Otoriterliğin kökeni yapısal süreçlerde, yani birikim rejimi ve buna bağlı olarak şekillenen emek rejiminde ise, gerçek bir demokratikleşme nasıl sağlanabilir? Önümüzdeki dönemde gelişebilecek bir demokratikleşme süreci otoriterliğin kaynağı olan emek rejiminin değişmesine bağlıdır.
Neoliberal Popülizm (NP) modelinin devamı için büyümenin iç talep kaynaklı ve özellikle de kredi genişlemesine dayanarak gerçekleşmesi kritik önemdedir. Zira özellikle hanehalkına yönelik olan kredi genişlemesi ve kent mekânının finansallaştırılması, NP modelinin önemli bir unsuru olan finansal içerilme mekanizmasının temelini teşkil eder. Bu nedenle faiz oranları, NP modelinin gidişatı için giderek daha önemli bir değişken haline gelmektedir. Saray’ın faiz konusundaki hassasiyetinin temelinde bu yatmaktadır.
2018 baharında Türkiye ekonomisi 2016 üçüncü çeyreğindeki daralma sonrasındaki konjonktüre geri dönme emareleri göstermektedir. Buna göre, vergi indirimleri, teşvikler ve Kredi Garanti Fonu desteği ile 2017 yılında en az 30 bin firma batmaktan kurtarılmış, bir anlamda bu özel zarar devlet tarafından üstlenilmiştir.[1] Ancak 2018 itibariyle, 2017 yılı için formüle edilen bu “geleceğe kaçış” planının[2] teklemeye başladığı görülmektedir.
2016 sonrasında uygulanan ekonomi politikası, yukarıda saydığım bileşenlerin dışında, örtük olarak döviz kuru hedeflemesine yönelmiş gibi görünüyor. Faiz politikası enflasyondaki değil, döviz kurundaki gelişmelere duyarlı olarak düzenleniyor. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde TL’de yaşanabilecek sert hareketler “geleceğe kaçış” planını tahrip edici olabilir. Bunun dışında, cari açıktaki artış ve özellikle cari açığın finansmanında kısa vadeli borçlanmanın oranının artması, zaten finansal akımlara bağlı olarak gelişen ekonomik büyümeyi daha kırılgan bir patikaya sokuyor.
2007 sonrasında devlet iktidarı için yapılan mücadelede, taraflar arasında hakim birikim rejimi ve dolayısıyla emek rejimi konusunda bir ihtilaf yoktur. Tam da bu nedenle, büyük sermaye ya taraflar arasında açık taraf tutmaktan kaçınmış ya da mutlaka taraf tutması gerektiğinde iktidardan yana olmuştur.
Üçüncü kritik gelişme, inşaat sektöründe yaşanan duraklamadır. Devlet garantileri sayesinde yürütülen büyük inşaat projelerinin dışında, özellikle de konut sektöründe, konut fiyatlarının artış hızının yavaşlaması, küçük müteahhitlerin batmasından başlayarak, sektörün genelini etkiler hale geliyor.
Son olarak, NP modelinin işleyişinde önemli bir yeri olan hanehalkı tüketiminde ortaya çıkan duraklama 2019 seçimleri öncesinde AKP’nin temel stratejisi olan ekonominin vatandaş açısından bir sorun alanı olarak görülmemesinin sağlanması hedefini aşındırmaya aday.
