EKOLOJİ, TARIM, GIDA EGEMENLİĞİ

Söyleşi: Halil Burak Öz
28 Ekim 2018
SATIRBAŞLARI

Tarımı tahakkümü altına alan küresel şirketler ekolojiyi, çiftçiliği, sağlıklı gıdayı nasıl dinamitliyor, doğaya ve insana yapılan bu ölümcül saldırıya karşı nasıl bir savunma hattı kurulabilir? Çiftçi-Sen genel sekreteri Ali Bülent Erdem’le Soma’dan ABD’ye, Norveç’ten Brezilya’ya bir dünya turu…
Fotoğraflar: Kazım Kızıl

 

Ali Bülent Erdem

Soma’ya yolunuz nasıl düştü?

Ali Bülent Erdem: Annem ve babam Soma’da, kamuya ait bir madende öğretmendi. O yüzden madende büyüdüm. Üniversite okumak için ayrıldım. 12 Eylül sonrası uzun bir süre cezaevindeydim. Çiftçi sendikaları kurulma sürecinde daha çok ilçe dışındaydım. Katliamın ardından temelli döndüm.

Soma’daki tarım faaliyetlerinin genel çerçevesi nedir?

Soma, Bakırçay vadisinin dar, henüz genişlememiş bölümünde yer aldığından ilçede sulu tarım yaygın değil, sulu tarım arazileri az. Büyük bir ovası olmadığı için, örneğin Akhisar gibi bir tarım kenti değil. Köyleri de Akhisar, Alaşehir, Salihli’deki gibi büyük değil. Bu kıraç alanların ürünü belli: Tütün. Soma’nın toprakları susuz tarım bitkisi tütüne uygun. Bu yüzden uzun yıllar tütüncülüğün üretim merkezlerinden biri olageldi.

Tütün merkezi olma niteliğini ne zaman yitirdi?

Geçmişte TEKEL destekleme alımları yapıyor, tütün için baş ve taban fiyatı koyuyor, tüccara bunun altında ürün aldırtmıyordu. Bunun için çiftçiler madende ya da termik santralde pek çalışmıyordu, gelirleri iyiydi. 1965 yılında ilçe merkezinde 18.633 kişi yaşıyordu. Soma’ya bağlı 59 köyün nüfusu 20.471’di. Bu 59’un köyün 52’sinde temel ürün tütündü. Üretici sayısı 4.608’di. Tütün aile tarımı olduğu için bu sayıyı dörtle çarpın. Yani köylerde yaşayanların hemen hepsinin geçimini tütün sağlıyordu. Ürününüzün alım garantisi vardı. TEKEL’e başvurup tütün üretmeye başlıyordunuz. Yoğun tütün üretildiği için bir dönem sulu tarım arazilerinde tütünün ekilmemesi yönünde karar çıktı. “Tütüne kota geldi” diye yanlış anlaşılan hadise aslında bu. Kota esas olarak Somalıları pek etkilemedi. Soma ve Türkiye’deki tütüncüleri esas etkileyen Tütün Yasası’ydı.

2000 yılında Türkiye’de 578 bin üretici, 208 bin ton tütün üretiyordu. 2002’de Tütün Yasası çıktığında 405 bin üretici, 159 bin ton tütün üretiyordu. Bugün 55-60 bin üretici kaldı. 60 bin ton tütün üretimimiz var. Soma’da, son rakamlara göre, 470 üretici kaldı.

Tütün Yasası’nın ne gibi etkileri oldu?

