Son albümünüz Ayna geçtiğimiz mayıs ayında çıktı. Albümden bir tekli ise martta yayınlandı: İskelede Bir Çırak. TOKİ’leri, inşaatı, rantın yol açtığı yıkımı alaycı bir tonda, hareketli bir ritmle dinliyoruz şarkıda. Birhan Keskin şiirinden bestelemişsiniz. Şiirin şarkıya dönüşme süreci nasıl oldu?
Özlem Bulut: Uzun bir aradan sonra, bundan üç yıl kadar önce, tekrar şarkı yazmaya başladım. Kafamda kesinleştirdiğim bir konsept yoktu. O dönem yoğun olarak şiir okumaya başladım ve Birhan Keskin’de takılıp kaldım. Belki klişe olacak ama, sanki her şiirin kendi müziği zaten varmış da sadece onu duyan bir kulağa ihtiyaç varmış gibi gelir bana. Keskin’in “İskelede Bir Çırak” şiirinde (Fakir Kene, Metis Yayınları) iskeledeki bir çırak Allah’la konuşuyor, ona olan platonik aşkını anlatırken de hükümetin TOKİ, beton ve hızlı tren sevgisinden yakınıyor.
O iskele bildiğimiz vapur iskelesi değil ama, değil mi?
Ben de ilk okuduğumda öyle düşünmüştüm, ama değil. İnşaat iskelesi. Bir inşaat emekçisi var iskelede. Onun Allah’la konuşmasını dinliyoruz. 2020’lerde başladı aslında şarkının macerası. Birhan Keskin’e ulaştım. Çok heyecanlıydım. Yavaş yavaş, attığım her adımda onun destek ve onayını alarak 2022’de kaydı yaptık. Single şubat ayının 24’ünde çıkacaktı aslında. Plak şirketiyle de anlaşmıştık. Ama 6 Şubat’ta deprem oldu…
İstanbul’da Unkapanı’na elinde albümüyle giden son müzisyenlerden biri olabilirim. Unkapanı’na gidip “pardon, Kalan Müzik nerede” diye sormuştum. Yeşilçam filmlerindeki gibiydi. Gittim, kapıyı çaldım. “Ben geldim” dedim. Hasan Saltık da “sen kimsin kızım” dedi. Oturduk. Dinledi beni. “Bunda çok opera var” dedi. “Bu iş Türkiye’de tutmaz” dedi açık açık. Haklı da çıktı.
Şarkının çıkışının depreme denk gelişi sizi nasıl etkiledi?
Korkunçtu. 24 Şubat’ta Viyana’daki plak şirketiyle single’ın çıkışı konusunda anlaşmıştık. Ama 6 Şubat’tan sonra onları arayıp bu işi yapamayacağımı dahi söylemeyi unuttum. Onlar da nereden geldiğimi, ne yaşadığımı biliyorlardı ve arayıp da, “Özlem, single çıkacaktı, ne oldu” demediler. Vakit geçtikçe korkunç bir dehşete kapıldım. Çünkü şarkı çok güncel. Bu yüzden deprem sonrasında bu şarkı yayınlanmalı mı, yayınlanmamalı mı ikilemine düştüm. Hareketli bir şarkı, insanlar acı çekerken bu denli hareketli bir şarkı yayınlanmalı mı? Bir de ya şarkıyı depremden sonra yaptığım, gündemde olan korkunç depremden nemalanmaya çalıştığım düşünülürse? Ve bir sürü başka soru geldi aklıma: Protest müzik nasıldır, nasıl olmalıdır? İnsanların acısını bir tek bilinen acı eşiğinde, misal ağıtla mı anlatmalıyım? Bir müzisyen olarak nerede duruyorum, nerede durmalıyım? Benim için, bir müzisyen olarak varoluşsal bir şeydi. Sorduğum dostlarımdan kimisi mutlaka yapmalısın dedi, kimisi yapmamalısın dedi. Benim için nerede durmam gerektiğine dair önemli bir süreç oldu.
Birhan Keskin dinledi mi şarkının son halini, tepkisi ne oldu?
Tabii, dinledi. Çok beğendi. Onun beğenmesi de beni çok mutlu etti. Müzik elbette çok güçlü, ama bu şarkıda sanki şiir daha güçlü.
