Son dönemde göçmenlerle, göçmenlikle ilgili o kadar çok sarsıcı olay oldu ki: 14 Haziran’da Yunanistan açıklarında batan ya da batırılan tekne ve 650 kişinin hayatını kaybetmesi, 2 Temmuz’da bu sefer İspanya açıklarında batan tekne ve 51 göçmenin hayatını kaybetmesi, ondan önce, nisan ayında Karabük’te 17 yaşındaki Gabonlu üniversite öğrencisi Dina’nın öldürülmesi, Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınan ve Urfa’da geri gönderme merkezinde tutulan İranlı Elyas Torabibaeskendari için geri gönderme kararı verilmesi, Fransa’da Paris’in banliyösü Nanterre’de 17 yaşındaki Nahel’in polis kurşunuyla öldürülmesi ve ardından yılların birikimiyle patlayan isyan ve ayaklanmalar… Nereden başlasak?
Didem Danış: Nahel’den başlayalım bence, çünkü hakikaten çok sarsıcı oldu. Büyük olaylara yol açtı.
Evet, ayrıca Polonya başbakanı, Türkiye’deki kimi faşizan partilerin sözcüleri sığınmacı-göçmen politikalarının katılaştırılması gerektiği konusunda ne kadar haklı olduklarının kanıtını bulmuş gibi bu olayları örnek gösterir oldular. Nahel bir sığınmacı değil, en az iki, belki üç kuşaktır Fransa’da yaşayan, Fransız bir ailenin çocuğu. Nahel’in polis tarafından öldürülmesi ve ardından birçok şehre yayılan “banliyö ayaklanması” ne anlatıyor bize? Nasıl değerlendiriyorsun?
Nahel’in başına gelen ve ardından çıkan olaylar Fransa için yeni bir olay değil. Polis şiddeti ve ardından patlak veren “banliyö olayları”, genellikle kentin daha yoksul kesimlerinin yaşadığı toplu konut bölgelerinde, özellikle göçmen kökenli gençlerin yoğun olarak katıldığı ayaklanmalar 1980’lerden beri belli aralıklarla tekrar ediyor.
Bugün yaşananlar 2005’teki isyanla karşılaştırılıyor. 2005 Ekim’inde, Paris yakınlarında Clichy-sous-Bois’da, aileleri Kuzey Afrika kökenli, ama Fransa vatandaşı 17 yaşındaki Zyed Benna ile 15 yaşındaki Bouna Traoré polisten kaçarken bir trafoda elektrik akımına kapılıp hayatlarını kaybetmişti ve ardından bir ay kadar süren büyük ayaklanmalar yaşanmıştı. Olaylar yine Lyon’a, Marsilya’ya yayılmıştı. Fransa’nın bu kentlerindeki banliyö mahallelerinde çok köklü, artık kemikleşmiş bir sorun var. Bu sadece sınıfsal bir ayaklanma değil, eski sömürgelerden gelen göçmenlerin nasıl entegre edildiğine dair, Fransa’ya has bazı tarihsel özelliklerle de ilintili.
Bugün Fransa’daki sokak eylemlerinde Türkiye’den işçi göçüyle gelmiş nüfusu hiç görmeyiz. Bunun bir açıklaması Türkiye kökenli göçmenlerin orada kolonyal tarihin yükünü sırtlarında taşımıyor olmaları. Özellikle Afrika’dan gelen Müslüman topluluklarda sömürge döneminin ağır tarihsel yükü kuşaktan kuşağa aktarılan bir anlatı olarak şu anki deneyimlerini de biçimlendiriyor.
Avrupa ülkeleri son yüzyıl boyunca çok yoğun göç aldılar. Ve bu göçle gelen nüfusun bir kısmını eşit, adil ve hakkaniyetli bir şekilde sisteme dahil etmeyi başaramadılar. Genel olarak belki buradan başlamak lâzım. Yapılan çok sayıda araştırma, özellikle de Kuzey Afrika kökenli Müslüman, “göç kökenli Fransız” gençlerin işsizlik, yoksulluk ve eğitimde başarı ölçütlerinde kendine has özellikleri olduğunu gösteriyor. Fransız toplumunda işsizlik yüzde 7, ama ailesi Afrika ülkelerinden göç etmiş gençlerde bu oran yüzde 15, Fransız kökenli ailelerden gelen gençlerinkinden iki kat fazla.
Oysa Avrupa ülkelerinden göç etmiş ailelerin çocukları Fransız kökenlilerle benzer oranlara sahip. Benzer şekilde, okulu erken bırakma oranları da göçmen kökenli gençlerde Fransız kökenlilere göre daha yüksek; örneğin lise diploması olmayanlar ilk grup için yüzde 18 iken, ikinci için yüzde 11. Bu farklar tabii sadece etnik kimlik meselesiyle ilgili değil, yüksek işsizlik veya okul başarısızlığında sınıfsal boyut da belirleyici.
Ancak, genel olarak Fransa’da sistemin göçmen kökenlileri içerme kapasitesiyle ilgili ciddi sorunlar olduğunu görülüyor. Bu konudaki tartışmada şöyle bir bölünme de var: Bazılarına göre bu farklar, Fransa’da sistematik bir ayrımcılık olmasından kaynaklanıyor. Bunu “devlet ırkçılığı” diye tanımlayanlar da var. Diğer bir kesim ise, göçmen kökenlilerin, özellikle de Müslüman Kuzey Afrika kökenlilerin Fransız sistemine entegre olmayı başaramadıklarını, hatta buna ayak dirediklerini söylüyor.
Nahel olayında üzerinde durmamız gereken ikinci mesele de polis şiddeti. 2015’te, çok ciddi terörist saldırılar yaşanmıştı Paris’te. Özellikle Bataclan konser salonundaki saldırıda 130 kişinin ölmesi, 400’den fazla yaralı olması Fransız toplumunda derin bir travma yarattı. Hemen ardından da, hükümet polisin yetkilerini genişleten çok sert yeni kurallar getirdi.
Olağanüstü hal ilan edilmiş ve çok uzun süre Fransa OHAL düzeni altında yönetilmişti…
2015 sonrası Fransa’da giderek dozu artan bir güvenlikçi döneme geçildi ve polisin yetkilerini artıran yeni düzenlemeler yapıldı. 2017’de polislerin silah kullanma hakkı genişletildi. Tüm bunların sonucunda da Fransa’da polis şiddeti sonucu hayatını kaybeden insan sayısı ciddi olarak arttı.
Sadece 2019’da, 19 kişi polis kurşunuyla hayatını kaybetti, 117 kişi ağır yaralandı. Bu oranın ne kadar büyük olduğunu anlamak için Almanya ile karşılaştırabiliriz: Fransa’da bir yılda 10’dan fazla kişi polis şiddetiyle ölürken, Almanya’da on senede bir kişi polis şiddetiyle ölüyor. Fransa’ya has ekstra güvenlikçi, polisin sokak olaylarına çok sert ve doğrudan silah kullanarak müdahale ettiği bir yapı söz konusu. Bu da sokakta polisle gençler arasında karşılıklı olarak bir tırmanma yaratıyor. İsyancıların zaman zaman şiddete yönelen tepkisine devletin kolluk kuvvetlerinin daha büyük şiddetle cevap veriyor olması çok ağır sonuçlar ortaya çıkarıyor.
Bir diğer nokta da, Fransa’da tüm bu sorunlardan mustarip göç kökenli toplumsal grupların kurumsal siyasette temsil edilmiyor olması. Siyaset sahnesi Fransa’da inanılmaz elitist. Almanya’yla karşılaştırdığımızda bunu çok daha net görüyoruz. Göç kökenli Fransızlar Fransa parlamentosunda veya siyasetinde yüksek pozisyonlara gelemiyor. Dolayısıyla da bu kesimlerin siyasi talepleri, toplumsal sorunları kamusal alanda tartışmaya taşınamamış oluyor. Yani, göçmen kökenliler nezdinde temsil edilemeyen bir rahatsızlık, kızgınlık söz konusu ve bu ifade edilemeyen, siyaseten temsiliyet bulamayan öfke sokağa döküldüğünde polis tarafından çok sert bir şiddetle karşılık buluyor. Sonunda giderek tırmanan şiddetin kamuoyunun geneli tarafından da olumsuz görüldüğü bir tablo ortaya çıkıyor. Fransa’da aslında toplumsal hareketler, sokak hareketleri, eylemler toplumun genelinde kabul gören şeyler. Ama en son olaylarda gördüğümüz yağmalar, dükkânların vitrinlerinin indirilmesi, arabaların yakılması bu eylemlerin toplumsal desteğinin ciddi anlamda azalmasına sebep oluyor.
Neoliberalizm pek çok kesimi eziyor, ama ezilenler arasında da bir hiyerarşi yaratıp ezilenlerin birbirini düşmanca görmesini sağlayarak varlığını sürdürüyor. Bunu aşabilecek mücadeleleri buluşturmak mevcut koşullarda çok da mümkün gözükmüyor.
Şu âna kadar değindiğimiz temaları biraz açarak ilerlesek… Bunlardan birincisi, “göçmen kökenli” Fransızların büyük çoğunluğunun, örneğin Türkiye kökenli Fransızlardan farklı olarak, Fransa’nın geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar sömürgesi olan ülkelerden Fransa’ya göç etmiş insanlar olması. Eski sömürgelerden gelenlerin, diğer göçmen kökenlilere kıyasla, uğradıkları haksızlıklar, eşitsizlikler ve adaletsizlikler karşısında itirazı daha doğal bir vatandaşlık hakkı olarak gördükleri söylenebilir mi?
Kuzey Afrika kökenliler arasında Cezayirlilerin çok özel bir yeri var. Cezayir Fransa topraklarının bir parçasıydı, hatta neredeyse onu sömürge olarak görmüyorlardı. 1954-1962 arasında iki taraf için de zorlu bir dekolonizasyon süreci yaşandı. O kopuş çok sert ve travmatik oldu.
Bağımsızlık sonrasında Cezayir’in Fransa’ya karşı duruşu, Cezayir’den Fransa’ya gelen göçler bu duygu üzerinde etkili oldu, ki bunların bir kısmı zaten Fransa’nın oraya yerleştirdiği, bir kısmı ise sonradan Fransız vatandaşı olmuş veya diğer Cezayirlilerdi. 60’lı yıllar Cezayir’den Fransa’ya gelen göç açısından travmatik yıllardı, Fransa hem işçi açığı olduğu için göçmen almak istiyordu, hem de Cezayirliler özelinde çok yoğun sınırdışı işlemleri yapıyordu.
Aynı yıllarda, Türkiye’den ve başka ülkelerden de işçi göçü alındı. Ama bu gruplarla Kuzey Afrikalıların Fransa’yla deneyimi çok farklı oldu. Bugün Fransa’daki sokak eylemlerinde Türkiye’den işçi göçüyle gelmiş nüfusu hiç görmeyiz. Bunun bir açıklaması, Türkiye kökenli göçmenlerin orada kolonyal tarihin yükünü sırtlarında taşımıyor olmaları. Özellikle Cezayir kökenlilerde ve Afrika’dan gelen diğer Müslüman topluluklarda sömürge döneminin ağır tarihsel yükü kuşaktan kuşağa aktarılan bir anlatı olarak şu anki deneyimlerini de biçimlendiriyor. Üst kuşaklar 1960’lı, 70’li yılların gelişkin refah toplumu içinde sisteme daha iyi entegre olabilmişti; sanayide, limanlarda ve çeşitli iş kollarında çalışarak Fransız toplumunun bir parçası olma yolunda ilerlediklerini hissediyorlardı.