1980’den itibaren TEKEL’i ve tütüncülüğü yok edecek neoliberal uygulamaların tetiğine basıldı. Kota bunlardan sadece biriydi. Çok da önemli değildi. Tütünün üretimi, denetimi, pazarlaması TEKEL üzerinden yapılıyordu. TEKEL tarafından ülke tütününden imal edilen sigaralar satılıyordu. Önce 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerde Bulgaristan’dan tütün pompalandı. Yabancı sigara tüketmek bir ayrıcalık ve statü gibi gösterildi. Tütün tüketicisinin damak tadı değiştirildi. Sonra Demirel “madem kaçak sigarayı engelleyemiyoruz, hiç değilse vergi alalım” dedi. Gereğini Özal yerine getirdi. Özal, hem de “geceyarısı golü” diyerek, yabancı sigaraların satışına izin veren yasayı ansızın çıkardı. Böylece yabancı sigaralar giderek yaygınlaştı. Daha sonra yabancı tütün ithali serbest bırakıldı. Yabancı sigara fabrikaları, mesela BEST kuruldu. TEKEL’e Virginia harmanı sigara ürettirildi. Önce Philip Morris-Sabancı ortaklığı, ardından diğer uluslararası sigara şirketleri pazara girdi. Sonunda da Kemal Derviş’in “15 günde 15 yasa”sından biri olan Tütün Yasası çıkarıldı. Böylece TEKEL devredışı bırakıldı. TEKEL’in müdahil olmadığı bir piyasada, tütün ve tütüncülüğümüz küresel dev sigara şirketlerine ve tütün kartellerine ardına kadar açıldı. Sözleşmeli üreticilik dönemi başladı. Sözleşme fiyatları üretim maliyetlerinin altında tutuldu. Soma ve birçok yerde üreticiler tütüncülüğü bırakmak zorunda bırakıldı.

Tütün üreticiliği ağırlıklı olarak hangi yıllarda bırakıldı?

Tütün Yasası IMF’nin isteğiyle 20 Haziran 2001’de TBMM’de kabul edildi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı veto etti. Hükümet IMF’nin 10 milyar dolarlık kredi için şart koştuğu yasayı 3 Ocak 2002 tarihinde yeniden geçirdi. Ardından hükümet IMF’ye verdiği niyet mektubunda Tütün Yasası’nı çıkardığını söylüyor, TEKEL’i özelleştireceğinin sözünü veriyordu. 2002 yılında sözleşmeli üreticilik dönemi başladı. AKP aynı politikaları devam ettirdi. TEKEL’in sigara fabrikalarını sattı. TEKEL’in yaprak işletmeleri kapatıldı. 2000 yılında Türkiye’de 578 bin üretici, 208 bin ton tütün üretiyordu. 2002 yılında Tütün Yasası çıktığında 405.882 üretici, 159.521 ton tütün üretiyordu. Bugün 55-60 bin üretici kaldı. 60 bin ton tütün üretimimiz var. Soma’da, son rakamlara göre, 470 üretici kaldı.

Katliamda aynı köyden 11 genç öldü. Birinin babası şunu söyledi: “Önceden tütün üretiyorduk, ama zarar ediyorduk. Çocuk bana ‘Madene gireyim, borcu ödeyelim’ dedi. Oğlumun ölümünde bu yüzden benim de payım var. Madene girdikten sonra davranış biçimleri değişti. Eline kredi kartı geçti. Bu sefer o da borçlanmaya başladı.”

Bu değişimin Soma’daki kültürel ve ekonomik yansımaları neler oldu?

Tarımda yaşanan çözülme ile enerjiye dayalı politikalar birleşince Soma hızla göç almaya başladı. O yıllara kadar hem madenci hem de çiftçi kenti olan Soma demokrat bir ilçeydi. Göçle beraber sosyal ve kültürel yapısı dağıldı. Beni çok etkileyen bir olayı aktarayım. Katledilen 301 madenci arasında aynı köyden o vardiyaya giden 11 genç vardı. O gençlerden birinin babası şunu söyledi: “Önceden tütün üretiyorduk. Üretmeye devam etmek zorundaydık, ama her ürettiğimizden zarar ediyorduk. Çocuk bana ‘Madene gireyim, borcu ödeyelim’ dedi. Oğlumun ölümünde bu yüzden benim de payım var. Madene girdikten sonra davranış biçimleri değişti. Eline kredi kartı geçti. Bu sefer o da borçlanmaya başladı.” Bütün süreci anlatan bir hikâye. Ancak esas nedenlerden biri şu: Üreticilerin örgütlenme geleneği yok. TEKEL’i hep bir güvence olarak görmüşler. Madende çalışmaya başladıkları zaman hiç bilmedikleri bir alana gidiyorlar. Orada da örgütlülüğü bilmiyorlar. Sendikayı dahi devletin bir kurumu diye düşünüyorlar. Sendika ne derse onu yapıyorlar. Hiçbir şeye itiraz edemiyorlar. Şu anki durumda örgütlenme geleneği eksikliğinin ve insanların yaşadıkları süreci kavrayamamalarının önemli bir rolü var.