Üflemeli çalgıları çok duyuyoruz…
Duyduğunuz bakır üflemeliler Balkan müziğinde çok kullanılan enstrümanlar; trompet, soprano saksofon, tenör saksofon, trombon ve klarnetten oluşan bakır üflemeli orkestrası var. Bence bu kadar esprili ve ince yazılmış bir şiiri ancak kıpır kıpır bir müzik dile getirebilirdi. Bunu düşünerek şarkıyı besteledim; hareketli, inatçı, protest, biraz zıplaya zıplaya, bağıra bağıra söylenebilecek bir şarkı.
Doğaçlama da önemli ekibinizde, değil mi?
Bu şarkıda da çokça duyulabilir bizim doğaçlama sevgimiz. Andrej Prozorov, Ukraynalı saksofoncu arkadaşımızın çaldığı solo, yine Oscar Antoli, İspanyol klarnetçimizin solosu… Hepsi, tamamen doğaçlama. Stüdyoya girildi ve öyle çalındı. Rahata çomak sokmak biraz bu şarkı. Tabii bunun metinle çok alâkası var. Düşünsenize, bir çırak var iskelede, Allah’a sesleniyor: “Ne diyeyim Allah’ım / ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun / ben bu şüpheyi sırtıma yük edindim, öyle yürüdüm / gocunmam da yükümden beni bilirsin / ama bunlar çok iştahlı Allah’ım ve görüyorsun nasıl da dünyevi / bunlarmış senin kulların, öyle diyorlar, biz de kürenin üveyi.” Böyle bir şiiri ancak böyle esprili bir müzikle birleştirebilirdim; benim duygum, hissettiğim şey buydu.
Opera disipliniyle ilgili konuşulacak, eleştirilecek çok şey var, elitliğiyle ilgili de eleştirilecek pek çok şey var. Ama bir şeyi anlatmanın da bir sürü yolu var. Bu yollardan hangisini seçtiğin senin hangi yoldan gideceğini de belirliyor.
İlk albümünüz Bulut’ta opera sesiyle söylenmiş şarkılar baskınken ikinci albümünüz Aşk’ta bu azalıyor sanki. Ayna’da nasıl?
Neredeyse yok.
Neden?
İlk albümü yaptığımda henüz opera öğrencisiydim. 2008’di sanırım. İlk albümle ilgili ilginç bir hikâye anlatayım size. İstanbul’da Unkapanı’na elinde albümüyle giden son müzisyenlerden biri olabilirim. (gülüyor) Unkapanı’na gidip “pardon, Kalan Müzik nerede” diye sormuştum. Devasa bir yer. Hasan Saltık’a albümü göstereceğim. Bulamıyorum Kalan Müzik’i. Çok komikti. Yeşilçam filmlerindeki gibiydi. Gittim, kapıyı çaldım. “Ben geldim” dedim. Hasan Saltık da “sen kimsin kızım” dedi. Oturduk, dinledi beni. “Bunda çok opera var” dedi. “Bu iş Türkiye’de tutmaz” dedi açık açık. Haklı da çıktı. (gülüyor) “Çok enstrüman var, bunu nasıl toplayacağız sana bir konser yaptırmaya çalışsak, yapamayız” dedi. Yanında da tesadüfen Cihat Aşkın vardı. Hasan Saltık Dersimli olduğumu öğrendikten sonra, kendisi de Dersimli, masanın önüne Dersim İsyanı’ndan fotoğraflar koydu. Bana dedi ki, bir Dersimli olarak bunları anlatmalısın. Cihat Aşkın kendini tutamayıp “Hasan, bu kız başka bir şey anlatmaya çalışıyor, derdi başka” dedi. İlginç bir tanışmaydı.
Opera disipliniyle ilgili konuşulacak, eleştirilecek çok şey var, elitliğiyle ilgili de eleştirilecek pek çok şey var. Ama bir şeyi anlatmanın da bir sürü yolu var. Bu yollardan hangisini seçtiğin senin hangi yoldan gideceğini de belirliyor tabii. Çok güzel bir konuşmaydı, hiç benim umudumu, hevesimi kırmadı. Sonuç olarak Hasan Saltık bir sürü öğüt verdi, pışpışlayıp gönderdi beni. (gülüyor) Nihayetinde ikinci albümüm Kalan’dan değil DMC’den çıktı.
O zaman Avusturya’da mı yaşıyordunuz?
Evet. Burada yaşıyordum. Albümü de burada yapmıştım.
Hasan Saltık’ın “opera tutmaz” telkini sizde rota değişikliğine neden oldu mu?