Ancak, 80’lerden itibaren yaşanan dönüşüm, sanayisizleşme, refah devletinin zayıflaması ve eğitim yoluyla Fransız cumhuriyet modeline entegrasyon vaadinin gerçekleşememesi genç kuşaklarda çok güçlü bir öfke olarak kendini gösteriyor.
İkinci olarak, Fransa’nın cumhuriyet ve yurttaşlık anlayışı üzerinde biraz dursak… Örneğin, biraz önce senin de karşılaştırma yaptığın Almanya’dan bu açıdan hayli farklı Fransa modeli. Fransa’da yasalar ve uygulama genel olarak pozitif ayrımcılığa yatkın değil. Kadınlar için, LGBTİ+ hakları için de geçerli bu. Herkes eşit yurttaş deniyor ve nokta konuyor…
Nahel sonrası seyrettiğim videolardan birinde eylemcilerden biri “Biz Fransa için sokaktayız” diyordu. Bu çok önemli bir söz, cumhuriyetin değerlerini içselleştirdiklerini gösteriyor. “Fransız değerleri özgürlük, eşitlik, kardeşlik ise biz tam da bunun için sokaktayız” demiş oluyorlar aslında. “Hadi buyurun, bunu gerçekleştirin, bunu gerçekleştiremediğiniz için biz isyandayız.”
Cezayir kökenli bir insan Fransa’nın lanse ettiği o temel değerleri, örneğin Türkiye kökenli göçmenlerden daha erken bir tarihte içselleştirmiş oluyor. Türkiye kökenli göçmenler böyle bir sosyalizasyondan geçmemişti göç öncesi, çünkü öyle bir kolonyal tarih yok. Fransız toplumunun değerleri, Aydınlanma ve Cumhuriyet modeli fikrinin Kuzey Afrika toplumlarında çok daha uzun bir geçmişi var.
Peki, bu vaatler niye çuvalladı? Fransız entegrasyon modeli cumhuriyet fikri üzerine kurulu. “Biz cumhuriyetin eşit yurttaşları…” E bu nasıl olacak? Okul yoluyla. Entegrasyonun Fransa’da temel aracı okuldur. Bir anlamda, ilk kuşak göçmenleri gözden çıkaran, ama onların çocuklarını eğitim yoluyla Fransızlaştırmayı ve temel cumhuriyet değerlerini içselleştirmelerini, böylece diğer Fransız vatandaşlarıyla eşit Fransızlar olarak topluma katılmalarını mümkün kılmayı vaat eden bir entegrasyon modeli bu.
Ama bu model işlemedi. Fransa’daki kamusal eğitim sistemi ve kentlerdeki sınıfsal-mekânsal ayrışmadan dolayı sorun çıktı. Şöyle ki, göçmen kökenliler kentlerin yoksul ve dezavantajlı bölgeleri olan toplu konut alanlarında, yani banliyölerde yaşıyor. Bu toplu konut alanlarında bazı “beyaz Fransızlar” da var, ama onlar da en yoksul kesimler. Banliyölerdeki okullarda eğitim ortamı diğer mahallelere kıyasla, en hafif tabiriyle söylersek, “sorunlu”.
Bu konuyla ilgili çok güzel filmler var. Mesela akla ilk olarak Matthieu Kassovitz’in yönettiği ve banliyö bölgesinde oturan üç gencin hikâyesini anlatan La Haine (Nefret, 1995) geliyor. Bir beyaz Fransız öğretmenin banliyö mahallesindeki okulda öğrencilerle kurduğu ilişkiler üzerinden ırkçılık, göç ve ayrımcılık deneyimini anlatan Entre les murs (diğer ülkelerde gösterildiği isimle The Class –Sınıf, Laurent Cantet, 2008) filmini de önerebilirim.
Bu filmler toplu konut bölgelerindeki okullarda deneyimlenen dışlanmışlık hissinin nasıl güçlü, ama çaresiz bir öfke olarak dışavurulduğunu göstermesi açısından da etkileyici. Banliyöler rap müzikle, grafitiyle kendini ifade eden bir alt kültür olarak da hayat buluyor. Fransa’da bugün en güçlü pop müzik banliyö hiphop’u, sözlerde de o müthiş öfkeyi, isyanı görebiliyoruz.
Tüm bu eşitsizliklere rağmen, devlet ısrarla cumhuriyetin eşit yurttaşlık söylemini sürdürdü. Bu da, Patrick Simon gibi bazı Fransız araştırmacıların söylediği gibi, bir “renk körlüğü” sorunu yarattı. Siz herkese yurttaş diyorsunuz, vatandaşlık veriyorsunuz. Bu çok güzel, ama vatandaş olmaları diğer Fransızlarla eşit oldukları anlamına gelmiyor. Bunu detaylı araştırmalarda görüyoruz, ama siz görmemek için üstünü örtüyorsunuz.
Mesela, Fransa’da istatistiki araştırmalarda etnik köken sorusu sormak yasaktır. ABD’de kişilerin etnik kökeni sorulur ve böylece mesela hispanik kökenlilerle diyelim Avrupa göçüyle gelenler arasında sosyo-ekonomik entegrasyonda, işsizlikte bir fark var mı, görülür. Bunları Fransa’da açık ve net göremiyorsunuz. Çünkü etnik köken soruları yasak.
Herkes Fransız…
İddia bu. Köken sorusunu sorarsak toplumu ayrıştırmış, cumhuriyetin eşitlik idealini zedelemiş oluruz diyorlar. Ama bu sadece olan bir gerçeğin üstünü örtmek anlamına geliyor. Bu konuda araştırma yapılmasına bile izin verilmiyor, ama tabii araştırmacılar çeşitli yollarla bunu aşmaya çalıştıklarında, özellikle Kuzey Afrika’dan göçle gelen genç kuşak Fransızlarda işsizlik, okulda başarı gibi konularda çok daha negatif bir tablo olduğunu tespit ediyorlar. (Bu konuda Fransız demograf Patrick Simon’la yaptığım bir söyleşiye bakılabilir.)
Devletin renk körlüğüyle beraber, kâğıt üzerinde eşit olmak yaşamın her alanında deneyimlenen gerçekleri değiştirmiyor. Eşitsizlik de öfke olarak sokakta kendini buluyor.
Fransa’nın toplam nüfusu içinde göçmen kökenli Fransızların oranı ne kadar?
Çok zor bir soru bu, çünkü Fransız devleti birinci kuşakta vatandaşlığa alıyor. Dolayısıyla, bu konuda iz sürmek çok kolay değil. Ama son yapılan araştırmalarda, Kuzey Afrika kökenlilerin toplam nüfus içinde yüzde 9 civarı bir ağırlığı olduğu söyleniyor. Çeşitli tahminlere göre, Kuzey Afrika’da doğmuş veya üç kuşak öncesine kadar Kuzey Afrika kökenli olup Fransa’da yaşayanların sayısı 6-7 milyon civarı. Doğum yerine göre bir oran vermek daha kolay. 2021’de Fransız İstatistik Kurumu’nun açıklamasına göre, “başka bir ülkede doğmuş yabancıların” toplam nüfus içindeki oranı yüzde 10, yani yaklaşık 7 milyon kişi. 2022’de Fransa’da yaşayan göçmenlerin yüzde 48’i Afrika doğumluydu.
Türkiye’de 3 buçuk milyon Suriyeli var, vatandaşlık verilen Suriyeli sayısı ise 230 bin. Seçimlerde 140 bin kadar yeni vatandaş olmuş Suriyelinin oy kullanma hakkı vardı. 40 bin kadar da diğer yollarla vatandaşlık kazanmış kişi var. Toplamda 200 bin yabancı kökenli seçmen. 60 milyondan fazla seçmenin olduğu bir yerde, bazıları utanmadan seçimin göçmenler yüzünden kaybedildiğini iddia etti.
Öfke meselesine dönersek, sokağa yansıyan bu öfkenin itici gücü ne?
Gündelik hayattaki eşitsizlik ve ayrımcılık siyaseten de temsiliyet bulamayınca müthiş bir öfke olarak kendisini gösteriyor. Bu öfkenin iki ucu olduğunu da unutmamak gerek. Yani bir yandan göçmen kökenli gençlerde bu öfke isyan olarak kendisini ifade ederken, öbür tarafta kendisini “kökten Fransız” olarak tanımlayan kesimde de bir başka tür tepkiye yol açıyor.
Mesela, Éric Zemmour gibi, sadece göçmen karşıtlığı, İslâm düşmanlığı üzerine siyasi söylemini kuran bir adam, son cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 7 oy aldı. Seçim öncesi anketlerde yüzde 15’e kadar çıkmıştı. Temsil edilememe, gündelik hayattaki rahatsızlıkların siyaset sahnesinde görünmezleştirilmesi iki uçta da aşırı yönelimlere yol açıyor.
Bu konuya sonra daha geniş geliriz, ama Türkiye’de de son cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda Kılıçdaroğlu kampanyasını göçmenleri geri gönderme üzerine kurdu…
Türkiye’de göç konusu ciddi bir rahatsızlık toplumda, fakat derinlikli bir şekilde konuşulması ve tartışılması siyaseten, çeşitli sebeplerle engelleniyor.
Üçüncü tema olarak temsiliyet meselesini açsak… Parlamenter temsili sistem aslında sadece göçmen kökenliler için değil, genel olarak çökmüş gibi. Bütün seçimlerde oy kullanma oranları çok düşük. Örneğin, Macron tek başına, mutlak bir hükümranlıkla ülkeyi yönetiyor, ama seçmenin çok azının oyuyla. Çalışan sınıflar, alt sınıflar genel olarak temsil edilmiyor. Sarı Yelekliler eylemleri de bunu çok iyi gösteriyordu. Göçmen kökenliler siyasette yükseldiklerinde de, çoğu zaman, örneğin çalışma bakanlığı yapan Fas kökenli Myriam El Khomri gibi, ezilen sınıfların, alt sınıfların aleyhine politikaların uygulayıcısı oluyor. El Khomri’nin ayrıca Sosyalist Parti üyesi olduğunu da unutmayalım. Sosyal hakların budanması konusunda hükümetler değişse de ana politika kolay kolay değişmiyor…
Fransa’da bir politik parti içinde üst düzey mevkilere aday gösterilmek için çok aşağıdan başlayarak sürekli elekten geçtiğin bir sistem var. Bu elekleri aşıp da mesela milletvekili adayı gösterilebilmen için çok ciddi bir siyasi ve sosyal network’ün parçası olman lâzım.
Bu öyle bir sistem ki, Fransa’daki prestijli okullardan, ENA’lardan [École nationale d’administration –Ulusal Kamu Yönetimi Okulu, yönetici sınıfın, siyasi elitin yetiştiği en önemli yüksek okul], Sciences-Po’dan [L’Institut d’études politiques de Paris, IEP –Paris Siyasal Bilimler Akademisi. Fransa’nın önemli üst düzey bürokratlarının ve siyasetçilerin yetiştiği, “elit fabrikası” diye de anılan Avrupa’nın siyaset bilimi alanındaki en önde gelen üniversitelerinden] mezun olmanı, elit ailelerden gelmeni, o kişilerle farklı mecralarda sosyalleşebilmeni gerektiriyor.