2009’da TEKEL fabrikalarının satışı nedeniyle eylemler oldu. Üreticiler işçilere pek destek vermedi. Şeker fabrikalarının satışında da benzer bir durum söz konusu. Böyle kritik dönemlerde çıkarları tamamen örtüştüğü halde, üreticilerle işçiler arasında bağ kurulamamasının nedeni sendikalar mı?

Tütün Yasası’ndan önce Tütün-Sen yoktu. Ancak Akhisar’daki Türkiye Tütün Kurultayı’nda seçilmiş bir heyetle Ankara’ya geldik. Tek tek tüm kurumları dolaştık. Tek Gıda-İş sendikasına da gittik. Yasa çıkarsa TEKEL’in yok edileceğini ve örgütlenmelerinin dağıtılacağını söyledik. “Hayır, biz hükümetle konuştuk. TEKEL’e bir şey olmayacak” diye kaçamak cevaplar verdiler. Böylece tütün üreticilerinin başına gelen 2009’da TEKEL çalışanlarının başına geldi. Çiftçiler “Tütün Yasası çıkarken gittik, bize destek vermediler. Şimdi sonuçlarını yaşıyorlar” dedi. Benzeri şeker fabrikalarının özelleştirilmelerinde de gerçekleşti. Pancar üreticileri, şeker fabrikalarının özelleştirilmesine pek karşı çıkmak istemedi. “Biz ne zaman şeker fabrikalarına pancarımızı teslim etmeye gitsek aşağılandık. Bize çay bile vermediler” dediler. İşçilerle çiftçilerin ortak bağlantısı sağlanamadı. Saldırıya maruz kalan tek başına savunmada kaldı. Bu, çözülmesi gereken çok ciddi bir sorun.

Türk Maden-İş gibi sendikaların sendikacılık anlayışının çiftçi ve kamu işçisi arasındaki bağların kopuk olmasında payı ne kadar?

Türk Maden-İş sendikası ağırlıklı kamu işçilerinin olduğu bir sendikaydı. Taşeronlaşma ve özelleştirme süreciyle beraber bu yapı değişti. Kamu işçileri azaldı, çoğunluk özel şirketlerin işçileri oldu. Siz sendikanın ne olduğunu anlamadan işe girer, işi de kredi borçlarınız nedeniyle kaybetmek istemezseniz, hiçbir şeye karşı çıkmazsınız. Sendika da patronun alt kurumu haline geldi. Ben buna sarı bile demiyorum. Patronun işçiler arasında örgütlenmiş hali. Ender olsa dahi işçilerin taleplerini dile getirmiyorlar.

TEKEL işçileri için “Bunlar yan gelip yatıyor” söylemi ya da kamuda çalışan maden işçilerine yönelik benzer söylemler Soma’da üreticiler ve özel maden ocaklarında çalışan işçiler üzerinde etkili oldu mu?

Neoliberal politikalar uygulanmadan önce kamu kurumları sosyal dengenin bozulmaması için kullanılan araçlardan biriydi. Aslında bu kurumlar aynı zamanda hükümetlerin halkla ilişki kurmasının araçlarıydı. Bunun için hem TEKEL hem diğer kurumlarda fazla işçi çalıştırıldığı oluyordu. Sosyal politikaların gereğiydi. Bu, neoliberal politikalarla değiştiği için, “Bunlar çalışmıyor” gibi algı operasyonlarının altında doğal olarak çiftçiler de kaldı. Saldırı ideolojikti. Özel sektörde çalışanlar da kamuda çalışanlara hep düşman oldu. Çünkü aynı işi yaptılar, ama aralarında ciddi ücret farklılıkları vardı. Artık üretemedikleri için ocağa girmek zorunda kalanlara karşı ise bir tepki yok, çünkü geleceklerinin orada olduklarını görüyorlar.

Üreticiliğe tekrar dönüş, yeniden tütün üretmek gibi umutları yok mu?

Tütün kıraç toprakların ürünü. Sabır, özel bir itina ve uzmanlık gerektiriyor, neredeyse bir zanaat dalı. Böylesine meşakkatli bir üretimden çiftçi bir kez koptu mu tekrar üretmesi çok zordur, hatta imkânsızdır.

