyorlar, çarşafı değiştiriyorlar. Ve Dali’nin karısı Gala’ya ait yüzlerce küçük küçük parfüm şişesi… Hayat boyu çıkmamacasına bana kazındı bu lüks. Sıcak demirle dağlanmış gibi. Benim evim de o kadar güzel. Ben de onunki gibi üç metreye üç metre kare bir yatak yaptırdım.


Dali’nin yatağında üç gün geçirdim. Bundan hiçbir zaman haberi olmadı. Yerlerde çerçevelenmemiş Miró’lar, Rouault’lar, Dali’nin pornoları, Picasso’lar vardı, rüya gibiydi. Her şey simsiyahtı. Ölçüsüz bir lüks vardı. Bu şatafat hazzı beni ömür boyu etkiledi.

Resimden müziğe nasıl geçtiniz?

Babam resme devam etmemi istiyordu. Yalnız, bir gün bana şöyle dedi: “Bütün bunlar iyi hoş da, artık hayatını kazanman lâzım.” Çok iyi bir ritm duygum vardı. Babam bana dans salonlarında, balolarda iş ayarlıyordu. Foxtrot, tango, pasodoble, rumba, caz çalabiliyor olmak çok işime yaradı. Bar piyanisti olarak başımın çaresine baktım. Resme gelince… Bu belki resimden uzaklaşmam için bir bahane ama, geceleri orada burada çalıp ideal ışığı yakalamak için sabahın 6’sında atölyede olmak imkânsızdı, dolayısıyla sorun vardı… Belki üstüne gidebilirdim. Resimde oldukça yetenekliydim, çok önemli bir kariyer yapabileceğimi söylüyordu herkes, ben inanmıyordum. Tuallerimi tahrip ediyor, ortadan kaldırıyordum, şimdi elimde hiçbir şey yok.

Hiçbir zaman inanmadınız mı?

Klasikten empresyonizme geçtim, empresyonizmden kübizme, kübizmden fovizme, fovizmden sürrealizme, sürrealizmden dadaizme, ve sonunda kayboldum, yolumu bulamadım… Raphael şöyle demiş: “Anlamak, erişmektir.” Şimdi Raphael’in ağzında güzel duruyor da, benimkinde değil…

Sonuçta resmi terk etmeniz size mantıklı mı geliyor, yoksa tabiatınıza aykırı mı oldu?

Dali olamadığım için üzüntü ve esef duyuyorum. Ya da Klee, Max Ernst… Üzüntüm gerçeküstücü ve Dadaist dönemleri yaşayamamış olmak, çok geç kalmıştım. O zaman daha ileri gitmek için adının Francis Bacon olması lâzımdı, o kadar, başka kimse yoktu. Diğerleri üçkâğıtçı… 

Çıtayı fazla yükseğe koyduğunuzdan mı bırakmayı tercih ettiniz?

Evet, doğru. Kendimden şüphe ediyordum. Oysa müziğe başlar başlamaz, hemen yürüdü, kendi stilimi buldum, sezgisel olarak. Belki de okumalarımın etkisi olmuştur. Edgar Poe, Huysmans, Sartre, Bulantı beni çarpmıştı, Daniel Defoe’nun Veba Senesi Günlüğü, Flaubert… Sonra dilin güzelliği.

Peki duygusal hayatınız nasıl gidiyordu?

Birkaç sene o kızla öyle beraber yaşadım. Sonra yürümedi… Dış görünüşüm oldukça sevimsizdi.

Bunu bir kusur olarak mı görüyordunuz?

Hep öyle bulmuşumdur… Sonunda, artık yakamı bıraktı, artık olgun bir çağdayım. Neyse, suratım harap olmuş adam suratı, fena halde harap olmuş… Aşırılıklar ve hayat tarafından harap olmuş. O Rus genç kızdan sonra, kendinden geçmiş bir poligami dönemim oldu. Bir bar piyanisti olarak, o sahip olduğum tuşeyle çok kalburüstü barlarda, mesela Toujuet’de çalıyordum. Çok gururluydum… Bir gün Toujuet’de herifin teki bana 1 frank verdi. Ben bütün kibirimle kalktım ve adama “beyefendi, ben müzik kutusu değilim” dedim… (gülüyor) Savaştan ve askerlikten sonraydı. İngiltere’de kumarhaneler yasak olduğu için İngilizler uçaklarla Toujuet’nin kumarhanesine, Foret’nin kulübüne geliyorlardı ve dinliyorlardı… Hepsi smokinli para babaları, güzel kadınlar… Dört saat boyunca aralıksız çalamadığım için, arada ben dinlenirken müzik koyuyorlardı. O zaman, gerçek müşteri olarak bara gitmeyi kendime iş edinmiştim, içtiğim skoçların parasını ödemek için patronun bana verdiği iki bin frankı ona geri veriyordum… Bir gün bir kız geldi, müthiş bir güzelliği vardı, yüce, soylu bir güzellik. Bana bakıyordu, “My Funny Valentine”ı çok güzel çalıyordum. Akşam tekrar geldi, o kadar güzeldi ki, salonda sessizlik olmuştu. Metrdotele “bu genç kadına ne çalmamı isterdi diye sorun” dedim. Bir not gönderdi: “My Funny Valentine”… Yüksek bir kadın… Sonra yerinden kalktı, piyanoya doğru geldi, durdu ve gözlerimin içine baktı. Ona baktım –benim olmuştu. Kendi kendime içimden, “yanında erkeği olmadan geldi, küçük piyanistle düzüşmek istiyor” diyordum. Gözlerimi klavyeme indirdim, o sanki orada değilmiş gibi çaldım. Bir an sonra, bir baktım gitmiş. Bu hayatım boyunca bir pişmanlık olarak kaldı, kibir sarsıntısı… Ama o kızın güzelliği… Onun yanında ben, bir çamur yığınıydım… Güzelliği bir kadının gözlerinin içine baktığında zekâda bulabilirsin. Karşımdakinin ruhunun derinliklerine kadar işleyen çok keskin bakışlarım vardır benim… Zekâ güzellik verebilir. Eğer kadın hem çirkin, hem aptalsa, bana göre değil.

Boris Vian’la beraber çalışabilir ve ilginç şeyler yapabilirdik. Öldüğünü ilk ben öğrendim. “Bu Amerikalılar!?” demiş ve başı geriye düşmüş. Boris biraz benim gibiydi.