Banliyöden çıkmış bir genç olarak çok iyi bir hatip, zeki bir insan olman yeterli değil. Fransız siyasetinde özellikle parti yapısı ve parlamenter sistemdeki bu adaylık mekanizmaları müthiş elitist bir filtreleme yaratıyor. Bunu geçebilenler tek tük de olsa var, mesela pandemi zamanında vefat eden, Cumhuriyetçi Parti’den Ermeni kökenli sağcı Patrick Devedjian, Sarkozy hükümetinde içişleri bakanı olan Cezayir kökenli Rachida Dati, biraz önce örnek verdiğin Myriam El Khomri…
Ama bunlar da aslında artık kökenlerinden çok ayrıcalıklı pozisyonlarıyla tanımlanabilecek kişiler. CV’lerine bak, diğer üst düzey Fransız siyasetçilerle aynı okullardan geçmiş, aynı elit çevrelerde sosyalleşmiş, aynı siyasi ve sosyal ilişki ağlarından beslenerek üst konumlara yükselmiş kişiler. Onların tanımlayıcı kimliği artık göçmen kökenli olmaları değil.
Dolayısıyla, cumhuriyetin eğitimle toplumsal “fırsat eşitliği” de işlemiş değil…
Çünkü aslında banliyödeki çocuk nitelikli eğitime erişemiyor, gidip ENA’da okuyamıyor. Bizde mesela ünlü “çoban Sülü” lâkaplı Süleyman Demirel Isparta’nın bir köyünden çıkıp, İTÜ’yü kazanıp, mühendislik okuyup siyasette en yüksek mevkilere yükselebiliyordu. Ya da Özal mesela. Aslında Türk siyasetinde elit kökenli ailelerden gelenler yok denecek kadar azdır. Fransa siyaseti öyle değil.
Fransa siyaseti hem siyasetin yapısı itibariyle yukarı doğru hareket imkânı vermiyor, hem de eğitim sistemi o elit okullar sistemine erişebilecek gençlerin sayısının çok sınırlı kalmasına neden oluyor. Eğitim dışında, bir de kent politikaları var. 2005’teki isyanlardan sonra, Fransız devleti banliyö bölgelerinde okulları iyileştirmeye yönelik birtakım çabalara girişti. “Politique de la ville” denilen kentsel politikalarla eşitsizliği azaltmaya, özellikle toplu konut bölgelerinde standartları yükseltmeye yönelik adımlar attılar.
Sonradan vatandaşlık alanlardan sandığa gidenler çok büyük oranda AKP’ye oy vermişlerdir. Literatürde buna “minnet oyu” deniyor. Bir zorunlu göç sonrası sana kucak açan, hele ki vatandaşlık veren bir partiye ilk seçimde oy veriyorsun. Ama ikinci seçimden itibaren siyasi meşreplerine göre oy tercihleri çeşitlenmeye başlar.
Bunlardan biri de banliyölerdeki gençlere burs vererek, en azından bazılarının iyi okullara gitmesini sağlamaktı. Ama bunlar beklendiği kadar sonuç vermedi. Banliyölerde biriken öfke sokakta kendini dile getirdi, hele ki polis kurşunuyla bir gencin öldürülmesi gibi bir durumda sert bir şekilde vücut buldu.
Temsiliyet meselesinde bir de sendikalardan bahsedebiliriz.
Açıkçası, sendikaların özellikle göçmenlerin temsili açısından çok zayıf kaldığını ve sendikaların kendisinin de göçmen karşıtı iklimin hâkim olduğu yerlere dönüştüğünü görüyoruz. Fransa’da sendikalar da sistemin kurumlarından birine dönüşmüş durumda. Sarı Yelekliler veya emeklilik yasası gibi büyük toplumsal tepki çeken olaylarda istendiği kadar etkili olamadığı için bu sefer daha radikal gruplar sahneye çıkmaya başlıyor.
Son yıllarda 1 Mayıs’larda Black Bloc ya da “casseurs”, Türkçesiyle “kırıcılar” denen siyahlar giyinmiş, kar maskeli gençler kortejin sonunda sahneye çıkarak çevredeki otobüs duraklarını, vitrinleri aşağı indiriyor. Polis özellikle bu gruba çok sert müdahale ediyor. Bu da toplumda yine bir savrulmaya sebep oluyor. Bir kesim bu hareketleri desteklemiyor, kınıyor. Daha dar bir kesim bunun da Fransa’nın eylem repertuarının bir parçası olarak görülmesi gerektiğini söylüyor. Sonuçta, taleplerini üst mercilere iletemeyen, tepkisini, itirazını şiddetle sokağa döken bir öfke patlaması şeklinde gerçekleşiyor bu “kırıcılar”ın eylemlerini.
Bir de tabii şu da var, polis de çoğu zaman Black Bloc’ları kışkırtıyor. Hatta bu grupların içine provokatörler yerleştirebiliyor. “Black Bloc ortaya çıksın da biz de girişelim” gibi bir durum oluyor. Ayrıca, medyalar da sadece bu görüntüleri vermekten hoşlanıyor… Gösterilere katılanların talepleri ne, kaçta kaçı şiddete karışıyor, bu şiddette polisin payı, rolü ne, öfkenin kökeninde ne yatıyor, bunları konuşacak, tartışacak alanlar çok dar…
Black Bloc’tan aslında polis memnun, zira polis şiddetini meşrulaştıran görüntüler olarak öne sürülüyorlar. Dediğin gibi, “Black Block sahneye çıksın da biz de istediğimiz gibi gaz atma, plastik kurşun kullanma yetkimizi meşru müdafaa diyerek kullanalım”a geliyor.
Polis şiddetinin en büyük mağduru tabii göçmen kökenliler, ama örneğin Sarı Yelekliler hareketinde de onlarca eylemci gözünü, çeşitli uzuvlarını kaybetti; sendikalardan öğrenci hareketine, Nahel ayaklanmalarıyla geriye düşen yeni emeklilik yasasına karşı protestolara katılanlara kadar polis şiddetinden nasibini almayan kesim yok. Birleşmiş Milletler Fransa’yı polis şiddeti nedeniyle kınıyor, Fransa için “polis devleti” tabiri bile kullanılır oldu. Fransa’nın 1950’ler sonrasındaki sosyal devlet kazanımlarının son kalıntılarını da silme konusundaki kararlı politikalarıyla da bağlantılı değil mi polis şiddeti?
Fransız medyasından takip edebildiğim kadarıyla, Nahel olayında da öfkeli gençliğin taleplerinin tartışılabildiği bir ortam yok. Polis şiddetini sorgulamak, eleştirmek neredeyse imkânsız hale getiriliyor. Günde 700-800 kişinin gözaltına alındığı bir durumla karşı karşıyayız ve toplumun geniş bir kesiminde de bunu hoş gören bir tavır var. Polisin aşırı şiddet kullanımı güçlü bir şekilde eleştirilmiyor şu anda Fransa’da.
Emeklilik yasası tartışmalarında yine de iyi kötü bir temsil ve ifade mecrası vardı. Emeklilik yasasına karşı sendikaların temsilcileri, bu alanda çalışan akademisyenler, uzmanlar, sivil toplum kuruluşları taleplerini sistematik bir şekilde anlatabildikleri mecralar bulabildiler. Fakat Nahel’in öldürülmesi sonrası yaşanan sokak olaylarındaki gençlerin taleplerini dile getirebilecek kimse yok. Kent, yoksulluk, banliyöler üzerine çalışan bazı akademisyenler var, ama on senedir Fransa siyasetinde onlara yönelik de ciddi bir “İslâmcı-solculuk” (islamo-gauchisme) yaftalaması, ötekileştirerek düşmanlaştırma çabası var. Dolayısıyla, onların da ana akım mecralarda söz söylemesinin önü kapatıldı.
Nahel’le başladığımız bahsi kapatmadan önce, bir noktaya daha değinebiliriz. Fransa’da yıllardır dile getirilen, ama gerçekleştirilemeyen, sözde kalan sloganlardan biri de “convergence des luttes”, yani mücadelelerin birliği. Öğrenci eylemliliğini, banliyö isyanlarını, emek hareketini, Sarı Yelekliler’in taleplerini buluşturabilmek…
Böyle bir buluşmayı beklemek bana çok da mantıklı gelmiyor. Tüm bu hareketler birbirlerinden o denli ayrı ki, böyle bir buluşma olması çok zor. Olgusal olarak da bunlar birbirinden farklı tepkiler, farklı sokak hareketleri, farklı eylemlilikler.
Ve farklı ezilme biçimleri…
Neoliberalizm, evet, pek çok kesimi eziyor, ama ezilenler arasında da bir hiyerarşi yaratıp ezilenlerin birbirini düşmanca görmesini sağlayarak varlığını sürdürüyor. Bunu aşabilmek mevcut koşullar içinde çok da mümkün gözükmüyor. Banliyö olayları meselesiyle ilgili bu bağlamda getto tartışmasına da değinmek gerekebilir.
Türkiye’de “getto” ifadesi fazla rahatlıkla kullanılıyor. Fransa’da ve Amerika’da göç kökenli nüfusun yoğun yaşadığı yoksul mahallelerle ilgili kullanılan bir tabir getto, ama sadece bu demografik özellik bir yeri getto olarak tanımlamak için yeterli değil. Nahel olayından sonra da toplu konut alanlarının “suç gettolarına dönüştüğü” gibi şeyler söylendi. Yapısal sebepleri olan, çeşitli ekonomik, politik tercihler sonucu ortaya çıkan eşitsizliklerin, yoksulluğun, işsizliğin belli mekânlarda yoğun bir şekilde toplanması bir ilk kriter, ama getto ifadesini kullanmayı haklı gösterebilecek şey, buralardan bu insanların isteseler de çıkamıyor olmaları.
Yani o mahallenin dışına çıkmanın artık hem dışarıdan gelen ayrımcılık ve dışlamadan dolayı hem de içeride iyi kötü örülmüş bazı hayatta kalma mekanizmalarının sağladığı destekten dolayı çok mümkün olmaması. İki taraflı bir dışlanma ve içe kapanma döngüsü. Buralar devletin kısmen dışladığı, görmezden geldiği, eskisi kadar destek vermediği, dolayısıyla terk ettiği bölgeler. Aynı zamanda buralarda yaşayan kişilerde de dışlanmışlık ve ötekileştirilmişlik duygusuyla sürekli büyüyen bir öfke var.
Banliyölerde, özellikle de en yoksul banliyölerde, bu yapılaşmayı hızlandıran bir işleyiş görüyoruz. Bir açıdan bayağı distopik bir tablo, Rio de Janerio’nun favelalarında geçen City of God (Fernando Meirelles – Kátia Lund, 2002), veya Paris banliyölerindeki gençlere odaklanan Regarde-moi (Audrey Estrougo, 2007) gibi filmler bu sıkışmışlığı anlatıyor.
Geleceği düşündüğümüzde buralardan çıkış var mı? Bu sokak hareketleri biter mi? Bu mekânsal ve sosyo-ekonomik ayrışmayı aşabilecek adımlar atılabilir mi? Fransa bağlamında, ben açıkçası çok umutlu değilim. Hele ki, polis şiddetini meşru gören, entegrasyon modelini sorgulamayan, dönüştüremeyen, onun üzerinden kendine siyasi mevziler devşiren politikacıları da gördükçe buradan çıkışın kolay olmayacağını söylemem gerekiyor.