Üreticilerin örgütlenme geleneği yok. TEKEL’i hep bir güvence olarak görmüşler. Madende çalışmaya başladıkları zaman hiç bilmedikleri bir alana gidiyorlar. Orada da örgütlülüğü bilmiyorlar. Sendikayı dahi devletin bir kurumu diye düşünüyorlar. Sendika ne derse onu yapıyorlar.

Sigara ve tütün şirketlerinin etkilerini açar mısınız?

Dünyadaki sigara şirketleri ve tütün kartelleri sayılı. Herkesçe biliniyor. Bunlar güçlü lobileri olan örgütler. Aynı zamanda çeşitli ülkelerde yargılanmış, cezalar almış örgütler. Buradakiler onların temsilcileri, sermayeleri ortak. Sözleşme dendiği zaman herkesin aklına şu geliyor: Karşılıklı bir anlaşma var, bu anlaşmaya uygun olarak da tütün üretiliyor. Hayır, böyle değil. Fiyatı belirleyip üreticiye “sen bu koşulları kabul edersen tütün üretirsin, yoksa üretemezsin” diyorlar. Üretici başka çaresi olmadığı için sözleşmelere imza atıyor. Bu sözleşmelerde olmayan haklarını savunacak imkânları yok, çünkü şirketler arasındaki ilişkiler buna engel. Hakkını arayan bir çiftçi tütün üretmez duruma düşebilir. Devlet garantör rolü oynamıyor. Bizim gibi sendikaların ortaya çıkmasının nedeni de esasen bu. Eğer ortada bir sözleşme varsa bunun toplu sözleşme haline dönüşmesi lâzım. Çiftçilerin örgütlü olarak masaya oturması şart. Karşılıklı bir pazarlığın olması gerekli. Yoksa, örneğin bu sene 18 liraya anlaşılmıştı, fiyatları 12 liraya kadar düşürdüler. Kimse buna ses çıkaramadı, çünkü üretici sözleşmeli üretimin dışında üretim yapamıyor. Sözleşme yaparsan tütün üretebiliyorsun. Nasıl satacaksın? Açık artırma yöntemi bugüne kadar doğru düzgün uygulanmadı. Uygulanınca da zaten elindeki ürünü de bugünkü fiyatın dörtte birine satmak zorunda kalıyorsun. Onun için “sözleşmeli üretimle çiftçileri bağımlı hale getiririz” mantığının en kolay çalıştığı ürün tütündü. Uluslararası şirketlere teslim edilmiş bir tütüncülüğümüz var. Kendi tütünümüzle üretilen sigaralar artık Türkiye’de yok. Hepsi Amerikan harmanı. Amerikan harmanı sigaralarda geçmişte yüzde 20 oranında yerli tütün kullanılıyordu, bugün bu oran yüzde 10 civarlarında. Trajik şekilde dünyada en iyi oryantal tütün Türkiye’de üretiliyor.

Türkiye’de açık tütün de var. Bunlar nasıl piyasaya sürülüyor?

Geçmişte doğu tütünlerini TEKEL alıyordu. Yaprak işletmelerde işleniyor ve normal sigaraların içinde kullanıyordu. Tütün Yasası’ndan sonra şirketlerin o tütünleri talep etmesi mümkün değildi. Çünkü aranan tütün Ege tütünleri. Sözleşmeleri Ege üzerinden yaptılar. Doğudaki tütünler kıymalık tütün haline geldi ve piyasaya sürüldü. Geçen yıla kadar ses çıkarılmadı. Fakat geçen yıl bunların da denetleneceği, vergiye tabi tutulacağı ve üreticinin satamayacağına ilişkin bir yasa çıktı. Şimdi hapis cezasına kadar cezalar veriliyor. Sarmalık tütünler de şirketlerin eline geçecek, sözleşmeler devreye girecek ve büyük ihtimal, üreticiler üretmeyecek.

Bu politikalar konusunda üretici ne düşünüyor?