Sonuç yerine
Sonuç kısmında, genellikle yapıldığı gibi makalenin temel argümanını tekrarlamak yerine, ileride bu tartışmayı daha da geliştirebileceğini düşündüğüm birkaç hususa değineceğim. Geçtiğimiz aylarda Ali Rıza Güngen’in Gazete Duvar’da yer alan Neoliberal Otoriterlik ve İğneyle Kuyu Kazanlar yazısı bunu yapmak için iyi bir hareket noktası sunuyor.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, Güngen Neoliberal Popülizm çerçevesinin sonuçlarından biri olarak egemen blok içinde mücadelenin yoğunlaşması argümanı karşısında, geçtiğimiz birkaç yılda Türkiye’de yaşanan gelişmelerle ilgili elit teorisinden yararlanılması konusunda şu uyarıyı yapmıştı:
“Son on yıl olmasa da dört-beş yılın iyi bir özeti buradan çıkar. Ancak yine de yetersiz kalır. Üstelik bu okuma bizleri sürekli olarak (uluslararası yazında da bu yaklaşımdan türeyen) demokratik konsolidasyon, elitler arası uzlaşı, vb. reçetelere sevk eder.”
Güngen’in bu haklı uyarısı sayesinde Neoliberal Popülizm çerçevesini biraz daha netleştirebiliriz. Bu yazı serisiyle önerdiğim, Marksist devlet teorisinin, dolayısıyla devleti sınıfsal zeminde analiz etmenin artık geçersiz hale geldiği, bu nedenle de elit teorisini takip ederek geçtiğimiz on yılki gelişmeleri daha iyi açıklayabileceğimiz şeklinde bir görüş değil. Zira devlet iktidarı için elitlerin mücadelelerinin yoğunlaştığı özgül bir konjonktür tespiti yapmak, devletin sınıfsal doğasının ortadan kalktığı tespiti yapmamızı gerektirmez. Aksine, elitler arası mücadelenin sınırları devletin sınıf karakteri tarafından belirlenmektedir.
İktidarda en koyu diktatörlük de olsa, ekonomik büyüme büyük ölçüde özel sektör yatırımlarıyla sağlandığı sürece, sermayenin kârlılığını sağlamak zorundadır. Süreç, liberallerin ileri sürdüğü gibi, “hukuk yoksa yatırım yok” yerine, “sermaye için kârlılık yoksa siyasiler için iktidar yok” olarak tanımlanırsa gerçeğe daha yakın olabilir.
Somutlaştırmak gerekirse, yukarıda belirttiğim 2007 sonrasında AKP, Kemalist bürokratik kadrolar ve Gülenciler arasında devlet iktidarı için yapılan mücadelede, taraflar arasında hakim birikim rejimi ve dolayısıyla emek rejimi konusunda bir ihtilaf yoktur. Tam da bu nedenle, devlet iktidarı için süren bu mücadelede büyük sermaye ya taraflar arasında açık taraf tutmaktan kaçınmış ya da mutlaka taraf tutması gerektiğinde, iktidardan yana olmuştur. Çünkü iktidar, büyük sermayenin kârlılık koşullarını sağlamada üzerine düşeni gereğince yerine getirmiştir.
Buradan hareket ederek, Güngen’in önerdiğim çerçevenin formel demokrasiye dönüş sürecini elitler arası uzlaşıyla açıklama tuzağına düşebileceği uyarısına değinmek istiyorum. Gerçekten de bu uyarı, devlet iktidarı için yapılan mücadelenin yoğunlaşmasını bir çeşit demokratikleşme süreci (askeri vesayetin ortadan kalkması, vs.) olarak algılayan sol-liberal yaklaşımlar için geçerli olabilir.
Ancak, yukarıda da belirttiğim gibi, önümüzdeki dönemde gelişebilecek herhangi bir demokratikleşme süreci devlet iktidarı için mücadele eden siyasi elitlerin bir uzlaşısına değil, bizzat otoriterliğin kaynağı olan emek rejiminin değişmesine bağlıdır.
“Liberal kadercilik”
Bu iki vurgu sonrasında, ana akımda yaygın olarak dile getirilen bir başka argümana değinmek yerinde olacak. Genellikle liberal yaklaşımlar tarafından savunulan, ancak temelde bir çeşit ekonomik indirgemeciliğe dayanan yaygın görüş şudur: OHAL’le gelişen tek adam rejimi 2019’da kurumsallaşırsa, Türkiye’ye gelen yatırımlar duracaktır, çünkü sermaye hukuk güvencesinin olmadığı bir ülkeye yatırım yapmak istemez.