Türkiye’ye gelirsek, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda yanına Ümit Özdağ’ı da alan Kılıçdaroğlu’nun “göçmenleri geri göndereceğiz” kampanyasına ek olarak göçmenlerin seçim sonuçlarına etkisi de çok konuşuldu. Göçmen nüfusu nerdeyse açık artırmaya çıktı, 8 milyon, derken 10 milyon, 13 milyona vardı, sayılar havada uçuştu…
Bu sayılar tamamen yalan. Herkesin ulaşabileceği bazı bilgilerin bu denli çarpıtılması bana inanılmaz geliyor. Sanıyorum toplumdaki rahatsızlık, insanların manipülasyona ve dezenformasyona açık hale gelmesine, hatta yönlendirilmeye istekli olmalarına neden oluyor. Türkiye’de 3 buçuk milyon Suriyeli var, vatandaşlık verilen Suriyeli sayısı ise 230 bin.
Herkesin bildiği üzere, oy kullanabilmek için 18 yaş üstü olmak lâzım. YSK’dan aldığı verileri değerlendiren Onursal Adıgüzel’in seçim öncesi Cumhuriyet’e verdiği demece göre, son seçimlerde 140 bin kadar yeni vatandaş olmuş Suriyelinin oy kullanma hakkı vardı. 40 bin kadar da Suriyeli olmayan, gayrimenkul satışıyla, evlilik yoluyla veya diğer yollarla vatandaşlık kazanmış kişi var. Toplamda yabancı kökenli 200 bin seçmen.
Zafer Partisi gibi küçük partilerin motivasyonlarını anlıyorum, ama doğru olmadığını bildiği halde ana muhalefet partisinin göçmenlerle ilgili dezenformasyonu bu kadar iştahla benimsemesi çok ilginç ve acıklı. CHP’nin yaptığı şey çok kötüydü. Hepimizi, kendini sol, seküler kesimde tanımlayanları ciddi bir ahlâki açmaza sürükledi.
Bazıları utanmadan bu seçimin göçmenler yüzünden kaybedildiğini iddia etti. 60 milyondan fazla seçmenin olduğu bir yerde 200 bin oy sonucu nasıl değiştirebilir? Unutmayalım ki, ikinci turda muhalefet seçimi 2,5 milyon farkla kaybetti. Bunun yanında 200 bin seçmen oy farkının sadece yüzde 8’ini açıklayabilir.
Ayrıca, bu kişilerin çoğunun da sandığa gitmediğini hatırlatmak isterim. Bir kısmı o kadar tedirgindi ki, sandığa gitmekten çekiniyordu. Hatta AKP temsilcilerinden onlara “Sandığa gidebilirsiniz, bir sorun çıkmaması için her türlü güvenlik tedbirini alacağız” diye SMS gittiğini de gördüm.
Sonradan vatandaşlık alanlardan sandığa gidenler AKP’ye mi oy vermiştir? Sandığa gittiler ise çok büyük bir oranda AKP’ye oy vermişlerdir. Literatürde bunun adı da var, “minnet oyu” deniyor. Bir zorunlu göç sonrası sana kucak açan, hele ki vatandaşlık veren bir siyasi partiye ilk seçimde oy veriyorsun.
1989’da Bulgaristan’dan gelen göçü hatırlayalım, onların da neredeyse hemen hepsi ilk seçimde Turgut Özal’a, ANAP’a oy verdi. Ama ikinci seçimden itibaren siyasi meşreplerine göre oy tercihleri çeşitlenmeye başladı ve bazısı MHP, bazısı CHP, bazısı Doğru Yol’a verdi. Ama ilk oy minnet oyudur.
Başa dönecek olursak, sayı meselesi tamamen dezenformasyon, manipülasyon amaçlı. Zafer Partisi gibi, buna başvuran küçük partilerin motivasyonlarını anlıyorum, ama aslında doğru olmadığını bildiği halde ana muhalefet partisinin bu dezenformasyonu bu kadar iştahla benimsemesi çok ilginç ve acıklı.
Desteğini beklediği seçmen kesimlerinin önemli bir kısmının rahatsızlık duyması pahasına, CHP’nin bu manipülasyonlar üzerine bina edilmiş bir söylemi benimsemesini nasıl açıklıyorsun?
Acizlik. Tek kelimeyle acizlik, yani Türkiye’nin önündeki çok temel sorunlara çözüm üretemeyince kolaya kaçıp acizane bir tavırla, ayrıca akılsızca, tutmayacak bir yola girmek. Evet, toplumda göçmen karşıtlığı çok yaygın, çok sayıda farklı çalışma bunu gösteriyor.
Siyasi partiden bağımsız olarak, Türkiye halkı yüzde 75-80 oranında Suriyelilerin geri dönmesini istiyor. Hemen her partide böyle. Ama şu hataya düşmemek lâzım, göçmen karşıtlığı insanların oy davranışını belirleyen birinci motivasyon değil. Seçmen sadece göçmen meselesinden dolayı oy davranışını değiştirmiyor. Hatta ekonomiden rahatsız olmasına rağmen bile bazen oy davranışını değiştirmiyor. “Boş tencere sandıkları sallayacak” dendi. Sallamadı. Demek ki, oy davranışını değiştirmek için başka şeyler de gerekiyor.
Bir yandan da yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı üzerinden faşizan partilerin oyları bir çok yerde ciddi yükselişte…
Oy davranışını belirlemede birinci sırada değil ama. Éric Zemmour’a bakalım, Fransa’da yüzde 7 oy alabildi. Tamam bu da çok yüksek, ürkütücü bir oran. Ama adamın başka hiçbir politikası yoktu. Aklıma Leonard Cohen’in “Everybody Knows” (Herkes Biliyor) şarkısı geliyor. Yani, herkes biliyor aslında, sorunların kaynağı daha derin, çözümler daha zor. Göçmenleri Suriye’ye gönderdiğiniz zaman hiçbir şey bitmeyecek.
Herkes biliyor, biliyor ama, gerçeği çarpıtmak belki psikolojik olarak rahatlatıyor. Ben bu konuda yorum yapamam, bu artık sosyal psikologların alanı. Ama gerçekten CHP’nin yaptığı şey, çok kötüydü. Hepimizi, kendini sol, seküler kesimde tanımlayanları da ciddi bir ahlâki açmaza sürükledi.
Biraz önce sayılardan başlamıştık, sayıları ve onunla birlikte terminolojiyi yerli yerine oturtarak ilerlesek… Şu anda Türkiye’de ne kadar göçmen var, onların kökenleri ve statüleri ne? Bunların kaçı sığınmacı, kaçı mülteci? Tabloyu bir netleştirsek…
Yasal statü açısından çok ciddi bir çeşitlilik var. Ama öyle veya böyle, adı sığınmacı ya da ikâmet izinli veya geçici koruma statüsünde, toplam kayıtlı 5,2 milyon yabancı var. Bunun dışında da, Türkiye’de ikâmet izni olmadan veya vize süresini aştığı halde yaşamaya devam eden, sayısını bilmediğimiz, ama tahminimize göre yaklaşık 1-2 milyon civarı kayıtsız yabancı var. Bunlar hiçbir belgesi olmayan, kâğıtsız, düzensiz göçmenler.
Diğer 5 milyonluk gruba gelirsek, onların içinde 3 buçuk milyonla en kalabalık grup Türkiye’de geçici koruma statüsüne sahip olan, Türkiye’nin uyguladığı “açık kapı” politikasıyla gelmiş ve 99’la başlayan kimlikleri olan Suriyeliler. Çok önemli bir kısmı on yıla yakın zamandır burada.
Özellikle 2013-14’ten itibaren Suriye’den kitlesel gelişler oldu ve Suriyeli nüfusun sayısı 2013’ten itibaren çok arttı. 2014’te devlet Suriyeliler için geçici koruma düzenlemesi yaparak Suriyelilere geçici koruma statüsü verdi.
Toplumda göçmen karşıtlığı çok yaygın. Türkiye halkı yüzde 75-80 oranında Suriyelilerin geri dönmesini istiyor. Ama göçmen karşıtlığı insanların oy davranışını belirleyen birinci motivasyon değil. Hatta ekonomiden rahatsız olmasına rağmen bile bazen oy davranışını değiştirmiyor. “Boş tencere sandıkları sallayacak” dendi. Sallamadı.
Suriye’de yaşanan çatışmalar sonrası en çok sığınılan üç ülke var: Türkiye, Lübnan ve Ürdün. Bu üçü arasında sadece Türkiye sığınmacılara bir yasal statü verdi. Lübnan ve Ürdün’de düzensiz göçmen kategorisindeler. Bu ülkelerdeki STK’larda ve BM kuruluşlarında kimi kayıtlar olsa da, bu iki devlet hiçbir şekilde Suriyelileri kayıt altına almak istemiyor.
Diğer komşu ülkelerle karşılaştıracak olursak, Türkiye’nin yaptığı iyi bir şey, zira ülkende bulunan yabancıyı tanımak, bilmek zorundasın. Hem güvenlik amacıyla bilmek zorundasın, hem de ihtiyaçlarını, sorunlarını belirlemek, ona yönelik politikalar geliştirmek için bilmelisin.
Örneğin, Göç İdaresi’nin bize sunduğu sayılara göre, bu 3 buçuk milyon kayıtlı nüfusun yüzde 45 kadarı 18 yaşın altında. Bu, ciddi bir okullaşma ihtiyacı demek. Halihazırda 10 yaş altı 1 milyon Suriyeli çocuk var. Sadece bu bile üzerinde ciddi düşünülmesi gereken bir sayı. Eğer on sene sonra “Nahel olayı” yaşamak istemiyorsak, eğitim politikamızı, entegrasyon politikamızı düşünmemiz gerekiyor.
Devletin açıkladığı verilere göre, yüzde 60-65 düzeyinde okula devamlılık vardı, ama pandemi, arkasından gelen ekonomik kriz bunu çok olumsuz etkiledi ve okuldan ayrılan çocuk sayısı arttı. Son yıllarda Suriyeliler arasında çocuk işçiliği daha da yaygınlaştı. Dışlanma, yoksulluk, aile içi şiddet ciddi sorunlar. Biz görmezden gelsek de, bu hanelerde büyük dramlar yaşanıyor.
Geçici koruma statüsüne sahip olanlar sadece Suriye kökenliler mi?
Suriyeliler ve Suriye’den gelen Filistinliler. Filistin-İsrail savaşlarından sonra Suriye’ye yerleşmiş, elli-altmış yıldır Suriye’de yaşayan Filistinliler vardı. Suriye’deki çatışmalardan sonra, çok daha küçük bir grup olsa da Suriye’den gelen Filistinlilere de geçici koruma statüsü verildi. Toplamda, devletin temmuz başında açıkladığı sayıya göre, 3,3 milyon kişi.
Geçici koruma statüsü nasıl bir statü, ne gibi haklar veriyor?
Bu statünün sığınmacılara verdiği en önemli hak geri gönderilmeme (non-refoulement) hakkı. O nedenle, geri göndereceksen gönüllü geri dönüş kâğıdı imzalatmak zorundasın. Tam da bu yüzden, siyasetçiler seçim sırasında “güle oynaya” geri dönüş diyorlardı. Geçici koruma statüsündekileri kimse zorla geri gönderemez, dönüşün gönüllü, güvenli ve onurlu olması gerekiyor.
İkincisi, eğitim ve sağlık hakkı veriyor. Ama bu hak sadece kişilerin kayıtlı oldukları illerde geçerli. Mesela Gaziantep’te kayıtlı, ama iş amacıyla İstanbul’da bulunuyorsa, o haklarını kaybediyor. Dolayısıyla, İstanbul’da çocuğunu okula yazdıramıyor.