Boris Vian’la karşılaşmanız resmi bırakma kararınızda nihai noktayı koymuş…

Kendime şöyle demiştim: Eğer otuz yaşına geldiğimde resimde hâlâ tarzımı bulamamış olursam, bırakacağım. Ve bıraktım. O zamanlar, Milord adında bir entel kabarede piyanisttim. Şanson denen şeye burun kıvırıyordum, çünkü saf cazın yanında bunu grotesk buluyordum. Sonra Vian geldi. Ondan ağzımın payını aldım. Solgun bir suratla, ultra-modern müziklerin üstüne şaşırtıcı sözler söylüyordu. Albümü çok dikkat çekiciydi. Kekre sesiyle, alaycılığıyla, orkestrasyonuyla, modernliğiyle… Ve kendi şarkılarımı yazmaya başladım. Vian gibi solgundum, sonsuza doğru giden bakışlarım vardı. “Aman ne kadar çirkin, kim bu herif” diyordu burjuvalar, entel burjuvalar… Gerçi entellik burjuvalıkla bağdaşır mı, bilmiyorum. Oldukça entelektüel bir kabareydi. Başlamamdan sekiz gün sonra Yves Montand geldi. O zamanlar büyük stardı. Ona şöyle demişler herhalde: “Yepyeni, ultra-modern, kendine has tarzı olan bir delikanlı var, Gainsbourg, git bir dinle.” Oturdu, dinledi. Beni yanına çağırdı. Simone Signoret’yle beraberdi. Masalarına gittim ve Montand bana sordu: “Ne istiyorsun?” Ve ben sersem gibi, kötülükten değil, hakikaten gerçek bir alık gibi, “ben her şeyi istiyorum” dedim… (gülüyor) Bana özel telefon numarasını verdi, “ara beni evlat, beraber çalışalım” dedi ve sonra böyle bir şey olmadı. Ve kesinlikle bu bir anlamda “good luck”, çünkü Montand’ın gölgesinde kalırdım… Vian beni aradı, onun evine gittim. Cole Porter’ın bir kitabını açıp gösterdi. Bana “siz Cole Porter’ın tekniğine sahipsiniz” dedi. Ordan ayrıldığımda ağzım kulaklarımdaydı… Çok daha sonraları, bir gün Piaf’la da karşılaştım… Raymond Devos’nun doğumgünüydü. Piyanoyu başkası kapmıştı, ben de gitar tıngırdatıyordum. Daha sonra bana anlattılar, Edith Piaf şöyle demiş: “Kim bu çocuk?” “Gainsbourg.” “Onun hakkında bütün söylenenler ne kadar kötü niyetliymiş, hiçbiri doğru değil, çok güzel gözleri var, çok kibar bir oğlan, onu görmek istiyorum, beni ona götür.” Elimi sıktı, elleri romatizmadan yıpranmıştı… Onun Suchet bulvarındaki evine gittim. Daire bomboştu. Mobilyalardan nefret ederdi. “Benim için şarkı yazın” dedi. Birkaç gün sonra da öldü. İşin ilginç yanı, Jane de aynı binada oturuyordu, pekâlâ karşılaşabilirmişiz. O zamanlar o gepgenç bir kızdı. O devirde İngiliz yüksek sosyetesinden insanlar, genç kızlarını buradaki varlıklı hanımların yanına dikiş, dantel, Fransızca öğrenmeleri için yollarlardı. Rastlaşabilirmişiz.


İlk plağınız Du chant à la une çıktığında ruh haliniz nasıldı?

Dosdoğru atılmıştım, inancım tamdı. Parçaları birkaç günde yazdım. Önce başlığı ararım. Başlığı buldum mu, gerisi tamam demektir. Benim hakkımda ilk yazı yazan Vian oldu. Bir baktım, gazetede kendi adım, gayrı ihtiyari bir silgi alıp silmek geçiyor insanın içinden ve onun asla silinemez olduğunu görüyorsun… Matbaa mürekkebi silinmiyor. Dolayısıyla, ben de bir yerlerde silinmezim. (gülüyor) Vian öte dünyayı boylamazdan kısa bir süre önceydi. Beraber çalışabilir ve ilginç şeyler yapabilirdik. Öldüğünü ilk ben öğrendim, çünkü o zamanki sevgilim eskiden onun sevgilisiydi. “Bu Amerikalılar!?” demiş ve başı geriye düşmüş. Boris biraz benim gibiydi.

Onun “Je bois” (İçiyorum) şarkısına siz de bir karşılık verdiniz…

Evet, ama artık o buralarda değildi. Onun “Je bois”sı soylu bir şarkıydı, “suratımı görmemek için…”, benimkinden daha umutsuzdu…

Sesinizden hoşlanmıyordunuz sanırım…

Hırıltılı, çatlak, nikotinin tahrip ettiği sesimi seviyorum. O zamanlar çok fazla güçlü ve temizdi. Şimdi artık sesim kişiliğini buldu. Joe Cocker gibi. Onun sesi madenlerde harap olmuş, benimki aşırı nikotin ve katrandan.

İmajınızı önemsiyor muydunuz?

Hayır, önceden tasarlanmış bir şey yoktu. Kendiliğinden fışkırıyordu, içgüdüsel olarak. Saldırgan olmak istiyordum, çünkü fiziki görünüş olarak kusurluydum. Babam hareketlerimi anlamıyordu, bana sorup duruyordu: “Niçin kadınlara bu kadar saldırıyorsun?” Ona “ben Sinatra değilim, suratımı görmüyor musun?” diyordum. Babam çok yakışıklıydı… O zamanlar, bir gün Jacques Brel bana şöyle demişti: “Bir ‘crooner’ olduğunu fark etmediğin sürece başarılı olamazsın.” “Ben mi ‘crooner’ olacakmışım? Sen benim suratımı görmedin mi?” Aslında nihai olarak doğruyu görmüştü, çünkü “L’Eau à la bouche”, “Je t’aime… moi non plus”, “Je suis venu te dire que je m’en vais”, hepsi crooner şarkılar… Neyse, “crooner destroy”, ama yine de “crooner”.

