Ömrü Kısa, Etkisi Büyük Kürt Örgütlenmesi: DDKO adlı kitabınızda, 21 Mayıs 1969’da kurulan ve 12 Mart 1971 darbesi sonrasında, 26 Nisan’da fiilen kapatılmaya başlanan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı 17 Eylül 1908’de kurulup 1909’da kapatılan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ne (KTTC) benzetiyorsunuz. DDKO ile KTTC arasında nasıl bir benzerlik var?
Ruşen Arslan: Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı’nın son dönemlerinde kurulan, modern anlamda ilk legal Kürt örgütlenmesiydi. Aslında ondan önce, 1901’de Kürdîzâde Ahmet Râmiz Bey tarafından kurulmuş, Bediuzzaman Said-i Nursî el- Kûrdî’nin de üyesi olduğu Azm-i Kavi Cemiyeti de var, ama çok etkili olmadığı için genelde tarih KTTC’den başlatılır. KTTC ile birlikte dönemin Kürt entelektüelleri Kürtlerin hakları için ilk defa ciddi bir örgütlenmeye gitmiş oldular. Bu kuruluşun aynı ismi taşıyan bir de gazetesi vardı. Zaten kuruluşundan kısa bir süre sonra, hem cemiyet hem gazete kapatılacaktı. KTTC’nin de ömrü tıpkı DDKO’lar gibi kısa oldu. Dikkat çekici bir diğer benzerlik, KTTC’nin siyasi programının DDKO’larınkiyle benzeşmesi. Kürtlerle diğer halkların, gayrimüslimlerin ilişkilerinin düzeltilmesi için çaba sarfetmiş bir örgüttü KTTC. Tabii o dönemin yapısı itibarıyla, bu hedefi “Osmanlı devletini yüceltmek için” önüne koyuyor. Yani, 1908 itibarıyla, bağımsız bir Kürdistan tahayyülleri yok. DDKO da Türkiye’nin bütünlüğü içinde, eşitliğe ve halkların kardeşliğine dayalı bir program benimsemişti. Bu çerçevede Kürt diline, kültürüne saygı ve Kürt dilinde eğitim hakkı isteyen demokratik, legal bir örgütlenmeydi.
KTTC nasıl kapatıldı? Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları Kürtler açısından nasıl bir seyir izledi?
Kahir ekseriyeti Müslüman olan Kürtler, tıpkı diğer Müslüman halklar gibi, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar kendilerini “Millet-i Hakime” olarak görüyordu. Müslüman olmayan halklar ise “Millet-i Mahkûme” olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla, KTTC’nin o dönemde Kürt kültürünü, haklarını korumak, cehaletle mücadele etmek, Kürdistan’da eğitim kurumlarının, okulların yaygınlaşmasını istemek kadar, Osmanlı’yı da koruma, yüceltme gibi gayeler gütmesi şaşırtıcı değil. Öte yandan, Meclis-i Mebusan’a seçilecek kişilerin belirlenmesinde etkili olmayı da hedefliyor bu cemiyet. Fakat 1904’ten itibaren Türkçü akımların İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne hâkim olmasıyla birlikte, Kürtler dışlanmaya başladı. İttihat-Terakki bünyesinde çalışan gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa, tamamen ırkçı-Turancılardan oluşuyordu. Balkan Savaşı’nın bittiği 1913’te İttihat- Terakki’nin aldığı kararların başında Ermenilerin “çürütülmesi” ve tehcire zorlanması var. Aynı şekilde Rumların göç ettirilmesi, Kürtlerin Türklüğe, Alevilerin ise Sünniliğe asimile edilmesi kararı alınıyor.
Yani 1913’e gelindiğinde İttihat–Terakki içindeki Kürtler dışlanmış mıydı?
Elbette. Kürtlük bilinci olup da İttihat-Terakki üyesi olan Kürtler 1913’ten çok önce ayrılmıştı. İttihat-Terakki’nin kurucularından Abdullah Cevdet, İshak Sükuti gibi dönemin ünlü Kürt siyasetçileri, Türkçülüğün hakimiyetinden rahatsız olup ayrılmıştı. 1908’de kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin ömrünün sadece bir yıl olmasının nedeni de İttihat-Terakki’nin Türkçü ideolojiye dayanan hakimiyetiydi. Türkçülüğün hakimiyeti, uzun vadede Kürtleri kendi varlıklarını muhafaza etmek için mücadeleye itti. Nitekim Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1918’de Kürdistan Teali Cemiyeti bağımsız devlet hedefiyle kuruluyor.
Osmanlı’nın dağılması sonrasında, Kürtler Kurtuluş Savaşı’na katılıyor. O dönemde, 1921 Anayasası’nda Kürdistan bölgesini de kapsayacak şekilde bir idari özerklik tanınıyor. Fakat 1924 Anayasası’yla birlikte merkeziyetçi bir sisteme geçiliyor. 1925’teki Şeyh Said isyanında 15 bin kişi öldürülüyor. 1926-1930 arasındaki Ağrı İsyanı da kanlı biçimde bastırılıyor. Ardından, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesinde, “Muhayyel Kürdistan burada metfundur” yazılı karikatür yayınlanıyor. 1937-38’de Dersim’de kitlesel bir kıyım yapılıyor. Kitabınızda, bundan sonraki yirmi yılı, 1938-1958 arasını, “Kürtlerin fetret dönemi” olarak tanımlıyorsunuz. Bu ara dönemde çokpartili hayata geçiliyor, Demokrat Parti (DP) kuruluyor ve iktidara geliyor. Çokpartili döneme ilişkin sayısız araştırma var, ama Kürtlerin bu yirmi yılı pek bilinmiyor. 1938-1958 arasında Kürtler ne yapıyordu?