Kayıtlı olduğu şehri değiştiremiyor mu?
Hayır, devlet özellikle İstanbul gibi kentlerde yığılmayı engellemek için geçen seneden beri seyreltme politikası uyguluyor. Daha önce yüzde 25’ti, şimdi yüzde 20’ye indirildi, yabancı nüfusu yüzde 20’nin üzerinde olan mahallelerde yabancılara yeni ikamet izni verilmiyor. Mesela, Esenyurt, Küçükçekmece, Bağcılar gibi kiraların nispeten ucuz olduğu, tanıdıklarının bulunduğu, kendilerini güvende hissettikleri, göçmen topluluğun yoğun olarak yerleştiği yerlere yerleşemiyorlar artık. Dolayısıyla, aslında kayıtlılar, ama kayıtsız konuma düşüyorlar. Kısmi yasadışılık gibi düşünebiliriz bunu.
Ve bazı haklarından feragat ediyorlar… Diyelim Antep’te kayıtlı, ama İstanbul-Bağcılar’da çalışma izni var mı?
Geçici koruma statüsü olsa bile Suriyelilerde çalışma izni sahipliği çok düşük. Bu konuda 2016’da bir yönetmelik çıkarıldı. Buna göre, geçici koruma sahibi kişiler çalışma iznine başvurabilir. Ama bu kâğıt üzerinde kaldı, bugüne kadar sadece 60 bin kadar kişi çalışma izni almış, onların da önemli bir kısmının çalışma izni devam etmiyor. Yani kayıtlı 3 buçuk milyon Suriyelinin –ki bir buçuk milyon kadarının çalıştığı tahmin ediliyor– sadece 60 bin kadarı çalışma iznine sahip. Yüzde 98’in üzerinde bir kayıt dışı çalışmadan bahsediyoruz.
Adı sığınmacı ya da ikamet izinli veya geçici koruma statüsünde, toplam 5,2 milyon kayıtlı yabancı var. Yaklaşık 1-2 milyon da kayıtsız yabancı var. Kayıtlıların içinde 3 buçuk milyonla en kalabalık grup Türkiye’nin “açık kapı” politikasıyla gelmiş, geçici koruma statüsüne sahip Suriyeliler. Onların önemli bir kısmı on yıldır burada.
Geçici koruma statüsünün sağladığı haklara dönersek, başka ne gibi haklar tanıyor?
En temel olarak eğitim ve sağlık hakkı. Bunlarda da Avrupa Birliği etkisinden bahsetmek gerekir, çünkü eğitim ve sağlık gibi hizmetleri sunmak ciddi bir maddi maliyet anlamına geliyor ve bunların finansmanı AB tarafından sağlanıyor.
Sağlıktaki hak, herhangi bir SGK’lının hakkı gibi mi?
Evet. AB’nin 2016 anlaşması sonrası verdiği maddi destekle, Suriyelilerin yoğun olarak bulunduğu yerleşim yerlerinde Göçmen Sağlığı Merkezleri kuruldu. Göçmenler ilk aşama sağlık hizmeti olarak bu merkezlere gidiyor. Böylece hem Türklerle hastanede daha az karşılaşıyor, hem de ana dillerinde sağlık hizmeti alabiliyorlar. Çünkü bu merkezlerde Suriyeli doktorlar da çalışıyor.
CHP seçim kampanyası döneminde “biz AB mutabakatını iptal edeceğiz” diyordu. Ama, sağlık gibi alanlarda bu mutabakatın sağladığı finansal desteği nasıl ikame edeceklerini söylemediler. Göçmen Sağlığı Merkezleri mesela ağırlıklı olarak AB’den gelen paralarla dönüyor.
CHP’nin “AB anlaşmasını iptal edeceğiz” derken aslında vermek istediği mesaj neydi?
“Biz Batı’nın göçmen deposu olmayacağız” mesajı vermek istiyor. “Peki ne yapacaksın” sorusuna “geri gitsinler” demekten başka cevapları yok. Onun bile nasıl organize edileceği belli değil. Türkiye’de siyasetçilerin bu konuda çözümü şu: “Koşulları o kadar kötüleştirelim ki, geri dönmeye hevesli olsunlar.” Ancak unutmayalım ki, koşulların çok çok kötü olduğu durumlarda bile insanlar Suriye’ye dönmüyor. Göç Araştırmaları Derneği olarak, deprem sonrasındaki dört ay boyunca, deprem bölgesinde mültecilerin durumuna dair üç araştırma yürüttük. Depremde mülteciler ya yağmacılıkla suçlanan ya da yardımlar söz konusu olduğunda gözardı edilen bir grup oldu.
Oysa deprem bölgesindeki on ilde 1,7 milyon kadar Suriyeli yaşıyordu, Türkiye’deki toplam Suriyeli nüfusunun neredeyse yarısı. Depremden çok ağır bir şekilde etkilendiler. Çoğunlukla bodrum katlarında, en kötü evlerde yaşadıkları için ciddi can ve mal kayıpları oldu. Deprem sonrası yardımlardan dışlandılar, aşağılandılar. Tüm bunlara rağmen, Suriye’ye dönenlerin sayısı çok çok az oldu.
Yani, eğer siyasetçiler “biz burada yaşamı onlara dayanılmaz kılalım ki, mecbur kalıp dönsünler” diye düşünüyorsa, bu olmuyor, olmayacak. Çünkü Suriye’de –burada bizim anlamak istemediğimiz şey bu– koşullar deprem yaşamış kentlerimizden bile daha kötü.
Kayıtlı göçmenlerin yüzde 45’i 18 yaşın altında. Bu, ciddi bir okullaşma ihtiyacı demek. Halihazırda 10 yaş altı 1 milyon Suriyeli çocuk var. Sadece bu bile üzerinde ciddi düşünülmesi gereken bir sayı. On sene sonra “Nahel olayı” yaşamak istemiyorsak, eğitim politikamızı, entegrasyon politikamızı düşünmemiz gerekiyor.
Son zamanlarda sosyal medyada, Suriye’de sokaklarda şen şakrak gezen, yiyip içip eğlenen insanların görüntüleri eşliğinde, “hani savaştan, yıkımdan kaçıp gelmişlerdi, halbuki orada hayat güllük gülistanlık” diyen paylaşımlar çok dolaşıyor. Kimi gazetecilerin de dahil olduğu böyle bir kampanya var…
Evet ben de gördüm. Ben okurlarımıza, Suriye konusunda uzman bir siyaset bilimci ve gazeteci, yazar Kristin Helberg’le yaptığım söyleşiyi okumalarını tavsiye edeyim. “Suriyeli göçmenler nereye dönecek?” sorusunun cevabını bir de o söyleşiyi okuduktan sonra düşünsünler.
Suriye şu anda kabaca dörde bölünmüş bir ülke: Bir tarafta Esad’ın kontrolünde Şam merkezli bir bölge var. Bu bölgede, bunca yıl Esad rejiminden kaçmış kişilerin geri dönüşüyle ilgili güvenlik sorunları, hapis tehdidi ve bir de oğullarının Baas ordusunda savaşmak üzere askere alınması sorunu var. Yani orası dönülebilir bir yer değil.
Kuzeyde, bir tarafta HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) gibi İslâmi grupların elinde olan İdlib bölgesi var. Bir yanda, Türkiye’nin kontrolü altında tuttuğu, hâlâ gündelik hayatın oturmadığı, güvenliğin tesis edilemediği Cerablus, Afrin, El Bab, Azez gibi bölgeler var. Bir de daha çok YPG’nin kontrolü elinde tuttuğu Rojava bölgesi var.
Biz pek üstünde durmasak da deprem Suriye’nin kuzeyini de çok derinden etkiledi, iyi kötü inşa edilmeye çalışılan yerler de yıkıldı. Dolayısıyla, bu bölgelerin hiçbiri aslında yaşanabilir durumda değil. Şöyle düşünün, Hatay’da, Kırıkhan’da yaşayan bir Suriyeli ailesiniz, depremde ailenizden üç canı, evinizi kaybetmişsiniz. Suriyeli olduğunuz için size çadır verilmiyor, yardım verilmiyor, sürekli aşağılanıyorsunuz. Bu koşullarda hayatta kalmaya çalışıyorsunuz, ama yine de Suriye’ye dönmüyorsanız, “niye dönmüyorsunuz”un cevabı iyi düşünülmeli. Bunları bildikten sonra, sözünü ettiğin videoları izlerken sinirlerim bozuluyor, öfkeleniyorum.
Biraz önce, geçici koruma statüsündeki göçmenlerin de “dışlanma, yoksulluk, aile içi şiddet” gibi çok ağır sorunlarla baş ettiğini söyledin, “büyük dramlar yaşanıyor” demiştin…
Geçici koruma statüsü AB düzenlemelerinde de yer alan bir şey. Ani kitlesel sığınma hareketleri olduğunda devletler kişilerin durumlarını tek tek incelemeden, geçici olarak hepsine daha kısıtlı olsa da bir sığınma hakkı verebiliyor. Bizde de böyle oldu. Fakat sorun “kalıcılaşan geçicilik” meselesi; 2014’te uygulamaya giren geçici korumanın seneye onuncu yılına giriyoruz.
Geçici koruma statüsü on yıl süremez. Bu geçicilik halinden bir an önce çıkmamız, hem Türkiye toplumu, hem de Suriyeli mülteciler olarak geleceği nasıl kuracağımız üzerine bir yol haritası belirlememiz lâzım. Türkiye’deki temel sorun bu. Evet, hükümet açık kapı ve gelenlere kucak açma politikası uyguladı, tam tatmin edici olmasa da bir yasal statü de verdi. Ama gelecekte ne olacağına dair hiçbir işaret yok.
Deprem bölgesinde 1,7 milyon kadar Suriyeli yaşıyordu. Çoğunlukla en kötü evlerde yaşadıkları için ciddi can ve mal kayıpları oldu. Deprem sonrası yardımlardan dışlandılar, aşağılandılar. Tüm bunlara rağmen, Suriye’ye dönenlerin sayısı çok çok az oldu. Siyasetçiler “Burada yaşamı onlara dayanılmaz kılalım ki, mecbur kalıp dönsünler” diye düşünüyorsa, bu olmuyor, olmayacak.
15 Temmuz’dan hemen önce, 2 Temmuz 2016’da cumhurbaşkanı bir konuşmasında “artık Suriyeli kardeşlerimize vatandaşlık vermeye başlayacağız” diye ilan etti, ama bunun toplumda tartışılmasına hiçbir zaman izin verilmedi. Oysa çok büyük bir karar bu. Türkiye’de bizim ideolojik formasyonumuzda Arap karşıtlığı kurucu öğelerden biri. Türk zihniyet sisteminde Arap kötüdür, pistir, cahildir, haindir, istenmeyendir, en ötekidir… Böyle görülen bir grubu vatandaşlığa alacağın zaman, olası çatışmaları engellemek için, toplumu hazırlamak zorundasın.
Bunun ayrıca ekonomik boyutu var, sosyal boyutu var, eğitim boyutu var, evliliklerle ilgili boyutu var. Kadın-erkek ilişkileri meselesi var… Maalesef hükümet hiçbir ciddi hazırlık yapmadan, sadece Tayyip Erdoğan’ın kişisel karizması üzerine kurulu bir ikna mekanizması kullanarak bu işi yürütme yoluna gitti. Tabii bir yandan da işadamlarını tatmin eden ucuz işgücü boyutu, “Suriyeliler olmasa işçi bulamazdık” söylemleriyle yüzeysel bir ikna mekanizması kuruldu, ama tüm bu sürecin sonuna geldik. Bu mekanizma istendiği gibi çalışmıyor artık ve çok ciddi şiddet olaylarına gebe.