O dönemlerde, ilk intiba olarak Vian’ı andırdığınız söyleniyor: kibirli ve oldukça az sevimli.

Az sevimli, hayır, ama kibirli. Mesafelilikten ve özsavunma duygusuyla kibirli davranıyordum. Bu savunmaydı, çünkü saldırıdan korkuyordum, onun için ilk önce ben saldırıyordum. Sözlerimle, hareketlerimle… İnsanlar bu kibiri hor görme, küçümseme olarak gördüler.

Jacques Brel bana şöyle demişti: “Bir ‘crooner’ olduğunu fark etmediğin sürece başarılı olamazsın.” “Ben mi ‘crooner’ olacakmışım? Sen benim suratımı görmedin mi?” Aslında nihai olarak doğruyu görmüştü. “Crooner destroy”, ama yine de “crooner”.

Daha ilk şarkılarınızda kadınların baştan çıkarılması saldırganlıktan geçiyor. Ancak kendi özel hayatınızda bu şiddet yok gibi…

Soyuttu. Şarkılarda açığa çıkması gerekiyordu. Bende, içimde potansiyel olarak bu şiddet var, onun dışarı çıkması gerekiyordu.


Cazibenizin saldırganlıktan geldiğini mi hissediyordunuz? Kadınlar bundan hoşlanıyor muydu?

Evet.

Hiç olumlu ya da iyimser sözler yazmayı denediğiniz oldu mu?

Asla. İyilik, rahatlık hakkında söyleyebileceğim tek kelime yok. Hedeflerim arasında mutlu olmak yoktu, hiç ilgimi çekmiyordu. Bazı kadınlarla mutlu olduğum anlar oluyordu ama, bunlar bana aitti, hayatımı anlatmıyordum. Taşkınlıklarımı, savrulmalarımı, çalkantılı anlarımı anlatıyordum, sakin, huzurlu anlarımı değil… Mutluluk fikri bir arayış değildir. Aramıyorum, ama buluyorum.

1960, “L’Eau à la bouche” ve müzikteki ilk dönüm noktası. Bundan sonra, şarkılarınız her ne kadar iğneleyiciliğini, ısırganlığını, alaycılığını korusa da, sanki biraz daha aydınlanmış gibi…

Evet, çünkü epey uğursuz ve kötücül şarkı olmuştu zaten. Belki de özel hayatımla da bazı bağlantılar vardır, terk edilmeler… ya da dramatik beraberlikler. “L’Eau à la bouche” zamanından bir yüz gelmiyor gözümün önüne… 1960… Ah, evet, poligami, o nedenle hiç yüz yok.


 

Sahiden kadın düşmanı olduğunuza inanmak zor.

Öyleydim, geleceği görüyordum demek ki. Kırılmaları, kopuşları, yaralanmaları, terk edilmeleri öngörmüşüm… Dolayısıyla müthiş karamsardım.

Her ne kadar düş kırıklıkları yaşamış olsanız da o zamana kadar kadınlar tarafından aslında şımartılmıştınız… Şarkılarınızda niçin bu kadar serttiniz?

Nelerin yaşanacağının öngörüsüyle, biraz da oyun olsun diye, muziplikten, edepsizlikten, sinizm olsun diye…


Kibirli bir kadın düşmanlığı yapıyordunuz, “Indifférente” gibi bir şarkı çok sert mesela: “Senin gözlerinde kendi gözlerimi görüyorum, şanslısın, böylece bir zekâ parıltısı kazanıyorsun.” İnsan böyle bir şeyi şarkının dışında söyleyebilir mi?

Hayır, benim tarzım değil. Hareketlerimle anlatıyordum derdimi, doğrudan ve ustaca. Dosdoğru, tam suratın ortasına. (gülümsüyor) Oldukça hoyrattım.

“L’Eau à la bouche’dan sonra ne vardı?.. Ah, evet, Confidentiel… Müzikal açıdan oldukça şaşırtıcı, çok yalın: bas, gitar ve vokal.

Birkaç ilginç parça var, plak kapağı güzel. İlk şarkılarımdan beri, bir 33’lük plak alırım, Amerikan karton kapaklı, mümkünse caz plağı, Blue Note. Bunu dizlerimin üzerine koyardım, bir de kâğıt, beste yapardım. Dizimin üstüne bir plak koyup yazma alışkanlığını hep korudum.

O zamanlar başarınız artık tescilli miydi?

Evet, lanetli yazar. Mangıra çok daha sonraları elim değdi, ünlüydüm, ama çok satmıyordum.

Bu lanetli şair imajı hoşunuza gidiyor muydu?

Evet, iyi geliyordu. Ben marjdaydım… Hiçbir zaman bu küçük sersemlerle, huysuz, kötü, kindar heriflerle abuk sabuk yerlerde takılmadım, hep kendime güvendim.

Alkol bana cesaret, gözüpeklik veriyordu, çünkü çok çekingendim. Kahramanlık yapmam için alkollü olmam gerekiyordu.

Çok satamamak canınızı sıkıyor muydu?

Kesinlikle hayır. Çünkü eninde sonunda tutacağını biliyordum. Üçüncü plak L’Étonnant Serge Gainsbourg da iyi iş yapmadı. Kapaktaki damga beni şok etmişti. Ne olursa olsun, mutlaka satmak istiyorlardı, “dans için uygun” ibaresi vardı, korkunçtu. Bu beni çok incitti… İyi şarkılar vardı sanıyorum… “Hiçbir şeyi düşünmek, hiçbir şey düşünmemekten iyidir, hiç zaten çoktur…”

O dönemde biraz daha sosyalleşmiş miydiniz?

Hayır, ama kulüplere gidiyordum… Zom olunca, aşırı alkollüyken sosyalleşebiliyorsun. Benim hoşuma giden iki kişi olmak, etrafta da kalabalık olsun. Temas olmasın, ama etrafımda sersemler, gürültü patırtı olsun. Diğerleri hep belli belirsiz oluyordu, artık zom olup başka boyuta geçtiğim için.

Alkolü hiç tehlike olarak ya da tehdit olarak görmediniz mi?

Hayır. Bağımlıydım. Ama uyuşturuculara elimi sürmüyordum, hiç uyuşturucu kullanmadım. Ne sert ne hafif, hayır.

Daha az alkol almaya çalıştığınız oldu mu hiç?