Doğrusu DDKO’nun evveliyatını incelerken benim de merakımı en çok celbeden bu dönemdi. Kürtler bu döneme çok kanlı saldırılardan, baskılardan geçerek girmişlerdi. Söz konusu yirmi yıl boyunca etkili bir siyasallaşmanın söz konusu olamayacağı düzeyde travmatik bir yakın tarihten gelinmişti. Peki, hakikaten hiçbir şey yapılmadı mı bu dönemde? Hayır. Henüz yeryüzüne çıkamayacak düzeyde küçük filizlenmeler vardı. Bunların en önemlisi, 1939’da İstanbul’da kurulan Dicle Talebe Yurdu’ydu. Bu yurdun kurucuları arasında Mustafa Remzi Bucak, Yusuf Azizoğlu, sonradan profesör olan Memduh Yaşa, Azmi Erdoğan, Halim Kerimoğlu (Mungan), Hayrettin Saraçoğlu gibi isimler bulunuyor. Keza benim öğrencilik yıllarımda anti-komünist, sağcı bir profesör olarak bildiğim Siverekli Abdulkadir Karahan da bu kadronun içindeydi. Fakat Tarık Ziya Ekinci’nin hatıralarında anlattığı üzere, bu yurt Birinci Umum Müfettişi Abidin Özmen’in emri ve desteğiyle kuruluyor. Zaten yurtta Birinci Umumi Müfettişlik mıntıkasından gelen talebeler kalıyordu. Aynı zamanda aileleri sürgünde olup yurtta kalanlar da vardı. Diyarbakırlı Yusuf Azizoğlu, Edip Altınakar ve Esat Cemiloğlu, Şeyh Said başkaldırısı sonrasında sürülen ailelerin çocuklarıydı. Daha sonra “49’lar Davası”nda yargılanacak olan tüccar Ferit Bilen, ihracatçı Mustafa Ekinci, Hakkârili şair Abdurrahim Zapsu bu yurda ekonomik destek sağlıyor. Ali Karahan, Faik Bucak, Şevket Çelikkanat gibi Kürt yurtseverleri de öğrenciliklerinde burada kalıyor. Yurdun kuruluş günü bilinçli olarak Newroz’a denk getiriliyor. Fakat Dicle Talebe Yurdu 1955’te hükümet tarafından siyasi nedenlerle kapatılıyor.
Birinci Umum Müfettişi Abidin Özmen kim?
O dönemde bir nevi genel valilik işlevi gören Umumi Müfettişlikler vardı. 1935-1946 arasında TBMM başkanı olan Abdülhalik Renda, “müstemleke tarzı bir idare kurulmalıdır” deyince, askere, yargıya, idareye hükmeden, astığı astık kestiği kestik üst yönetici olarak Umumi Müfettişlikler kuruluyor. Bu müfettişliklerden Birinci Umumi Müfettişlik’in merkezi Diyarbakır’dı ve Elâzığ, Hakkâri, Siirt, Mardin, Urfa, Bitlis, Muş, Ağrı gibi illeri kapsıyordu. Abidin Özmen de 1935’te buraya atanıyor ve 1943’e kadar da Birinci Umum Müfettişi olarak kalıyor.
Böyle bir adam niye Dicle Talebe Yurdu’nun kuruluşunda yer alıyor?
Bunun hem ekonomik hem politik nedenleri olabilir. Özmen yurdun kuruluşu için gereken ekonomik kaynağı bulabilecek bir isim. Nitekim, kendisine bağlı illerin belediyelerinden para toplayarak yurda destek oluyor. Aynı zamanda öyle bir ismin varlığı, yurdun devamını da teminat altına alıyor. Zaten yurdun fahri başkanı da kendisi.
Abidin Özmen Kürt mü?
Elbette hayır. Abidin Özmen, 1938’de Dersim’deki katliamların esas yürütücüsüdür. Uzun yıllar kaymakamlık, valilik yaptıktan sonra milletvekili seçiliyor, ardından da Kürdistan’da Umumi Müfettiş yapılıyor. Dönemin OHAL valisi bir nevi.
Ve bu adamın fahri başkanı olduğu yurtta daha sonra DDKO’ların da kurulma sürecini etkileyecek Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci gibi isimler kalıyor, öyle mi?
Tarihin cilvesine bakın ki, öyle. Şeyh Said ailesinden Edip Altınakar sürgünden üniversiteye geliyor ve yurtta kalıyor. Keza sonradan Silvan belediye başkanlığı, 1950-1954 arasında DP Diyarbakır milletvekilliği, 1962’de İsmet İnönü’nün kurduğu 27. Hükümet’te Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı yapacak olan Yusuf Azizoğlu da bu yurda sürgünden geliyor ve İstanbul Üniversitesi’nde hekimlik okuyor.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları Türkiye’nin bütünlüğü içinde, eşitliğe ve halkların kardeşliğine dayalı bir program benimsemişti. Bu çerçevede Kürt diline, kültürüne saygı ve Kürt dilinde eğitim hakkı isteyen demokratik, legal bir örgütlenmeydi.
Sürgünden nasıl gelebiliyorlar?