Ki bunların çok sayıda örneğini de yaşadık. Fransa’daki Nahel olayından çok daha trajik, sert olaylar oldu. Biri seçimlerden hemen önceydi, mayıs ayının başında Gaziantep’te dokuz yaşındaki Gina Mercimek okuldan dönerken komşusu erkek tarafından tecavüz edilip öldürüldü. Bu korkunç olay görmezden gelindi, konuşulmadı.
Diğeri, bundan altı sene önce Sakarya’da, Suriyeli dokuz aylık hamile, yirmi yaşındaki Emani Al Rahmun, kocası çeşitli aldatmacalarla evden uzaklaştırılıp yine komşusu erkek tarafından tecavüz edildikten sonra, üç yaşındaki çocuğuyla birlikte öldürüldü. Bu kadar büyük dramlar aslında hepimizin toplumsal huzuru ve barışının altına atılmış dinamitler. İki sene önce yaşanan Altındağ olayları var, İzmir Güzelbahçe’de üç Suriyeli gencin yakılarak öldürülmesi var. Bunlar dışında hiç duymadığımız çok sayıda mikro gerilim yaşanıyor şu anda Türkiye’de.
Suriyelilerin en yoğun yaşadığı bölgeler nereleri?
Ağırlıklı olarak sınır bölgesi, Kilis tabii neredeyse kendi nüfusu kadar Suriyeli nüfusu barındırıyor, ama bunun çok önemli bir kesimi akrabalık ilişkisi içinde oldukları sınırın hemen ötesinden gelmiş kişiler. Hatay resmi olarak kendi nüfusunun yüzde 24’ü oranında Suriyeli sığınmacı barındırıyor. Gaziantep yüzde 22, Şanlıurfa yine yüzde 20’nin üzerinde. Sonra Adana, Mersin yüzde 10’larda…
Özellikle sınır bölgesindeki iller çok yoğun Suriyeli nüfus barındırıyor. Bu da sorunlardan biri, çünkü belediyelerin hizmetlerini yürütebilmek için devletten aldıkları maddi destek vatandaş sayısına göre veriliyor. Düşünsenize, belediye başkanısınız ve artı yüzde 25 nüfusunuz var; kanalizasyondan su sistemine kadar artan ihtiyaçları nasıl karşılayacaksınız? Belediyeler sadece bir örnek. Pek çok sorun alanı var.
Bunlar hakkıyla konuşulmuyor, tartışılmıyor. Sadece uzmanların dar alanda konuşmasına bırakılıyor, ama kamuoyunda açık bir şekilde, soğukkanlı bir şekilde bunların tartışıldığı, çözüm önerilerinin geliştirildiği platformlara izin verilmiyor. Toplumsal öfkenin bu kadar yükselmesinin sebeplerinden de biri bu. Nahel’i konuşurken söz ettiğimize benzer şekilde, siyaset alanında temsil edilmeyen rahatsızlıklar ciddi öfke ve şiddet olarak hayat buluyor.
Suriye’deki çatışmaların ve Esad’a karşı ayaklanmanın önemli aktörü Müslüman Kardeşler’di. Siyasi, ideolojik bir hat var AKP ile Suriye Müslüman Kardeşleri arasında. Türkiye’ye gelen Suriyelilerin çok önemli bir kısmı Sünni Arap. Vatandaşlık vermede siyasi kardeşliğin, düşünsel ve dünya görüşü anlamında ideolojik yakınlığın da etkili olduğunu görüyoruz.
Genel olarak “Suriyeliler” deyip geçtiğimiz Suriyeliler hangi inançlardan, hangi sınıflardan?
Türkiye’de bulunan Suriyelilerin önemli bir kesimi Suriye’nin en geri kalmış bölgesi olan kuzeyden gelenler. Türkiye’deki Suriyeliler eğitim seviyesi, kalkınmışlık, kentleşme oranı, kadın-erkek eşitliği gibi endikatörler açısından Suriye’nin en düşük sosyo-ekonomik düzeyine sahip bölgesi olan kuzeyden geliyor.
Hacettepe Üniversitesi’nin 2018 Türkiye Nüfus Sağlık Araştırması’nda Türkiye’de bulunan Suriyelilere de sorular soruldu. Bu araştırmaya göre, Türkiye’deki Suriyelilerin doğurganlık oranı 5,3. Ama savaş öncesinde Suriye genelinde doğurganlık oranı 3,4; Şam’da 2. Kuzey Suriye’de zaten 4,3-4,8’di. Yani doğurganlık oranının en yüksek olduğu grubun buraya geldiğini görüyoruz.
Bunu daha açık anlatabilmek için şöyle örnek verebilirim: Düşünün, Türkiye’den Yunanistan’a kitlesel bir göç olmuş, ama ağırlıklı olarak Urfa, Bitlis, Bingöl bölgesinden insanlar gitmiş. Tabii Türkiye’deki bütün Suriyelilerin düşük eğitim seviyesinde, kırsal ve geleneksel aile yapısına sahip olduğunu söylemek de doğru olmaz, Halep, İdlib, Hama ve kısmen Şam kent merkezlerinden gelen daha eğitimli kesimler de var, ama onların oranı yüzde 10-15 aralığında. Bu eğitimli grup içinde de çok önemli bir kesim Türkiye’de yaşayamayacağını görerek imkânını bulduğu anda Avrupa’ya gitti ve gitmeye de çalışıyor.
İstanbul tabii çok istenen bir yer, en azından depreme kadar öyleydi, çünkü kozmopolit bir kent, iş imkânları çok daha fazla. Bu kozmopolit yapı içinde daha özgür bir hayat kurma imkânı sunuyor. Ama yine de deprem sonrasında İstanbul’un çok da tercih edilmediğini gördük.
Sayısal olarak baktığımızda, Türkiye’de en çok Suriyeli barındıran şehir İstanbul; 560 bin Suriyeli kayıtlı olarak İstanbul’da yaşıyor, ancak, toplam İstanbul nüfusu içinde bu yüzde 5’e tekabül ediyor. Sınır bölgesindeki kentlerle karşılaştırırsak oransal olarak çok küçük bir grup. Tabii ki İstanbul’da çok sayıda kayıtsız Suriyeli de var.
Geçici koruma statüsündeki Suriyeliler göçmen mi, sığınmacı mı, mülteci mi?
Devlet kaynaklarında hep “geçici koruma statüsündeki kişiler” olarak adlandırılıyor. Biz sosyologlar ve araştırmacılar mülteci demeyi tercih ediyoruz. Yasal olarak mülteci statüsüne sahip olmasalar da kitlesel zorunlu göçle geldikleri, geri dönme koşulları olmadığı için mülteci ifadesini kullanıyoruz. Devlet kaynaklarında, ısrarla mülteci denmemesi ve “geçici koruma statüsü altındaki kişiler” gibi uzun ifadenin kullanılması gerektiği söyleniyor.
Neden?
Türkiye’de göç alanını yöneten ana aktör İçişleri Bakanlığı’na bağlı, 2014’te kurulan Göç İdaresi Başkanlığı. Bu kurum Suriyeliler için kurulmadı. Türkiye’nin göç alanında Avrupalılaşma sürecine bağlı olarak 2005’ten bu yana devam eden bir sürecin sonucu olarak kuruldu, ama zamansal olarak Suriyelilere denk gelmiş oldu.
Bu kurumun üst düzey yöneticileri her toplantıda ısrarla mülteci diyenleri düzeltiyor. Çünkü “mülteci” dediğiniz zaman, devlet olarak sorumluluklarınız ve yükümlülükleriniz, sunmanız gereken koruma hizmetleri çok daha kapsamlı. Türkiye geçici koruma statüsü vererek kendi sorumluluklarını ve yükümlülüklerini de sınırlamış, daha dar bir çerçeveye taşımış oldu. Bunların bile ne kadarını yapıyor, o da ayrı bir tartışma.
Geçici koruma statüsü bahsini kapamadan önce bir şey söylemek istiyorum: Artık muhakkak geleceğe dair bir yol haritasının planlanması gerekiyor. Bu kişiler sonsuza dek geçici koruma statüsünde yaşayamazlar. Geçicilikten nasıl çıkılacak sorusuna bir an önce cevap bulmalıyız.
Belli kriterleri karşılayanlara Sosyal Uyum Yardımı olarak kişi başı aylık 450 TL veriliyor. Hükümet bu yardımı sanki kendi yapıyormuş gibi gözüksün diye, Kızılay-kart adı verilen bir karta yüklendi paralar. Oysa bu tamamen AB’nin verdiği para. “Türk devleti güçlüdür”, “Türk devleti Müslümanlara kucak açar”, “Türk devleti Ortadoğu’nun hamisidir” fantezisini beslemek üzere bu gerçek gizlendi.
Geçici koruma statüsünden çıkmaları eşit vatandaşlık hakkı almaları demek, değil mi? Ve bunun toplumsal zemininin hazırlanması gerekiyor…
Evet, bu statüden sonra gidilebilecek yollardan biri vatandaşlık. Ama vatandaşlık da “ben istedim, verdim” şeklinde, padişahın ulufe dağıtması gibi, kamuoyunun rızasını almadan olmaz. Toplumu ikna edecek, zamana yayılan aşamalı bir yol haritasını sunarak, kimin, neden, hangi kriterlere göre vatandaşlığa alınacağının anlatıldığı, şeffaf bir mekanizma kurulması lâzım.
Şu anda her şey opak bir şekilde yürütülüyor. Biz bu konuda çalışan uzmanlar olarak bile kaç kişinin vatandaşlığa alındığını içişleri bakanının zaman zaman yaptığı açıklamalardan öğreniyoruz. Kimin neye, hangi kriterlere göre alındığı belirsiz. Suriyelilere vatandaşlık mekanizması Göç İdaresi’nden gelen telefonla başlıyor: “Sayın Suriyeli Ahmet ya da Hatice, sizi uygun gördük. Buyurun bugün gelin, vatandaşlığa başvurabilirsiniz..”
İstisnai vatandaşlık denen sistem normalde sadece sanatta, sporda, bilimde üstün başarı gösteren kişilere uygulanan bir mekanizmadır. Siyasi iktidar istisnai vatandaşlık mekanizmasını cingözce kullanıyor. Vatandaşlığı bu kapsamda cumhurbaşkanı veriyor. Ama nedir kriter, üniversite mezunu olmak mı? Hayır. Bütün üniversite mezunları vatandaşlık alamıyor mesela.
Bu konuda çalışan sizlerin gözlemlerinize göre kriter ne?
Bir siyasi patronaj olduğu çok açık. Suriye’deki çatışmaların ve Esad’a karşı ayaklanmanın önemli aktörü Müslüman Kardeşler’di. Siyasi, ideolojik bir hat var AKP ile Suriye Müslüman Kardeşleri arasında. Türkiye’ye gelen Suriyelilerin çok önemli bir kısmı da Sünni Arap. Aralarında Kürtler, Hıristiyanlar ve diğer bazı gruplar olsa da çok ağırlıklı olarak Sünni Araplar. Vatandaşlık vermede, siyasi kardeşliğin, düşünsel ve dünya görüşü anlamında ideolojik yakınlığın da etkili olduğunu görüyoruz. Ama sadece bu değil, müthiş bir keyfiyet alanı var. Sonuçta, kriterler belli değil.