Yok, ondan dolayı bir şey değiştirmedim. Çünkü yaptığım müziğin “tutan müzik” kategorisinde olması gibi bir derdim yoktu. Ama Hasan Saltık’ın dedikleri kulağımın arkasında kaldı. Hep şunu söylerim öğrencilerime: Banyo yaparken ne söylüyorsunuz? Ben banyo yaparken opera söylemiyorum. (gülüyor) Kültürel altyapı ve kültürel miras diye bir şey var. Ben bir konser öncesinde bir opera şarkıcısı olarak her zaman sesimi açarım. Bu benim disiplinim, sesimi zinde tutma versiyonum. Ama şunu denemeye başladım birinci albümden sonra: Acaba sesimi şöyle değil de böyle kullansam ne olur? Çünkü eğer bir ses şarkıcısıysan, sesin senin enstrümanındır. Öyle bir enstrüman ki, senin yaşına, hormanlarına göre değişen bir şey. Sürekli onunla oynaman, eline alıp evirip çevirmen gerekiyor.
İkinci albümde o operayı, mükemmeliyetçi şeyi törpülemeye çalıştım. Üçüncü albümde ise bilerek sesimi kirli kullandım. Hatta kendimi bir opera şarkıcısı olarak eleştireceğim birkaç şarkım bile var bu albümde. Operanın temsil ettiği bir sınıf var. Sesini en mükemmel, pürüzsüz kullanma sanatıyla uğraşıyorsun. Bunun da temsil ettiği bir şey var. Hayatımın yirmi yılını buna verdim. Şimdi bu mükemmellikten rahatsız olmuş bir şarkıcıyım. Bu da benim kendi arayışım. Sesimin “pürüzlerini” sevmeye başlamakla ilgili bir şey. Mükemmelin en güzel olmadığını düşünmeye başladım yani. Bir öğrencimin yapmasına teknik olarak izin vermeyeceğim bir şey. Biraz elit halden de hoşlanmamak. Pürüzsüz ses bir güzellik sembolü. Bunu sevmiyorum. Şimdi şunu merak ediyorum, acaba sesimin “pisliği” nerede? Çünkü o başka bir şeyi anlatıyor. O yüzden birinci albüme kıyasla o opera gitgide azaldı ve bu son albümde neredeyse kalmadı. Yeni müzik yapmak istiyorum, bunun çok değerli ve önemli bir şey olduğunu düşünüyorum.
Operanın temsil ettiği bir sınıf var. Sesini en mükemmel, pürüzsüz kullanma sanatıyla uğraşıyorsun. Bunun da temsil ettiği bir şey var. Hayatımın yirmi yılını buna verdim. Şimdi bu mükemmellikten rahatsız olmuş bir şarkıcıyım. Bu da benim kendi arayışım. Sesimin “pürüzlerini” sevmeye başlamakla ilgili bir şey.
Son albümde single dışında neler var?
Şimdiye kadar Özlem Bulut Band albümlerinde hiç cover şarkı kullanmadım. Bu albümdeyse iki tane cover şarkı var. Onun dışında Yeşilçam filmlerine yazdığımız bir şarkımız var, adı da “Yeşilçam”. “Yorgun Âşık Tangosu” diye bir şarkımız var. Yine albüme adını veren “Ayna”. Marco Annau’nun bestelediği, Sakina Teyna’nın sözlerini yazdığı “Ba û Çiya” var. Sayıları, yaşadığımız gerçekliğin sayılarda sıkışmışlığını anlatan “Numbers” da var.
Bir de Selim Temo şiiri var, değil mi?
Evet. “Bir Keman Sesini Arıyor” şiirin adı. Temo’nun eski şiirlerinden biri: “Ey haksızlık edebildiğim ilk insan / ey bitek toprakların sarsak yolu.” Çok güzel bir şiir, çok seviyorum. “Bana versen de şarkısını yapsam” dedim, o da “al senin olsun” dedi. (gülüyor) Çok da güzel oldu.
Ciwan Haco’dan duymaya alıştığımız “Pejna te nayê” de albümde. Ciwan Haco’nun sesiyle, onun tarzıyla özdeşleşmiş bir şarkı. Siz nasıl hazırladınız?