Şeyh Said isyanından sonra Türkiye’nin farklı yerlerine sürülen ailelerin çocukları bunlar. DDKO’lara giden sürece dair tarihsel- sosyolojik inceleme yaparken, o dönem bir Kürt gencinin üniversiteye girebilmesinin ne kadar olağanüstü olduğunu tekraren gördüm. Kürdistan’ın pek çok şehrinde lise bile yoktu. Ben Muşluyum ve bizim orada lise, benim ortaokula başladığım 1955’te açıldı. Ondan önce lise tahsili için insanlar Diyarbakır’a, Erzurum’a, İstanbul’a, hatta Trabzon’a giderdi. Muş gibi bir yerde çocuklarını lise için dışarıya gönderebilecek aile bir elin parmağını geçmezdi. Liseye gidenler arasından da çok azı üniversiteye geçebiliyordu. İşte o az sayıdaki talebe, İstanbul’da hem kendilerine hem de sonra gelecek olan Kürt gençlerine imkân sağlamak için Dicle Talebe Yurdu’nu kurma kararı alıyorlar. Bunu yaparken de, her ne kadar hiçbir kayda rastlamasam da, belki de ekonomik desteğin yanı sıra kendilerini güvence altına almak için Abidin Özmen gibi bir ismi fahri başkan yapıyorlar. Bu adam idam kararlarını onaylama yetkisini haiz, sömürge valisi statüsünde bir isim.
Kitabınızda, Dicle Talebe Yurdu’nda kalan Musa Anter, Yusuf Azizoğlu, Ziya Şerefhanoğlu, Mustafa Remzi Bucak gibi isimlerin kendi aralarında “Kürtleri Kurtarma Cemiyeti” adını verdikleri küçük, gizli bir ekip kurduğunu söylüyorsunuz. Nasıl bir cemiyet bu?
Saydığınız insanlar birer Kürt yurtseveri. Yurda gelip kalacak talebelere Kürtlük bilincini aktarmayı hedefliyorlar. Hatta kendi aralarında illere göre iş bölümü yapıyorlar. Bu da “fetret döneminde”, 1940’ların başında, gençler arasında Kürtlük bilincinin hâlâ ölmediğini, ama ortaya çıkamayacak kadar lokal, dar ve tehlikeli olduğunu göstermesi bakımından önemli bir örnek. Yıllar sonra, 1948’de Musa Anter’in çıkardığı Dicle Kaynağı isimli haftalık dergi, Dicle Talebe Yurdu’ndaki küçük, gizli bilincin ortaya çıkması bakımından çok önemli. Zaten bu dergiyi çıkaran Musa Anter, Hüseyin Dikici, Talat Saygın ve Veli Dolu (Kasımoğlu) Dicle Talebe Yurdu’ndan arkadaş. Bildiğim kadarıyla bu dergi, cumhuriyet döneminde Kürtlerin çıkardığı, belli aralıklarla yayınına ara veren, topam kırk sayı çıkan ve bunu 1959’a kadar sürdüren ilk yayın.
1946’da, İran’da Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kurulmasının o dönemki Türkiyeli Kürt gençleri üzerinde nasıl bir etkisi olmuştu?
Bizzat Tarık Ziya Ekinci’den duyduğum üzere, ömrü bir yıl süren Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nde yaşananların o dönemki Kürt gençler arasında önemli etkisi olmuştu. SSCB bölgeden gidip Kürtlerden desteğini çekince, Tahran yönetimi Mahabad’a sefer düzenlemiş ve Cumhurbaşkanı Qazi Muhammed ile birlikte yönetimin belli başlı önderlerini idam etmişti. Devletin kuruluşuna yardım eden Mela Mustafa Barzani teslim olmayı reddedip Güney Kürdistan’a geçmişti. Tarık Ziya Ekinci’nin anlattığına göre, Mahabad’da yaşananlar karşısında İstanbul’daki bir avuç Kürt genci İran’a geçip direnişe destek vermeyi tartışıyor. Rumelihisarı’nda yaptıkları toplantıda, Ali Karahan çok heyecanlı bir konuşma yaparak “Mahabad Kürt Cumhuriyeti Tahran’ın saldırısı altındayken biz ne güne duruyoruz” diyor ve direniş için Mahabad’a geçmeyi öneriyor. Ne var ki, Tarık Ziya Ekinci dahil pek çoğu “bizim bu aşamada okumamız gerekiyor” diyerek karşı çıkıyor. Hakikaten o dönemde de Kürtlerin savaşçıları çok, okuyanları ise az. Neticede gitmiyorlar, ama daha 1946’da İstanbul’da Kürt gençlerinin böyle bir bilinçle toplanıp tartışmaları çok önemli.