“Liberal kadercilik” olarak adlandırdığım bu yaklaşıma göre, siyasi aktörlerin mücadelelerinden ya da emek rejiminden bağımsız olarak, demokrasiye dönüş ekonomik gereklilikler nedeniyle yapısal olarak zorunludur.
Bu argümanla ilgili rezervlerimi farklı vesilelerle belirtmiştim, o nedenle burada detaya girmeyeceğim. Ancak konuyla ilgili şunu vurgulamak istiyorum: Süreklileşmiş OHAL anlamındaki tek adam rejiminde, hukuk garantisi ortadan kalkar, ama bunun yerini siyasi garantiler doldurabilir. Hukukun olmadığı bir ortamda verilen siyasi garantilerin ne kadar işlevli olacağının sınırı ise yine devletin sınıfsal karakterince belirlenir.
Önümüzdeki dönemde gelişebilecek herhangi bir demokratikleşme süreci devlet iktidarı için mücadele eden siyasi elitlerin bir uzlaşısına değil, bizzat otoriterliğin kaynağı olan emek rejiminin değişmesine bağlıdır.
Bu durumda, iktidarda en koyu diktatörlük de olsa, ekonomik büyüme büyük ölçüde özel sektör yatırımlarıyla sağlandığı sürece, sermayenin kârlılığını sağlamak zorundadır. Bir başka ifadeyle, süreç liberallerin ileri sürdüğü gibi “hukuk yoksa yatırım yok” yerine, “sermaye için kârlılık yoksa siyasiler için iktidar yok” olarak tanımlanırsa gerçeğe daha yakın olabilir.
Bunun anlamı şudur: Sermaye için tek adam rejimini sürdürmenin maliyeti, formel demokrasiye dönmenin maliyetini aştığında işin rengi değişir. Bu süreçten sonra, sermayenin yapısal gücünün kullanılmasıyla yaşanabilecek bir iktidar değişimi olasılığı artar. Bu tip bir değişim ise demokratikleşme değil, olsa olsa liberal restorasyon olarak adlandırılabilir.
Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i
Son olarak, siyasi rejim tartışmalarına emek merkezli bakarak Türkiye’de demokratikleşmenin olanakları üzerine kısa bir değiniyle bu yazı serisini tamamlayayım.
Eğer otoriterliğin kökeni yapısal süreçlerde, yani birikim rejimi ve buna bağlı olarak şekillenen emek rejiminde ise, gerçek bir demokratikleşme nasıl sağlanabilir? Bir başka ifadeyle, bir ülkede emeğin gücü sistematik bir şekilde azaltılıyorsa, o ülkede herhangi bir düzeyde demokrasinin gelişmesinden bahsedilebilir mi?
Konu oldukça kapsamlı ve çok daha geniş bir şekilde, yapı ile aktör arasındaki ilişki ve verili yapısal durumda aktörlerin değiştirme kapasitesini tartışmak gerekiyor.
Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i kitabının girişinde belirttiği perspektif burada işimizi kolaylaştırabilir: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.”
Marx’tan ilhamla, kestirmeden giderek yapı-aktör ilişkisine zaman boyutunu eklediğimizde şunu söyleyebiliriz: Aktörlerin aksiyonları yapılar tarafından sınırlanmıştır. Ancak, yapılar tarihsel olarak bir önceki dönemde aktörler arasındaki mücadele sonucunda oluşur. Dolayısıyla günümüzde, yapısal kısıtlar altında da olsa, aktörler arasındaki mücadele geleceğin yeni yapısal durumunu oluşturacaktır. Bunun anlamı şudur: mevcut yapısal kısıtlar altında dahi, aktörün değiştirme edimi için olanaklar mevcuttur.
(Akçay’ın yazı dizisinin üçüncü ve son bölümü)