90’larda Mersin’de üniversite öğrencisiyken elime bir Ciwan Haco albümü geçmişti. Haco’nun o dönemki albümleri Türkiye’deki bir jenerasyonu çok etkiledi. Kürt müziğinin çok başka türlü yapılabileceğini hepimize gösterdi. “Pejna te nayê” de Mersin’de üniversiteye gidip gelirken hayal dünyamdan kalmış bir şarkı. Ciwan Haco’nun yorumu daha hareketli, ben tempoyu biraz daha geriye çektim. Sesimi farklı kullandığım şarkılardan biri oldu. Sadece piyano ve sesle, yavaş bir tempoyla başlıyor. “Pejna te nayê” (Sesin gelmiyor) diye seslenmek ve bunu da çok sessiz bir şekilde söylemek istedim. Şarkının ikinci ve üçüncü kıtasında değiştirdim sesimin rengini.
Az önce Marco Annau’yu andınız. Avusturyalı piyanist Annau’yla uzun zamandır çalışıyorsunuz. Nasıl bir araya geldiniz?
Dostluğumuz, müzikal arkadaşlığımız yaklaşık 15 yıldır sürüyor. Viyana’da yaşayan az sayıda Viyanalıdan biri Marco. Zor bir adam. Metroda tanışmıştık. (gülüyor) Burada konservatuar okuyordum, hem de operada işe girmiştim. 2008’de bir yarışma izledim, Avusturya Dünya Müzikleri Yarışması. Benim operadan başka bir müzik yapma isteğim o yarışmayla başladı. Metroda arkadaşımlaydık. Ona bu yarışmadan bahsedip “ben niye böyle şeyler yapmıyorum ki” diyordum. Sonra Marco bindi metroya. Arkadaşımla tanışlarmış. “Bak bu piyanist” dedi arkadaşım ve bizi tanıştırdı. Sonra “buluşalım” dedik. Benim fikrim onu da çok heyecanlandırdı, böylece bir yola girmiş olduk. Sonra, yaptığımız bestelerle bir sene sonra katıldığımız Avusturya Dünya Müzikleri Yarışması’nı kazandık. Çok iyi bir bestecidir Marco ve mükemmeliyetçidir. Beraber çalışmaya başladığımızda o beyaz bir Avrupalı, ben de buraya yeni gelmiş göçmen bir kadındım. Geçen 14-15 yılda ben onun beyazlığını törpüledim, o da beni törpüledi. Tam olarak o bende neyi törpüledi, bilmiyorum, ama birbirimizi iyi yonttuk. Sağlam bir arkadaşlık oluştu aramızda, hâlâ birbirimizi yediğimiz doğrudur, ama bu da bizim dinamiğimiz. (gülüyor)
Mozart’a gittiğimizde, bütün sevilen karakterlerinin hizmetçiler olduğunu görürüz. Zengin sınıf şapşal, beceriksiz gösterilir çoğunlukla. Mozart ilk Almanca operasını yazdığında aldığı tepki mesela –ki o dönemde Almanca opera yazmak, bu dönemde Kürtçe dilinde opera yapmak gibi bir şey, çok politik bir duruş. Günümüz operasının sorunu, o dönemden çıkmak istememesi. Güncelliği yok, nostaljik bir hal aldı artık.
Aşk albümünde yer alan “Marco’nun Rakısı” şarkısındaki Marco o mu?
Evet. 2015’te Türkiye’de turnedeydik. Ekip arkadaşlarımın çoğu ilk defa İstanbul’a gelmişti. Yoğun tempo bittiğinde hepimiz fiziksel olarak çok yorulmuştuk. Onlara rakı sözüm vardı. Galata’da bir yere götürdüm hepsini. Bazıları bira içmek istedi, Marco’nun da aralarında olduğu bazı arkadaşlar da rakı. Çok hızlı içtiler. Ben de rakı adabından bahsettim, yavaş için dedim, ama ne fayda. Sonunda Galata Köprüsü’nde altı sarhoş Avusturyalı ve ben… Unutulmaz bir akşamdı. O akşamdan kaldı “Marco’nun Rakısı”, o İstanbul gecesinden.
Ekipte başka kimler var?