Şimdi üretici her ürettiğinde zarar ediyor. Bırakmak zorunda kalıyor. Türkiye’de yıllardır endüstriyel tarım politikaları uygulanıyor. Bütün dünyaya dayatılan tarım tarzı bu. Yüksek girdi, hibrit tohumlar kullanacaksın. Hibrit tohumlar kullandığında daha fazla gübreye ihtiyacın olacak. Kimyasal gübre yüzünden zararlı otlar, böcekler artacak, buna karşı kimyasal ilaçlar, yoğun enerji kullanacaksın. Küçük bir çiftçinin bunu tek başına yapabilmesi mümkün değil. Çok pahalı. Bu tarz tarımı çiftçilerin yapabilmesi ancak desteklenmeleriyle mümkün. Bu yüzden Ziraat Bankası düşük faizli kredi veriyordu. 1980’lere kadar ürün, ilaç desteklemeleri, destekleme alımları yapılıyordu. Sübvansiyonlar uygulanıyordu. Bunun için bu üretim tarzı sürüyordu. Fakat 1980’lerden sonra küresel gıda ve tarım şirketleri “Devlet devreden çıksın, küresel tarım şirketleri çiftçilerle baş başa kalsın” dedi. Bunun sonu tarımsal üretimin, gıdanın birkaç küresel şirketin eline geçmesidir. Üstelik şimdi krizle beraber daha derin yaşamaya başladık. Çiftçiler bankalardan aldıkları kredileri ödeyemiyor. Borçlara karşılık bankalar eliyle topraklar el değiştiriyor. Trakya’da neredeyse tüm çiftçiler topraklarına el konulacak şekilde bankalara borçlu durumda.

Soma’nın Yırca köyünde, çiftçilerle çevreciler birlikte mücadele verdi. Fakat Soma merkezdeki işçilerden destek gelmedi. Neden bu bağ kurulamıyor?

Soma enerjiye terk edilmiş bir kent. Böyle olunca herkes termik santrali yeni iş alanı olarak düşünüyor. Bu yüzden ciddi bir ekolojik mücadele verilmiyor. Yırca’da köylüler direnirken, santrali yapan şirket, Kolin, üç-dört kilometre uzakta, çiftçi ailelerin tütün tarlalarını yüksek fiyatla satın alıyor. Tütün üreticisi “Nasılsa artık kazanamıyorum ” diyor. Santralin yapılmasını, oğlunun işe girmesini istiyor. Geleceklerini toprakta görmüyorlar. Sonuçta büyük pişmanlık yaşanacak, ama iş işten geçmiş olacak.

Soma’da yeni santrallerin tarım üzerinde ne gibi etkileri olacak?

Soma’da bir santral çalışıyor, yakında bir tane daha devreye girecek. İkisi de yapım aşamasında. Dördü birden çalışınca, bırak ürün yetiştirmeyi, canlıların yaşama şansı dahi yok. Santrallerin su ihtiyacı çok yüksek. Bu yüzden barajlarla iklim dengesi bozuluyor. Kolin Şirketi iki baraj yapıyor, yine de yeterli su bulamıyor. Baraj sayısı fazlalaşabilir. Çevre köylerde hayvancılık ölür. Oysa hayvan, bitki ve insanların birlikte olması lâzım. Hayvanlar bitkileri tüketecek, hayvan ve insan dışkıları tarıma yeni besleyiciler olarak dönecek, böylece döngü sürecek. Soma’da eskiden her köylünün belli sayıda hayvanı vardı. Bu gelenek yok olmak üzere. Büyükşehir Yasası’yla beraber meralar, otlakların hepsi ticari meta haline geliyor. Yırca Köyü’nün merası hayvan pazarı olarak kullanılıyor. Tam bir beton yığını. Hayvancılık için artık hazır yem gerekiyor. Onun için hayvanlar elden çıkarılıyor. Dışarıdan hayvan almak zorunda kalınca sonuç ortada. Şarbonun insanlarımıza ve hayvanlarımıza bulaşmaması mümkün değil.

Bölgede Çiftçi-Sen tarım çalışmaları yapıyor mu?

Çiftçi-Sen ısrarla girdilerin düşürüleceği, yerel tohumların kullanılacağı doğayla dost bir üretim tarzını savunuyor. Bunun için çiftçileri ikna etmeye çalışıyoruz. Bunu yapamazsak ülke gıdada bağımlı hale gelecek. Onun için üretimin hangi yöntemlerle yapıldığı tarımın ana konusu. Soma’da çok bilinçli örnekler yok. Soma ekolojisi bozuldu. Uygun yerler giderek azalıyor. Köylüler kendileri için yetiştirdikleri ürünle piyasaya yetiştirdikleri ürünleri farklı üretiyor. “Şehirler bunu istiyor, biz bunu yapıyoruz, ama bunu yemek istemiyoruz” diyorlar. Kendi domatesini veya sebzesini yerel tohumlarla üretiyor. Fazlasını köylü pazarlarında satmaya çalışıyor.