Suriye’den savaş nedeniyle göç eden Hıristiyan nüfus daha çok Lübnan’a mı gitti?
Türkiye’ye gelenler de oldu, ama çok büyük bir kısmı kalmayıp Avrupa’ya veya Batı’ya doğru devam etti. Hıristiyan nüfustan kalıcı olan çok olmadı.
Göç Araştırmaları Derneği’nin ya da diğer oluşumların, bu konuda akademide çalışanların, sizin geçici koruma statüsünden çıkışın aşamalarına dair bir öneriniz, yol haritanız, hazırladığınız bir rapor var mı?
Raporlarımızda çeşitli öneriler getiriyoruz ama, geçici korumadan çıkışa yönelik kapsamlı bir yol haritası hazırlamak lâzım. Aramızda konuştuğumuz bir yol haritası var, ama yayınladığımız bir şey yok maalesef. Bana kalırsa, şöyle denebilir mesela, sekiz yıl geçici koruma statüsünde kaldıktan sonra, çocuğunu okula gönderen, suça karışmayan, kamu düzenini bozacak bir şey yapmayanlar vatandaşlığa başvurabilir. Vatandaşlık prosedürü iki ila üç yıl sürer. Dolayısıyla, bu kişilere on yıl gibi bir sürenin sonunda vatandaşlık alabilme hakkını tanımlamış oluruz. Ve bunun kriterlerinin net olarak açıklanması gerekir.
Bu arada şunu da söyleyeyim, Suriyeliler arasında vatandaşlık daveti alıp, Kızılay-kart gibi AB finansmanıyla sağlanan maddi yardımlardan mahrum kalmamak için geçici koruma statüsünü bırakmayan, vatandaşlığı reddedenler de var. Böyle derin bir yoksulluktan bahsediyoruz. Vatandaşlık olursa, aynı Fransız modeli gibi olacak: “Artık vatandaşsınız, başınızın çaresine bakın…”
Göçmenlerin yararlandığı söylenen, dillerden düşmeyen “ayrıcalıklar” neler? Her bir göçmene asgari ücret kadar para yardımı mı yapılıyor? Göçmenler üniversite sınavına girmeden istedikleri üniversiteye kayıt mı yaptırıyor?
Bazı yardımlar var tabii, ama bunlar ne derece “ayrıcalık”, tartışılır. Avrupa Birliği’nin mutabakat sonrası verdiği 3 + 3 milyar avronun önemli bir kısmı, Suriyelilerin Türkiye’de entegrasyonunu kolaylaştırmak üzere, ESSN (Emergency Social Safety Net)diye anılan Acil Sosyal Yardım Programı kapsamında Kızılay üzerinden bazı kriterlere uygun düşen kişilere parasal yardım olarak dağıtıldı.
Afgan göçmene laf eden kişilerin çoğunun evinde Özbek veya Türkmen bakıcılar bulunuyor. Burada bir tür uysallık talebi, görünmez olma talebi de var: “İşimizi yapsın, ama görünmez olsun.” Ev içi bakım hizmetlerinde çalışanlar kötü koşullara maruz kalıyor, hatta ev ahalisinin tacizi, ağır sömürüsü gibi olaylar da yaşanıyor.
Kayıtlı 3 buçuk milyon Suriyeli ve diğer sığınma başvurusu yapmış kişiler arasında sosyo-ekonomik açıdan kırılgan durumda olduğu tespit edilen 1,5 milyon kadar kişi her ay nakit transferi yoluyla sağlanan bu yardımlardan faydalanıyor. Sosyal Uyum Yardımı (SUY) alabilme kriterleri şunlar: Evde yüzde 40 üzeri bir veya daha fazla engelli olanlar; 18 yaş altı en az bir çocuğu olan yalnız anne veya yalnız babalar; tek başına olan 18-59 yaş arası kadınlar; tek başına olan 60 yaş üzeri kişiler; dört ve üstü çocuğu olan aileler.
Bu kriterleri dolduranlar, kişi başı aylık 450 TL yardım alıyor. Bu konuda da toplumu doğru bilgilendirmedi hükümet. Bu yardımı sanki kendi yapıyormuş gibi gözüksün diye, Kızılay-kart adı verilen bir karta yüklendi paralar ve Ziraat Bankası ATM’lerinden çekilebilir oldu. Oysa bu tamamen AB’nin verdiği para. Ama “Bizim yüce devletimiz”, “Türk devleti güçlüdür”, “Türk devleti Müslümanlara kucak açar”, “Türk devleti Ortadoğu’nun hamisidir” fantezisini beslemek üzere bu gerçek gizlendi. Gizlenince de Türkler “bizim vergilerimizle toplanan paralar mültecilere harcanıyor” diye tepki gösterdi. Yardım olarak ödenen miktar çok sınırlı aslında, ama çok ciddi sömürü koşullarında kayıtsız çalışan pek çok kişi için bunun bile önemli bir ekonomik katkısı oluyor. Dört çocuğu olan, karı koca altı kişilik bir aile, yaklaşık 2.700 lira yardım alıyor demektir. Geçim masraflarında bir açığı bununla kapatabiliyor aileler. Tam da bu yüzden bazıları vatandaşlık daveti geldiğinde başvuru yapmıyorlar, yardımı kaybetmemek için.
Üniversite sınavı meselesi de şöyle: Türkiye’de üniversiteye girişte bir genel sınav var, bir de yabancı öğrenciler için özel bir sınav olan YÖS var. Suriyeliler Türkiye’ye ilk geldiklerinde, eğitimlerine Türkiye üniversitelerinde devam edebilmeleri için, sınavsız doğrudan geçiş hakkı verildi. O dönemde bazılarının belgeleri bile yanlarında değildi, bulundukları yerdeki üniversitelerin rektörlerinin takdirine bağlı olarak bazıları hemen kayıt yaptırabildi.
Fakat daha önemlisi, Türkiye’de lise okuyan, buraya geldikten bir-iki sene sonra sınava giren Suriyeliler, daha kolay bir sınav olan YÖS sınavına girip o sınav üzerinden üniversiteye kaydolabildiler. Bu bir tür pozitif ayrımcılıktı. Türkiye’de sadece iki-üç yıl yaşamış, Türkçeye tam hâkim olmayan bir kişinin normal üniversite sınavında aynı başarıyı göstermesi mümkün olamazdı, onların YÖS’e girmesine izin verildi. Ama gene sorun şu oldu: Bu topluma açıklanmadı ve tepkiler buradan doğuyor.
Diğer gruplara geçersek, özellikle tarımda ve inşaatta çalışan, erkek Afgan mülteci nüfusun olduğunu okuyoruz…
Evet, Türkiye’de kalabalık bir Afgan erkek nüfusu var. Kırk yıllık bir yıkımın sonunda, NATO’nun da çekilmesinin ardından, Taliban’ın iktidarı ele geçirmesiyle, yeni bir dönem açılmış olsa da, Afganistan tarumar olmuş halde. Silahlı çatışmaların azaldığı, ama yoksulluğun hâlâ çok derin bir şekilde devam ettiği bir ülke.
Dolayısıyla, Afganlar için ülke dışına göç çok önemli bir hayatta kalma stratejisi. Aileler genç erkekleri, ne pahasına olursa olsun, gidip çalışabilecekleri ve memlekete para gönderebilecekleri yerlere göndermeye çalışıyor. O kadar ki, aile meclislerinde ortak para toplanıyor, bedenen en güçlü, elinden en iş gelen kişinin bu göç yolculuğuna çıkabilmesi ve orada kazanacağı parayı aileye gönderip ailenin hayatını idame ettirebilmesini sağlaması için. Ya da bazen genç erkekler evlenebilmek için gereken parayı toplama amacıyla gurbete çıkıyor. Dolayısıyla, Afganistan’dan gelenler ağırlıklı olarak erkek.
Afganlar için yasal göç kanalları neredeyse tamamen kapalı. O yüzden, dağları aşarak çok zorlu bir rota üzerinden göç etmeleri gerekiyor. Bu yolculuğu kaldırabilecek, başarıyla tamamlayabilecek bedensel güce sahip olması gerekiyor kişinin, o yüzden de kadınlar çok daha az aralarında. Yasal göç etmek için, vize almanız lâzım, ama Afgan pasaportu dünyanın en güçsüz pasaportu onyıllardır. Mesela Türkiye vizesi almak istiyorsanız, en az 2 bin dolar harcamanız gerekiyor.
Afganlar arasında bir de Türkiye’de mülk alarak vatandaşlık edinenler var. Meslek sahibi, üst orta sınıf, belli bir ekonomik durumu olan, ama Afganistan’da artık hayatını idame ettirmek istemeyen veya ettiremeyen 10-15 bin kadar Afganın son beş senede özellikle Beylikdüzü, Esenyurt tarafında mülk alarak vatandaşlık edindiğini görüyoruz. Ama ailece buraya geldikten sonra da hayata tutunmak kolay olmuyor. Araştırmacı Meriç Çağlar’ın ifadesiyle “yağmurdan kaçarken, Türkiye’de doluya tutuluyorlar”. Geçenlerde yayınlanan bir yazısında anlattığı gibi Afganistan’da cerrah bir doktor olsanız da diplomanızın denkliğini alamadığınız için, burada tekstil atölyesinde çalışmanız gerekebiliyor.
Yoksul Afganlar daha çok hangi sektörlerde çalışıyor?
Afganlar konusunda bir arz-talep denkliği oluştu diyebiliriz. Yani, Afganların Afganistan’ı terk etmek için çok güçlü sebepleri var. Ama neden Türkiye’ye bu kadar geliyorlar? Çünkü Türkiye’de de onların emeğine talep var. Afganlar ağırlıkla inşaatta, tarımda, çobanlıkta, vasıfsız getir-götür işlerinde çalışıyor. Türkiye toplumu dönüşüyor ve bu vasıfsız, düşük ücretli işleri yapmak isteyen yok artık. Üniversitelileşme oranının artması, gençlerin beklentilerinin değişmesiyle Türkiyeli gençler artık bu işlere talip olmuyor. Özellikle merdivenaltı konfeksiyon atölyelerinde çalışmanın toplumda en düşük statülü iş olarak görülmesi, inşaat gibi ağır işlerde çalışmak istememeleri… Çalışma ve ücret koşullarını düşününce bunlar tabii ki haklı sebepler, ancak Türkiyelilerin bu sektörlerden çekilmesi bir işgücü açığı yaratıyor, Afganlar da bu açığı dolduruyor.
Tam da bu yüzden, uzun süre devlet tarafından da bir görmezden gelme politikası vardı. Çavuşoğlu, son seçim öncesi milletvekili adayı olduğu Antalya’da yaptığı bir konuşmada, “O kadar şikâyet ediyorsunuz da, Afganlar olmasa burada hiç kimse tarlasını süremez, hayvanlarına bakacak çoban bulamaz” diyordu. Toprak sahibini, atölye sahibini, işvereni tatmin eden ekonomik pragmatik perspektif.
Son yıllarda en çok Suriyeli ve Afgan karşıtlığı şeklinde belirginleşen yabancı, göçmen karşıtlığının söylemi hangi kesimler, sınıflar tarafından üretilip körükleniyor? Göçmen karşıtlığında farklı sınıfların, kesimlerin birbirinden farklı argümanları neler?
Türkiye’de göçmen karşıtlığını en sert şekilde dillendirenler “beyaz” orta sınıflar. Fakat onların da evlerinde çocuklarına, yaşlılarına bakanlar Özbek, Türkmen, Gürcü kadınlar.