Hayır, bana cesaret, gözüpeklik veriyordu, çünkü çok çekingendim. Kahramanlık yapmam için alkollü olmam gerekiyordu.

Böylece dördüncü plak lntoxicated Man’e geliyoruz. Burada alkolizm özel hayatınızla sınırlı kalmaktan çıkıyor, alkolikliğinizi bayrak yapıyor, vitrine koyuyorsunuz…

Evet, kendimi keşfediyorum, maskeyi çıkarıyorum. Kendiminkini koruyarak. Onu da çıkarmaya çalıştım, yapamıyorum artık… (gülümsüyor)

Tipinizi dert etmemeye ne zaman başladınız?

İngiliz rock’çular gelip de “destroy” kapaklar yapmaya başladığında, artık pis suratlı olmamaya başladım. Artık çirkin suratlı değildim, bir suratım vardı ve bu avantajdı. Olağanüstüydü. Cochran, Buddy Holly, Elvis, Screamin’ Jay Hawkins’e hep bir takıntım vardı. Beatles ve Stones da aynı şekilde, onlarda aynı şeyi buluyordum.

Anglo-sakson furyası sizi biraz hırpaladı değil mi?

Eh evet, zor oldu, o devirde durumum tehlikeye girmişti… Sonra kelleler düştü ve ben buradayım… (gülümsüyor) Daha sonra şarkı söylettiğim güzeller resmigeçidi geliyor. Pezevenk olmuştum. Onları sokağa salıyor, ben de yazarlık haklarını alıyordum. Şimdi daha ziyade jigololuğa yakınım, uç noktalar gelip birbirini buluyor.


”La Javanaise”i Juliette Greco’ya verdiniz.

Saldırgan bir fiziği vardı. Sonra seyirciye öpücükler göndermeye başladığı gün işi bitti. Neyse, bu benim yorumum. Önceleri, büyük yazarların müthiş sözlerini bir kötülük tanrıçası gibi söylüyordu. Ona “La Javanaise”i verdim, ama kalan “La Javanaise” benimki.


‘68 Mayıs’ının öncesiydi, Jane’i etkilemek için Hilton’a götürdüm. Hilton’da korkunç bir pot kırdılar: “Her zamanki gibi 315 numara mı, Mösyö Gainsbourg?”

Niçin kalan sizinki?

Çünkü ben hâlâ kalıyorum da ondan… (gülümsüyor) Böyle söylemek gaddarca ama, ben hep buradayım, hep burada.


Yine ‘63’te Bardot şarkı söylemeye başlıyor. O zaman mı ona ilk şarkılarını yazdınız?

“Bubble-gum”, “Je me donne à qui me plait”… Müthiş güzeldi, tam bir afetti! Ben prenses Galitzine’le beraberdim, Bardot’nun güzelliği onu korkutmuştu. Prenses Galitzine’le galiba ‘64’te evlendim. Bir yıl sürdü. Üç-dört yıldır onunla yaşıyordum, ama evlenir evlenmez bitti. Korkunç kıskançlaştı…


Kıskanç olmak için nedenleri yok muydu?

Vardı tabii. Been… poligamdım. Evlendirme dairesinden dönüşte, eski bir fıstık telefon etti. Kötü bir şey yapmamıştım. Ama o kızgınlıktan köpürdü, işte o zaman sanki bileğime kelepçe takılmış gibi hissettim. Bunun bir kâbusa dönüşeceğini hemen anlamıştım. Bir sene sonra da bitti. “Hadi eyvallah” dedim. Avukatsız boşandım, ama tam bir beyefendi gibi davrandım: Mahkeme masraflarını üstlenmemin dışında, ona bir daire, süper lüks bir araba aldım. Ona bir çocuk yaptım ve hâlâ inanılmaz bir nafaka ödüyorum. Çocuğumu görmeye hakkım yoktu.


Hiç yakınlaşma olmadı mı?

Denedim. Bir kere, onu Maxim’s’e götürdüm. İlk defa annesi onu benimle bırakmıştı. Niçin olduğunu biliyorum. Jane’le ayrıldığımız zamandı. Jane’i kaybetmiştim ve prenses “belki de…” diye düşündü. Benim açımdan söz konusu değildi… Natacha çok güzel bir genç kız olmuştu. Dünyada kravat taktığım tek yer olan Maxim’s’deydik. Bana “baba, bir kadın var, durmadan sana bakıyor” dedi. Arkama döndüm, 15 metre kadar ötede, bir afet oturuyordu… (gülüyor) Hiper şık, zengin, yüksek sosyete, müthiş bir kadın, yanında burnunun ucunu göremeyen kör kocası ve kadidi çıkmış ihtiyar anne-baba. O büyülenmiş gibi bana bakıyordu. Benimle aynı anda masadan kalktılar. Maxim’s’de bir koridor vardır… Kocası, anne-babasıyla beraber arabasını almaya gitmişti, o orada yalnızdı. Gözlerinin içine baktım ve “telefon numaranızı almak isterdim” dedim. Hüzünlü bir şekilde bana şu cümleyi söyledi, Raubert’in şu cümlesini: “Yapamam, ben evliyim.”

France Gall gibi kızlara “Laisse tomber les filles” (Kızları boşver) gibi aşka inanmayan şarkılar yazdığınız bir zamanda evlendiniz.

Bunun benim düşüncelerimle alâkası yok. O istediği için evlenmiştim.

Aşka inanmış mıydınız?

Hiçbir zaman aşka inanmadım… Ya da zaman zaman… Aşka inandığım bazı beraberliklerim oldu, ama daha önce de gayet güzel söylediğim gibi, tensel aşkın çıkışı yok. İnsan gidiyor, geliyor. (“Je t’aime… moi non plus”nün sözlerine gönderme yapıyor)

‘68 Mayıs’ının öncesiydi, Jane’i etkilemek için Hilton’a götürdüm. Hilton’da korkunç bir pot kırdılar: “Her zamanki gibi 315 numara mı, Mösyö Gainsbourg?”

Profesyonel olarak kitlesel bir başarı bekliyor muydunuz?

Çok satmasam da, plak şirketim bir potansiyel olduğu düşüncesiyle benden vazgeçmiyordu. Sonra ‘65 yılında, pat, Eurovision, France Gall’ın yorumuyla “Poupée de cire, poupée de son”. O zaman, lanetli yazardan, dönemin bütün büyük starlarının rağbet ettiği besteci haline geçtim, müthiş dolgun telif ücretleri almaya başladım.