Bu aynı zamanda Türkiye’nin çokpartili rejime geçişine de denk geliyor…
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın genelinde demokrasi görece çekici bir yönetim haline geldi ve bunun Türkiye’ye de yansıması oldu. CHP’den ayrılanlar DP’yi kurdular. DP’yi kuranlar arasında İttihat-Terakki’den gelme kadrolar da var ki, bunlar devleti kuran ve bunu da Türkçülük esasına göre yapmış insanlar. Bu kadrolar 1925’ten itibaren ortaya çıkan isyanların, direnişlerin bastırılmasında da rol oynamışlar. Direnişler büyük katliamlarla bastırılmış, ardından da idamlar, kurşuna dizmeler, sürgünler yapılmıştı. Özellikle, 1927’de çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Menatıkından Garp Vilâyetlerine Nakilleri Hakkındaki Kanun” sürgünleri sistematik hale getirmişti. “Görülen siyasi ve içtimai lüzum üzerine”, Kürdistan’ın hemen her bölgesinde sıkıyönetim hâkim kılınıyordu. O zaman Ağrı diye bir il yok, Bayazıd vilayeti deniyordu. Ağrı İsyanı’ndan sonra orası da cezalandırıldı. 1927 tarihli kanun uyarınca 400 ailenin batıya sürülmesi öngörülüyordu. Ayrıca, Ağrı İsyanı’na katılan “80 asi ailesi” de sürgüne tabi tutuldu. Bunların yanısıra bölgedeki hapishanelerde tutulan, ağır cezaya çarptırılmış mahpuslar da sürüldü. Devletin sürgün politikasının Kürt siyasi tarihindeki önemi çok hayati.
Neden?
Çünkü ancak demografik yapıyı değiştirerek, insanları topraklarından kopararak bölgeye hâkim olabiliyorlar. Sason mesela, bir nevi “Sünni Dersim” gibi, merkezi yönetimle ilişkilenmeyi, vergi ödemeyi reddeden bir bölge. Devlet oraya egemen olmak için 1936’da, müftülükten, maliyeden, defterdarlıktan memurların bulunduğu, jandarmanın eşlik ettiği bir “nasihat heyeti” gönderiyor. Gittikleri bir köyde jandarma yüzbaşısı, kendilerine yemek hazırlayan bir kadını taciz ediyor. Bunun üzerine olay çıkıyor ve köylüler iki askeri öldürüyor. Yüzbaşı da Ankara’ya telgraf çekip “Sasonlular vergi vermemek için devlete başkaldırdı” diyor. Buna başkaldırı denemezdi. Aslında Kürtlerin başkaldırısı olarak nitelendirilebilecek olanlar Şeyh Said, Koçgiri, Ağrı ve PKK hareketleridir.
1904’ten itibaren Türkçü akımları İttihat ve Terakki’ye hâkim olmasıyla birlikte, Kürtler dışlanmaya başladı. İttihat-Terakki’nin kurucularından Abdullah Cevdet, İshak Sükuti gibi ünlü Kürt siyasetçileri Türkçülüğün hâkimiyetinden rahatsız olup ayrılmıştı. 1908’de kurulan KTTC’nin ömrünün sadece bir yıl olmasının nedeni de İttihat-Terakki’nin Türkçü ideolojiye dayanan hâkimiyetiydi.
Peki ya diğerleri?
Emekli general Cemal Madanoğlu Sason olaylarını anlattığı anılarında, hareketin lideri Elîyê Ünis’le konuşup neden silahlandıklarını sorduğunu ve “siz bizi batıya, sivrisineklerin hâkim olduğu bataklık bölgelere sürmek, oralarda yok etmek istiyorsunuz” yanıtı aldığını aktarıyor. Yani o dönemki olayları isyan olarak nitelendirmek zor. Daha ziyade tedip, tenkil, yani “edeplendirme”, “yola getirme” ve bu amaçla yapılan idamlar, cezalandırmalar, sürgünler ile bunlara karşı direnişlerdir. Sason ve Dersim olayları böyle olmuştur.
1939’a gelindiğinde Şeyh Said, Dersim, Ağrı, Sason harekât ve isyanları bitmiş, sürgünler, iskân politikaları büyük ölçüde “halledilmiş” oluyor…
Evet, 1934’te çıkarılan İskân Kanunu’yla birlikte Türk olmayanların toplu bir biçimde yerinden edilip başka bölgelere yerleştirilmesi ve onların yerine Türklerin getirilmesi politikaları derinleştiriliyor. Aşiretten aileye kadar, sosyal birimler parçalanarak dağıtılıyor ve asimilasyon sağlanmaya çalışılıyor. Tüm bu yıkıcı politikaların uygulayıcısı da dönemin parti devleti CHP. Bu nedenle, çokpartili rejime geçildiğinde, Kürtler 1946’da kurulan DP’ye, niteliğine bakmaksızın yöneldiler. DP’den aday olan çok sayıda şeyh, aşiret reisi çıkıyor. Oysa DP kurulduğunda, İsmet Paşa bu partinin doğuda örgütlenmemesini istiyor, ama bu isteği kabul edilmiyor.
Bir nevi genel valilik işlevi gören Umumi Müfettişlikler vardı. 1935-1946 arasında TBMM başkanı olan Abdülhalik Renda, “müstemleke tarzı bir idare kurulmalıdır” deyince, askere, yargıya, idareye hükmeden Umumi Müfettişlikler kuruluyor. Bu müfettişliklerden Birinci Umumi Müfettişlik’in merkezi Diyarbakır’dı ve Elâzığ, Hakkâri, Siirt, Mardin, Urfa, Bitlis, Muş, Ağrı gibi illeri kapsıyordu.
İnönü neden bunu istemiyor?