Afganların ve Suriyelilerin varlığına karşı çıkılır, onlardan hep olumsuz söz edilirken hizmet alanında, ev içinde çok yaygın istihdam edilen Türkmen ve Özbekler hakkında böyle bir dil pek görülmüyor…
Özbek ve Türkmenlerin de önemli bir kesimi düzensiz çalışıyor. 2012’de, devlet ev içi hizmetlerde çalışan göçmen yatılı bakıcıların yasal çalışabilmesini kolaylaştıracak bir düzenleme yaptı. Üst, üst-orta sınıf evlerde çalışıyorlar ve bazı aileler maddi yükünü üstlenerek onları yasal çalıştırmak istiyor. Buna rağmen, yasal çalışanların sayısı 2020 verilerine göre 24 bin kadar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayınladığı istatistiklere göre Türkiye’de çalışma izni olan yabancı sayısının 2020’de 123 bin olduğu düşünülürse, bu beşte bire denk gelen önemli bir oran.
Ev içi bakım hizmetlerinde çalışanlar kötü koşullara maruz kalıyor, hatta ev ahalisinin tacizi, ağır sömürüsü gibi olaylar da yaşanıyor. Özbekistan göçmeni Nadira Kadirova’nın 2019’da AKP milletvekili Şirin Ünal’ın evinde, onun beylik tabancasıyla şüpheli ölümü bunun kamusal alanda görünür olduğu anlardan biriydi.
Türkiye’de yasal çalışan yabancı sayısı çok düşük, hâlâ büyük bir kesim düzensiz olarak çalışıyor. Göçmen emeğinin bu görüntüsü aslında bize Türkiye toplumunun değişimini gösteriyor. Artık kadınlar daha çok ev dışında ücretli işlerde çalışıyor, çalışmıyorsa bile ev içi bakım hizmetlerini başkalarına delege etmek istiyorlar. Özellikle çocuk ve yaşlı hasta bakımında işgücü piyasasında yerli yatılı bakıcı bulamadıkları için yabancı göçmen kadınlara yöneliyorlar. Bu çok da ucuz bir iş değil, ama çok ihtiyaç duyulan bir işgücü açığı demek.
Orta Asya ülkelerinde, özellikle de Sovyet sonrası dönemde yaşanan maddi ve sosyal yıkım kadınların göçünü teşvik ettiği için ihtiyaca denk düşen bir arz ortaya çıkıyor. İşin ilginci, Afgan göçmene laf eden kişilerin çoğunun evinde Özbek veya Türkmen bakıcılar bulunuyor. Burada bir tür uysallık talebi, görünmez olma talebi de var: “İşimizi yapsın, ama görünmez olsun.”
Festus Okey’den bu yana, cezasızlık sisteminin aynen devam ediyor. Türkiye’de yabancılara, göçmenlere, sığınmacılara yönelik şiddet olaylarında cezasızlık sisteminin yerleşmeye başladığını görüyoruz.
Afrika kökenli göçmenlere gelirsek, Karabük’te üniversite öğrencisi Dina’nın öldürülmesine kadar genelde görmezden gelinen bir grup Türkiye’deki Afrikalı göçmenler. Nijeryalı Festus Okey’in 2007’de Beyoğlu polis karakolunda öldürülmesi, genel kamuoyunun gündemine giremese de, yıllarca yakından izlediğimiz ve cezasızlık örneği davalardan biri olmuştu. Dina gibi Afrikalı çok öğrenci var mı? Onların koşulları nasıl?
Festus Okey’den Dina’ya kadar devam eden son 15 yılda, Türkiye’deki Afrika kökenli topluluğun sayıca epey arttığını ve çeşitlendiğini gördük. Bunun sebeplerinden biri yabancı öğrenci sayısını artırmaya yönelik teşvik politikaları. On sene gibi bir zamanda yabancı öğrenci sayısı 50 binlerden 180 bine çıktı, muazzam bir artış bu; 2019-2022 eğitim öğretim döneminde 13 bin yabancı uyruklu öğrenci Türkiye üniversitelerinden mezun oldu.
Bu, AKP’nin genel küreselleşmeci, neoliberal politikalarının bir yansıması. Üniversiteler, devlet üniversiteleri de dahil, yabancı öğrencilerden çok daha yüksek harçlar alıyor. Dolayısıyla, bu üniversiteler için önemli bir gelir kaynağı. İlginçtir, Türkiye’de en çok yabancı öğrenci bulunan ikinci üniversite Karabük Üniversitesi. (İlk sırada Suriyeli öğrencilerden ötürü Gaziantep Üniversitesi bulunuyor). Bu üniversiteler yabancı öğrenci çekmek için çeşitli atraksiyonlar yaparken o öğrencilerin gündelik hayatta karşılaşacağı zorluklara, ayrımcılıklara, dışlamaya karşı hiçbir mekanizma geliştirmiyorlar. Ve Karabük gibi, oldukça homojen, içe kapalı bir taşra kentinde, nüfusun kendinden farklı olanla karşılaştığı ortamlarda çok sert temaslar gerçekleşebiliyor. En son Dina’nın öldürülmesi de bunun acı bir örneği.
Neden Karabük? Karabük’te üniversite olduğunu Dina cinayetiyle öğrendi birçoğumuz…Oradaki yabancı öğrenciler genel olarak Afrikalı mı? Karabük’te yabancı öğrenciler neler yaşıyor?
11 binden fazla yabancı uyruklu öğrenci var Karabük’te. Ağırlıkla Asya ve Afrika kökenliler olmak üzere, toplam öğrenci sayısının yüzde 20’si yabancı öğrencilerden oluşuyor.
Bu öğrenciler Karabük Üniversitesi’nde İngilizce eğitim mi görüyor? Ve gerçekten iyi bir üniversite eğitimi için mi geliyorlar?
Eğitim İngilizce değil, Türkçe öğreniyorlar. Bir zamanlar, mesela Azerbaycan’da yalandan diploma alınan okullar vardı. Onun gibi biraz. Yabancı öğrencilerin bir kısmı için Türkiye diplomaları Avrupa’da tanındığından Avrupa’ya atlamakta önemli bir adım. Onlar açısından iki motivasyon var, biri öğrenciyken Türkiye’de çalışmak, ikincisi de Türkiye’den sonra bu diplomaları sayesinde Avrupa’da bir yere sıçrayabilmek.
Sorun şu: Küreselleşme, neoliberalizm vs. sonucu nüfus çeşitleniyor, farklı ülkelerden, farklı kültürlerden gelen çok sayıda gençle Karabük gibi şehirlerin nüfusu çoğalıyor. Ama bu karşılaşmaların çok şiddetli yaşandığı durumda cezasızlık politikası devam ettiğinde, geleceğe dair çok da umutsuz bir tablo çıkıyor ortaya. Festus Okey’den bu yana, cezasızlık sisteminin aynen devam ettiğini görüyoruz. Nahel’le ve polis şiddetiyle başlamıştık konuşmaya; Türkiye’de de yabancılara, göçmenlere, sığınmacılara yönelik şiddet olaylarında cezasızlık sisteminin yerleşmeye başladığını görüyoruz.
İstanbul’da, örneğin Tarlabaşı civarında yoğun olarak yaşayan Afrikalıların çoğu öğrenci değil. Öğrenci olmayan Afrikalı göçmenlerin durumu ne?
Afrikalıların önemli bir kısmı İstanbul’a ticaret amacıyla geliyor. İstanbul Türkiye’nin tekstil ve ticaret merkezi. İstanbul’daki toptancılardan mal alıp ülkesine götüren tüccarlara aracılık yapan çok sayıda Afrikalı var. Belli bir ülkeye odaklı olmaktan ziyade, İngilizce ve Fransızca konuşulan Afrika ülkelerinden iki büyük kanal var: Kongolular, Nijeryalılar, Senegalliler… Yıllardır kurulmuş göç ağları, abiden kardeşe devredilen bir göç bilgisi, kentte tutunma bilgisi, burada ticaret yapabilme bilgisi söz konusu. Bir kısmı için özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye Avrupa’ya gitmek için bir tür atlama tahtasıydı. Türkiye ekonomisinin parlak tablo sergilediği 2000’lerin ilk on yılında, Türkiye’de ticaret yapan, burada kazandığı parayı memleketine gönderen, orada iş kuran çok sayıda insan da oldu.
Bir yandan da Afrika’da hâlâ çatışmaların devam ettiği Etiyopya, Sudan gibi ülkelerden gelen sığınma amaçlı göç de var. Türkiye’de, Suriye dışı ülkelerden gelip resmi sığınma başvurusu yapmış 330 bin kişi bulunuyor. Bunlar ağırlıklı olarak İran, Irak ve Afganistan’dan gelenler, ki bu üç ülkenin toplamı yaklaşık 300 bin kişi ediyor. Bir de “diğer” kategorisinde Afrika ülkelerinden gelenler var. Sorun şu ki, Türkiye’de yasal koruma statüsü almak çok zorlaştığı için bu kişiler bir anlamda yasadışılığa sevk ediliyorlar.
Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınan ve Urfa’da geri gönderme merkezinde tutulan İranlı Elyas Torabibaeskendari için geri gönderme kararı verildi. Geri gönderme merkezleri nasıl yerler? Türkiye’de nerelerde bu merkezlerden var?
Türkiye’de 25 tane geri gönderme merkezi (GGM) var. Kolluk kuvvetleri tarafından yakalanan düzensiz göçmenler ülkelerine geri gönderilmeden önce bu merkezlere getiriliyorlar. GGM’ler özellikle sınır kentlerinde ve göçmen nüfusun yoğun olduğu yerlerde bulunuyor.
İran’a gönderilirse idam edilme ihtimali olan Elias’ın ülkesine gönderilmesi yasal mı, geri gönderilebilir mi?
Normalde geri gönderilememesi lâzım, çünkü Türkiye imzacısı olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ndeki geri göndermeme (non-refoulement) kuralına uymak zorunda. Bu sözleşme, pek çok yönden delinmiş olsa da, iltica alanında uluslararası düzeyde en temel hukuki metin ve geri göndermeme ilkesi hâlâ korunan nadir ilkelerden biri. Dolayısıyla, Türkiye’nin ülkesinde zulüm göreceği düşünülen bir kişiyi ülkesine geri göndermemesi gerekiyor. Fakat, son seçim kampanyası sırasında da gördük, iktidar söylemini esas olarak LGBTİ+ karşıtlığı, ailecilik, muhafazakârlık üzerine kurdu. İktidarın LGBTİ+’ları şeytansı düşman olarak teşhir etmesi bu hukuksuz ve vicdansız kararların daha kolay uygulanmasına sebep oluyor. Üstüne üstlük, Türkiye’de bu kişilerin haklarını savunan güçlü sivil toplum kanalları yok. Çok zayıf, etkisi sınırlı hak savunucuları var. Bunun da bir geçmişi var tabii. Gezi’yle başladık, sonra Büyükada tutuklamaları, 15 Temmuz… Sivil toplum alanı, haklar alanı giderek daraldı. Kendi vatandaşlarının haklarının savunulamadığı bir ortamda bir göçmenin hakkının savunulması daha da zor hale gelmiş durumda. Oysa ki, unutmamak gerekiyor: Birinin hakkı hepimizin hakkı. Martin Luther King’in ünlü bir sözü var: Bir kişinin hakkının çiğnenmesi hepimizin hakkının ihlâl edilmesi demek.