Bu başarı sizi rahatlattı mı?

Kendimle çok gurur duyuyordum… France Gall, lolita olmak için fazla donuktu. Bir lolitanın ateşlemeyi bilmesi lâzım. Beni kesinlikle ateşlemiyordu. (gülüyor) Bende benzin vardı, ama onda çakmak yoktu.

Eurovision’la beraber şöyle mi dediniz: “Tamam işte, Gainsbourg’un gerçek değeri artık görülüyor…”

Hayır, gerçek değeri değil, çünkü bunlar oportünist şarkılardı. Başkaları için yazdığım bütün şarkılar, sadece para için yazılmıştı.

Peki niçin gurur duyuyordunuz? Oportünist olmayı becermekle mi?

Evet, hem sonra kızlar da oldukça güzeldi, Valérie Lagrange, Mireille Darc…

Bu oportünistin başarısı, lanetli şairle bağdaşıyor muydu?

Kişisel yazılarımı etkilemedi. Kendim için hiç saçma şeyler yapmadım, onları hep başkalarına kakaladım.

Bir sonraki müzikal dönemeç ‘66’nın sonlarında, “Qui est ‘in’, qui est ‘out’” ve “Doctor Jekyll et Mr Hyde”.


Fransızca sound’undan sıkılmıştım ve kendimi İngiltere’ye attım, aranjörlerimi değiştirerek, ama hep aynı müzisyenlerle çalışarak, orada birkaç yıl kaldım. 

Brigitte Bardot için beste yapmaya nasıl başladınız?

‘67 senesinin yılbaşı şovu için, Sacha Distel’le söylemek üzere benden bir şarkı istedi. Sonra, bir başkası, derken bir başkası, nerdeyse bütün şovun şarkılarını yazdım… Bu şov esnasında kâh o benim hayatıma burnunu soktu, kâh ben onun. Beni büyülemişti. Bir çelik tel kopmuştu. Kesin kopuş. Tıpkı bir gitar telinin kopuşu gibi; çok tehlikeli: Bende bıçak yarası gibi iz bıraktı. Çok hızlı ve çok kısa oldu. Üç ay sürdü, daha fazla değil.

Bundan kısa bir süre sonra, Slogan filminin çekimlerinde Jane’le tanıştınız, değil mi?

Bir anda yıldırım çarpmış gibi aşık olmadım. Hatta ona saldırgan bile davrandım, “Fransızca da konuşamadığınıza göre niçin bu rolü üstleniyorsunuz?” ‘68 Mayıs’ının öncesiydi, onu etkilemek için Hilton’a götürdüm, çünkü fena sayılmazdı. Hilton’da korkunç bir pot kırdılar: “Her zamanki gibi 315 numara mı, Mösyö Gainsbourg?” (gülüyor) O kadar sarhoştum ki, ona dokunmadım bile. Hiçbir şey geçmedi aramızda. Aslında dans etmeyi bilmeyerek onu tavlamıştım. Bu onu çok etkilemiş. Çok sakardım. Sonra sette, çekimler sırasında, “bu kız benim, tamam, hoop” dedim. Aşağı yukarı aynı zamanda, Brigitte “Je t’aime… moi non plus”nün kayıtlarının piyasaya çıkmasını reddetti… Demo bir kasaya konmuştu. Parçayı Jane’e dinlettim: “Do you want to do that with me in London?” “Yes!” Bu arada ikimizin arasında olan olmuştu.

Jane’in anlattığına göre, ilk karşılaşmanızda ona fazla kibirli, küstahça davranmışsınız, onu aşağılayan bir üstünlük taslamışınız.

Doğru. Ama benim Fransa’daki şöhretimden haberdar değildi. “Je t’aime… moi non plus”den önce İngiltere’de hiç tanınmıyordum. Üstünlük yok, hayır. Gevşek, ilgisiz davranmışımdır.

‘68 Mayıs’ında ne yapıyordunuz?

Hilton’da bir süitim vardı, oradan veletlerin bang-bang’larını işitiyordum. Silahlı olmadıklarına göre, işleri bitik diye düşünüyordum –eğer silah sadece bir tarafın elinde varsa, devrim olamaz. Hilton’da kalıyordum, çünkü kısa bir süre önce satın aldığım Verneuil sokağındaki evde tadilat vardı.

Hırıltılı, çatlak, nikotinin tahrip ettiği sesimi seviyorum. Artık sesim kişiliğini buldu. Joe Cocker gibi. Onun sesi madenlerde harap olmuş, benimki aşırı nikotin ve katrandan.

Kendinizi olaylarla ilgili hissediyor muydunuz?

Eee, evet… Ama Hilton’da, biraz tuhaf, ılık sularda… Gönlüm onlarlaydı, ama ne yapsaydım ki? O zaman de Gaulle vardı, değil mi? Bu olaylara ayak direyemedi, onu indirdiler sonuçta. Demek ki, bir anlamda olumlu olmuş… Ben klimalı bir ortamda, laboratuar tüpünden izliyordum olayları.

Kısa bir süre sonra, Jane Birkin versiyonlu “Je t’aime… moi non plus” çıktı.

Bütün dünyada müthiş patlama yapan ilk erotik şarkıydı. Benim reggae albümlerimin kapaklarını yapan Lord Snofdon bana olağanüstü bir hikâye anlatmıştı. Okyanusya’da, uzak adalarda prenses Margaret’a refakat ediyordu. Adadaki yerli orkestrası iki parça biliyormuş: İngiliz milli marşı “God Save The Queen” ve “Je t’aime… moi non plus”. Öyle olunca da insanlar bir kalkıyormuş, bir oturuyormuş, bir kalkıyormuş, bir oturuyormuş…

Jane film çekimlerine devam etti, o sıralarda Alain Delon’la La Piscine’de oynadı… Delon’dan ödüm kopuyordu. “Bu temiz yüzlü, güzel suratlı herif, benim küçük İngilizimi araklayacak” diyordum. O nedenle Saint-Tropez’ye gittim. Ben çok çekingen bir adam olduğum için otelde odaya kapandım.