Çünkü o dönem valiler CHP’nin il başkanları gibi çalışıyorlardı ve rakip istemiyorlardı. DP ise oy hesabıyla Kürtlere göz kırpıyor. Dönemin bazı Kürt aydınları da buna sıcak yaklaşıp daha sonra DP’den milletvekili oluyor. Bunlardan biri, Dicle Talebe Yurdu’nun da kurucularından Mustafa Remzi Bucak’tı. Yusuf Azizoğlu, Mustafa Ekinci de DP milletvekili oluyor. 1943’te, Van’ın Özalp ilçesinde, 33 kaçakçı Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından kurşuna diziliyor. Bucak ve Ekinci, DP’den milletvekili olunca bu olayın çok sıkı takipçisi oluyor ve nihayetinde 2 Mart 1950’de, yani olaydan yedi yıl sonra Muğlalı idam cezasına çarptırılıyor, yaşı dolayısıyla cezası yirmi yıla düşürülüyor ve bir yıl sonra da hapiste ölüyor. Remzi Bucak Umumi Müfettişlikler’in kaldırılması konusunda da yoğun çaba sarfediyor. Nitekim, bu müfettişlikler kaldırılıyor. Ama aynı Bucak, 1958’de Türkiye’yi terk etmek zorunda kalıyor.
Neden?
Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar arasında olaylar yaşanıyordu. Nihayetinde federasyonda anlaşıyorlar. Remzi Bucak da bunun üzerine dönemin cumhurbaşkanı Bayar’a bir mektup yazarak “Kıbrıs’ta Türkler için istediklerinizi, neden Türkiye’de Kürtler için düşünmüyorsunuz” diye soruyor. Bunun üzerine Bayar kendisini çağırıp açıkça tehdit ediyor. Bucak tehdidin ciddiyeti karşısında ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor.
Remzi Bucak’ın Türkiye’yi terk etmesinden bir yıl sonra, yine DP iktidarı döneminde, Kürt aydınlarına yönelik operasyon başlatılıyor ve tarihe “49’lar Olayı” olarak geçen dava başlıyor…
DP’de zaten anti-Kürt politika vardı ve DP’nin bu konuda tek parti dönemi CHP’sinden hiçbir farkı yoktu. DP de Kürtlerin dilini, kültürünü, varlığını kabul etmiyordu. Kürtlerle ilgili her türlü faaliyeti yasaklıyordu. Fakat alttan alta yürüyen, giderek canlanmaya başlayan bir Kürt aydınları faaliyeti söz konusu. O dönemki faaliyetler genelde arkadaş çevresindeki sohbetlerden ve başta Dicle Talebe Yurdu’ndakiler olmak üzere yürütülen folklor aktivitelerinden oluşuyordu. Bu tür faaliyetler üzerinden yurtseverlik 1950’lerde giderek yayılmıştı. Keza Irak, İran ve Suriye’den gelip Türkiye’de üniversite okuyan Kürt gençleri de hem geldikleri bölgelerden gelişmeleri, hem de Kürtlük bilincini buraya taşıyor.
Kitabınızda aktardığınıza göre, Newroz’un politik bir etkinliğe dönüşmesi de Suriye’ye gidip dönen Mele Abdulkerim Ceyhan tarafından başlatılıyor…
Doğrudur. Newroz ilk kez 1969’da, Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde bir direniş ve özgürlük sembolü olarak kutlandı. Mehmûd Yeşîl anılarında Silvan’daki kutlamayı şöyle anlatıyor: “İlk kez 1969’da Newroz meselesini Mele Abdulkerim Ceylan’dan duyduk. O yıl Suriye’den dönmüş ve bize Newroz konusunu açarak bu yıl kutlamamızı istemişti. Sevinçle kabul ettik. Kendilerine müşteri gönderdiğimiz dört terziden kumaş paçavralarını topladım. Newroz öncesi akşam dört torbaya paçavraları doldurduk. İki teneke de gazyağı aldık. 20 Mart akşamı, ikişer kişilik dört grup halinde, birer torba kumaş kırpıntısı ve yarımşar teneke gazyağıyla Silvan dağlarına doğru yola çıktık. Anlaştığımız gibi, dört grup ve sekiz yoldaş, akşam ezanıyla Newroz ateşini yakacak ve 21 Mart’ta Newroz’u kutlayacaktık… Silvan halkı büyük bir merakla ateşleri izliyordu. Bizler de halkın arasına karışıp Newroz Bayramı’nın anlam ve önemini anlattık. Ertesi gün de yaklaşık elli kişilik bir grup, Silvan’daki Hesunê Mağaraları’nın olduğu yerde kutlama ve piknik yaptık. Bildiğim kadarıyla Newroz kutlamaları, bu tarihten sonra Kürdistan’ın kuzeyinde yaygınlaştı…”
Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar federasyonda anlaştı. Demokrat Parti milletvekili Remzi Bucak da bunun üzerine dönemin cumhurbaşkanı Bayar’a bir mektup yazarak “Kıbrıs’ta Türkler için istediklerinizi, neden Türkiye’de Kürtler için düşünmüyorsunuz” diye soruyor. Bayar kendisini çağırıp açıkça tehdit ediyor. Bucak tehdidin ciddiyeti karşısında ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor.
Mele Abdulkerim Ceylan kimdi?