Çiftçiler TEKEL eylemlerinde “Tütün Yasası çıkarken gittik, bize destek vermediler. Şimdi sonuçlarını yaşıyorlar” dedi. Benzeri şeker fabrikalarının özelleştirilmelerinde de gerçekleşti. İşçilerle çiftçilerin ortak bağlantısı sağlanamadı. Saldırıya maruz kalan tek başına savunmada kaldı. Bu, çözülmesi gereken çok ciddi bir sorun.

Organik tarım yapan var mı?

Organik tarım aslında endüstriyel tarımın başka bir biçimi. Uluslararası düzeyde tohuma hakim olanlar aynı zamanda organik tohumlarını, ilaçlarını da üretenler. Sertifikasyon şirketleriyle çalışmak gerekiyor. Sözleşmeli üreticilik burada da söz konusu. Çok yoğun bir sömürü var. Biz “doğal tarım”, “köylü tarımı” denen, ekolojik köylü tarımını bu yüzden üretici ve tüketicilerin birlikte hareket etmesi gerektiğini savunuyoruz. Kooperatifler bu açıdan anlamlı ve desteklenmeli. Türkiye’de diğer alanlardaki kötü deneyimler yüzünden çiftçiler kooperatifçilikten uzak duruyor. Biz güvene dayalı ilişkilerin gıdamıza sahip çıkmak için çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye’de kimi sol sosyalist çevrelerin yayın organlarında dahi GDO’lu tohumların dünya nüfusunu doyurmak için gerekli olduğuna dair fikirler yer alıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Birçok sosyalist çevre tarımdaki değişimi göremiyor, köylülerin kendi topraklarında proleterleştiğini anlayamıyor. Bu yüzden basitçe “dünyayı ancak endüstriyel tarım doyurur” diyorlar, dünyayı yok edecek GDO’lu tohumları savunur hale geliyorlar. Bu çok acı bir konum. Köyleri boşaltıyorsun, kentlere sürüyorsun, dünün üreticilerini bugünün açları haline getiriyorsun, sonra gıda yetmez diyorsun. İnsanları topraklarında bırakırsanız böyle bir sorun ortaya çıkmaz. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde, örneğin Avrupa’da köylü tarımı yapanlar kentlerden tekrar köylere göç etmiş insanlar. Tersine bir göç de söz konusu. Doğayı, insanı yok edebilecek GDO’lu tohumları savunmayı anlayamıyorum. Laboratuar ortamında sağlıklı tohum üretilemez. İnsan hep kopuk kopuk düşünüyor. Oysa doğa bir bütün. Bugüne kadar taşınan bütün tohumları, bugünkü hale getiren, uyumlu kılan köylülerin ıslah çalışmaları. Bunlar fazla su istemeyen dayanıklı tohumlar. Bu tohumlar ortadan kalktığı zaman bir hastalık bütün dünyayı aç bırakabilir. Aslında GDO’lu tohumları ortaya çıkaranlar bugün Norveç’te bütün dünyanın tohumlarını “Kıyamet Tohumları” adı altında saklıyor. Dünyada çok büyük bir açlığa neden olacaklarını biliyorlar. GDO’lu tohumlar ilk anda belki fazla ürün veriyor, ama giderek zararlıları, dirençleri artıyor ve toprağı çölleştiriyorlar. GDO’lu tohumların Roundup diye bir ilacı var. Sadece mısırı etkilemiyor. Çevresinde ne kadar ot varsa yok ediyor. Doğanın buna dayanması mümkün değil. Bütün tohumlar gıda şirketlerinin eline geçtiğinde, insanoğlunu en çok korktuğu şeyle, açlıkla terbiye etmeye çalışacaklar. Esas direnç noktası tohumu ve bilgisini elimizde tutmak ve ona göre üretim yapmak olmalı.