Ekibin kuruluşundan beri temel taşları olan insanlar var. Her birinin de bir yedeği var. Hepimiz profesyonel müzisyeniz ve hepimizin de birden fazla projesi ve konserleri oluyor. Ama temel taşlardan biri Marco Annau. Jörg Mikula var, bateristimiz. İlk baştan beri yanımızda olan Andrej Prozorov var. Kendisi dünyanın en iyi saksofoncularından biridir bana sorarsanız, Ukraynalı bir arkadaşımız. Bu albümde klarnet de çok baskın. Klarnette Oscar Antoli var. İspanyol bir müzisyen, Viyana’da yaşıyor. Kim olduğunu bilmeseniz, Çerkezköy’de bir roman düğününde bir klarnetçi çalıyor dersiniz. Yine Marko Ferlan var, basçımız. Müzisyenler konusunda gerçekten şanslıyım. Her şeyden önce, müzik piyasasında komplekssizce beraber çalışabileceğin insanlar bulmak kolay değil. Bu insanlar sadece müzisyen değil, iyi arkadaşlar da. Bizim kimyamız birbirine çok uygun. Birbirimizi çok gözleyerek, bazen de provoke ederek müzik yapıyoruz. Çokça da sınırlarımızı zorluyoruz, güzel bir uyumumuz var.
Müziğe ilk adımı nasıl attınız?
Ben Mersin’de büyüdüm. 90’lar Mersin’in politik olarak da en hareketli yıllarıydıO dönem konservatuara girdim. Elimde gitar, sağda solda sürekli müzik yapıyordum. Babam Türkiye’de konservatuar açıldığında ilk girme şansı olanlardan, ama “müzisyen olup ne yapacaksın” denip gönderilmeyenlerden. Alevi bir aileden geliyorum. Duvarımızda her zaman o saz asılıydı. Müziğin içinden gelme durumu var yani. Ailem sağolsun, bana dedi ki, müzik yapacaksan doğru düzgün yap. Beni bir sınava soktular. Hayatımda ilk defa piyano gördüm o vesileyle. İnsanlar gece kıyafetleriyle gelmişler, ben kendimi Janis Joplin sanıyorum. (gülüyor) 14-15 yaşlarındayım. Tam bir ergenim, ne olacağımı bilmiyorum, bir şey olasım var, ama olmak isteyebileceğim şeye bile karşıyım. O dönem konservatuvara girdim. Bana tek bir hoca iyi davrandı. Beni aldı, “bu kızın sesi çok güzel” dedi. Sonuçta ilk seneler pek bir şey anlamadım. Ta ki Alexendar Dumas’nın Kamelyalı Kadın romanından uyarlanan La Traviata operasını izleyene kadar. Operayı, edebiyat ve politikayla olan bağlarını yakaladığım zaman sevmeye başladım.
Mimar Sinan’a geldiğimde tam bir kültür şoku yaşadım. Bembeyaz bir siste farklı olan hiçbir şeyi kabul etmiyor, eziyor, öğütüyordu. Türk ulus devlet mantığının üniversitede biçimlenmiş haliydi Mimar Sinan konservatuarı. “Sokakta öyle bir yürüyeceksin ki, bu yanımdan geçen kız olsa olsa operacıdır” diyen hocalarım vardı. Eşcinsel olduğu için master yapamayan arkadaşlarımız vardı. Çünkü hocalar “ibne” deyip almıyordu derse.
Nasıl bağlantılar bunlar?
Mesela Viyana’da klasik opera yapılıyor. 300-400 yıl önce bestelenen operalar. Giuseppe Verdi’nin operalarına bakmak lâzım mesela. Kendi döneminde çok politik. Tosca gibi bir opera yazmış. Daha geriye, Mozart’a gittiğimizde, bütün sevilen karakterlerinin hizmetçiler olduğunu görürüz. Zengin sınıf şapşal, beceriksiz gösterilir çoğunlukla. Mozart ilk Almanca operasını yazdığında aldığı tepki mesela –ki o dönemde Almanca opera yazmak, bu dönemde Kürtçe dilinde opera yapmak gibi bir şey, çok politik bir duruş. Günümüz operasının sorunu, o dönemden çıkmak istememesi. Güncelliği yok, nostaljik bir hal aldı artık. Tabii ki yeni, çağdaş operalar var, ama maalesef Viyana bunun şehri değil. Bunu görmek için Paris’e, Londra’ya gitmeniz gerekiyor.
Mersin’den İstanbul’a gidişiniz nasıl oldu?