Suriye’ye gidip gelen bir din adamı. Suriye’deki ünlü Kürt şair Cegerxwîn’le de yakın bir dostluğu vardı. Orada edindiği siyasal bilinci Silvan’a taşıyor. Ayrıca, aynı dönemde kurulan mahalli hemşeri dernekleri de giderek DDKO’nun zeminini yaratacak bir politik bilinç alanlarına dönüşüyor. Üniversite öğrencileri çoğaldıkça Ankara, İstanbul gibi metropollerde yeni öğrenci yurtları açılıyor. Böylece 1960’lara gelindiğinde, el yordamıyla bile olsa Kürtler arasında belli bir politik bilinç yayılıyordu. 1961’de Muş’ta liseyi bitirip Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdiğimde hiçbir politik bilincim yoktu. İlk defa Ankara’da, ezme politikalarının özellikle Kürtleri hedef aldığı, Kürtlerin belli hak ve özgürlükleri talep etmeleri gerektiği, bu baskıların kader olmadığı yönünde konuşmalar duymaya başlamıştım. Öte yandan, 1946’da İran’daki Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer almış ve SSCB bölgeden çekilip de Tahran bu devleti ortadan kaldırırken teslim olmayı reddederek Güney Kürdistan’a dönen Mele Mustafa Barzani, 1947’ye kadar direnmiş ve ardından SSCB’ye göç etmişti. Barzani’nin mülteciliği, Irak’taki yönetimin General Abdulkerim Kasım’ın eline geçtiği 14 Temmuz 1958 darbesine kadar devam etmişti. Yeni yönetim af çıkarınca Barzani ve arkadaşları Rusya’dan döndü. Kahire üzerinden Bağdat’a vardığı 6 Ekim 1958’de büyük coşkuyla karşılandılar. O coşku kısa süre içinde Türkiye’deki Kürtler arasında da çok büyük bir etki yarattı ve Kürt öğrencilerin örgütlenmelerine ciddi bir ivme kazandırdı. Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılışının yarattığı travma kısmen tedavi edildi.
1958-59’da Kerkük’te patlak veren Türkmen isyanının Irak Komünist Partisi ve Kürtler tarafından bastırılması hadisesi de çok tartışma yaratıyor, değil mi?
Kerkük olayı, dolaylı da olsa, Türkiye’deki Kürtlerin politik çizgisinde ciddi bir etki yaratıyor. Çünkü Kerkük’te Mustafa Dabak önderliğinde yapılan Türkmen isyanı sırasında yaşanan olaylar üzerine, CHP Niğde milletvekili emekli albay Asım Eren, TBMM’de Başbakan Menderes’in yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi veriyor. Bu soru önergesi açıkça ırkçıdır: “Irak Kürtlerinin, Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı, zulüm ve öldürme olaylarından dolayı, Türkiye’deki Kürtlere mukabele-i bilmisil yapacak mısınız?” Yani, “Türkmenlerin intikamını Türkiyeli Kürtlerden alacak mısınız” diye soruyor.
Yanıt ne oluyor?
Bu sorunun sorulduğu 1958 yılı, DP’nin en sıkışık olduğu dönem. Hazine şimdiki gibi tamtakır, dışarıdan kredi alınamıyor ve halk üzerindeki baskılar alabildiğine artmış durumda. “Eğer komünist-Kürtçü hareketle mücadele ediyoruz diyerek bir operasyon yaparsak, ABD bize sempati duyup kredi verebilir” düşüncesi giderek hâkim oluyor. Aynı dönemde, Musa Anter Kürtçe şiiri “Qimil” nedeniyle yargılanıyordu. Neticede, 12 Aralık 1959’a gelindiğinde, Emniyet Başmüfettişliği Kürt gençleriyle ilgili hükümete 94818 Sayılı bir rapor sunuyor. Raporda, ABD ve Batı’ya tutuklanacak kişilerin “komünist Kürtler”, içeride ise sadece komünistler olarak propaganda edilmesi öneriliyor.
CHP milletvekili Asım Eren, TBMM’de Başbakan Menderes’in yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi veriyor. Bu soru önergesi açıkça ırkçıdır: “Irak Kürtlerinin Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı, zulüm ve öldürme olaylarından dolayı, Türkiye’deki Kürtlere mukabele-i bilmisil yapacak mısınız?” Yani, “Türkmenlerin intikamını Türkiyeli Kürtlerden alacak mısınız” diye soruyor.
Kimlerin tutuklanması hedefleniyor?
Yaklaşık bin kişinin “tenkil edilmesi” hedefleniyor. Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri ve Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’dan oluşan bir komisyonda bu plan tartışılıyor. Buna göre bin kişinin “tenkil edilmesi”, yani sürülmesi halinde Kürt hareketinin otuz-kırk yıl boyunca önlenebileceği konuşuluyor. Fakat Fatin Rüştü Zorlu, Tevfik İleri bunun Türkiye’yi Batı’ya karşı zor durumda bırakacağını söylüyor. Hatta Zorlu’nun istifa etmek istediği söylenir. Bunun üzerine bin kişi yerine Kürtlerin ileri gelenlerinden kırk kişinin tutuklanmasında anlaşılıyor.
Neden kırk kişi?
Çünkü söz konusu kişiler İstanbul’daki Harbiye Nezarethanesi’nde tutulacaklar ve orada kırk hücre var. Elli kişi hakkında soruşturma açılıyor, kırk kişi tutuklanıyor. Tutuklananlardan Emin Batu hücrede hayatını kaybedince 49 kişi hakkında iddianame düzenleniyor. Böylece bu olay tarihe “49’lar Davası” olarak geçiyor. Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde görülen davada bazı sanıklar beraat ettiriliyor, bazıları da mahkûmiyet alıyor. 1959’da başlayan bu dava 1969’a kadar sürdü ve zaman aşımına uğradığı için Yargıtay tarafından davanın reddine karar verildi. Bu dava Kürtlerin uyanışında önemli bir etki yarattı. Sonuçta sen davayı açtığında o insanları “Kürtçülük” yapmakla suçluyorsun. O zamanın gençleri bunun üzerine “neymiş bu Kürtçülük” diye sorgulamaya, araştırmaya başladı. Bu dava başladığında lisedeydim. 1969’da yapılan davanın karar duruşmasına ise avukat olarak katılmıştım. “49’lar Davası”nda yargılananlar, örneğin Naci Kutlay, Ziya Acar, Ali Karahan, Musa Anter, Örfi Akkoyunlu, Canip Yıldırım gibi isimler, benim gibi 1960’ların Kürt üniversite öğrencileri açısından birer idoldü. 1972’de DDKO’nun kapatılması da benzer bir etki yaratacaktı.