Bu çekingenlik “Je t’aime… moi non plus “nün başarısından sonra kırılmadı mı?

Tabii. Ama havuzun etrafında karşılaşmak istemediğim bir sürü züppe herif vardı. Jane’in dönmesini bekliyordum, o gelinceye kadar odanın içinde kafesin içindeki hayvanlar gibi dört dönüyordum. O geldiğinde, dışarı çıkıyordum tabii, güzel çiçeğimi gösteriyordum herkese. Bir gün, Delon’a nispet olsun diye, Jane’i almak için sete limuzinle gittim. Hani şu Arap şeyhlerinin beğendiği türden kocaman bir şey. Delon, hasta gibi bizim peşimizden gelirken küçücük Range Rover’ıyla slalom yaptı, hiddetten köpürüyordu. 


Gainsbourg – Jane ikilisi müzikal ve sinematografik bir ikili olduğu kadar, medyatikti de. Bu şekilde sergilenmekten, vitrinde olmaktan zevk alıyor muydunuz?

Evet, çünkü mükemmel bir çiçeğim vardı, ince, nazik, narin… Onu kendime saklıyordum, ama hep şöyle diyordum: “Bir oyuncunun elverişli olduğunu hissettirmesi lâzım, aksi halde söner gider. Dolayısıyla, herifleri ateşlemen lâzım.” Ama dikkat. El sürmek yok. İtalyanların dediği gibi: “Guardare ma non toccare”. Bakmak serbest, ama dokunmak yok… (gülüyor)

Jane onu bu şekilde yem olarak kullandığınız için size hiç sitem etmedi mi? Onu limon gibi sıktığınız için…

Limon gibi sıkmak doğru bir deyiş değil, çünkü onunla aramızda asitli bir şey yoktu. Hayır, biz bir çifttik. İki elin oynattığı kuklalar değildik. Tek bir el vardı, benimki. Benim aşırı içki içmeme de katlanıyordu, yıkılana kadar içiyordum.

Sıkıntı duyuyor muydu?

Evet, çünkü saldırgan, kaba, hoyrat oluyordum. Dosdoğru girişiyordum yani. Proust’un sorularında, “hangi hataya en bağışlayıcı davranırsınız?” sorusuna, “ben fiziksel vurmalara, darbelere” cevabını vermiştim. Ona karşı çok katıydım. Şiddet dolu bir aşktı.

‘71’de, ilk konsept albümünüz Histoire de Melody Nelson çıktı. Bu fikir nereden doğdu?

Üç dakikada bir hikâye anlatamam diye düşündüm. Bir albüm üzerine kahraman olarak bir lolitayı almayı ve onunla ilişkimi anlatmayı seçtim. İsim, Jane’in babası için aldığım Amiral Nelson’un bir mektubundan geliyor.

“Oportünist” başarınızdan sonra, Melody Nelson’un da başarı kazanması sizi tatmin etmiş olmalı: iki cephede de takdir ediliyordunuz…

Evet, iş ciddileşiyordu. Şiirle burun buruna geliyorum. Rimbaud’ya yaklaşıyorum.

Hastanede yatarken Jane’den habire bana deodorant getirmesini istiyordum. Hemşireler de “oooh, burası mis gibi kokuyor” diyorlardı. Hiç durmadan sigara içiyordum.

Melody Nelson aynı zamanda lanetli şairin büyük ölçüde tanınması, kabul görmesi anlamına da geliyordu.

Evet, evet, kendimi iyi hissediyordum. Melody Nelson’la birlikte yükselişe geçen bir etap başladı. “Je t’aime… moi non plus” poker vurgunu gibi bir şeydi… Ama bu albümle kendimi kendim gibi hissediyordum.

Plağın içindeki fotoğrafa bakılırsa, görüntü olarak da bir değişim vardı. Jane’le ilişkinizin bunda rolü var mı?

Tasarlanmış bir şey yok. Kendimi iyi hissediyordum, siluetimi bulmuştum. Jane’in önceki kocası John Barry’nin ona bıraktığı evde oturuyor, Londra’yla Paris arasında gidip geliyorduk. King’s Road’da hâlâ duran küçük punk ceketimi bulup almıştım. Charlotte’un doğumunda Londra’daydık. Bir gece içimi bir kurt kemirmeye başladı: “Gidip küçük yavrumu görmem lâzım hemen” diye düşündüm –çok endişeliydim. Çok uzaktı, taksiye bindim. Oraya gittiğimde bana tuhaf tuhaf baktılar –o zaman da görüntüm böyleydi. Onlara, “I am the father of Charlotte, I want to see my daughter!” dedim, küçük Charlotte’umun burnunda bir tüp vardı, sağlığı yerindeydi, çok güzeldi. Dönüşte taksiye binmedim, yağmur yağıyordu. Hayatımda yaptığım en kıyak yolculuktu bu. Yağmurun altında Londra’yı baştan başa kat ettim, mutluluktan mest bir halde.

Bu doğumun sizi değiştirebileceği hissine kapıldınız mı hiç?