Mersin’deki yolumun kısa olacağını, buradan bir yere açılmamın zor olacağını fark edip İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’ne girdim. Köyden indim şehre oldu biraz. 2000’lerin başıydı. Mersin’de opera bölümüne girdiğimde sosyal sınıfım, kültürel mirasım belliydi. Mimar Sinan’a geldiğimde tam bir kültür şoku yaşadım. Bembeyaz bir siste farklı olan hiçbir şeyi kabul etmiyor, eziyor, öğütüyordu. Türk ulus devlet mantığının üniversitede biçimlenmiş haliydi Mimar Sinan Konservatuvarı. “Sokakta öyle bir yürüyeceksin ki, bu yanımdan geçen kız olsa olsa operacıdır” diyen hocalarım vardı. Eşcinsel olduğu için master yapamayan arkadaşlarımız vardı. Çünkü hocalar “ibne” deyip almıyordu derse. Sanat Tarihi dersimizde bir gün hocamız Osmanlı sanatını anlatıyordu. “Türkiye tarihinde soykırım olmamıştır” dedi. Sınıfta Ermeni bir arkadaşım vardı. Bakıştık. Sonra dedim ki, “ama benim dedem başka anlatıyor”. “Deden kim kızım senin?” dedi. “Dersimliyiz” dedim. “Dersim neresi çocuğum, onun adı Tunceli” dedi. “Sen belli ki yanlış yere gelmişsin, alacaksın silahını, çıkacaksın dağa madem öyle” dedi. Beni sınıftan kovdu. Türkiye’nin en iyi sanat okullarından birinde yaşanan durum buydu. Nereden tutsan elinde kalıyor. Aynı kadın bana “bu ülkeden git” dedi. Demem o ki, İstanbul’a gitmem doğru bir karardı, ama Türkiye’deki konservatuarların çok ciddi bir yenilenmeye ihtiyacı var.
Dedeniz nasıl anlatıyordu Dersim’i?
Dedem soykırımı yaşamış biri. Ama ölene kadar başucunda bir Kemal Atatürk portresi asılıydı. Samsun’da Kürt işçilere saldırılırdı, dedem balkona Türk bayrağı asardı. Hiçbir zaman Kürtlüğünü kabul etmedi. Her zaman “Horasan Türküyüz” derdi. (gülüyor) Bir kere anlattı ama soykırımı. Onu anlatırken de, “iyi ki yaptı” dedi: “Atatürk bize yol getirecekti, Kürtler istemedi, iyi ki de yaptı.” Neler gördüğünü sordum. “Oyun oynadığım arkadaşlarımın cesetlerini köpekler yiyordu, biz dağa kaçtık” dedi mesela. Dedem bir Stockholm Sendromu örneğidir bence.
Sizin Dersim’le yüzleşmeniz nasıl oldu?
80’lerin yenilgisini yaşamış ebeveyn kuşağından geliyorum. Annem ve babamın politik bir kimliği vardı. Çocukken duyduklarım, hatırladığım anlar var: Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Sivas Katliamı, Öcalan’ın yakalanması, o dönemdeki atmosfer… 12 Eylül’ü dinleyerek, evdeki kitapları okuyarak büyüdüm. Hepsi beni şekillendirdi.
Mem û Zin, Kürtlerin en büyük efsanesi. Operaya uyarlanmış olması, benim de bunu seslendirmiş olmam, beni mutlu ediyor. Bestesi Cem İdiz, librettosu Cuma Boynukara’nın. İlk konser Almanya Wiesbaden Operası’nda, dünyaca ünlü Mayıs Festivali’nde yapıldı. Çok duygusal, çok güzel bir konserdi.
İstanbul’dan Avusturya’ya yolunuz nasıl düştü?
Operayla özdeşleşen bir yer Viyana. Çanakkale’nin bir köyünde geçti çocukluğumun bir dönemi, on yaşıma kadar. Anne-baba öğretmen olduğu için bir dönem oradalardı. Elektrik kesildiğinde abimle oynadığımız bir oyun vardı. Haritada şehirleri bulmaya çalışırdık. Haritada önce kim bulacak, abim mi, ben mi. İlk defa bulduğum, bulabildiğim şehir Viyana’ydı…
İstanbul’da da yapamadığımı gördüm aslında. Bir asistanımız vardı opera bölümünde, asistanlıktan atıldı. Nedeni de, Gece Kraliçesi aryasını darbuka eşliğinde söylemesiydi. Roman arkadaşlar vardı. Bir gece Taksim’de Roman müziği yapan bir barda onları gördüm. Onlar çok tedirgin oldu. Konservatuarlıydılar, bu duyulursa okuldan atılırlardı. Makam çalıyordu, ama trombonla makam çalamazsın! Çocuklar enstrümanlarında devrim yapmış, olmayanı oldurmuş, fakat gizli gizli müzik yapmak zorunda kalıyorlar!