“49’lar Davası”nı DP başlatıyor, ama ardından 1960’ta yapılan ihtilâlin aktörleri de bu davayı sürdürüyor, değil mi?
27 Mayıs darbesini yapan kadronun oluşturduğu görece özgürlükçü anayasa Kürtleri kapsamıyor. Darbeden sonra çıkarılan aftan bir tek DP’liler ve 49’lar yararlandırılmadı. 49’lar kendilerine verilecek cezanın önemli bölümünü zaten yatmış oldukları için tutuksuz yargılanmaları kararlaştırıldı. Bu arada, darbeciler önde gelen Kürt ağa ve şeyhlerini Sivas’ta bir toplama kampına kapattı. Ayrıca, idari ve coğrafi bölgelerin isimleri bu dönemde Türkçeleştirildi. Milli Birlik Komitesi’nin başkanı ve devlet başkanı olan Cemal Gürsel başkanlığında kurulan Milli Birlik Hükümeti’nin 15 Haziran 1960 tarihli oturumunda, Gürsel Kürtlerin varlığını reddettiğini şu sözlerle ilan etti:
Devlet Başkanı Cemal Gürsel 1961’de, Diyarbakır’da halka hitap ederken “Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm” demişti. O sene üniversite okumak için gittiğim Ankara’da bu sözün pankart halinde cadde ve meydanlara asıldığını görmüştüm. Bu söz Kürtlerin yaşadığı her yerde yaygınlaştırılıyordu.
“Esasında bizim memlekette Kürt diye bir şey yoktur. Horasan’dan, Orta Asya’dan hatta Aydın’dan, şuradan buradan sevk edilen aşiretler oraya yerleşmişler ve maalesef bu hale alışmışlardır. Çünkü kendilerinden asker alınmamış, birtakım beylerin idaresi altında, Kürtlüğü kendilerine icat etmişlerdir.” Aynı Gürsel bir yıl sonra, 1961’de Diyarbakır’da halka hitap ederken “Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm” demişti. O sene üniversite okumak için gittiğim Ankara’da bu sözün pankart halinde cadde ve meydanlara asıldığını görmüştüm. Bu söz Kürtlerin yaşadığı her yerde yaygınlaştırılıyordu.
O pankartı gördüğünüzde ne hissetmiştiniz? Kürtlüğünüzü saklama ihtiyacı hissediyor muydunuz?
Açıkçası, hiç ilgimi çekmediğini söylesem yeridir. Çünkü lisede Türklük dışında bir şey öğrenmemiştim. Sosyal çevrede de böyle bir bir bilinç yoktu. Dolayısıyla, bende de henüz Kürtlüğe dair bir bilinç filizlenmemişti. Daha önce hiç büyükşehir görmemiş, ilk defa imtihan için İstanbul’a, ardından da fakülte kaydı için de Ankara’ya gitmiştim. Fakat “Neden bu şehirler benim doğduğum memleketten çok daha gelişkin, neden biz bu kadar gerideyiz” sorusu aklımda belirmiş, hatta bu farkındalık beni çarpmıştı. Şoke olmuştum. O ilk duygu daha sonra FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) çevresindeki tartışmalarla birlikte ideolojik bir bilince dönüştü. Oysa ailemde politik insan yoktu. Babamın amcası da sürgündü ve bunu ancak üniversiteye bitirdikten sonra öğrendim. Bu konularda konuşmak tabuydu. Siyaset konuşulduğunda DP ve CHP konuşulurdu.
Anayasada “Basın hürdür, sansür edilemez” maddesine “Kürtler hariç” diye ekleyemezlerdi. Bu nedenle Kürtler de 1961 Anayasası’nın bu ve benzer hükümlerine dayandılar. Sonradan yargılanacak olsalar da dergi çıkardılar mesela. Mahkeme safhası geldiğinde de siyasi savunmalar dönemi başladı. Bu da Kürtlerin taleplerinin daha da görünür hale geldiği bir sahaya dönüşüyordu.
Kitabınızda 1958 itibarıyla, gerek “49’lar Davası” gerekse üniversiteye gelen Kürt gençlerinin etkinlikleri sayesinde Kürtlerin 1939’da başlayan “fetret devrinin” bittiğini söylüyorsunuz. Peki, 1940-1960 arasında üniversite okuyabilen Kürt gençlerinin çoğunlukla ağa çocukları olduğu doğru mu?