Hayır, kesinlikle hayır, müzikal açıdan da, zihinsel, entelektüel açıdan da tamamen aynıyım. Ben önden gidiyordum, ne istediğimi biliyordum. Müziğime ya da sözlerime hiçbir etkisi olmadı… Babam Charlotte’u görebilmiş miydi acaba, hatırlayamıyorum… Babam Houlgate’de öldü. Kızkardeşimden bir telefon geldi… Bana bir türlü söylemeye cesaret edemediği çok ciddi bir şey olduğunu hissediyordum. Ve ben, birden, içgüdüsel bir şekilde, “annem mi, babam mı?!” diye sordum. Korkunçtu… Korkunç. Onlara tatil için küçük bir ev tutmuştum. Odanın duvarlarına kanlar sıçramıştı, çünkü bir mide kanaması geçirmiş. Yukardaydı. “Beni onunla yalnız bırakın” dedim. Bu hareketsiz, ölü vücudun önünde, yine küçük çocuk oluverdim, işlediğim bir hatadan ötürü beni azarlayacakmış gibi bir hisse kapılmıştım. Houlgate’de bir mezarlık buldum, küçük sevimli bir mezarlık, tepenin üzerinde denize bakan, etrafından atların geçtiği, koyunların otladığı bir mezarlık. Sonra annem orayı çok uzak bulduğunu söyledi. Bunun üzerine ben de Montparnasse mezarlığına gittim. “Hiç yer yok” dediler. Orada ortadan geçen çok güzel küçük bir patika var. Parayı bastırınca her şeyi alabildiğin için, iki kişilik bir yer aldım. Anneme “umarım mümkün olduğu kadar geç bir süre sonra babamın yanında olursun” dedim. Şimdi Sartre’la Baudelaire’in arasında, annem babama kavuşmuş durumda. ‘85 ilkbaharında, onu odasında yüzünde bir oksijen maskesiyle gördüm. Hastaneye kaldırdılar. Maskeyi çıkardıklarında, duruyordu. Bunun üzerine doktor bana “ne yapalım” diye sordu. Ben de “pekâlâ, madem öyle, her şeyi durdurun” dedim. Sonuçta, ailenin reisiydim, erkek çocuk. Montparnasse mezarlığında tıpkı küçük çocukkenki gibi tepiniyordum. Bazen öfkeden tepinirdim. Bu sefer öfkeden ve umutsuzluktan tepiniyordum ve ona Rus usûlü bir öpücük verdim. Tabut kapanmadan önce, kapak konmadan, donmuş, buz gibi ağzının üzerine. Bu hayat boyu silinip gitmez. Daha sonra köpeğimi kaybettim. Yukarıda, kütüphanedeydim, ağlıyordum, ağlıyordum, sonra “köpeğime annemle babama ağladığımdan daha çok ağlıyorum, bu kabul edilebilir bir şey değil” diye düşünerek ağlamayı kestim. Bir terier’ydi, adı Nana’ydı. Paris civarında bir köpek mezarlığı buldum, çok sevimli, çok şiirsel. Daha sonra, onun orada rahat olmadığını düşündüm ve, Jane’in Normandiya’da satın aldığı papaz evinin yakınında bir ağacın dibine gömdüm. Ve güzel bir mezar taşı yaptırdım, üstüne Nana Gainsbourg yazdırdım. Je t’aime… moi non plus filmimde yaşıyor. Pelikülün üzerinde, Jane’in peşinden koşuyor.

Melody Nelson’dan üç yıl sonraki ilk albümünüzü kaydediyorsunuz…

”Je suis venu te dire que je m’en vais”nin kayıtları sırasında ilk krizimi geçirdim. Müziği yapıyorum,
play-back’e başlıyorum, “Je suis venu te dire…”, birden pat! Ambulansla gelen doktorlar bana şöyle demişti: “Beyefendi, bir adım daha atarsanız, kan pıhtısı beyninize gider ve dümdüz düşüp ölürsünüz.” Onlara “meraklanmayın” dedim ve arkamı dönüp hastaneye götüreceğim valizin içine Gitanes paketlerini tıkıştırdım. Hastanede yatarken Jane’den habire bana deodorant getirmesini istiyordum. Hemşireler de “oooh, burası mis gibi kokuyor” diyorlardı. Hiç durmadan sigara içiyordum.

O sıralarda Jane de filmlerde oynuyor ve gittikçe ünleniyor…

İki star bir aradaysa bir güç çatışması oluyor, bir yerde bir denge yakalamak lâzım. Birinin diğerinin üstüne çıkmaması lâzım. Neredeyse “Mösyö Birkin” durumları… Bu hiç hoşuma gitmiyordu. Oysa ben üstün kaliteli şeyler yapıyordum ama, ortada bir altın plak, bir platin plak da yoktu.

‘74 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Giscard’ın (d’Estaing) adaylığını desteklediniz.

(gülüyor) Bunun dadaist bir hareket olduğunu düşündüm. Kime karşıydı?… Mitterrand’a, değil mi? Neyse, bir sersemlik yaptım. Giscard’ın çok iyi bir maliye bakanı, çok iyi bir binbaşı-albay olduğunu düşünüyordum. O çok kötü bir general olduğunu gösterdi.

Bu destek aynı zamanda komünizme duyduğunuz nefretle de bağlantılı, değil mi?

Evet, evet, o da var. Tabii ki Mitterrand’a karşı değildi. Nefret büyük bir kelime, ama Bolşevizmin geçmişi, Stalinizm, Beria…

“Je t’aime… moi non plus”nün filmini yaptınız. Film, biçim olarak çok Amerikan.

Amerikan sinemasına hayrandım. Kazan, Howard Hawks, Huston… Ford’a o kadar değil. Bir Fransız filmi yapmak istemiyordum.

Filmin aldığı tepkiler sizi sarstı mı?

Yaraladı. Ama birkaç tane hedefini bulan eleştiri de oldu. Truffaut bana “bu film sinemateklere girecek” dedi. Ve de girdi. Bazıları tarafından katledildikten sonra… Bir gün eleştirmenlerin eleştirisini yapacağım. Bir stili olan, doğru düzgün analiz eden birisi ince eleyip sık dokuyarak beni çürütürse, ona eyvallah. Ama kıçını siler gibi baştan savma beş para etmez boktan şeyler yazmak profesyonelce değil.

Ama bu da oyunun bir parçası, insanlara saldırmaya, onları kışkırtmaya başladığınız andan itibaren, onların da size sopa göstermelerini beklemeniz lâzım…

Bunlar sopadan ziyade, jiletle saldırı gibi. Benim “showbiz” gettosunda kalmamı istiyorlardı. Yönetmen olarak sinemaya burnumu sokmamı kabullenemiyorlar. Sinema bütün disiplinleri içinde barındırıyor: resim, kadraj, ışık, mimarlık, müzik ve Fransız dili. Je t’aime… moi non plus İngilizlerden de çok yıkıcı eleştiri aldı. Kendi ülkesinde kabul görmeyince Jane gözyaşlarına boğulmuştu. İngilizler erkekler arası sodomiyi kabul eder, ama erkekle kadın arasındaki sodomiyi kabullenemez.

 “Marseillaise”in reggae versiyonunu istihzayla yapmadım: Rastaların devrimci bir ruhları olduğunu düşünüyordum.

‘76’da, Lalane’ın “Lahana kafalı adam” heykelini satın aldınız…

Bana albümü yapma fikrini veren de heykel oldu. Burada çok uçuk bir yan vardı. L’Homme à tête de chou albümünde de yine lolita hikâyesi var: Marilou. Marilou Appollinaire’den geliyor herhalde, onun ufaklığının adı Lou’ydu.