2006’da Erasmus programına girdim. Beni Viyana’ya gönderdiler. Üniversiteyi bitirmeme iki sömestr kalmıştı. Onu da yaktım. Viyana’da tekrar konservatuara başladım. Her akşam operadaydım. Operanın ana giriş kapısı, bir de arka giriş kapısı vardır. Arka giriş kapısında, oyunu ayakta durarak izleyebileceğin biletler satılır. Fakirler için yani. (gülüyor) Üç-dört saat önceden sıraya girmen gerekir. Sizi öyle bir şekilde sokarlar ki opera binasına, çok para vermiş, bilet almış insanlar sizi görmez ve sizden “rahatsız” olmazlar. O kadar büyüleniyordum ki sahnede olanlardan, her akşam oradaydım.
Nasıl hissettiriyordu ilk zamanlar?
Bütün öğrencilik hayatımda Viyana Operası’ndaki kayıtları dinlemişim. Aslında biraz bunun için yaşamışım. İlk gidip gördüğümde çok acayipti benim için. Operanın önünde oturdum, baktım. Sonra içine girmeye başladım. Oradan buradan para kısıp operaya gidiyordum. Bir süre sonra o hayran olduğum yerde çalışmaya başladım. Paris’e gittim, oradaki bir operada çalıştım. Sonra operadan mental olarak uzaklaşma sürecim başladı. Şu anda Mem û Zin’le ve Sefarad şarkılarını da yorumladığım Baroque Arabesque projesiyle tekrar flörtleşiyorum operayla.
Biraz Mem û Zin operasını anlatır mısınız? İlk konser mayısta, Almanya’da oldu…
Mem û Zin, Kürtlerin en büyük efsanesi. Operaya uyarlanmış olması, benim de bunu seslendirmiş olmam, beni mutlu ediyor. Bestesi Cem Idiz, librettosu Cuma Boynukara’nın. İlk konser Almanya Wiesbaden Operası’nda, dünyaca ünlü Mayıs Festivali’nde (Maifestspiele) yapıldı. Çok duygusal, çok güzel bir konserdi. O kocaman barok salondaki zılgıt seslerini hiç unutmayacağım.
İlk albümün kapağında başınızda yazma var, ikinci albümdeyse başınız duvaklı, ağzınızda sigara. Bunun özel bir anlamı var mı?
Fotoğraf çekimi için birçok fotoğraf çekiliyor ve sadece birkaçı kullanılıyor. İlk albümün fotoğraf çekimi çok spontandı. Kafamda kırmızı şal, kulaklarımda kırmızı küpeler var. İyi de bir fotoğrafçıydı çeken. Bu kare çıktı ortaya, bir sembol oldu resmen fotoğraf. Avusturya’ya geldiğim ilk senelerde göçmenliği çok bilmiyordum. Erasmus öğrencisi olarak geldim, hızlı bir şekilde operada çalışmaya başladım. Göçmenlerin ilk yıllarda yaşadığı parasızlık gibi sorunları yaşadım elbet, ama bu ve benzer sorunları başkalarının deneyimlediği gibi deneyimlemedim. “Türkiye’de tutunamayıp Avusturya’ya gelen Kürt kızı” mealinde, bir başarı örneği gibi kullanıldı bu fotoğraf. Sebastian Kurz, o zaman Entegrasyon Bakanlığı yapıyordu. Benim yüzüm bu fotoğrafla her yerdeydi. Bir söyleşide mesela, Mersin’de sokakta şarkı söylediğimi hatırlatmışım. Onu öyle bir çevirdiler ki, “Kürt kızı Türkiye’de sokaklarda şarkı söylerken şimdi Viyana Operası’nda” gibi.
Burada birçok ödül kazandım: 2018’in En Başarılı Kadını, Klasik Mania Ödülü, Dünya Müzikleri Yarışması Ödülü… Fakat Avrupalı olmayanın “etnik figür” olması durumu beni hep rahatsız etti ve bunu her sahnede, her konuşmada dile getirdim. Bu yüzden de ikinci albümde, birinci albümün tam karşıtı olan bir kapak kullandım. İlk albümdeki uslu kız ben değilim. Gelinlik bu “uslu” oluşun sembolüdür ya, burada dedim ki, ben bu değilim. Yani ikinci albümdeki fotoğrafım ilkinin protestosu, o kadın sembolünün protestosu denebilir. Ama Fransa’da albümü başka bir kapakla yayınlamak zorunda kaldım, ağzımdaki sigaradan dolayı. Türkiye’de de başka bir kapak kullandık. Bir albüm, üç farklı kapak oldu. (gülüyor)
Avusturya’da göçmenliğe rağmen sanatınızı, kendinizi kabul ettirmeniz nasıl oldu?