Çiftçiler tarafından kurulan ve sayıları giderek artan Hopa, Ovacık, Tire gibi olumlu kooperatif örneklerini görüyoruz. Bu yeni hareketleri, stratejileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bütün mesele üretim şekli. Endüstriyel tarım yaptığınızda çok fazla şansınız yok. Özellikle Ovacık’taki durum farklı. Kimyasal kullanmadan güvenilir gıda üretiyorlar. Oradan hiçbir kaygı, şüphe duymadan gıda alınabiliyor. Üretici kooperatiflerinin tam da böyle olması gerekiyor. Yani, üretim şekli değiştirilecek ve tüketicilerle birlikte hareket edilecek. Tarım sadece çiftçilerin değil, aynı zamanda kentlilerin de meselesi. Kimse tükettiği gıdanın güvenilir olup olmadığını bilmiyor. Gıdanın egemenliği halkın elinde olmalı. Bu yüzden kentteki tüketicilerin davranış biçimleri çok önemli. Aslında Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki (BÜKOP) gibi örnek niteliğinde tüketici kooperatifleri mevcut. Bunlar üreticinin üretim şeklini takip ediyor, sağlıklı gıdayı talep edenlere ulaştırmaya çalışıyor. Bu da çok doğru bir yöntem. Bu çalışmaların çoğaltılması gerekli.

Türk Maden-İş patronun alt kurumu haline geldi. Buna sarı bile demiyorum. Patronun işçiler arasında örgütlenmiş hali. Ender olsa dahi işçilerin taleplerini dile getirmiyorlar.

Peki bu üretici ve tüketici kooperatiflerinin çevre ve işçi mücadeleleriyle bağları nasıl kurulabilir?

Ekolojik denge, üretim yaptığınız çevre bozulduysa, sağlıklı gıda üretmeniz de mümkün değil. Bu yüzden çevre hareketleriyle tarım mücadelesi birebir örtüşüyor. Sağlıklı gıdaya ulaşmak istiyorsanız çevre hareketleriyle beraber mücadele etmek zorundasınız. Buna da zaten gıda egemenliği diyoruz. Yani, küçük çiftçilerin mücadelesiyle ekolojik mücadelenin birleştirilmesi gerekiyor. Gıda egemenliği gıdanın şirketlerin denetiminden çıkarılarak, halkın egemenliğine geçirecek, topraklarımızı, tohumlarımızı, sularımızı, hayvanlarımızı, biyo-çeşitliliğimizi koruyacak toplumsal projenin ismi. Merkezinde küçük çiftçilerin bulunduğu, bu değerleri savunan herkesin mücadelelerini birleştireceği bir strateji.

Kentteki üretici ve tüketiciler arasında bağ nasıl kurulabilir?

Bizim bütün yapmak istediğimiz de aslında bu. Doğal üretimi teşvik ediyorsanız onun pazarını da bulmak zorundasınız. Kentliden bu talebin ciddi olarak yükselmesi gerekiyor. Bütün yaşananlar sonucunda aslında bu bağ oluşuyor. İstanbul’da Koşuyolu, Kadıköy, Beşiktaş, Boğaziçi gibi birçok kooperatif bu üretim süreçlerini önemsiyor, gidip üretim yerinde izliyor ve bizden bilgiler alarak ürün tedarik ediyor. Öyle herkesten ürün almıyorlar. Bu süreci yaygınlaştırabilir ve çoğaltabilirsek bu meseleyi çözebiliriz. Öncelikle gıda sorununun politik bir mesele olduğunun anlaşılması gerekir. Üreticinin öncelikli olarak kendi ihtiyacı için üretmesi lâzım. Çünkü o ürünü güvenilir kılan odur. Ancak burada bir pazar sorunu var. Bu sorunu çözecek örgütlenmelerden biri de kooperatifçilik.

İnsanların şehirleri terk ederek tarıma başlamasını nasıl karşılıyorsunuz?

Burada karşı çıkılacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kentten köye gelenler doğal tarım yapıyorlar ve bunlar köyü de etkiliyor. Avrupa’da küçük çiftçilik yapanların bir bölümü kırlara geri dönenler. Brezilya’da kentlerde iş bulamamış, aç kalmış ve kırlara göçmüş insanların hareketi olan Topraksızlar Hareketi’nin (MST) önemi ortada. Dünya çiftçilerine örnek bir hareket.

 

^