L’Homme à tête de chou, Melody Nelson’la aynı şema üzerine kurulu.

Evet, Nabokov’un kahramanı Humbert Humbert, lolitasıyla beraber. Ama kötü bitiyor, çok kötü.

Ve dağınık şarkılar dönemine giriyorsunuz. “My Lady Heroine” gibi şarkıların arkasında belli yüzler var mı?

Hayır, o dönemde yok, Jane var. Öyle bir karışma yok. Jane ne Melody ne Marilou. Lolita ise yanıbaşımdaydı: Charlotte.


Reggae’ye nasıl geldiniz?

Kendi kendime “görüntümü değiştirmem lâzım” dedim. O sıralarda Tosh ve Marley dinliyordum. En büyüklerini bulmaya karar verdim. Kingston’da tek kelime söylemeyen bir “Frenchy”nin geldiğini gördüler. Ama piyanonun başına oturduğumda, “Vaay! Boş değilmiş!” diyorlardı. Hatam, sonra onlarla birlikte geri gelmek oldu.

Reggae’ye ilginizde de oportünizm yok muydu?

Yoo, yoo, hayır. İçgüdüsel olarak, olayı sezdim.

“Marseillaise”i (Aux armes etc.) büyük bir saflıkla mı yaptınız, yoksa potansiyel skandalı hissediyor muydunuz?

Hayır, bilmiyordum. Ortalığı o derece dinamitleyeceğimi tahmin etmiyordum. “Je t’aime… moi non plus”de olay nasıl olduysa, burada da öyle oldu. “Marseillaise”in reggae versiyonunu istihzayla yapmadım: Rastaların devrimci bir ruhları olduğunu düşünüyordum.

Saldırılar sizi incitti mi?

Önce çok fazla aldırış ettim, sonra olayı tahlil ettim. O kadar rezilce, aşağılıktı ki, ben de onların üstüne çıktım… Yook, altına indim…


Küçük çocuklar sayesinde star statüsünü koruyordunuz bir bakıma…

İşin sihirli yanı da bu zaten. Kuşakları aşıyorum. Plakları satın alanlar veletler. Çünkü 34 yaşından sonra ya klasik alıyorsun ya da hiçbir şey. Televizyonun karşısına çakılıp kalıyorsun.

Bir de romanınız, Evguenie Sokolov var.

Çılgınca başarının peşinde koşan bir tip ve başarı onu öldürüyor. Bile bile kendisini imha ediyor, ortadan kaldırıyor. Bu, resim üzerine bir içimdekileri kusma. Ayrıca, bütün bu üçkâğıtçılara, modern Fransız ressamlarına bir saldırı. Buna 70’lerde başlamıştım sanırım. Çok uzun süre üstünde çalıştım, oldukça zordu. Ben Flaubert’vari, 19. yüzyıl tarzı bir şey istiyordum. Eh, altından iyi kalktım… Edebiyat yetkin, majör bir sanattır, oysa ben minörlere hitap eden minör bir sanatla iştigal ediyorum.

Sizden minör sanat geriye kalacak. Evguenie Sokolov’u üstün mü tutuyor musunuz yoksa?

Yoo, hayır, abartmamak lâzım. Çünkü günümüzde minör sanatlar majör sanatları düzüyor. Söylemesi üzücü, ama böyle. Majör sanatlar batma tehlikesiyle karşı karşıya. Edebiyatta ne var? Resimde, sıfır. Şiirde, arıyorum, ama bulamıyorum. Okumuyorum, eskileri yeniden okuyorum…

‘84’te, Cannes’da yuhalanan Équateur filmini yaptınız. Eleştirilerin ardından yeteneklerinizden şüpheye düştüğünüz olmadı mı?

Hayır, o çok iyi bir film. Charlotte Forever için de bana saldıracaklar, burada ensest olduğunu söylüyorlar. Hayır, tam tersine, ensest korkusu var.

Charlotte Forever’ın yanlış anlaşılmasından şikâyet ediyorsunuz. Ama siz filmin çok keskin dilli olmasını istemiştiniz.

Evet, ama bir yanlış kasting de oldu. O rolü benim oynamamam gerekiyordu.

Jane’den ayrılığı nasıl yaşadınız?

‘80 yazında ona bir Porsche Targa satın aldım. Zaten bir ayağı dışardaydı. Bilmiyorum, faka bastım. Çok kötü oldum. Bu Porsche’yi Jane’e verirkenki bakışlarını hatırlıyorum; bu aleti ona sanki kendisinin ölümüne sebep olmak için vermişim gibi bakıyordu. Bu dehşeti gördüm. Porsche’den sonra iki ayağı da dışarda olmaya başladı. Kaçınılmazdı, ona karşı çok ileri gitmiştim. Onun açısından tahammül edilemez hale gelmişti, suratını dağıtıyordum, iğrenç davranıyordum. Onu çok aradım. Kötülükten değil, tutkudan. Giderek gerilim yükseldi… Ben aşırılıklarım, kötülüğüm yüzünden onu kaybettim. Ama yine de 15 sene sürdü. Sonra bayrağı kim devraldı? Bambou. Hep birisi nöbeti devralır…

Ayrılıktan hemen sonra, Je vous aime filminde oynadınız.

Deneuve için yaptım. Umutsuz, kötü günlerimde bana çok yardım etmişti.

Kadınlarla erkekler arasında dostluk ilişkisinin imkânsız olduğunu söylüyordunuz.

Burada tuttu, ilk defa. Ama Deneuve erkektir. Çok zeki, çok sıkıdır. Bana karşı çok sıcaktı, Bambou’yu da çok sevmişti. Deneuve’ün albümünde çok güzel şarkılar olmuştu. Ama özdeşleşilecek özel yanı eksikti. Jane’le Bardot arasında bir yerde gidip geliyordu.

Siz, özel hayatınızın böyle gözler önüne serilmesinden, vitrinde olmaktan hep zevk aldınız mı?

Evimde, sessizliği dinliyorum. Ama dışarıda, hayır. Püskürmesi lâzım. Crash. Destroy!

Çeviren: Siren İdemen

Roll, sayı 23, Eylül 1998 

^