Hayır, böyle bir genelleme yapılması zor. Elbette o yıllarda üniversite okuyabilmek çok zordu. Benim babam esnaftı, o sayede okuyabildim. Bununla birlikte Kürdistan’da devletin yürüttüğü bir mühendislik çalışması vardı ve bu da Kürtleri sürekli alt sınıfta tutmaya dayalıydı. Cemal Gürsel’in 28 Haziran 1960 tarihli Bakanlar Kurulu konuşması bunu gösteriyor. Diyor ki, “Kürt demek, bir adamın elinde her şeyi yapabilen, fakat başı koptu mu, asla kıymet etmeyen bir zümre demektir. Bunların başlarını oradan kopardıktan sonra, hususi Kürtçe öğrenmiş adamlarımızı oraya sokup bunlara baş yapalım…” Ayrıca, zaten Milli Birlik Komitesi’nde Gürsel çizgisinden geri duracak isimler yoktu. Alparslan Türkeş, Ümit Özdağ’ın babası Muzaffer Özdağ gibi, sonradan çoğu MHP’li olacak insanlar vardı. Bunların da Kürtlere ilişkin politikasını herkes bilir.
Mehmet Ali Aslan’ın savunması iki saat kırk dakika sürdü. O süre boyunca mahkeme heyeti pürdikkat dinlemişti. Çünkü onların da ilk defa duyduğu şeyler söyleniyordu. Aslan Kürt diye bir halk olduğunu, eşit haklara sahip olmaları gerektiğini, yaşadıkları sorunları anlattı. O tarihe kadar o düzeyde bir savunma yapılmamıştı.
1960’tan sonra, görece özgürlükçü anayasadan Kürtler yararlanamadılar mı?
Anayasada “Basın hürdür, sansür edilemez” maddesine “Kürtler hariç” diyemezlerdi. Bu nedenle Kürtler de 1961 Anayasası’nın bu ve benzer hükümlerine dayandılar. Sonradan yargılanacak olsalar da dergi çıkardılar mesela. Mahkeme safhası geldiğinde de siyasi savunmalar dönemi başladı. Bu da Kürtlerin taleplerinin daha da görünür hale geldiği bir sahaya dönüşüyordu. Mesela bir ara TİP’in de genel başkanlığını yapmış olan Mehmet Ali Aslan’ların çıkardığı Yeni Akış dergisi vardı. Sol bir Kürt dergisiydi Yeni Akış ve çoğunlukla TİP’li Kürtlerin, Tarık Ziya Ekinci, Kemal Burkay gibi aydınların yazıları yayınlanıyordu. Burkay, Aslan ve derginin yazıişleri müdürü Abbas İzol bu nedenle tutuklandılar. Altı-yedi aylık tutukluluğun ardından yargılandıklarında duruşmayı izlemiştim. 1967 yılı olmalı. Kemal Burkay yazılı, Mehmet Ali Aslan sözlü savunma yaptı ve Aslan’ın savunması iki saat kırk dakika sürdü. O süre boyunca mahkeme heyeti pürdikkat dinlemişti. Çünkü onların da ilk defa duyduğu şeyler söyleniyordu.
Nasıl bir savunma yapmıştı Mehmet Ali Aslan?
Mehmet Ali Aslan Kürt diye bir halk olduğunu, eşit haklara sahip olmaları gerektiğini, yaşadıkları sorunları anlattı. O tarihe kadar o düzeyde bir savunma yapılmamıştı. Salon büyük değil, ama tıklım tıklım doluydu. İzleyicilerin çoğu üniversite öğrencisiydi. Bu öğrencilerin gidip arkadaşlarına bu savunmayı nasıl anlattıklarını, bunun gençler üzerinde nasıl bir etki yarattığını tahmin etmek güç değil.
Mehmet Ali Aslan, Kemal Burkay, Musa Anter gibi isimler Kürt meselesine dair bilgileri nereden alıyorlardı?
Destanlar, şarkılar Kürtlerin yaşadıklarının kuşaktan kuşağa aktarıldığı sözlü araçlardı. Mehmet Ali Aslan Ağrılıydı ve Ağrı İsyanı’nın sebep ve sonuçlarını bilmemesi mümkün değil. Aynı şey Dersimli Burkay için de geçerli. Kürtlerin düğünlerinde, şehir şehir, köy köy dolaşan dengbêjlerin sözlerinde bilgiler vardı. Üniversite gençliğine bu bilgileri belli bir ideolojik kalıba boşaltmak kalıyordu.
Bahsettiğiniz ilk kuşak Kürt üniversite gençliğinin büyük çoğunluğu solcu muydu?
Daha 49’lar arasında ideolojik saflaşma, ayrışma başlıyor aslında. Musa Anter solcuların başını çekiyor. Onun çevresinde de Yaşar Kaya, Ziya Acar, Yavuz Çamlıbel gibi isimler var. Buna mukabil aralarında sağcılar da bulunuyordu. 1960’lara bu hava içinde girildi ama Paris’te okumuş, bilinçlenmiş, sosyalizmi özümsemiş Tarık Ziya Ekinci, Canip Yıldırım gibi isimlerin TİP’e girmeleri ibreyi soldan yana çevirdi. 1960’lar ulusal kurtuluş mücadelelerinin dönemiydi. Afrika’dan Latin Amerika’ya ve Vietnam’a kadar, yürütülen pek çok özgürlük mücadelesi Kürtleri çok etkiliyor, “acaba biz de bu ivmeyi yakalayabilir miyiz” sorusunu sorduruyordu. Kurtuluşu sosyalizmde gören Kürtler TİP’e katılınca, TİP ve sol ideoloji Kürtler açasından çekim merkezi haline geldi.
2. Bölüm: Türkiye solu “abi rolü”nü kaybetti