Avusturya’da kariyer yapmak isteyen bir göçmensen her zaman meslektaşlarının çalıştığının iki katı çalışmak zorundasın. Şöyle bir yere yönlendiriliyorsunuz: “Evet, ben sizden değilim, ama onlar gibi de değilim, ben onların ‘iyi’ olanlarındanım.” Volksoper’a, koroya girdiğimde 24 yaşındaydım. Bütün operanın içinde, şarkıcılar arasında Müslüman bir ülkeden gelen tek şarkıcıydım. Ben Müslüman değilim, ama o potadayım sonuçta. Korodan birisi, “koroya Müslümanlardan çok Hıristiyanları alsak daha iyi değil mi?” diyordu. Ben herkesten erken giderdim, provalar başlarken ezberimi yapmış olurdum. Zordu gerçekten, Kendimi kabul ettirmem yıllar sürdü, sonra da dayanamayıp istifa ettim zaten.
Eğer bir arya söylüyorsan sahnede, şunu biliyorsun ki, seyircinin yüzde 90’ı bu aryayı biliyor, yarısından çoğu da notayı incelemiştir. O yüzden caz sahnesini, kendi şarkılarımı söylemeyi seviyorum; benim müziğim, benim hikâyem, histerik kontrol hali yok, mükemmel olmak zorunda hiç değilim.
Avusturya’da sahnede nasıl hissediyorsunuz? Seyirci durgun, biraz hareketsiz sanki?
Orta Avrupalılık bu. Kontrol. Biz Selim Sesler’i dinlemeye giderdik Taksim’de, camdan düşmeyelim diye birbirimizi tutardık resmen dans ederken. Ama burada dans bile bir kontrol içinde. Çok zorlandım ilk zamanlar. Ben sahnede kuduruyorum bazen. Günlük hayatta asla yapamadığım şeyleri yapıyorum. Konser sonrası müzisyen arkadaşlarım “bu kadar çok konuşma, stand-up mı yapıyorsun” diyor. Nerede, hangi salonda, hangi kitleye müzik yapıyorsun, bu önemli. Burası müzik şehri, klasik müzik şehri, ama seni incelemeye gelir insanlar. Eğer bir arya söylüyorsan sahnede, şunu biliyorsun ki, seyircinin yüzde 90’ı bu aryayı biliyor, yarısından çoğu da notayı incelemiştir. Konsere elinde notayla gelip seni takip edenleri hiç saymıyorum bile. O yüzden caz sahnesini, kendi şarkılarımı söylemeyi seviyorum; benim müziğim, benim hikâyem, histerik kontrol hali yok, mükemmel olmak zorunda hiç değilim.
Sahne ilginç bir şey. Kendimden çıktığım ya da tam tersi kendime döndüğüm bir yer orası. Ben çok eğleniyorum sahnede. Bazen dönüp konserlerime bakıyorum, “aa bu kadın da kim yahu” diyorum. Bir kafede üç-beş kişiyle olduğumdan daha rahat oluyorum sahnede. Muzırlığı ise, bilmiyorum, kendimle dalga geçebildiğim, gerektiğinde seyirciyi tiye alabildiğim içindir belki.
Bundan sonra nasıl bir takviminiz var? Türkiye’de konseriniz olacak mı?
Bundan sonrası çok yoğun. Pandemi müzik piyasasını yerle bir etmişti. Şimdi onun acısını çıkarma sırası bizde. Albüm tanıtım konserinden sonra Özlem Bulut Band konserleri olacak. Baroqe Arabesque turneye çıkıyor. Mem û Zin’in de yeni konserleri geliyor. Tüm bunları bulut.at ya da Instagram hesabım @ozlembulutmusic’den de takip edebilirsiniz. Türkiye’ye gelme planlarım var. Simdi bir koro yönetmeye başladım. Bu ay sonu kadın cinayetlerine karşı beş konserlik bir performans yapıyoruz Viyana’da. Ve “yeni müzik” yapmaya devam…